İkinci Sual: Sen eskide şarktaki bedevî aşâirde seyahat ettiğin
vakit onları medeniyet ve terakkiyâta çok teşvik ediyordun. Neden kırk seneye
yakındır medeniyet-i hâzıradan "mimsiz" diyerek hayât-ı içtimâiyeden çekildin,
inzivâya sokuldun?

Elcevap: Medeniyet-i hâzıra-i Garbiye, semâvî kànun-u esâsîlere
muhâlif olarak hareket ettiği için séyyiâtı hasenâtına; hatâları, zararlari
fâidelerine râcih geldi. Medeniyetteki maksud-u hakikî olan istirahat-i umumiye
ve saadet-i hayât-ı dünyevîye bozuldu. İktisat, kanaat yerine, israf ve sefâhet;
ve sa’y ve hizmet yerine, tembellik ve istirahat meyli galebe çaldığından bîçâre
beşeri hem gàyet fakir, hem gàyet tembel eyledi. Semâvî Kur’ân’ın kànun-u
esâsîsi;


fermân-ı esâsîsi ile beşerin saadet-i hayâtiyesi iktisat ve
sâ’ye gayrette olduğunu ve onunla beşerin havas, avâm tabakası birbiriyle
barışabilir diye Risâle-i Nur bu esâsı izâhına binâen kısa bir iki nükte
söyleyeceğim.

Birincisi: Bedevîlikte beşer, üç-dört şeye muhtaç oluyordu. O
üç-dört hâcâtını tedârik etmeyen, on adette ançak ikisi idi. Şimdiki Garp
medeniyet-i zâlime-i hâzırası, sû-i istimâlât ve isrâfât ve hevesâtı tehyic ve
havâyic-i gayr-ı zarûriyeyi, zarûrî hâcatlar hükmüne getirip; görenek ve
tiryâkilik cihetiyle şimdiki o medenî insanın tam muhtaç olduğu dört hâcâtı
yerine yirmi şeye bu zamanda muhtaç oluyor. O yirmi hâcâtı tam helâl bir tarzda.
tedârik edecek, yümiden ancak ikisi ólabilir. On sekizi muhtaç hükmünde kalır.

Demek, bu medéniyet-i hâzıra, insanı çok fakir ediyor. O ihtiyaç
cihetinde beşeri zulme, başka haram kazanmaya sevk etmiş. Bîçâreavâm ve havas
tabakasını dâimâ mübârezeye teşvik etmiş.

Kur’ân’ın kànun-u esâsîsi olan vücûb-u zekât ve hunnet-i ribâ
vâsıtasıyla avâmın havasa karşı itaatını ve havasın avâma karşı şefkatini temin
eden o kudsî kànunu bırakıp burjuvaları zulme, fukarâları isyâna sevk etmeye
mecbur etmiş. İstiráhat-ı beşeriyeyi zîr ü zeber etti.

İkinci Nükte: Bu medeniyet-i hâzıranın hârikaları beşere birer
nîmet-i Rabbâniye olmasından, hakikî bir şükür ve menfaat beşerde istimâli
iktizâ ettiği halde, şimdi görüyoruz ki, ehemmiyetli bir kısım insanı tembelliğe
ve sefâhete sevk ve sa’yi ve çalışmayı bırakıp istirahat içinde hevesâtı
dinlemek meylini verdiği için sa’yin şevkini kırıyor. Ve kanaatsızlık ve
iktisatsızlık yolu ile sefâhete, israfa, zulme, harama sevk ediyor. Meselâ:
Risâle-i Nurdaki Nur Anahtarının dediği gibi, radyo büyük bir nîmet iken,
masláhat-ı beşeriyeye sarf edilmek ile bir mânevî şükür iktizâ ettiği halde;
beşte dördü hevesâta, lüzumsuz malâyanì şeylere sarf edildiğinden tembelliği
radyo dinlemekle heveslenmeye sevk edip sa’yin şevkini kırıyor. Vazife-i
hakikiyesini bırakıyor. Hattâ, çok menfaatli olan bir kısım hârika vesâit, sa’y
ve amel ve hakikî maslahat, ihtiyâcât-ı beşeriyeye istimâl lâzım gelirken-ben
kendim gördüm-ondan biri ikisi zarûrî ihtiyâcâta sarf edilmeye mukàbil, ondan
sekizi keyif, hevesat, tenezzüh, tembelliğe mecbur ediyor. Bu iki cüz’i misâle
binler misaller var.

Elhâsıl: Medeniyet-i Garbiye-i hâzıra, semâvî dinleri tam,
dinlemediği için, beşeri hem fakir edip ihtiyâcâtı ziyâdeleştirmiş; iktisat ve
kanaat esâsını bozup israf ve hırs ve tama’ı ziyâdeştirmeye, zulüm ve harama yol
açmış. Hem beşeri vesâit-i sefâhete teşvik etmekle; o bîçâre beşeri tam
tembelliğe atmış. Sa’y ve amelin şevkini kırıyor. Hevesâta, sefâhete sevk edip
ömrünü fâidesiz zâyi ediyor. Hem o muhtaç ve tembelleşmiş beşeri, hasta etmiş.
Sû-i istimâl ve isrâfat ile yüz nevi hastalığın sirâyetine, intişârına vesîle
olmuş. Hem üç şiddetli ihtiyaç ve meyl-i sefâhet ve ölümü her vakit hatıra
getiren kesretli hastalıklar ve din-sizlik cereyanlarının o medeniyetin içlerine
yayılması ile intibâha gelip uyanmış beşerin gözü önünde ölümü idâm-ı ebedî
sûretinde gösterip, her vakit beşeri tehdit ediyor. Bir nevi Cehennem azâbı
veriyor.

İşte bu dehşetli musîbet-i beşeriyeye karşı Kur’ân-ı Hakîmin
dört yüz milyon talebesinin intibâhıyla ve içinde semâvî, kudsî kànun-u
esâsîleriyle, bin üç yüz sene evvel gösterdiği gibi yine bu dört yüz milyonun
kendi kudsî esâsî kànunlarıyla beşerin bu üç dehşetli yarasını tedâvi etmesini;
ve eğer yakında kıyâmet kopmazsa, beşerin hem saadet-i ha-yât-ı dünyeviyesini,
hem saadet-i hayât-ı uhreviyesini kazandıracağını; ve ölümü idâm-ı ebediden
çıkarıp âlem-i nura bir terhis tezkeresi göstermesini ve ondan çıkan medeniyetin
mehâsini seyyiâtına tam galebe edeceğini; ve şimdiye kadar olduğu gibi, dinin
bir kısmını, medeniyetin bir kısmını kazanmak için rüşvet vermek değil, belki
medeniyeti ona, o semâvî kànunlara bir hizmetkâr, bir yardımcı edeceğini,
Kurân-ı Mu’cizü’l-Beyânın işârât ve rumuzundan anlaşıldığı gibi, Rahmet-i
İlâhiyeden şimdiki uyanmış beşer bekliyor, yalvarıyor, arıyor.

Hutbe-i Şamiye, 155-159.

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Lâtif ve mânidar ve beşaretli iki hadiseyi beyan ediyorum…

Birincisi: Meyusâne bir hatıradan müjdeli bir ihtar: Bugünlerde
hatırıma geldi ki, hayat-ı içtimaiyeye giren hangi şeye temas etse, ekseriyetle
günahlara maruz kalıyor. Her cihette günahlar serbestçe insanı sarıyorlar. "Bu
kadar günahlara karşı insanın hususi ibadet ve takvâsı nasıl mukabele edebilir?"
diye meyusâne düşündüm.

Hayat-ı içtimaiyedeki Risale-i Nur talebelerinin vaziyetlerini
tahattur ettim. Risale-i Nur şakirtleri hakkında necatlarına ve ehl-i saadet
olduklarına dair kuvvetli işaret-i Kur’aniyeyi ve beşaret-i Aleviyeyi ve
Gavsiyeyi düşündüm. Kalben dedim ki: "Herbiri bin yerden gelen günahlara karşı
bir dille nasıl mukabele eder, galebe eder, necat bulur?" diye mütehayyir
kaldım. Bu tahayyürüme mukabil ihtar edildi ki:

Risale-i Nur’un hakikî ve sadık şakirtlerinin mâbeynlerindeki
düstur-u esasiye olan iştirak-i âmâl-i uhreviye kanunuyla ve samimi ve halis
tesanüd sırrıyla herbir halis, hakikî şakirt, bir dille değil, belki kardeşleri
adedince dillerle ibadet edip istiğfar eder. Bin taraftan hücum eden günahlara,
binler dille mukabele eder. Bazı melâikenin kırk bin dille zikrettikleri gibi,
halis, hakikî, müttakî bir şakirt dahi kırk bin kardeşinin dilleriyle ibadet
eder, necata müstehak ve inşaallah ehl-i saadet olur. Risale-i Nur dairesinde
sadakat ve hizmet ve takvâ ve içtinab-ı kebâir derecesiyle o ulvî ve küllî
ubudiyete sahip olur. Elbette, bu büyük kazancı kaçırmamak için, takvâda,
ihlasta, sadakatte çalışmak gerektir.

İkincisi: Eski zamanda, on dört yaşında iken icâzet almanın
alâmeti olan üstad tarafından sarık sardırmak, bir cübbe bana giydirmek
vaziyetine mâniler bulundu. Yaşımın küçüklüğüyle, memleketimizde büyük hocalara
mahsus kisve giymek yakışmadığı…

Saniyen: O zamanda büyük âlimler, bana karşı üstadlık vaziyeti
değil, ya rakip veyahut teslimiyet derecesine girdikleri için bana cübbe
giydirecek ve üstadlık vaziyetini alacak kendilerine güvenenler bulunmadı. Ve
evliya-yı azimeden dört beş zâtın vefat etmeleri cihetiyle, elli altı senedir
icazetin zahir alâmeti olan cübbeyi giymek ve bir üstadın elini öpmek,
üstadlığını kabul etmek hakkımı bugünlerde, yüz senelik bir mesafede Hazret-i
Mevlânâ Zülcenâheyn Hâlid Ziyâeddin kendi cübbesini, o cübbeye sarılan bir
sarıkla, pek garip bir tarzda bana giydirmek için gönderdiğini bazı emarelerle
bana kanaat geldi. Ben de o mübarek ve yüz yaşında cübbeyi giyiyorum. Cenab-ı
Hakka yüz binler şükrediyorum.

Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 147-148

Tagayyür, inkılap ve felaketlere maruz ve muhtaç şu insan
bedeninde iskan edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir. Bu
kuvvetlerin, birincisi, menfaatleri celp ve cezb için kuvve-i şeheviye-i
behimiye, ikincisi, zararlı şeyleri def için kuvve-i sebuiye-i gadabiye,
üçüncüsü, nef’ ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için kuvve-i akliye-i
melekiyedir.

Lakin, insandaki bu kuvvetlere şeriatça bir had ve bir nihayet
tayin edilmişse de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan, bu kuvvetlerin
herbirisi, tefrit, vasat, ifrat namıyla üç mertebeye ayrılırlar. Mesela, kuvve-i
şeheviyenin tefrit mertebesi humuddur ki, ne helale ve ne de harama şehveti,
iştihası yoktur. İfrat mertebesi fücurdur ki, namusları ve ırzları payimal etmek
iştihasında olur. Vasat mertebesi ise iffettir ki, helaline şehveti var, harama
yoktur.

İhtar: Kuvve-i şeheviyenin yemek, içmek, uyumak ve konuşmak gibi
füruatında da bu üç mertebe mevcuttur.

Ve keza, kuvve-i gadabiyenin tefrit mertebesi, cebanettir ki
korkulmayan şeylerden bile korkar. İfrat mertebesi tehevvürdür ki, ne maddi ve
ne manevi hiçbir şeyden korkmaz. Bütün istibdadlar, tahakkümler, zulümler bu
mertebenin mahsulüdür. Vasat mertebesi ise şecaattir ki, hukuk-u diniye ve
dünyeviyesi için canını feda eder, meşru olmayan şeylere karışmaz.

İhtar: Bu kuvve-i gadabiyenin füruatında da şu üç mertebenin
yeri vardır.

Ve keza kuvve-i akliyenin tefrit mertebesi gabavettir ki, hiçbir
şeyden haberi olmaz. İfrat mertebesi cerbezedir ki, hakkı batıl, batılı hak
suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekaya malik olur. Vasat mertebesi ise
hikmettir ki, hakkı hak bilir, imtisal eder; batılı batıl bilir, içtinap eder.


İhtar: Bu kuvvetin şu üç mertebeye inkısamı gibi, füruatı da o
üç mertebeyi havidir. Mesela, halk-ı ef’al meselesinde Cebr mezhebi ifrattır
ki,bütün bütün insanı mahrum eder. İtizal mezhebi de tefrittir ki, tesiri insana
verir. Ehl-i Sünnet mezhebi vasattır. Çünkü bu mezhep, beyne-beynedir ki, o
fiillerin bidayetini irade-i cüz’iyeye, nihayetini irade-i külliyeye veriyor. Ve
keza, itikadda da tatil ifrattır, teşbih tefrittir, tevhid vasattır.


Hülasa: Şu dokuz mertebenin altısı zulümdür, üçü adl ve
adalettir.

İşaret-ül I’caz, s. 29-30

Ve keza

kelimesiyle, küfür sebebiyle kulağa ait pek büyük bir nimeti kaybettiklerine
işaret edilmiştir. Hatta kulaktaki zar, nur-u iman ile ışıklandığı zaman,
kainattan gelen manevi nidaları işitir. Lisan-ı hal ile yapılan zikirleri,
tesbihatları fehmeder. Hatta o nur-u iman sayesinde rüzgarların terennümatını,
bulutların naralarını, denizlerin dalgalarının nağamatını ve hakeza yağmur, kuş
ve saire gibi her neviden Rabbani kelamları ve ulvi tesbihatı işitir. Sanki
kainat, İlahi bir musiki dairesidir. Türlü türlü avazlarla, çeşit çeşit
terennümatla kalblere hüzünleri ve Rabbani aşkları intiba ettirmekle kalbleri,
ruhları, nurani alemlere götürür, pek garip misali levhaları göstermekle o
ruhları ve kalbleri lezzetlere, zevklere garkeder.

Fakat o kulak, küfürle tıkandığı zaman, o leziz, manevi, yüksek
savtlardan mahrum kalır. Ve o lezzetleri iras eden avazlar, matem seslerine
inkılap eder. Kalbde, o ulvi hüzünler yerine, ahbabın fıkdanıyla ebedi
yetimlikler, malikin ademiyle nihayetsiz vahşetler ve sonsuz gurbetler hasıl
olur.

Bu sırra binaendir ki, şeriatça bazı savtlar helal, bazıları da
haram kılınmıştır. Evet, ulvi hüzünleri, Rabbani aşkları iras eden sesler
helaldir. Yetimane hüzünleri, nefsani şehevatı tahrik eden sesler haramdır.
Şeriatın tayin etmediği kısım ise, senin ruhuna, vicdanına yaptığı tesire göre
hüküm alır.


Bu cümle ile rüyete, yani göze ait büyük bir nimet-i basariyenin
küfürle kaybolduğuna işaret edilmiştir. Zira, gözün nuru, nur-u imanla
ışıklanırsa ve kavileşirse, bütün kainat gül ve reyhanlarla müzeyyen bir cennet
şeklinde görünür. Gözün gözbebeği de, balarısı gibi, bütün kainat safhalarında
menkuş gül ve çiçek gibi delillerinden, bürhanlarından alacağı ibret, fikret,
ünsiyet gibi usare ve şıralarından vicdanda o tatlı imanlı balları yapar. Eğer o
göz küfür zulmetiyle kör olursa, dünya, genişliğiyle beraber bir hapishane
şekline girer. Bütün hakaik-i kevniye, nazarından gizlenir. Kainat ondan
tevahhuş eder. Kalbi ahzan ve ekdar ile dolar.



cümlesiyle, küfür şece-resinin ahirete ait zakkum gibi semeresine işaret
edilmiştir.

kelimesi ise, inzar ile a-dem-i inzar arasındaki müsavata nassederek


kelimesine tekittir.

İşaret-ül I’caz, s. 71-72

İsraf sefâhetin, sefâhet sefâletin kapısıdır

Ey müsrifli kardeşim! Tegaddî noktasında bir iken iki lokma; bir
lokma bir kuruşa, bir lokma on kuruşa.

Hem ağıza girmeden, hem boğazdan geçtikten, müsâvi bir olurlar.
Yalnız ağızda, o da kaç saniyede, bîhûşe verir nûşe.

Zevkî bir fark bulunur, dâim onu aldatır o kuvve-i zâika;
bedene, hem mideye kapıcı müfettişe.

Onun tesiri menfî, müsbet değil. Vazife yalnız kapıcıyı taltif
ve memnun etmek. Nûş verirsin o bîhûşa.

Aslî vazifesinde onu müşevveş etmek, tek bir kuruş yerine on bir
kuruşu vermek, olur şeytanî pîşe.

İsrafın en sefihi, tebzîrin en sakîmi, bir tarzdır bir çeşidi.
Heves etme bu işe.

Sözler. 663

Şeytandan istiâze sırrına dairdir. On Üç İşaret yazılacak. O
işaretlerin bir kısmı, müteferrik bir surette Yirmi Altıncı Söz gibi bir kısım
risalelerde beyan ve ispat edildiğinden, burada yalnız icmâlen bahsedilecek.

BİRİNCİ İŞARET

Sual: Şeytanların kâinatta icad cihetinde hiçbir methalleri
olmadığı, hem Cenâb-ı Hak rahmet ve inâyetiyle ehl-i hakka taraftar olduğu, hem
hak ve hakikatin cazibedar güzellikleri ve mehâsinleri ehl-i hakka müeyyid ve
müşevvik bulunduğu, hem dalâletin müstekreh çirkinlikleri ehl-i dalâleti tenfir
ettikleri halde, hizbüşşeytanın çok defa galebe etmesinin hikmeti nedir? Ve
ehl-i hak, her vakit şeytanın şerrinden Cenâb-ı Hakka sığınmasının sırrı nedir?

Elcevap: Hikmeti ve sırrı şudur ki: Ekseriyet-i mutlaka ile
dalâlet ve şer, menfidir ve tahriptir ve ademîdir ve bozmaktır. Ve ekseriyet-i
mutlaka ile hidayetve hayır, müsbettir ve vücudîdir ve imar ve tamirdir.
Herkesçe malûmdur ki, yirmi adamın yirmi günde yaptığı bir binayı, bir adam bir
günde tahrip eder. Evet, bütün âzâ-yı esasiyenin ve şerâit-i hayatiyenin
vücuduyla vücudu devam eden hayat-ı insan Hâlık-ı Zülcelâlin kudretine mahsus
olduğu halde, bir zalim, bir uzvu kesmesiyle, hayata nisbeten ademî olan mevte o
insanı mazhar eder. Onun için, et-tahrîbü eshel durub-u emsal hükmüne geçmiş.

İşte bu sırdandır ki, ehl-i dalâlet, hakikaten zayıf bir
kuvvetle pek kuvvetli ehl-i hakka bazan galip oluyor. Fakat ehl-i hakkın öyle
muhkem bir kalesi var ki, onda tahassun ettikleri vakit, o müthiş düşmanlar
yanaşamazlar, bir halt edemezler. Eğer muvakkat bir zarar verseler, sırrıyla,
ebedî bir sevap ve menfaatle o zarar telâfi edilir. O kale-i metin, o hısn-ı
hasîn ise, şeriat-ı Muhammediye ve sünnet-i Ahmediyedir (a.s.m.).

DÖRDÜNCÜ İŞARET

Adem şerr-i mahz, ve vücud hayr-ı mahz olduğunu, ehl-i tahkik ve
ashab-ı keşif ittifak etmişler. Evet, ekseriyet-i mutlaka ile, hayır ve mehâsin
ve kemâlât, vücudaistinad eder ve ona râci olur. Sureten menfi ve ademî de olsa,
esası sübutîdir ve vücudîdir. Dalâlet ve şer ve musibetler ve mâsiyetler ve
belâlar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayası ademdir, nefiydir. Onlardaki
fenalık ve çirkinlik, ademden geliyor. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî
de görünseler, esası ademdir, nefiydir.

Hem bilmüşahede sabittir ki, bina gibi bir ¸eyin vücudu, bütün
eczasının mevcudiyetiyle takarrur eder. Halbuki onun harabiyeti ve ademi ve
in’idâmı, bir rüknün ademiyle hasıl olur. Hem vücut, herhalde mevcut bir illet
ister, muhakkak bir sebebe istinad eder. Adem ise, ademî şeylere istinad
edebilir; ademî birşey, mâdum bir, eye illet olur.

İşte bu iki kaideye binaendir ki, şeytan-ı ins ve cinnin
kâinattaki müthiş âsâr-ı tahripkârâneleri ve envâ-ı küfür ve dalâlet ve şer ve
mehâliki yaptıkları halde zerre miktar icada ve hilkate müdahaleleri olmadığı
gibi, mülk-ü İlâhîde bir hisse-i iştirakleri olamıyor. Ve bir iktidar ve bir
kudretle o işleri yapmıyorlar; belki çok işlerinde iktidar ve fiil değil, belki
terk ve atâlettir. Hayrı yaptırmamakla şerleri yapıyorlar, yani şerler
oluyorlar. Çünkü mehâlik ve şer, tahribat nev’inden olduğu için, illetleri,
mevcut bir iktidar ve fâil bir icad olmak lâzım değildir. Belki bir emr-i ademî
ile ve bir şartın bozulmasıyla koca bir tahribat olur.

İşte bu sır Mecusîlerde inkişaf etmediği içindir ki, kâinatta
"Yezdan" namıyla bir hâlık-ı hayır, diğeri "Ehriman" namıyla bir hâlık-ı şer
itikad etmişlerdir. Halbuki onların "Ehriman" dedikleri mevhum ilâh-ı şer, bir
cüz-ü ihtiyariyle ve icadsız bir kesble şerlere sebebiyet veren malûm şeytandır.

İşte, ey ehl-i iman! Şeytanların bu müthiş tahribatına karşı en
mühim silâhınız ve cihazat-ı tamiriyeniz istiğfardır ve

demekle Cenâb-ı Hakka ilticadır. Ve kaleniz Sünnet-i Seniyyedir.

BEŞİNCİ İŞARET

Cenâb-ı Hak, kütüb-ü semâviyede beşere karşı Cennet gibi azîm
mükâfat ve Cehennem gibi dehşetli mücâzâtı göstermekle beraber, çok irşad, ikaz,
ihtar, tehdit ve teşvik ettiği halde; ehl-i iman, bu kadar esbab-ı hidayet ve
istikamet varken, hizbüşşeytanın mükâfatsız, çirkin, zayıf desiselerine karşı
mağlûp olmaları, bir zaman beni çok düşündürüyordu. Acaba, iman varken, Cenâb-ı
Hakkın o kadar şiddetli tehdidâtına ehemmiyet vermemek nasıl oluyor? Nasıl iman
gitmiyor?



sırrıyla şeytanın gayet zayıf desiselerine kapılıp Allah’a isyan ediyor. Hattâ
benim arkadaşlarımdan bazıları, yüz hakikatdersini kalben tasdik ile beraber,
benden işittiği ve bana karşı da fazla hüsn-ü zannı ve irtibatı varken, kalbsiz
ve bozuk bir adamın ehemmiyetsiz ve riyâkârâne iltifatına kapıldı; onun lehinde,
benim aleyhimde bir vaziyete geldi. "Fesübhânallah," dedim. "İnsanda bu derece
sukut olabilir mi? Ne kadar hakikatsiz bir insandı!" diye o biçareyi gıybet
ettim, günaha girdim.

Sonra, sabık işaretlerdeki hakikat inkişaf etti, karanlıklı çok
noktaları aydınlattı. O nur ile, lillâhilhamd, hem Kur’ân-ı Hakîmin azîm
tergibat ve teşvikatı tam yerinde olduğunu; hem ehl-i imanın desâis-i
şeytaniyeye kapılmaları imansızlıktan ve imanın zayıflığından olmadığını; hem
günah-ı kebâiri işleyen küfre girmediğini; hem Mutezile mezhebi ve bir kısım
Hariciye mezhebi "Günah-ı kebâiri irtikâp eden kâfir olur veya iman ve küfür
ortasında kalır" diye hükümlerinde hata ettiklerini; hem benim o biçare
arkadaşım da yüz ders-i hakikati bir herifin iltifatına feda etmesi, düşündüğüm
gibi çok sukut ve dehşetli alçaklık olmadığını anladım, Cenâb-ı Hakka şükrettim,
o vartadan kurtuldum. Çünkü, sabıkan dediğimiz gibi, şeytan, cüz’î bir emr-i
ademî ile insanı mühim tehlikelere atar. Hem insandaki nefis ise, şeytanı her
vakit dinler. Kuvve-i şeheviye ve gadabiye ise, şeytanın desiselerine hem
kabile, hem nâkile iki cihaz hükmündedir.

İşte, bunun içindir ki, Cenâb-ı Hakkın Gafûr, Rahîm gibi iki
ismi, tecellî-i âzamla ehl-i imana teveccüh ediyor. Ve Kur’ân-ı Hakîmde
peygamberlere en mühim ihsanı mağfiret olduğunu gösteriyor ve onları istiğfar
etmeye davet ediyor. Bismillâhirrahmânirrahîm kelime-i kudsiyesini her sûre
başında tekrar ile ve her mübarek işlerde zikrine emretmesiyle, kâinatı ihata
eden rahmet-i vâsiasını melce ve tahassungâh gösteriyor ve emriyle, keli-mesini
siper yapıyor.

SEKİZİNCİ İŞARET

Sual: Sabık işaretlerde ispat ettiniz ki, dalâlet yolu kolay ve
tahrip ve tecavüz olduğu için, çoklar o yola sülûk ediyorlar. Halbuki sair
risalelerde kat’î delillerle ispat etmişsiniz ki, küfür ve dalâlet yolu o kadar
müşkilâtlı ve suubetlidir ki, hiç kimse ona girmemek gerekti ve kabil-i sülûk
değil. Ve iman ve hidayet yolu o kadar kolay ve zâhirdir ki, herkes ona
girmeliydi.

Elcevap: Küfür ve dalâlet iki kısımdır. Bir kısmı, amelî ve
fer’î olmakla beraber, iman hükümlerini nefyetmek ve inkâr etmektir ki, bu tarz
dalâlet kolaydır. Hakkı kabul etmemektir; bir terktir, bir ademdir, bir adem-i
kabuldür. İşte bu kısımdır ki, risalelerde kolay gösterilmiş.

İkinci kısım ise, amelî ve fer’î olmayıp, belki itikadî ve fikrî
bir hükümdür. Yalnız imanın nefyini değil, belki imanın zıddına gidip bir yol
açmaktır. Bu ise bâtılı kabuldür, hakkın aksini ispattır. Bu kısım, imanın
yalnız nefyi ve nakîzi değil, imanın zıddıdır. Adem-i kabul değil ki kolay
olsun. Belki kabul-ü ademdir. Ve o ademi ispat etmekle kabul edilebilir.


kaidesiyle, ademin ispatı elbette kolay değildir.

İşte, sair risalelerde imtinâ derecesinde suubetli ve müşkilâtlı
gösterilen küfür ve dalâlet bu kısımdır ki, zerre miktar şuuru bulunan, bu yola
sâlik olmamak lâzımdır. Hem bu yol, risalelerde kat’î ispat edildiği gibi, o
kadar dehşetli elemleri var ve boğucu karanlıkları var ki, zerre miktar aklı
bulunan, o yola talip olmaz.

Eğer denilse: Bu kadar elîm ve karanlıklı, müşkilâtlı yola nasıl
ekser insanlar gidiyorlar?

Elcevap: İçine düşmüş bulunuyorlar, çıkamıyorlar. Hem insandaki
nebâtî ve hayvânî kuvveleri, âkıbeti görmedikleri, düşünemedikleri ve o
insandaki letâif-i insaniyeye galebe ettikleri için, çıkmak istemiyorlar ve
hazır ve muvakkat bir lezzetle mütesellî oluyorlar.

Sual: Eğer denilse: Dalâlette öyle dehşetli bir elem ve bir
korku var ki, kâfir, değil hayattan lezzet alması, hiç yaşamaması lâzım geliyor.
Belki o elemden ezilmeli ve o korkudan ödü patlamalıydı. Çünkü insaniyet
itibarıyla hadsiz eşyaya müştak ve hayata âşık olduğu halde, küfür vasıtasıyla,
mevtini bir idam-ı ebedî ve bir firâk-ı lâyezâlî ve zevâl-i mevcudatı ve
ahbabının vefatlarını ve bütün sevdiklerini idam ve mufarakat-i ebediye
suretinde, gözü önünde, daima küfür vasıtasıyla gören insan nasıl yaşayabilir?
Nasıl hayattan lezzet alabilir?

Elcevap: Acip bir mağlâta-i şeytaniye ile kendini aldatır,
yaşar. Sûrî bir lezzet alır zanneder. Meşhur bir temsille onun mahiyetine işaret
edeceğiz. Şöyle ki: Deniliyor: Devekuşuna demişler, "Kanatların var, uç." O da
kanatlarını kısıp "Ben deveyim" demiş, uçmamış. Fakat avcının tuzağına düşmüş.
Avcı beni görmesin diye başını kuma sokmuş. Halbuki koca gövdesini dışarıda
bırakmış, avcıya hedef etmiş. Sonra ona demişler, "Madem deveyim diyorsun, yük
götür." O zaman kanatlarını açıvermiş, "Ben kuşum" demiş, yükün zahmetinden
kurtulmuş. Fakat hâmisiz ve yemsiz olarak avcıların hücumuna hedef olmuş.

Aynen onun gibi, kâfir, Kur’ân’ın semâvî ilânâtına karşı küfr-ü
mutlakı bırakıp meşkûk bir küfre inmiş. Ona denilse: "Madem mevt ve zevâli bir
idam-ı ebedî biliyorsun. Kendini asacak olan darağacı göz önünde. Ona her vakit
bakan nasıl yaşar, nasıl lezzet alır?" O adam, Kur’ân’ın umumî vech-i rahmet ve
şümullü nurundan aldığı bir hisse ile der: "Mevt idam değil; ihtimal-i beka
var." Veyahut, devekuşu gibi başını gaflet kumuna sokar-tâ ki ecel onu görmesin
ve kabir ona bakmasın ve zevâl-i eşya ona ok atmasın!

Elhasıl, o meşkûk küfür vasıtasıyla, devekuşu gibi mevt ve
zevâli idam mânâsında gördüğü vakit, Kur’ân ve semâvî kitapların îmânün
bi’l-âhiret’e dair kat’î ihbârâtı ona bir ihtimal verir; o kâfir o ihtimale
yapışır, o dehşetli elemi üzerine almaz. O vakit ona denilse, "Madem bâki bir
âleme gidilecek; o âlemde güzel yaşamak için tekâlif-i diniye meşakkatini çekmek
gerektir." O adam şekk-i küfrî cihetiyle der: "Belki yoktur. Yok için neden
çalışayım?" Yani, vaktâ ki o hükm-ü Kur’ân’ın verdiği ihtimal-i beka cihetiyle
idam-ı ebedî âlâmından kurtulur ve meşkûk küfrün verdiği ihtimal-i adem
cihetiyle tekâlif-i diniye meşakkati ona müteveccih olur; ona karşı küfür
ihtimaline yapışır, o zahmetten kurtulur. Demek, bu nokta-i nazarda, mü’minden
ziyade bu hayatta lezzet alır zannediyor. Çünkü tekâlif-i diniyenin zahmetinden
ihtimal-i küfrî ile kurtuluyor ve âlâm-ı ebediyeden, ihtimal-i imanî cihetiyle
kendi üzerine almaz. Halbuki bu mağlâta-i şeytaniyenin hükmü gayet sathî ve
faydasız ve muvakkattir.

İşte, Kur’ân-ı Hakîmin küffarlar hakkında da bir nevi cihet-i
rahmeti vardır ki, hayat-ı dünyeviyeyi onlara cehennem olmaktan bir derece
kurtarıp bir nevi şek vererek, şek ile yaşıyorlar. Yoksa, âhiret cehennemini
andıracak, bu dünyada dahi mânevî bir cehennem azâbı çekeceklerdi ve intihara
mecbur olacaklardı.

İşte, ey ehl-i iman! Sizi idam-ı ebedîden ve dünyevî ve uhrevî
cehennemlerden kurtaran Kur’ân’ın himayeti altına mü’minâne ve mutemidâne
giriniz ve Sünnet-i Seniyyesinin dairesine teslimkârâne ve müstahsinâne dahil
olunuz, dünya şekavetinden ve âhirette azaptan kurtulunuz.

DOKUZUNCU İŞARET

Sual: Hizbullah olan ehl-i hidayet, başta enbiya ve onların
başında Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm, o kadar inâyet ve rahmet-i İlâhiye
ve imdad-ı Sübhâniyeye mazhar oldukları halde, neden çok defa, hizbüşşeytan olan
ehl-i dalâletemağlûp olmuşlar? Hem, Hâtemü’l-Enbiyânın güneş gibi parlak
nübüvvet ve risaleti ve iksir-i âzam gibi tesirli i’câz-ı Kur’ânî vasıtasıyla
irşadı ve cazibe-i umumiye-i kâinattan daha cazibedar hakaik-i Kur’âniyenin
komşuluğunda ve yakınında olan Medine münafıklarının dalâlette ısrarları ve
hidayete girmemeleri niçindir ve hikmeti nedir?

Elcevap: Bu iki şık müthiş sualin halli için, derince bir esas
beyan etmek lâzım gelir. Şöyle ki:

Şu kâinat Hâlık-ı Zülcelâlinin hem cemâlî, hem celâlî iki kısım
esmâsı bulunduğundan ve o cemâlî ve celâlî isimler, hükümlerini ayrı ayrı
cilvelerle göstermek iktiza ettiklerinden, Hâlık-ı Zülcelâl, kâinatta ezdâdı
birbirine mezc edip, birbirine mukabil getirip ve birbirine mütecaviz ve müdafi
bir vaziyet verip, hikmetli ve menfaattar bir nevi mübareze suretine getirip,
ondan, zıtları birbirinin hududuna geçirip ihtilâfat ve tagayyürat meydana
getirmekle, kâinatı kanun-u tagayyür ve tahavvül ve düstur-u terakki ve tekâmüle
tâbi kıldığı için; o şecere-i hilkatin câmi bir semeresi olan insan nevinde o
kanun-u mübarezeyi daha acip bir şekle getirip, bütün terakkiyât-ı insaniyeye
medar bir mücahede kapısını açıp, hizbullaha karşı meydana çıkabilmek için
hizbüşşeytana bazı cihazat vermiş.

İşte bu sırr-ı dakik içindir ki, enbiyalar çok defa ehl-i
dalâlete karşı mağlûp oluyor. Ve gayet zaaf ve aczde olan dalâlet ehli, mânen
gayet kuvvetli olan ehl-i hakka muvakkaten galip oluyorlar ve mukavemet
ediyorlar. Bu acip mukavemetin sırr-ı hikmeti şudur ki:

Dalâlette ve küfürde hem adem ve terk var ki, pek kolaydır,
hareket istemez. Hem tahrip var ki, çok sehîldir ve âsândır, az bir hareket
yeter. Hem tecavüz var ki, az bir amel ile çoklarına zarar verip, ihâfe
noktasında ve firavuniyet cihetinden onlara bir makam kazandırır. Hem âkıbeti
görmeyen ve hazır zevke müptelâ olan insandaki nebâtî ve hayvânî kuvvelerin
tatmini, telezzüzü için hürriyeti vardır ki, akıl ve kalb gibi letâif-i
insaniyeyi insaniyetkârâne ve âkıbet-endişâne olan vazifelerinden
vazgeçiriyorlar.

Ehl-i hidayet ve başta ehl-i nübüvvet ve başta Habib-i
Rabbü’l-Âlemîn olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın meslek-i kudsîsi, hem
vücudî, hem sübutî, hem tamir, hem hareket, hem hududda istikamet, hem âkıbeti
düşünmek, hem ubudiyet, hem nefs-i emmârenin firavuniyetini, serbestliğini
kırmak gibi esasat-ı mühimme bulunduğundandır ki, Medine-i Münevverede bulunan o
zamanın münafıkları, o parlak güneşe karşı yarasa kuşu gibi gözlerini yumup, o
cazibe-i azîmeye karşı şeytanî bir kuvve-i dâfiaya kapılıp dalâlette kalmışlar.

Eğer denilirse: Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm madem
Habib-i Rabbü’l-Âlemîndir. Hem elindeki hak ve lisanındaki hakikattir. Ve
ordusundaki askerlerin bir kısmı melâikedir. Ve bir avuç su ile bir orduyu
sular. Ve dört avuç buğday ve bir oğlağın etiyle bin adamı doyuracak bir ziyafet
verir. Ve küffar ordusunun gözlerine bir avuç toprak atmakla, o bir avuç
topraktan her küffârın gözüne bir avuç toprak girmesiyle onları kaçırır. Ve daha
bunun gibi bin mu’cizât sahibi olan bir kumandan-ı Rabbânî, nasıl oluyor da
Uhud’un nihayetinde ve Huneyn’in bidâyetinde mağlûp oluyor?

Elcevap: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, nev-i beşere
muktedâ ve imam ve rehber olarak gönderilmiştir. Tâ ki, o nev-i insanî, hayat-ı
içtimaiye ve şahsiyedeki düsturları ondan öğrensin ve Hakîm-i Zülkemâlin
kavânin-i meşietine itaate alışsınlar ve desâtir-i hikmetine tevfik-i hareket
etsinler. Eğer Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hayat-ı içtimaiye ve
şahsiyesinde daima harikulâdelere ve mucizelere istinad etseydi, o vakit imam-ı
mutlak ve rehber-i ekber olamazdı.

İşte bu sır içindir ki, yalnız dâvâsını tasdik ettirmek için,
ara sıra, indelhâce, münkirlerin inkârını kırmak için mucizeler gösterirdi. Sair
vakitlerde nasıl ki herkesten ziyade evâmir-i İlâhiyeye itaat etmiştir; öyle de,
hikmet-i Rabbâniye ile ve meşiet-i Sübhâniye ile tesis edilen âdetullah
kavâninine herkesten ziyade mürâat ve itaat ederdi. Düşmana karşı zırh giyerdi,
"Sipere giriniz" emrederdi. Yara alırdı, zahmet çekerdi. Tâ, tamamıyla hikmet-i
İlâhiye kanununa ve kâinattaki şeriat-ı fıtriye-i kübrâya mürâat ve itaati
göstersin.

ONUNCU İŞARET

İblis’in en mühim bir desisesi, kendini, kendine tâbi olanlara
inkâr ettirmektir. Şu zamanda, hususan maddiyyunların felsefeleriyle zihni
bulananlar bu bedihî meselede tereddüt gösterdikleri için, şeytanın bu
desisesine karşı bir iki söz söyleyeceğiz. Şöyle ki:

İnsanlarda şeytan vazifesini gören cesetli ervâh-ı habise
bilmüşahede bulunduğu gibi, cinnîden cesetsiz ervâh-ı habise dahi bulunduğu, o
katiyettedir. Eğer onlar maddî ceset giyseydiler, bu şerîr insanların aynı
olacaktılar. Hem eğer bu insan suretindeki insî şeytanlar cesetlerini
çıkarabilseydiler, o cinnî iblisler olacaktılar. Hattâ bu şiddetli münasebete
binaendir ki, bir mezheb-i bâtıl hükmetmiş ki, "İnsan suretindeki gayet şerîr
ervâh-ı habise, öldükten sonra şeytan olur."

Malûmdur ki, âlâ birşey bozulsa, ednâ bir ¸eyin bozulmasından
daha ziyade bozuk olur. Meselâ, nasıl ki süt ve yoğurt bozulsalar yine
yenilebilir. Yağ bozulsa yenilmez, bazan zehir gibi olur. Öyle de, mahlûkatın en
mükerremi, belki en âlâsı olan insan, eğer bozulsa, bozuk hayvandan daha ziyade
bozuk olur. Müteaffin maddelerin kokusuyla telezzüz eden haşarat gibi ve
ısırmakla zehirlendirmekten lezzet alan yılanlar gibi, dalâlet bataklığındaki
şerler ve habis ahlâklarla telezzüz ve iftihar eder ve zulmün zulümatındaki
zararlardan ve cinayetlerden lezzet alırlar, adeta şeytanın mahiyetine girerler.
Evet, cinnî şeytanın vücuduna kat’î bir delili, insî şeytanın vücududur.

Saniyen: Yirmi Dokuzuncu Sözde yüzer delil-i kat’î ile ruhanî ve
meleklerin vücudunu ispat eden umum o deliller, şeytanların dahi vücudunu ispat
ederler. Bu ciheti o Söze havale ediyoruz. Salisen: Kâinattaki umur-u
hayriyedeki kanunların mümessili, nâzırı hükmünde olan meleklerin vücudu,
ittifak-ı edyân ile sabit olduğu gibi, umur-u şerriyenin mümessilleri ve
mübaşirleri ve o umurdaki kavâninin medarları olan ervâh-ı habise ve şeytaniye
bulunması, hikmet ve hakikat noktasında katîdir. Belki umur-u şerriyede zîşuur
bir perdenin bulunması daha ziyade lâzımdır. Çünkü, Yirmi İkinci Sözün başında
denildiği gibi, herkes, herşeyin hüsn-ü hakikîsini göremediği için, zâhirî
şerriyet ve noksaniyet cihetinde Hâlık-ı Zülcelâle karşı itiraz etmemek ve
rahmetini itham etmemek ve hikmetini tenkit etmemek ve haksız şekvâ etmemek
için, zahirî bir vasıtayı perde ederek, tâ itiraz ve tenkit ve şekvâ o perdelere
gidip, Hâlık-ı Kerîm ve Hakîm-i Mutlaka teveccüh etmesin. Nasıl ki, vefat eden
ibâdın küsmesinden Hazret-i Azrail’i kurtarmak için hastalıkları ecele perde
etmiş; öyle de, Hazret-i Azrail’i (a.s.) kabz-ı ervâha perde edip, tâ
merhametsiz tevehhüm edilen o hâletlerden gelen şekvâlar Cenâb-ı Hakka teveccüh
etmesin. Öyle de, daha ziyade bir katiyetle, şerlerden ve fenalıklardan gelen
itiraz ve tenkit Hâlık-ı Zülcelâle teveccüh etmemek için, hikmet-i Rabbâniye,
şeytanın vücudunu iktiza etmiştir.

Rabian: İnsan küçük bir âlem olduğu gibi, âlem dahi büyük bir
insandır. Bu küçük insan o büyük insanın bir fihristesi ve hülâsasıdır. İnsanda
bulunan numunelerin büyük asılları, insan-ı ekberde bizzarure bulunacaktır.
Meselâ, nasıl ki insanda kuvve-i hafızanın vücudu, âlemde Levh-i Mahfuzun
vücuduna kat’î delildir; öyle de, insanda kalbin bir köşesinde lümme-i şeytaniye
denilen bir âlet-i vesvese ve kuvve-i vâhimenin telkinatıyla konuşan bir şeytanî
lisan ve ifsad edilen kuvve-i vâhime küçük bir şeytan hükmüne geçtiğini ve
sahiplerinin ihtiyarına zıt ve arzusuna muhalif hareket ettiklerini, hissen ve
hadsen herkes nefsinde görmesi, âlemde büyük şeytanların vücuduna kat’î bir
delildir. Ve bu lümme-i şeytaniye ve şu kuvve-i vâhime bir kulak ve bir dil
olduklarından, ona üfleyen ve bunu konuşturan haricî bir şahs-ı şerîrenin
vücudunu ihsas ederler.

ON BİRİNCİ İŞARET

Ehl-i dalâletin şerrinden kâinatın kızdıklarını ve anâsır-ı
külliyenin hiddet ettiklerini ve umum mevcudatın galeyana geldiklerini, Kur’ân-ı
Hakîm, mucizâne ifade ediyor. Yani, kavm-i Nuh’un başına gelen tufan ile semâvat
ve arzın hücumunu ve kavm-i Semud ve Âd’ın inkârından hava unsurunun hiddetini
ve kavm-i Firavuna karşı su unsurunun ve denizin galeyanını ve Karun’a karşı
toprak unsurunun gayzını ve ehl-i küfre karşı âhirette

sırrıyla Cehennemin gayzını ve öfkesini ve sair mevcudatın ehl-i küfür ve
dalâlete karşı hiddetini gösterip ilân ederek gayet müthiş bir tarzda ve
i’câzkârâne ehl-i dalâlet ve isyanı zecrediyor.

Sual: Niçin böyle ehemmiyetsiz insanların ehemmiyetsiz amelleri
ve şahsî günahları kâinatın hiddetini celb ediyor?

Elcevap: Bazı risalelerde ve sabık işaretlerde ispat edildiği
gibi, küfür ve dalâlet, müthiş bir tecavüzdür ve umum mevcudatı alâkadar edecek
bir cinayettir. Çünkü hilkat-i kâinatın bir netice-i âzamı, ubudiyet-i
insaniyedir ve rububiyet-i İlâhiyeye karşı iman ve itaatle mukabeledir. Halbuki
ehl-i küfür ve dalâlet ise, küfürdeki inkârıyla, mevcudatın il-le-i gayeleri ve
sebeb-i bekaları olan o netice-i âzamı reddettikleri için, umum mahlûkatın
hukukuna bir nevi tecavüz olduğu gibi, umum masnuatın aynalarında cilveleri
tezahür eden ve masnuatın kıymetlerini aynadarlık cihetinde âli eden esmâ-i
İlâhiyenin cilvelerini inkâr ettikleri için, o esmâ-i kudsiyeye karşı bir tezyif
olduğu gibi, umum masnuatın kıymetini tenzil ile, o masnuata karşı bir tahkir-i
azîmdir. Hem umum mevcudatın herbiri birer vazife-i âliye ile muvazzaf birer
memur-u Rabbânî derecesinde iken, küfür vasıtasıyla sukut ettirip, câmid, fâni,
mânâsız bir mahlûk menzilesinde gösterdiğinden, umum mahlûkatın hukukuna karşı
bir nevi tahkirdir.

İşte, envâ-ı dalâlet, derecâtına göre az çok kâinatın
yaratılmasındaki hikmet-i Rabbâniyeye ve dünyanın bekasındaki makasıd-ı
Sübhâniyeye zarar verdiği için, ehl-i isyana ve ehl-i dalâlete karşı kâinat
hiddete geliyor, mevcudat kızıyor, mahlûkat öfkeleniyor.

Ey cirmi ve cismi küçük ve cürmü ve zulmü büyük ve ayıp ve zenbi
azîm biçare insan! Kâinatın hiddetinden, mahlûkatın nefretinden, mevcudatın
öfkesinden kurtulmak istersen, işte kurtulmanın çaresi: Kur’ân-ı Hakîmin daire-i
kudsiyesine girmektir ve Kur’ân’ın mübelliği olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü
Vesselâmın sünnet-i seniyyesine ittibâdır. Gir ve tâbi ol.

ON İKİNCİ İŞARET

Dört sual ve cevaptır.

DÖRDÜNCÜ SUAL: Ehl-i dalâletin kazandıkları muvaffakiyet ve
gösterdikleri kuvvet ve ehl-i hidayete galebeleri gösteriyor ki, onlar bir
kuvvete ve bir hakikate istinad ediyorlar. Demek ya ehl-i hidayette zaaf var, ya
onlarda bir hakikat var.

Elcevap: Hâşâ! Ne onlarda hakikat var, ne ehl-i hakta zaaf
vardır. Fakat, maatteessüf, kàsırü’n-nazar, muhakemesiz bir kısım avam tereddüde
düşüp vesvese ediyorlar, akidelerine halel geliyor. Çünkü diyorlar: "Eğer ehl-i
hakta tam hak ve hakikat olsaydı, bu derece mağlûbiyet ve zillet olmamak
gerekti. Çünkü hakikat kuvvetlidir.



olan kaide-i esa-siye ile, kuvvet haktadır. Eğer o ehl-i hakka mukabil galibâne
gelen ehl-i dalâletin hakikî bir kuvveti ve bir nokta-i istinadı olmasaydı, bu
derece galibiyet ve muvaffakiyet olmamak lâzım gelecekti."

Elcevap: Ehl-i hakkın mağlûbiyeti kuvvetsizlikten,
hakikatsizlikten gelmediği, sabık işaretlerle kat’î ispat edildiği gibi, ehl-i
dalâletin galebesi kuvvetlerinden ve iktidarlarından ve nokta-i istinad
bulmalarından gelmediği, yine o işaretlerle kat’î ispat edildiğinden, bu sualin
cevabı, sabık işaretlerin heyet-i mecmuasıdır. Yalnız burada desiselerinden,
istimal ettikleri bir kısım silâhlarına işaret edeceğiz. Şöyle ki: Ben kendim
mükerreren müşahede etmişim ki, yüzde on ehl-i fesat, yüzde doksan ehl-i salâhı
mağlûp ediyordu. Hayretle merak ettim. Tetkik ederek kat’iyen anladım ki, o
galebe kuvvetten, kudretten gelmiyor, belki fesattan ve alçaklıktan ve tahripten
ve ehl-i hakkın ihtilâfından istifade etmesinden ve içlerine ihtilâf atmaktan ve
zayıf damarları tutmaktan ve aşılamaktan ve hissiyat-ı nefsaniyeyi ve ağrâz-ı
şahsiyeyi tahrik etmekten ve insanın mahiyetinde muzır madenler hükmünde bulunan
fena istidatları işlettirmekten ve şan ve şeref namıyla, riyâkârâne nefsin
firavuniyetini okşamaktan ve vicdansızca tahribatlarından herkes korkmasından
geliyor. Ve o misilli şeytanî desiseler vasıtasıyla muvakkaten ehl-i hakka
galebe ederler. Fakat

sırrıyla,

düsturuyla, onların o muvakkat galebeleri, menfaat cihetinden onlar için
ehemmiyetsiz olmakla beraber, Cehennemi kendilerine ve Cenneti ehl-i hakka
kazandırmalarına sebeptir.

İşte, dalâlette, iktidarsızlar muktedir görünmeleri ve
ehemmiyetsizler şöhret kazanmaları içindir ki, hodfüruş, şöhretperest, riyâkâr
insanlar ve az birşeyle iktidarlarını göstermek ve ihâfe ve ızrar cihetinden bir
mevki kazanmak için ehl-i hakka muhalefet vaziyetine girerler. Tâ görünsün ve
nazar-ı dikkat ona celb olunsun. Ve iktidar ve kudretle değil, belki terk ve
atâletle sebebiyet verdiği tahribat ona isnad edilip ondan bahsedilsin. Nasıl ki
böyle şöhret divanelerinden birisi namazgâhı telvis etmiş, tâ herkes ondan
bahsetsin. Hattâ ondan lânetle de bahsedilmiş de, şöhretperestlik damarı
kendisine bu lânetli şöhreti hoş göstermiş diye darbımesel olmuş.

Ey âlem-i beka için yaratılan ve fâni âleme müptelâ olan biçare
insan!

âyetinin sırrına dikkat et, kulak ver. Bak, ne diyor:

Mefhum-u sarihiyle ferman ediyor ki, ehl-i dalâletin ölmesiyle,
insanla alâkadar olan semâvat ve arz, onların cenazeleri üstünde ağlamıyorlar,
yani, onların ölmesiyle memnun oluyorlar.

Ve mefhum-u işarîsiyle ifade ediyor ki, ehl-i hidayetin
ölmesiyle semâvat ve arz, onların cenazeleri üstünde ağlıyorlar, firaklarını
istemiyorlar. Çünkü ehl-i iman ile bütün kâinat alâkadardır, ondan memnundur.
Zira iman ile Hâlık-ı Kâinatı bildikleri için, kâinatın kıymetini takdir edip
hürmet ve muhabbet ederler. Ehl-i dalâlet gibi tahkir ve zımnî adâvet etmezler.

Ey insan, düşün! Sen alâküllihal öleceksin. Eğer nefis ve
şeytana tâbi isen, senin komşuların, belki akrabaların, senin şerrinden
kurtulmak için mesrur olacaklar. Eğer

deyip Kur’ân’a ve Habib-i Rahmân’a tâbi isen, o vakit semavat ve arz ve
mevcudat, herkesin derecesine nisbeten, senin derecene göre senin firâkından
müteessir olup mânen ağlarlar. Ulvî bir matemle ve haşmetli bir teşyî ile, kabir
kapısıyla girdiğin beka âleminde senin derecene nisbeten senin için bir hüsn-ü
istikbal var olduğuna işaret ederler.

ON ÜÇÜNCÜ İŞARET

Üç Noktadır.

BİRİNCİ NOKTA: Şeytanın en büyük bir desisesi, hakaik-i
imaniyenin azameti cihetinde dar kalbli ve kısa akıllı ve kàsır fikirli
insanları aldatır, der ki: "Birtek zat, umum zerrat ve seyyarat ve nücumu ve
sair mevcudatı bütün ahvâliyle tedbir-i rububiyetinde çeviriyor, idare ediyor
deniliyor. Böyle hadsiz acip, büyük meseleye nasıl inanılabilir? Nasıl kalbe
yerleşir? Nasıl fikir kabul edebilir?" der. Acz-i insanî noktasında bir hiss-i
inkârî uyandırıyor.

Elcevap: Şeytanın bu desisesini susturan sır Allahu ekber’dir.
Ve cevab-ı hakikîsi de Allahu ekber’dir. Evet, Allahu ekber’in ziyade kesretle
şeâir-i İslâmiyede tekrarı, bu desiseyi mahvetmek içindir. Çünkü, insanın âciz
kuvveti ve zayıf kudreti ve dar fikri, böyle hadsiz büyük hakikatleri Allahu
ekber nuruyla görüp tasdik ediyor ve Allahu ekber kuvvetiyle o hakikatleri
taşıyor ve Allahu ekber dairesinde yerleştiriyor ve vesveseye düşen kalbine
diyor ki:

Bu kâinatın gayet muntazamca tedbir ve tedvîri bilmüşahede
görünüyor. Bunda iki yol var:

Birinci yol: Mümkündür. Fakat gayet azîmdir ve harikadır. Zaten
böyle harika bir eser, bir harika san’atla, çok acip bir yolla olur. O yol ise,
mevcudat, belki zerrat adedince vücudunun şahitleri bulunan bir Zât-ı Ehad ve
Samedin rububiyetiyle ve irade ve kudretiyle olmasıdır.

İkinci yol: Hiçbir cihet-i imkânı olmayan ve imtinâ derecesinde
müşkilâtlı ve hiçbir cihette mâkul olmayan şirk ve küfür yoludur. Çünkü,
Yirminci Mektup ve Yirmi İkinci Söz gibi çok risalelerde gayet kat’î ispat
edildiği üzere, o vakit kâinatın herbir mevcudunda ve hattâ herbir zerresinde
bir ulûhiyet-i mutlaka ve bir ilm-i muhit ve hadsiz bir kudret bulunmak lâzım
geliyor. Tâ ki, mevcudatta bilmüşahede görünen nihayet derecede nizam ve intizam
ve gayet hassas mizan ve imtiyaz ile mükemmel ve müzeyyen olan nukuş-u san’at
vücut bulabilsin.

Elhasıl: Eğer tam lâyık ve tam yerinde olan azametli ve
kibriyâlı rububiyet olmazsa, o vakit her cihetçe gayr-ı mâkul ve mümteni bir yol
takip etmek lâzım gelecek. Lâyık ve lâzım olan azametten kaçmakla, muhal ve
imtinâa girmeyi şeytan dahi teklif edemez.

İKİNCİ NOKTA: Şeytanın mühim bir desisesi, insana kusurunu
itiraf ettirmemektir-tâ ki istiğfar ve istiâze yolunu kapasın. Hem nefs-i
insaniyenin enâniyetini tahrik edip, tâ ki nefis kendini avukat gibi müdafaa
etsin, adeta taksirattan takdis etsin.

Evet, şeytanı dinleyen bir nefis, kusurunu görmek istemez. Görse
de, yüz tevil ile tevil ettirir.

sırrıyla, nefsine nazar-ı rıza ile baktığı için, ayıbını görmez. Ayıbını
görmediği için itiraf etmez, istiğfar etmez, istiâze etmez, şeytana maskara
olur. Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi bir peygamber-i âlîşan

ediği halde, nasıl nefse itimad edilebilir?

Nefsini itham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden,
istiğfar eder. İstiğfar eden, istiâze eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden
kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu
itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan
çıkar. İtiraf etse, affa müstehak olur.

ÜÇÜNCÜ NOKTA: İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir
desise-i şeytaniye şudur ki: Bir mü’minin birtek seyyiesiyle bütün hasenâtını
örter. Şeytanın bu desisesini dinleyen insafsızlar, o mü’mine adâvet ederler.

Halbuki, Cenâb-ı Hak, haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı
ekberinde a’mâl-i mükellefîni tarttığı zaman, hasenâtı seyyiâta
galibiyeti-mağlûbiyeti noktasında hükmeyler. Hem seyyiâtın esbabı çok ve
vücutları kolay olduğundan, bazan birtek hasene ile çok seyyiâtını örter. Demek,
bu dünyada o adalet-i İlâhiye noktasında muamele gerektir. Eğer bir adamın
iyilikleri fenalıklarına kemiyeten veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam
muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki, kıymettar birtek hasene ile, çok
seyyiâtına nazar-ı afla bakmak lâzımdır.

Halbuki, insan, fıtratındaki zulüm damarıyla, şeytanın
telkiniyle, bir zâtın yüz hasenâtını birtek seyyie yüzünden unutur, mü’min
kardeşine adâvet eder, günahlara girer. Nasıl bir sinek kanadı göz üstüne
bırakılsa bir dağı setreder, göstermez. Öyle de, insan, garaz damarıyla, sinek
kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenâtı örter, unutur, mü’min kardeşine
adâvet eder, insanların hayat-ı içtimaiyesinde bir fesat âleti olur.

Şeytanın bu desisesine benzer diğer bir desise ile, insanın
selâmet-i fikrini ifsad ediyor, hakaik-i imaniyeye karşı sıhhat-ı muhakemeyi
bozuyor ve istikamet-i fikriyeyi ihlâl ediyor. Şöyle ki:

Bir hakikat-i imaniyeye dair yüzer delâil-i ispatiyenin hükmünü,
nefyine delâlet eden bir emâre ile kırmak ister. Halbuki, kaide-i mukarreredir
ki, "Bir ispat edici, çok nefyedicilere tereccuh ediyor." Bir dâvâya müsbit bir
şahidin hükmü, yüz nâfîlere râcih olur. Bu hakikate bu temsil ile bak. Şöyle ki:

Bir saray, yüzer kapalı kapıları var. Birtek kapı açılmasıyla o
saraya girilebilir, öteki kapılar da açılır. Eğer bütün kapılar açık olsa, bir
iki tanesi kapansa, o saraya girilemeyeceği söylenemez.

İşte, hakaik-i imaniye o saraydır. Herbir delil, bir anahtardır;
ispat ediyor, kapıyı açıyor. Birtek kapının kapalı kalmasıyla o hakaik-i
imaniyeden vazgeçilmez ve inkâr edilemez. Şeytan ise, bazı esbaba binaen, ya
gaflet veya cehalet vasıtasıyla kapalı kalmış olan bir kapıyı gösterir; ispat
edici bütün delilleri nazardan iskat ediyor. "İşte bu saraya girilmez. Belki
saray değildir, içinde birşey yoktur" der, kandırır.

İşte, ey şeytanın desiselerine müptelâ olan biçare insan!
Hayat-ı diniye, hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiyenin selâmetini dilersen ve
sıhhat-i fikir ve istikamet-i nazar ve selâmet-i kalb istersen, muhkemât-ı
Kur’âniyenin mizanlarıyla ve Sünnet-i Seniyyenin terazileriyle a’mâl ve
hâtırâtını tart. Ve Kur’ân’ı ve Sünnet-i Seniyyeyi daima rehber yap. Ve


de, Cenâb-ı Hakka ilticada bulun.

Lemalar, s. 74

Rivayette var ki, "âhirzamanın eşhas-ı mühimmesinden olan
Süfyanın eli delinecek."

Allahu a’lem, bunun bir tevili şudur ki: Sefahet ve lehviyat
için gayet israf ile elinde mal durmaz, israfata akar. Darb-ı meselde deniliyor
ki, "Filân adamın eli deliktir." Yani çok müsriftir.

İşte, "Süfyan israfı teşvik etmekle, şiddetli bir hırs ve tamaı
uyandırarak insanların o zayıf damarlarını tutup kendine musahhar eder" diye bu
hadîs ihtar ediyor; "İsraf eden ona esir olur, onun dâmına düşer" diye haber
verir.

Şualar, s. 502

Sual: Bize verdiğiniz cevapta diyorsunuz: Siyasî geniş daireleri
merakla takip eden, küçük daireler içindeki vazifelerinde zarar eder. Bunun
izahını istiyoruz.

Elcevap: Üstadımız diyor ki:

Evet, bu zamanda merakla radyo vasıtasıyla ciddi alâkadarâne
küre-i arzdaki boğuşmalara merak edip bakanlar, dikkat edenler, maddî ve manevi
pek çok zararları vardır. Ya aklını dağıtır, manevi bir divane olur; ya kalbini
dağıtır, manevi bir dinsiz olur; ya fikrini dağıtır, manevi bir ecnebî olur.

Evet, ben kendim gördüm: Lüzumsuz bir merakla mütedeyyin iken
âmi bir adam, biri de ilme mensubiyeti varken, eskiden beri İslam düşmanı olan
bir kâfirin mağlubiyetiyle ağlamak derecesinde bir mahzuniyet ve Âl-i Beytten
seyyidler cemaatinin bir kâfire karşı mağlubiyetinden mesruriyetini gördüm.
Böyle âmi bir adamın alâkası, bir geniş daire-i siyaset hâtırı için böyle kâfir
bir düşmanı, mücahit bir seyyide tercih etmek, acaba divaneliğin ve aklı
dağıtmaklığın en acip bir misali değil midir? Evet, haricî siyaset memurları ve
erkân-ı harpler ve kumandanlara bir derece vazifece münasebeti bulunan siyasetin
geniş dairelerine ait mesâili, basit fikirli ve idâre-i ruhiye ve dîniyesine ve
şahsiyesine ve beytiyesine ve karyesine ait lüzumlu vazifesini geri
bıraktırmakla onları meraklandırıp ruhlarını serseri, akıllarını geveze ve
kalblerini de hakaik-i imaniye ve İslamiyeye ait zevklerini, şevklerini kırıp
havalandırmak ve o kalbleri serseri etmek ve manen öldürmekle dinsizliğe yer
ihzar etmek tarzında, kemal-i merakla, onlara göre mâlâyâni ve lüzumsuz mesâil-i
siyasiyeyi radyoyla ders verip dinlettirmek, hayat-ı içtimaiye-i İslamiyeye öyle
bir zarardır ki, ileride vereceği neticeleri düşündükçe tüyler ürperir.

Evet, herbir adam vatanıyla, milletiyle, hükümetiyle
alâkadardır. Fakat bu alâkadarlık, muvakkat cereyanlara kapılıp millet ve vatanı
ve hükümetin menfaatini bazı şahısların muvakkat siyasetlerine tabi etmek, belki
aynını telâkki etmek çok yanlış olmakla beraber; o vatanperverlik,
milletperverlik hissinden ve vazifesinden herkese düşen vazife bir ise, kendi
kalb ve ruhundan idare-i şahsiye ve beytiye ve diniye, ve hâkeza, çok dairelerde
hakikî vazifedar olduğu hizmet ve alâka ve merak on, yirmi, belki yüzdür. Bu
ciddi ve lüzumlu bu kadar alâkaların zararına olarak, o birtek lüzumsuz ve ona
göre mâlâyâni olan siyaset cereyanlarına feda etmek dîvanelik değil de nedir?

Üstadımızın bize gayet aceleyle verdiği cevabı bu kadar. Biz de,
o acele ifadeyi acele kaydettik; kusura bakmayınız.

Biz de bütün kuvvetimizle bunu tasdik ediyoruz. Çünkü bunu
kendimizde ve gördüğümüz dostlarımızda tecrübelerle müşahede ettik. Hatta
çokları meraklarından, cemaati, belki de namazı terk eder derecede ifratla, tam
namaz vaktinde konuşan radyoyu dinleyip, mimsiz medeniyetin sefahat ve dalâlet
ve İslama ettiği ihanet cezası olarak mütemadiyen başına gelen tokatlarına ve
boğuşmalarına ve geniş siyaset dâirelerine alâkadârâne dikkat etmekle ve nefsi,
zehirli ve başı sarhoş şahıslardan, radyodan ders almak, kudsi ve mühim
vazifelerine de tam zarar ediyorlar.

Risale-i Nur şakirtlerinden
Feyzi, Emin (r.h.)
Kastamonu Lahikası, s. 34-35

Birden ihtar edilen bir mesele:

Âhirzamanda bir şahsın hatiât ve günahlarının gayet dehşetli bir
yekûn teşkil ettiğine dair rivayetler vardır. Eskide, "Acaba âdi bir adam,
binler adam kadar günah işleyebilir mi? Ve o ahirzamanda bildiğimiz günahlardan
başka hangi günahlardır ki, kâinatın heyet-i mecmuasına dokunur, kıyametin
kopmasına ve dünyaları başlarına harap olmasına sebebiyet verir?" diye
düşünürdüm. Şimdi bu zamanda müteaddit esbabını gördük.

Ezcümle: Müteaddit o vücuhundan radyomla anlaşıldı ki, o birtek
adam, birtek kelimeyle bir milyon kebairi birden işler. Ve milyonlarla insanı
dinlettirmekle günahlara sokar.

Evet, küre-i havanın yüz binler kelimeleri birden söyleyen ve
bir dili olan radyo unsuru, nev-i beşere öyle bir nimet-i İlahiyyedir ki, küre-i
havayı bütün zerratıyla şükür ve hamd ü senayla doldurmak lazım gelirken,
dalâletten tevellüd eden sefahet-i beşeriye o azim nimeti şükrün aksine istimal
ettiğinden, elbette tokat yiyecek.

Nasıl ki havârık-ı medeniyet namı altındaki ihsanat-ı İlahiyyeyi
bu mimsiz, gaddar medeniyet hüsn-ü istimal ile şükrünü eda edemeyerek tahribata
sarf edip küfran-ı nimet ettiği için öyle bir tokat yedi ki, bütün bütün
saadet-i hayatiyeyi kaybettirdi. Ve en medenî tasavvur ettiği insanları, en
bedevî ve vahşî derekesinden daha aşağıya indirdi. Cehenneme gitmeden evvel,
Cehennem azabını tattırıyor.

Evet, radyonun küllî nimetiyet ciheti küllî bir şükür iktiza
eder ve o küllî şükür de, Hâlık-ı Arz ve Semâvâtın kelâm-ı ezelîsinin şimdiki
bütün muhataplarına birden yetiştirmek için, küllî yüz bin dilli semavi bir
hâfız hükmünde, her vakit kâinatta Kur’an’ı okumalıdır, ta o nimetin küllî
şükrünü edâ ve o nimeti idame etsin.

Kastamonu Lahikası, s. 46

Çok aziz, sıddık, kahraman, bahtiyar Emirdağlı kardeşlerim,

Geçirdiğiniz çok büyük afeti müş ir, mübarek efendimiz
hazretlerinin, çok ehemmiyetli ve çok kıymetli ve perde altında çok müjdeli
lütufnamelerini aldık. Her birerlerinize, hususan bu yangında daha çok tehlike
atlatan kardeşlerime, bura ve bu civar talebeleri namına büyük geçmiş olsun der
ve bu vesile ile dehşetli küfr-ü mutlak yangınının mahallemizi sardığı ve kızıl
kıvılcımlarının saçaklarımıza sıçramak üzere olduğu bir hengamda, umum ehl-i
iman ve hususan Nurcular namına, o maddi yangında çocuk Ceylan ın ağlamakla
medet istemesi gibi, bir manevi Ceylan olarak, o büyük ve çok müşfik Üstada
"Medet! Biz yanıyoruz, mahvolduk" diye niyaz eylerim.

Bu Emirdağ yangınında, günün en çok nüfuzuna sahip, kızıl Rusya
dan çıkarak kızıl ateşler ve kızıl kıvılcımlar saçan ve birer birer dünya
şehrinin mahallelerini saran ve ovaları yakıp kavuran, bazı yerlerde de nifak ve
şikak ateşleri saçarak, kardeşine "Kardeşini öldür!" diye bağıran ve en
nihayette alem-i Hıristiyaniyeti yakıp kavurup harman gibi savurduktan sonra
alem-i İslam mahallesini saran ve evimizin saçaklarına kıvılcımları sıçrayan ve
çok büyük ve çok dehşetli bir bela olan komünizm ve bu azim yangında itfaiye
vazifesini üzerine alan Risale-i Nur a ve Risale-i Nur’un günün en büyük
mutfisi, en büyüktahassungahı ve en büyük melcei ve penahı ve onun şahs-ı
manevisinin dualarının, barigah-ı Ehadiyette kabul olduğuna sarih bir işaret
var. Ve adeta ona hücum edenlere ve etmek isteyenlere karanlık gecede kırmızı
diliyle şöyle hitap ediyor:

Ey Fahr-i Alemin gösterdiği doğru yoldan şaşanlar! Dünyanın fani
metalarıyla gururlanıp taşanlar! Ve ey dünyamıza zararı olur korkususuyla, nur-u
Kur’ân dan kaçanlar! Sizler, dünyanızın uçurumlara gittiği zannıyla, o baki ve
tatlı sandığınız fani ve hakikatte çok acı lezzetlerinizin, zeval bulmak, şedit
ve elim elem ve ıztıraplara tahavvül etmek üzere olduğunu tahmin ederek
manasızca radyoların başına koşuyorsunuz. Bu koşmakta ve bu dedikoduları
dinlemekte ne fayda var?

Zeval bulucu lehviyat ve lezaizle körleşmiş, bakan gözleriniz.
Artık yeter, biraz hakikati görsün! Sağırlaşmış duyan kulaklarınız biraz
hakikati duysun ki, bu acip ve dehşetli ve hiç misli görülmemiş devirde, hususan
ehl-i imanın çok sarsıntılar geçirdiği ve çok dehşetli düşmanlar karşısında
bulunduğu ve küfr-ü mutlak ateşinin mahallemizi sardığı bir zamanda, ancak ve
ancak, güvenimizin en müstahkem, kavi, yıkılmaz, sarsılmaz tahkimatı olan
Risale-i Nur’un nurani siperlerine iltica etmekle ve onun daire-i kudsiyesine
dehalet etmekle kurtulacak ve imanınızı kurtararak, idam-ı ebedi zannettiğiniz
ölümü bir hayat-ı bakiyeye tebdil edeceksiniz. Ve işte o nurun mübarek
tercümanının ve mübarek şahs-ı manevisinin

ve emsali dualarının kabulüyle, şefaatiyle ve hürmetine, benim dehşetli,
fakat Cehennem ateşi yanında hiç ehemmiyeti olmayan ateşimden, onun
şakirtlerinin, hadimlerinin ve risalelerinin muhafızı bulunan mağazaları, nasıl
azad olmuş, kurtulmuşsa, sizler de o mübarek şakirtler gibi, o mübarek daire-i
kudsiyeye dehalet ettiğinizde, dünyevi ve uhrevi dehşetli ateşlerden kurtulacak
ve evlat ve iyalinizin bir nevi çobanı olmak hasebiyle, o sevgililerinizi de
kurtaracaksınız. Ve her birerleriniz maddi ve manevi felah ve saadete nail
olacaksınız.

Bakıp da görmeyen ve görüp de görmek istemediğinizden
kapadığınız gözlerinizi açınız, görünüz ve azim tehlikelerin çok yakın olduğunu
ihsas ve telaş ve itirazınızı arttırmaktan başka bir işe yaramayan dünya
havadislerini veren radyo başına değil, ayaklarınızdaki bütün derman ve
kuvvetinizle Risale-i Nur başına ve onun neticesi emniyet, selamet ve saadet
olan nurani dairesine koşunuz."

Bizlere de: "Ey Nurcular! Allah ın sizlere ihsan ettiği ezeli
lütfuna karşı secdeden başlarınızı kaldırmayınız. Gecenin soğuğuna aldırmayınız.
Sizlere lütfunu hiçbir hususta esirgemeyen Rabb-i Rahime, gecenin bu mübarek
saatlerinde kalkarak vazife-i şükrü eda ediniz. Ve bazıların düştüğü, istikbali
düşünmek derdiyle aklı, maaşı sarsan hadiseler karşısında titremeyiniz,
korkmayınız; Nurun kudsi kerameti ve imdadını müşahede ediniz.

Emirdağ Lahikası, s. 116-117

Birinci nokta: Hava unsurunun yüksek ve ehemmiyetli bir vazifesi


âyetinin sırrıyla güzel ve mânidar ve imanî ve hakikatli kelimelerin kalem-i
kaderin istinsahıyla ve izn-i İlâhî ile intişar etmesiyle, bütün küre-i havadaki
melâike ve ruhanîlere işittirmek ve Arş-ı Âzam tarafına sevk etmek için,
kudret-i İlâhî kaleminin mütebeddil bir sayfası olmaktır.

Madem havanın kudsî vazifesinin, hikmet-i hilkatinin en mühimmi
budur. Ve rû-i zemini radyolar vasıtasıyla bir tek menzil hükmüne getirip nev-i
beşere pek büyük bir nimet-i İlâhiye olmaktır. Elbette ve elbette, beşer, bu pek
büyük nimete karşı bir umumî şükür olarak o radyoları herşeyden evvel kelimat-ı
tayyibe olan kelâmullahın, başta Kur’ân-ı Hakîm ve hakikatleri ve imanın ve
güzel ahlâkların dersleri ve beşerin lüzumlu ve zarurî menfaatlerine dair
kelimatları olmalı ki, o nimete şükür olsun. Yoksa nimet böyle şükür görmezse,
beşere zararlı düşer.

Evet beşer, hakikate muhtaç olduğu gibi, bazı keyifli hevesata
da ihtiyacı var. Fakat bu keyifli hevesat, beşte birisi olmalı. Yoksa havanın
sırr-ı hikmetine münafi olur. Hem beşerin tembelliğine ve sefahetine ve lüzumlu
vazifelerinin noksan bırakılmasına sebebiyet verip beşere büyük bir nimet iken,
büyük bir nikmet olur, beşere lâzım olan sa’ye şevki kırar.

Şimdi gözümün önündeki makinecik ve radyo kabı, Kur’ân’ı
dinlemek için odama getirilmişti. Baktım, on hissede bir hisse kelimat-ı
tayyibeye veriliyor. Bunu da bir hatâ-yı beşerî olarak anladım. İnşaallah, beşer
bu hatâsını tamir edecek. Ve bütün zemin yüzünü bir meclis-i münevver, bir
menzil-i âli ve bir mekteb-i imanî hükmüne geçirmeye vesile olan bu radyo
nimetine bir şükür olarak, beşerin hayat-ı ebediyesine sarf edilecek kelimat-ı
tayyibe, beşte dördü olacak.

Emirdağ Lahikası, s. 307

Meselâ, Risale-i Nur’daki Nur Anahtarının dediği gibi, radyo
büyük bir nimet iken, maslahat-ı beşeriyeye sarf edilmekle bir mânevî şükür
iktiza ettiği halde, beşte dördü hevesata, lüzumsuz, mâlâyâni şeylere sarf
edildiğinden, tembelliğe, radyo dinlemekle heveslenmeye sevk edip sa’yin şevkini
kırıyor. Vazife-i hakikiyesini bırakıyor.

Hattâ çok menfaatli olan bir kısım harika vesait, sa’y ve amel
ve hakikî maslahat-ı ihtiyac-ı beşeriyeye istimali lâzım gelirken, ben kendim
gördüm, ondan bir ikisi zarurî ihtiyâcâta sarf edilmeye mukabil, ondan sekizi
keyif, hevesat, tenezzüh, tembelliğe mecbur ediyor. Bu iki cüz’î misale binler
misaller var.

Elhasıl: Medeniyet-i garbiye-i hâzıra, semavî dinleri tam
dinlemediği için, beşeri hem fakir edip ihtiyacatı ziyadeleştirmiş. İktisat ve
kanaat esasını bozup israf ve hırs ve tamahı ziyadeleştirmeye, zulüm ve harama
yol açmış.

Hem beşeri vesait-i sefahete teşvik etmekle, o biçare muhtaç
beşeri tam tembelliğe atmış, sa’y ve amelin şevkini kırıyor. Hevesata, sefahete
sevk edip ömrünü faydasız zayi ediyor.

Hem o muhtaç ve tembelleşmiş beşeri, hasta etmiş. Su-i istimal
ve israfatla yüz nevi hastalığın sirayetine, intişarına vesile olmuş.

Hem üç şiddetli ihtiyaç ve meyl-i sefahet ve ölümü her vakit
hatıra getiren kesretli hastalıklar ve dinsizlik cereyanlarının o medeniyetin
içlerine yayılmasıyla intibaha gelip uyanmış beşerin gözü önünde ölümü idam-ı
ebedî suretinde gösterip her vakit beşeri tehdit ediyor, bir nevi cehennem azâbı
veriyor.

İşte bu dehşetli musibet-i beşeriyeye karşı Kur’ân-ı Hakîmin
dört yüz milyon talebesinin intibahıyla ve içinde semavî, kudsî kanun-u
esasîleriyle bin üç yüz sene evvel gösterdiği gibi, yine bu dört yüz milyonun
kendi kudsî esasî kanunlarıyla beşerin bu üç dehşetli yarasını tedavi etmesini;
ve eğer yakında kıyamet kopmazsa, beşerin hem saadet-i hayat-ı dünyeviyesini,
hem saadet-i hayat-ı uhreviyesini kazandıracağını; ve ölümü, idam-ı ebedîden
çıkarıp âlem-i nura bir terhis tezkeresi göstermesini; ve ondan çıkan
medeniyetin mehasini, seyyiatına tam galebe edeceğini; ve şimdiye kadar olduğu
gibi dinin bir kısmını, medeniyetin bir kısmını kazanmak için rüşvet vermek
değil, belki medeniyeti ona, o semavî kanunlara bir hizmetkâr, bir yardımcı
edeceğini, Kur’ân-ı Mu’cizi’l-Beyânın işârât ve rumuzundan anlaşıldığı gibi,
rahmet-i İlâhiyeden şimdiki uyanmış beşer bekliyor, yalvarıyor, arıyor.

Emirdağ Lahikası, s. 335

Salisen: Nurların radyo diliyle Anadolu ve âlem-i İslâma
intişarının ilk mukaddemesi, mübarek leyle-i Berata tevafuk etmesi, bu vatan ve
âlem-i İslâm hakkında Risale-i Nur lehinde büyük bir hayrın alameti ve
işaretidir.

Kardeşleriniz
Tahirî, Zübeyir, Sungur,
Emirdağ Lahikası, s. 445

Evet, Türk milletini ve bu vatan ahalisini ve alem-i İslamı
ebede kadar şerefle yaşatacak ve mazide olduğu gibi istikbalde de, tarihin altın
sahifelerine, Kur’an ve İslamiyet hizmetinde alem-i İslamın pişdarı ve namdar
kumandanı olarak kaydettirecek medar-ı iftiharı Risale-i Nur’dur. Büyük bir
vüs’at ve külliyeti taşıyan ve Anadolu’da ve İslam aleminde zuhur edip her
tarafta hüsn-ü kabule ve tesire mazhariyetle gittikçe inkişaf ve intişar eden bu
eser, Kur’an’ın malıdır, alem-i İslamın ve ehl-i îmanın malıdır ve bu vatan
ahalisinin İslamî bir medar-ı iftiharıdır. Bu memlekette hükmeden bir hükûmetin
nokta-i istinadı, hem aynı zamanda bütün dünyaya duyuracağı muazzam hakîkatler
manzumesidir ki, inşaallah bir zaman gelip radyo ile bütün alemlere ders
verilecek ve îlan edilecektir.

Tarihçe-i Hayat, s. 139

Risale-i Nur’un el yazısıyla neşri senelerinde, evlerinden yedi
sekiz sene çıkmadan Risale-i Nur’u yazıp neşredenler olmuştur. O zamanlar,
Isparta havalisinde, erkek, kadın, genç ve ihtiyarlardan binlerce Nur Talebesi,
hatta Nur dershanesi olan Sav köyü bin kalemle, senelerce Nur risalelerini yazıp
çoğaltıyorlardı. Risale-i Nur, telifinden yirmi sene sonra teksir makinesi ile
neşredilmiş ve otuz beş sene sonra da matbaalarda basılmaya başlanmıştır.
İnşaallah, bir zaman gelecek, Risale-i Nur külliyatı altınla yazılacak ve radyo
diliyle muhtelif lisanlarda okunacak ve zemin yüzünü geniş bir dershane-i
Nuriyeye çevirecektir.

Tarihçe-i Hayat, s. 147

Hem, medeniyetin seyyiatını ve kusurlarını tenkit etmesinden,
hatır ve hayalime gelmeyen birşeyi zabıtnamelerde isnad ediyor; güya, ben,
radyo, tayyare ve şimendiferin kullanılmasını kabul etmiyorum diye, terakkiyat-ı
hazıra aleyhinde bulunduğumla mes’ul ediyor.

Işte, bu nümûnelere kıyasen, ne kadar hilaf-ı adalet bir muamele
olduğunu, inşaallah, insaflı ve adaletli olan Denizli müdde-i umûmisi ve
mahkemesi göstererek, o zabıtnamelerin evhamlarına ehemmiyet vermeyecekler.

Tarihçe-i Hayat, s. 354

Emirdağ’daki kardeşlerime,

Benim hakkımda evham edenlere deyiniz ki:

"Biz, hizmet ettiğimiz bu adamın yirmi senelik hayatının bütün
mahrem ve gayr-i mahrem mektuplarını ve kitaplarını ve esrârını hükûmet şiddetli
taharriyâtla elde etti. Dokuz ay, hem Isparta, hem Denizli, hem Ankara
adliyeleri tetkikten sonra, birtek gün cezayı, birtek talebesine vermeyi mûcib
bir madde-beş sandık kitaplarında ve evraklarında-bulunmadı ki; hem Ankara ehl-i
vukùfu, hem Denizli Mahkemesi ittifakla berâetine karar verdiler.

"Hem, bu zarûri işlerini ihtiyarlığına hürmeten gördüğümüz adam,
mahkemece dâvâ etmiş ve bütün hazır arkadaşlarını şâhit gösterip, tasdik
ettirmiş ki; yirmi senedir hiçbir gazeteyi ve siyasî eserleri ne okumuş, ne
sormuş, ne bahsetmiş ve on senedir, hükûmetin iki reisinden ve bir vâli ve bir
mebusundan başka hiçbir erkânı ve büyük memurlarını bilmiyor ve tanımıyor ve
tanımaya merak etmemiş. Ve üç senedir Harb-i Umûmiyi ne sormuş, ne bilmiş, ne
merak etmiş, ne radyo dinlemiş. Ve intişar eden yüz otuz telifâtından, yirmi
sene zarfında yüz bin adamın dikkatle okudukları halde, ne idareye, ne âsâyişe,
ne vatana, ne millete hiçbir zararı, hükûmet görmemiş. Beş vilâyetin dikkatli
zâbıtaları ve taharrî memurları ve mahkeme işiyle iştigal eden üç vilâyetin ve
merkez-i hükûmetin dört adliyelerinin ağır ceza mahkemeleri en ufak bir suç
bulmamış ki, tahliyelerine mecbur oldular. Eğer bu adamın dünya iştihâsı ve
siyasete meyli olsaydı, hiç imkânı var mı ki, bir tereşşuhâtı ve emâreleri
bulunmasın. Halbuki, mahkeme safahâtında hiçbir emâre bulamadılar ki, muannid
bir müdde-i umûmi, mecbur olup, vukuât yerinde imkânâtı istimâl ederek,
mükerreren iddiânâmesinde `Yapabilir’ demiş ve `Yapmış’ dememiş. `Yapabilir’
nerede, `Yapmış’ nerede? Hattâ, "Hem, bu zarûri işlerini ihtiyarlığına hürmeten
gördüğümüz adam, mahkemece dâvâ etmiş ve bütün hazır arkadaşlarını şâhit
gösterip, tasdik ettirmiş ki; yirmi senedir hiçbir gazeteyi ve siyasî eserleri
ne okumuş, ne sormuş, ne bahsetmiş ve on senedir, hükûmetin iki reisinden ve bir
vâli ve bir mebusundan başka hiçbir erkânı ve büyük memurlarını bilmiyor ve
tanımıyor ve tanımaya merak etmemiş. Ve üç senedir Harb-i Umûmiyi ne sormuş, ne
bilmiş, ne merak etmiş, ne radyo dinlemiş. Ve intişar eden yüz otuz
telifâtından, yirmi sene zarfında yüz bin adamın dikkatle okudukları halde, ne
idareye, ne âsâyişe, ne vatana, ne millete hiçbir zararı, hükûmet görmemiş. Beş
vilâyetin dikkatli zâbıtaları ve taharrî memurları ve mahkeme işiyle iştigal
eden üç vilâyetin ve merkez-i hükûmetin dört adliyelerinin ağır ceza mahkemeleri
en ufak bir suç bulmamış ki, tahliyelerine mecbur oldular. Eğer bu adamın dünya
iştihâsı ve siyasete meyli olsaydı, hiç imkânı var mı ki, bir tereşşuhâtı ve
emâreleri bulunmasın. Halbuki, mahkeme safahâtında hiçbir emâre bulamadılar ki,
muannid bir müdde-i umûmi, mecbur olup, vukuât yerinde imkânâtı istimâl ederek,
mükerreren iddiânâmesinde `Yapabilir’ demiş ve `Yapmış’ dememiş. `Yapabilir’
nerede, `Yapmış’ nerede? Hattâ, mahkemede Said ona demiş: `Herkes bir katli
yapabilir, bu iddiânız ile herkesi ve sizi mahkemeye vermek lâzım geliyor…’

"Elhâsıl, ya bu adam tam dîvânedir ki, bu derece dehşetli umûr-u
dünyaya karşı lâkayd kalıyor; veyahut bu vatanın ve bu milletin en büyük bir
saadetine ihlâsla çalışmak için, hiçbir şeye tenezzül etmez ve ehemmiyet vermez.
Öyle ise, bunu tâciz ve tazyik etmek, vatan ve millete ve âsâyişe bir nevî
ihânettir. Ve onun hakkında bu çeşit evham etmek, bir dîvâneliktir."

Hâtime

Kendimce câ-yı hayret ve medar-ı şükran bir taarruz:

Bu fevkalâde enâniyetli ehl-i dünyanın enâniyet işinde o kadar
hassasiyet var ki, eğer şuuren olsaydı, keramet derecesinde veyahut büyük bir
dehâ derecesinde bir muamele olurdu. O muamele de şudur:

Kendi nefsim ve aklım bende hissetmedikleri bir parça riyâkârâne
enâniyet vaziyetini, onlar enâniyetlerinin hassasiyet mizanıyla hissediyorlar
gibi, şiddetli bir surette, ben hissetmediğim enâniyetimin karşısına çıkıyorlar.
Bu sekiz dokuz senede, sekiz dokuz defa tecrübem var ki, onların zalimâne bana
karşı muamelelerinin vukuundan sonra, kader-i İlâhîyi düşünüp, "Niçin bunları
bana musallat etti?" diye nefsimin desiselerini arıyordum. Her defada, ya nefsim
şuursuz olarak enâniyete fıtrî meyletmiş veyahut bilerek beni aldatmış,
anlıyorum. O vakit, kader-i İlâhî, o zalimlerin zulmü içerisinde, hakkımda
adalet etmiş derdim.

Ezcümle, bu yazın arkadaşlarım güzel bir ata beni bindirdiler.
Bir seyrangâha gittim. Şuursuz olarak, nefsimde hodfuruşâne bir keyif arzusu
uyanmakla, ehl-idünya öyle şiddetli o arzumun karşısına çıktılar ki, yalnız o
gizli arzuyu değil, belki çok iştahlarımı kestiler. Hattâ, ezcümle, bu defa
Ramazan’dan sonra, eski zamanda gayet büyük, kudsî bir imamın bize karşı gaybî
kerametiyle iltifatından sonra kardeşlerimin takvâ ve ihlâsları ve
ziyaretçilerin hürmet ve hüsn-ü zanları içinde, ben bilmeyerek, nefsim
müftehirâne, güya müteşekkirâne perdesi altında riyâkârâne bir enâniyet
vaziyetini almak istedi. Birden bu ehl-i dünyanın hadsiz hassasiyetle ve hattâ
riyâkârlığın zerrelerini de hissedebilir bir tarzda, birden bana iliştiler.

Lemalar, s. 179

Ey tahammülsüz hasta! İnsan bu dünyaya keyif sürmek ve lezzet
almak için gelmediğine, mütemadiyen gelenlerin gitmesi ve gençlerin
ihtiyarlaşması ve mütemadiyen zeval ve firakta yuvarlanması şahittir. Hem insan,
zîhayatın en mükemmeli, en yükseği ve cihazatça en zengini, belki zîhayatların
sultanı hükmünde iken, geçmiş lezzetleri ve gelecek belâları düşünmek
vasıtasıyla, hayvana nispeten en ednâ bir derecede, ancak kederli, meşakkatli
bir hayat geçiriyor. Demek insan bu dünyaya yalnız güzel yaşamak için ve rahatla
ve safâ ile ömür geçirmek için gelmemiştir. Belki azîm bir sermaye elinde
bulunan insan, burada ticaret ile, ebedî, daimî bir hayatın saadetine çalışmak
için gelmiştir. Onun eline verilen sermaye de ömürdür.

Eğer hastalık olmazsa, sıhhat ve âfiyet gaflet verir, dünyayı
hoş gösterir, âhireti unutturur. Kabri ve ölümü hatırına getirmek istemiyor.
Sermaye-i ömrünü bâd-ı hava boş yere sarf ettiriyor. Hastalık ise, birden gözünü
açtırır. Vücuduna ve cesedine der ki: "Lâyemut değilsin, başıboş değilsin, bir
vazifen var. Gururu bırak, seni Yaratanı düşün, kabre gideceğini bil, öyle
hazırlan."

İşte hastalık bu nokta-i nazardan hiç aldatmaz bir nâsih ve ikaz
edici bir mürşiddir. Ondan şekvâ değil, belki bu cihette ona teşekkür etmek,
eğer fazla ağır gelse sabır istemek gerektir.

Lemalar, s. 207

Gençlik Rehberinde izahı bulunan ibretli bir hadisenin hülâsası
şudur:

Bir zaman, Eskişehir Hapishanesinin penceresinde, bir Cumhuriyet
Bayramında oturmuştum. Karşısındaki lise mektebinin büyük kızları, onun
avlusunda gülerek raksediyorlardı. Birden, mânevî bir sinema ile elli sene
sonraki vaziyetleri bana göründü. Ve gördüm ki, o elli altmış kızlardan ve
talebelerden kırk ellisi, kabirde toprak oluyorlar, azap çekiyorlar. Ve on
tanesi, yetmiş seksen yaşında çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini muhafaza
etmediğinden sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyorlar kat’î müşahede
ettim. Onların o acınacak hallerine ağladım. Hapishanedeki bir kısım arkadaşlar
ağladığımı işittiler. Geldiler, sordular. Ben dedim: "Şimdi beni kendi halime
bırakınız, gidiniz."

Evet, gördüğüm hakikattır, hayal değil. Nasıl ki bu yaz ve güzün
âhiri kıştır; öyle de, gençlik yazı ve ihtiyarlık güzünün arkası kabir ve berzah
kışıdır. Geçmiş zamanın elli sene evvelki hadisatı sinema ile hal-i hazırda
gösterildiği gibi, gelecek zamanın elli sene sonraki istikbal hadisatını
gösteren bir sinema bulunsa, ehl-i dalâlet ve sefahetin elli altmış sene sonraki
vaziyetleri onlara gösterilseydi, şimdiki güldüklerine ve gayr-ı meşru
keyiflerine nefretle ve teellümlerle ağlayacaklardı.

Ben o Eskişehir Hapishanesindeki müşahede ile meşgul iken,
sefahet ve dalâleti terviç eden bir şahs-ı mânevî, insî bir şeytan gibi karşıma
dikildi ve dedi:

"Biz hayatın herbir çeşit lezzetini ve keyiflerini tatmak ve
tattırmak istiyoruz; bize karışma."

Ben de cevaben dedim:

Madem lezzet ve zevk için ölümü hatıra getirmeyip dalâlet ve
sefahete atılıyorsun. Kat’iyen bil ki, senin dalâletin hükmüyle bütün geçmiş
zaman-ı mazi ölmüş ve mâdumdur. Ve içinde cenazeleri çürümüş bir vahşetli
mezaristandır. İnsaniyet alâkadarlığıyla ve dalâlet yoluyla, senin başına ve
varsa ve ölmemişse kalbine, o hadsiz firaklardan ve o nihayetsiz dostlarının
ebedî ölümlerinden gelen elemler, senin şimdiki sarhoşça, pek kısa bir zamandaki
cüz’î lezzetini imha ettiği gibi, gelecek istikbal zamanı dahi, itikatsızlığın
cihetiyle yine mâdum ve karanlıklı ve ölü ve dehşetli bir vahşetgâhtır. Ve
oradan gelen ve başını vücuda çıkaran vezaman-ı hazıra uğrayan biçarelerin
başları ecel cellâdının satırıyla kesilip hiçliğe atıldığından, mütemadiyen akıl
alâkadarlığıyla senin imansız başına hadsiz elîm endişeler yağdırıyor. Senin
sefihâne cüz’î lezzetini zîr ü zeber eder.

Eğer dalâleti ve sefaheti bırakıp iman-ı tahkiki ve istikamet
dairesine girsen, iman nuruyla göreceksin ki, o geçmiş zaman-ı mazi mâdum ve
herşeyi çürüten bir mezaristan değil, belki mevcut ve istikbale inkılâp eden
nuranî bir âlem ve bâki ruhların istikbaldeki saadet saraylarına girmelerine bir
intizar salonu görünmesi haysiyetiyle, değil elem, belki imanın kuvvetine göre
Cennetin bir nevi mânevî lezzetini dünyada dahi tattırdığı gibi gelecek istikbal
zamanı, değil vahşetgâh ve karanlık, belki iman gözüyle görünür ki, saadet-i
ebediye saraylarında hadsiz rahmeti ve keremi bulunan ve her bahar ve yazı birer
sofra yapan ve nimetlerle dolduran bir Rahmân-ı Rahîm-i Zülcelâli ve’l-İkramın
ziyafetleri kurulmuş ve ihsanlarının sergileri açılmış, oraya sevkiyat var diye
iman sinemasıyla müşahede ettiğinden, derecesine göre bâki âlemin bir nevi
lezzetini hissedebilir. Demek hakikî ve elemsiz lezzet yalnız imanda ve iman ile
olabilir.

İmanın bu dünyada dahi verdiği binler fayda ve neticelerinden
yalnız birtek fayda ve lezzetini, bu mezkûr bahsimiz münasebetiyle Gençlik
Rehberinde bir hâşiye olarak yazılan bir temsil ile beyan edeceğiz. Şöyle ki:

Meselâ, senin gayet sevdiğin birtek evlâdın sekeratta ölmek
üzere iken ve meyusâne elîm ebedî firakını düşünürken, birden Hazret-i Hızır ve
Hakîm-i Lokman gibi bir doktor geldi, tiryak gibi bir macun içirdi. O sevimli ve
güzel evlâdın gözünü açtı, ölümden kurtuldu. Ne kadar sevinç ve ferah veriyor,
anlarsın.

İşte, o çocuk gibi sevdiğin ve ciddi alâkadar olduğun milyonlar
sence mahbup insanlar, o mazi mezaristanında, senin nazarında çürüyüp mahvolmak
üzere iken, birden hakikat-i iman, Hakîm-i Lokman gibi, o büyük idamhâne
tevehhüm edilen mezaristana kalb penceresinden bir ışık verdi. Onunla baştan
başa bütün ölüler dirildiler. Ve "Biz ölmemişiz ve ölmeyeceğiz, yine sizinle
görüşeceğiz" lisan-ı hal ile dediklerinden aldığın hadsiz sevinçler ve ferahları
iman bu dünyada dahi vermesiyle ispat eder ki, iman hakikatı öyle bir
çekirdektir ki, eğer tecessüm etse, bir cennet-i hususiye ondan çıkar, o
çekirdeğin şecere-i tûbâsı olur dedim.

O muannid döndü, dedi:

"Hiç olmazsa hayvan gibi hayatımızı keyif ve lezzetle geçirmek
için sefahet ve eğlencelerle bu ince şeyleri düşünmeyerek yaşayacağız."

Cevaben dedim:

Hayvan gibi olamazsın. Çünkü, hayvanın mazi ve müstakbeli yok.
Ne geçmişten elemler ve teessüfler alır ve ne de gelecekten endişeler ve
korkular gelir. Lezzetini tam alır. Rahatla yaşar, yatar, Hâlıkına şükreder.
Hattâ kesilmek için yatırılan bir hayvan, birşey hissetmez. Yalnız bıçak kestiği
vakit hissetmek ister; fakat, ohis dahi gider, o elemden de kurtulur. Demek en
büyük bir rahmet, bir şefkat-i İlâhiye, gaybı bildirmemektedir ve başa gelen
şeyleri setretmektedir. Hususan mâsum hayvanlar hakkında daha mükemmeldir.
Fakat, ey insan, senin mazi ve müstakbelin akıl cihetiyle bir derece gaybîlikten
çıkmasıyla, setr-i gaybdan hayvana gelen istirahatten tamamen mahrumsun.
Geçmişten çıkan teessüfler, elîm firaklar ve gelecekten gelen korkular ve
endişeler, senin cüz’î lezzetini hiçe indirir. Lezzet cihetinde yüz derece
hayvandan aşağı düşürür.

Madem hakikat budur. Ya aklını çıkar at, hayvan ol, kurtul. Veya
aklını imanla başına al, Kur’ân’ı dinle, yüz derece hayvandan ziyade ve fâni
dünyada dahi sâfi lezzetleri kazan, diyerek onu ilzam ettim.

Yine o mütemerrid şahıs döndü, dedi:

"Hiç olmazsa ecnebî dinsizleri gibi yaşarız."

Cevaben dedim:

Ecnebi dinsizleri gibi de olamazsın. Çünkü onlar bir peygamberi
inkâr etse, diğerlerine inanabilirler. Peygamberleri bilmese de, Allah’a
inanabilir. Bunu da bilmezse, kemâlâta medar bazı seciyeleri bulunabilir. Fakat
bir Müslüman, en âhir ve en büyük ve dini ve dâveti umumî olan âhirzaman
Peygamberi Aleyhissalâtü Vesselâmı inkâr etse ve zincirinden çıksa, daha hiçbir
peygamberi, hattâ Allah’ı kabul etmez. Çünkü bütün peygamberleri ve Allah’ı ve
kemâlâtı onunla bilmiş. Onlar onsuz kalbinde kalmaz. Bunun içindir ki, eskiden
beri her dinden İslâmiyete giriyorlar; ve hiçbir Müslüman, hakiki Yahudi veya
Mecusi veya Nasranî olmaz. Belki dinsiz olur; seciyeleri bozulur, vatana,
millete muzır bir hâlete girer. İspat ettim. O muannid ve mütemerrid şahsın daha
tutunacak bir yeri kalmadı. Kayboldu, Cehenneme gitti.

İşte ey bu medrese-i Yusufiyede benim ders arkadaşlarım! Madem
hakikat budur ve bu hakikati Risale-i Nur o derece kat’î ve güneş gibi ispat
etmiş ki, yirmi senedir mütemerridlerin inatlarını kırıp imana getiriyor. Biz
dahi hem dünyamıza, hem istikbalimize, hem âhiretimize, hem vatanımıza, hem
milletimize tam menfaatli ve kolay ve selâmetli olan iman ve istikamet yolunu
takip edip boş vaktimizi sıkıntılı hülyalar yerinde Kur’ân’dan bildiğimiz
sûreleri okumak ve mânâlarını bildiren arkadaşlardan öğrenmek ve kazaya kalmış
farz namazlarımızı kaza etmek ve birbirinin güzel huylarından istifade edip bu
hapishaneyi güzel seciyeli fidanlar yetiştiren bir mübarek bahçeye çevirmek gibi
a’mâl-i saliha ile, hapishane müdür ve alâkadarları, câni ve katillerin
başlarında zebâni gibi azap memurları değil, belki medrese-i Yusufiyede Cennete
adam yetiştirmek ve onların terbiyesine nezaret etmek vazifesiyle memur birer
müstakim üstad ve birer şefkatli rehber olmalarına çalışmalıyız.

Asay-ı Musa, s. 17-18

İktisat Risalesi



Şu âyet-i kerime, iktisada katî emir ve israftan nehy-i sarih
suretinde gayet mühim bir ders-i hikmet veriyor. Şu meselede Yedi Nükte var.

BİRİNCİ NÜKTE Hâlık-ı Rahîm, nev-i beşere verdiği nimetlerin
mukabilinde şükür istiyor. İsraf ise şükre zıttır, nimete karşı hasâretli bir
istihfaftır. İktisat ise, nimete karşı ticaretli bir ihtiramdır.

Evet, iktisat hem bir şükr-ü mânevî, hem nimetlerdeki rahmet-i
İlâhiyeye karşı bir hürmet, hem katî bir surette sebeb-i bereket, hem bedene
perhiz gibi bir medar-ı sıhhat, hem mânevî dilencilik zilletinden kurtaracak bir
sebeb-i izzet, hem nimet içindeki lezzeti hissetmesine ve zâhiren lezzetsiz
görünen nimetlerdeki lezzeti tatmasına kuvvetli bir sebeptir. İsraf ise, mezkûr
hikmetlere muhalif olduğundan, vahîm neticeleri vardır.

İKİNCİ NÜKTE Fâtır-ı Hakîm, insanın vücudunu mükemmel bir saray
suretinde ve muntazam bir şehir misalinde yaratmış. Ağızdaki kuvve-i zâikayı bir
kapıcı, âsâb ve damarları

telefon ve telgraf telleri gibi, kuvve-i zâika ile merkez-i
vücuttaki mide ile bir medar-ı muhabereleridir ki, ağza gelen maddeyi o
damarlarla haber verir. Bedene, mideye lüzumu yoksa "Yasaktır" der, dışarı atar.
Bazen da, bedene menfaati olmamakla beraber, zararlı ve acı ise, hemen dışarı
atar, yüzüne tükürür.

İşte, madem ağızdaki kuvve-i zâika bir kapıcıdır; mide, cesedin
idaresi noktasında bir efendi ve bir hâkimdir. O saraya veyahut o şehre gelen ve
sarayın hâkimine verilen hediyenin yüz derece kıymeti varsa, kapıcıya bahşiş
nevinden ancak beş derecesi muvafık olur, fazla olamaz. Tâ ki, kapıcı
gururlanıp, baştan çıkıp, vazifeyi unutup, fazla bahşiş veren ihtilâlcileri
saray dahiline sokmasın.

İşte, bu sırra binaen, şimdi iki lokma farz ediyoruz. Bir lokma,
peynir ve yumurta gibi mugaddî maddeden hediye kırk para, diğer lokma en âlâ
baklavadan on kuruş olsa; bu iki lokma, ağza girmeden, beden itibarıyla farkları
yoktur, müsavidirler. Boğazdan geçtikten sonra, ceset beslemesinde yine
müsavidirler. Belki, Bazen kırk paralık peynir daha iyi besler. Yalnız, ağızdaki
kuvve-i zâikayı okşamak noktasında yarım dakika bir fark var. Yarım dakika
hatırı için kırk paradan on kuruşa çıkmak ne kadar mânâsız ve zararlı bir israf
olduğu kıyas edilsin.

Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber,
kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır. "Hâkim benim"
der. Kim fazla bahşiş ve lezzet verse onu içeriye sokacak, ihtilâl verecek,
yangın çıkaracak. "Aman, doktor gelsin, hararetimi teskin etsin, ateşimi
söndürsün" dedirmeye mecbur edecek.

İşte, iktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyeye tevfik-i harekettir;
kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise, o
hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı
hakikîyi kaybeder. Tenevvü-ü et’imeden gelen sun’î bir iştihâ-yı kâzibe ile
yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.

ÜÇÜNCÜ NÜKTE Sabık İkinci Nüktede, "Kuvve-i zâika kapıcıdır"
dedik. Evet, ehl-i gaflet ve ruhen terakki etmeyen ve şükür mesleğinde ileri
gitmeyen insanlar için bir kapıcı hükmündedir. Onun telezzüzü hatırı için
isrâfâta ve bir dereceden on derece fiyata çıkmamak gerektir.

Fakat, hakikî ehl-i şükrün ve ehl-i hakikatin ve ehl-i kalbin
kuvve-i zâikası, Altıncı Sözdeki muvazenede beyan edildiği gibi, kuvve-i zâikası
rahmet-i İlâhiyenin matbahlarına bir nâzır ve bir müfettiş hükmündedir. Ve o
kuvve-i zâikada taamlar adedince mizancıklarla nimet-i İlâhiyenin envâını
tartmak ve tanımak, bir şükr-ü mânevî suretinde cesede, mideye haber vermektir.
İşte, bu surette kuvve-i zâika yalnız maddî cesede bakmıyor. Belki kalbe, ruha,
akla dahi baktığı cihetle, midenin fevkinde hükmü var, makamı var. İsraf etmemek
şartıyla ve sırf vazife-i şükrâniyeyi yerine getirmek ve envâ-ı niam-ı İlâhiyeyi
hissedip tanımak kaydıyla ve meşruolmak ve zillet ve dilenciliğe vesile olmamak
şartıyla, lezzetini takip edebilir. Ve o kuvve-i zâikayı taşıyan lisanı şükürde
istimal etmek için leziz taamları tercih edebilir. Bu hakikate işaret eden bir
hadise ve bir keramet-i Gavsiye:

Bir zaman, Hazret-i Gavs-ı Âzam (k.s.) Şeyh Geylânî’nin
terbiyesinde, nazdar ve ihtiyare bir hanımın birtek evlâdı bulunuyormuş. O
muhterem ihtiyare, gitmiş oğlunun hücresine, bakıyor ki, oğlu bir parça kuru ve
siyah ekmek yiyor. O riyazattan zaafiyetiyle, validesinin şefkatini celb etmiş.
Ona acımış. Sonra Hazret-i Gavs’ın yanına şekvâ için gitmiş. Bakmış ki, Hazret-i
Gavs, kızartılmış bir tavuk yiyor. Nazdarlığından demiş:

"Yâ Üstad! Benim oğlum açlıktan ölüyor; sen tavuk yersin!"

Hazret-i Gavs tavuğa demiş: "Kum biiznillâh!" O pişmiş tavuğun
kemikleri toplanıp tavuk olarak yemek kabından dışarı atıldığını, mutemet ve
mevsuk çok zatlardan, Hazret-i Gavs gibi kerâmât-ı harikaya mazhariyeti dünyaca
meşhur bir zâtın bir kerameti olarak, mânevî tevatürle nakledilmiş. Hazret-i
Gavs demiş: "Ne vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse, o zaman o da tavuk
yesin."

İşte, Hazret-i Gavs’ın bu emrinin mânâsı şudur ki: Ne vakit
senin oğlun da ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti
şükür için istese, o vakit leziz şeyleri yiyebilir.

DÖRDÜNCÜ NÜKTE: "İktisat eden, maişetçe aile belâsını çekmez"


meâlindeki hadis-i şerifi sırrıyla, iktisat eden, maişetçe aile zahmet ve
meşakkatini çok çekmez.

Evet, iktisat katî bir sebeb-i bereket ve medar-ı hüsn-ü maişet
olduğuna o kadar katî deliller var ki, had ve hesaba gelmez. Ezcümle, ben kendi
şahsımda gördüğüm ve bana hizmet ve arkadaşlık eden zatların şehadetleriyle
diyorum ki:

İktisat vasıtasıyla Bazen bire on bereket gördüm ve arkadaşlarım
gördüler. Hattâ dokuz sene (şimdi otuz sene) evvel benimle beraber Burdur’a
nefyedilen reislerden bir kısmı, parasızlıktan zillet ve sefalete düşmemekliğim
için, zekâtlarını bana kabul ettirmeye çok çalıştılar. O zengin reislere dedim:
"Gerçi param pek azdır. Fakat iktisadım var, kanaate alışmışım. Ben sizden daha
zenginim." Mükerrer ve musırrâne tekliflerini reddettim. Câ-yı dikkattir ki, iki
sene sonra, banazekâtlarını teklif edenlerin bir kısmı, iktisatsızlık yüzünden
borçlandılar. Lillâhilhamd, onlardan yedi sene sonra, o az para, iktisat
bereketiyle bana kâfi geldi, benim yüz suyumu döktürmedi, beni halklara arz-ı
hâcete mecbur etmedi. Hayatımın bir düsturu olan "nâstan istiğnâ" mesleğini
bozmadı.

Evet, iktisat etmeyen, zillete ve mânen dilenciliğe ve sefalete
düşmeye namzettir. Bu zamanda isrâfâta medar olacak para çok pahalıdır.
Mukabilinde Bazen haysiyet, namus rüşvet alınıyor. Bazen mukaddesât-ı diniye
mukabil alınıyor, sonra menhus bir para veriliyor. Demek, mânevî yüz lira
zararla maddî yüz paralık bir mal alınır.

Eğer iktisat edip hâcât-ı zaruriyeye iktisar ve ihtisar ve
hasretse,

sırrıyla,

sarahatiyle, ummadığı tarzda, yaşayacak kadar rızkını bulacak. Çünkü şu âyet
taahhüt ediyor.

Evet, rızık ikidir:

Biri hakikî rızıktır ki, onunla yaşayacak. Bu âyetin hükmü ile,
o rızık taahhüd-ü Rabbânî altındadır. Beşerin sû-i ihtiyarı karışmazsa, o zarurî
rızkı herhalde bulabilir. Ne dinini, ne namusunu, ne izzetini feda etmeye mecbur
olmaz.

İkincisi, rızk-ı mecazîdir ki, sû-i istimâlâtla hâcât-ı gayr-ı
zaruriye hâcât-ı zaruriye hükmüne geçip, görenek belâsıyla tiryaki olup, terk
edemiyor. İşte bu rızık taahhüd-ü Rabbânî altında olmadığı için, bu rızkı tahsil
etmek, hususan bu zamanda çok pahalıdır. Başka izzetini feda edip zilleti kabul
etmek, Bazen alçak insanların ayaklarını öpmek kadar mânen bir dilencilik
vaziyetine düşmek, Bazen hayat-ı ebediyesinin nuru olan mukaddesât-ı diniyesini
feda etmek suretiyle o bereketsiz, menhus malı alır.

Hem bu fakr u zaruret zamanında, aç ve muhtaç olanların
elemlerinden ehl-i vicdana rikkat-i cinsiye vasıtasıyla gelen teellüm, o gayr-ı
meşru bir surette kazandığı parayla aldığı lezzeti, vicdanı varsa acılaştırıyor.
Böyle acip bir zamanda, şüpheli mallarda, zaruret derecesinde iktifa etmek
lâzımdır. Çünkü

sırrıyla, haram maldan, mecburiyetle zaruret derecesini alabilir, fazlasını
alamaz. Evet, muztar adam, murdar etten tok oluncaya kadar yiyemez. Belki
ölmeyecek kadar yiyebilir. Hem, yüz aç adamın huzurunda kemâl-i lezzetle fazla
yenilmez. İktisat, sebeb-i izzet ve kemal olduğuna delâlet eden bir vakıa:

Bir zaman, dünyaca sehâvetle meşhur Hâtem-i Tâî, mühim bir
ziyafet veriyor. Misafirlerine gayet fazla hediyeler verdiği vakit, çölde
gezmeye çıkıyor. Bakar ki, bir ihtiyar fakir adam, bir yük dikenli çalı ve
gevenleri beline yüklemiş, cesedine batıyor, kanatıyor. Hâtem ona dedi:

"Hâtem-i Tâî, hediyelerle beraber mühim bir ziyafet veriyor. Sen
de oraya git; beş kuruşluk çalı yüküne bedel beş yüz kuruş alırsın."

O muktesit ihtiyar demiş ki: "Ben bu dikenli yükümü izzetimle
çekerim, kaldırırım; Hâtem-i Tâî’nin minnetini almam."

Sonra Hâtem-i Tâî’den sormuşlar: "Sen kendinden daha civanmert,
aziz kimi bulmuşsun?"

Demiş: "İşte o sahrâda rast geldiğim o muktesit ihtiyarı benden
daha aziz, daha yüksek, daha civanmert gördüm."

BEŞİNCİ NÜKTE: Cenâb-ı Hak, kemâl-i kereminden, en fakir adama
en zengin adam gibi ve gedâya, yani fakire, padişah gibi, lezzet-i nimetini
ihsas ettiriyor. Evet, bir fakirin, kuru bir parça siyah ekmekten açlık ve
iktisat vasıtasıyla aldığı lezzet, bir padişahın ve bir zenginin israftan gelen
usanç ve iştahsızlıkla yediği en âlâ baklavadan aldığı lezzetten daha ziyade
lezzetlidir.

Câ-yı hayrettir ki, bazı müsrif ve mübezzir insanlar, böyle
iktisatçıları hısset ile itham ediyorlar. Hâşâ! İktisat, izzet ve cömertliktir.
Hısset ve zillet, ehl-i israf ve tebzîrin zâhirî merdâne keyfiyetlerinin
içyüzüdür. Bu hakikati teyid eden, bu risalenin telifi senesinde Isparta’da
hücremde cereyan eden bir vakıa var. Şöyle ki:

Kaideme ve düstur-u hayatıma muhalif bir surette, bir talebem
iki buçuk okkaya yakın bir balı, bana hediye kabul ettirmeye ısrar etti. Ne
kadar kaidemi ileri sürdüm, kanmadı. Bilmecburiye, yanımdaki üç kardeşime
yedirmek ve Şâbân-ı Şerif ve Ramazan’da o baldan iktisatla otuz kırk gün üç adam
yesin ve getiren de sevap kazansın ve kendileri de tatlısız kalmasın diyerek,
"Alınız" dedim. Bir okka bal da benim vardı. O üç arkadaşım, gerçi müstakim ve
iktisadı takdir edenlerdendi. Fakat, her ne ise, birbirine ikram etmek ve
herbiri ötekinin nefsini okşamak ve kendi nefsine tercih etmek olan, bir cihette
ulvî bir hasletle iktisadı unuttular. Üç gecede iki buçuk okka balı bitirdiler.
Ben gülerek dedim: "Sizi otuz kırk gün o bal ile tatlandıracaktım. Siz otuz günü
üçe indirdiniz. Afiyet olsun!" dedim. Fakat ben, kendi o bir okka balımı
iktisatla sarf ettim. Bütün Şâban ve Ramazan’da hem ben yedim, hem,
lillâhilhamd, o kardeşlerimin herbirisine iftar vaktinde birer verip,
mühimsevaba medar oldu. Benim halimi görenler, o vaziyetimi belki hısset telâkki
etmişlerdir. Öteki kardeşlerimin üç gecelik vaziyetlerini bir civanmertlik
telâkki edebilirler. Fakat, hakikat noktasında, o zâhirî hısset altında ulvî bir
izzet ve büyük bir bereket ve yüksek bir sevap gizlendiğini gördük. Ve o
civanmertlik ve israf altında, eğer vazgeçilmeseydi, bir dilencilik ve gayrın
eline tamahkârâne ve muntazırâne bakmak gibi, hıssetten çok aşağı bir hâleti
netice verirdi.

ALTINCI NÜKTE: İktisat ve hıssetin çok farkı var. Tevazu, nasıl
ki ahlâk-ı seyyieden olan tezellülden mânen ayrı ve sureten benzer bir haslet-i
memdûhadır. Ve vakar, nasıl ki kötü hasletlerden olan tekebbürden mânen ayrı ve
sureten benzer bir haslet-i memdûhadır. Öyle de, ahlâk-ı âliye-i Peygamberiyeden
olan ve belki kâinattaki nizam-ı hikmet-i İlâhiyenin medarlarından olan iktisat
ise, sefillik ve bahillik ve tamahkârlık ve hırsın bir halitası olan hısset ile
hiç münasebeti yok. Yalnız sureten bir benzeyiş var. Bu hakikati teyid eden bir
vakıa:

Sahabenin Abâdile-i Seb’a-i meşhuresinden olan Abdullah ibni
Ömer Hazretleri ki, Halife-i Resulullah olan Faruk-u Âzam Hazret-i Ömer’in
(r.a.) en mühim ve büyük mahdumu ve Sahabe âlimlerinin içinde en mümtazlarından
olan o zât-ı mübarek çarşı içinde, alışverişte, kırk paralık bir meseleden,
iktisat için ve ticaretin medarı olan emniyet ve istikameti muhafaza için
şiddetli münakaşa etmiş. Bir Sahabe ona bakmış. Rû-yi zeminin halife-i zîşânı
olan Hazret-i Ömer’in mahdumunun kırk para için münakaşasını acip bir hısset
tevehhüm ederek, o imamın arkasına düşüp, ahvâlini anlamak ister.

Baktı ki, Hazret-i Abdullah hane-i mübarekine girdi. Kapıda bir
fakir adam gördü. Bir parça eğlendi, ayrıldı, gitti. Sonra hanesinin ikinci
kapısından çıktı, diğer bir fakiri orada da gördü. Onun yanında da bir parça
eğlendi, ayrıldı, gitti.

Uzaktan bakan o Sahabe merak etti. Gitti, o fakirlere sordu:
"İmam sizin yanınızda durdu, ne yaptı?"

Herbirisi dedi: "Bana bir altın verdi."

O Sahabe dedi: "Fesübhânallah! Çarşı içinde kırk para için böyle
münakaşa etsin de, sonra hanesinde iki yüz kuruşu kimseye sezdirmeden, kemâl-i
rıza-yı nefisle versin!" diye düşündü. Gitti, Hazret-i Abdullah ibni Ömer’i
gördü, dedi:

"Ya imam, bu müşkülümü hallet. Sen çarşıda böyle yaptın, hanende
de şöyle yapmışsın."

Ona cevaben dedi ki: "Çarşıdaki vaziyet iktisattan ve kemâl-i
akıldan ve alışverişin esası ve ruhu olan emniyetin, sadakatin muhafazasından
gelmiş bir hâlettir, hısset değildir. Hanemdeki vaziyet, kalbin şefkatinden ve
ruhun kemâlinden gelmiş bir hâlettir. Ne o hıssettir ve ne de bu israftır."
İmam-ı Âzam, bu sırra bir işaret olarak

demiş. Yani, "Hayırda ve ihsanda-fakat müstehak olanlara-israf olmadığı gibi,
israfta da hiçbir hayır yoktur."

YEDİNCİ NÜKTE: İsraf, hırsı intaç eder. Hırs üç neticeyi verir:

BİRİNCİSİ: Kanaatsizliktir. Kanaatsizlik ise sa’ye, çalışmaya
şevki kırar. Şükür yerine şekvâ ettirir, tembelliğe atar. Ve meşru, helâl, az
malı terk edip, gayr-ı meşru, külfetsiz bir malı arar. Ve o yolda izzetini,
belki haysiyetini feda eder.

HIRSIN İKİNCİ NETİCESİ: Haybet ve hasârettir. Maksudunu kaçırmak
ve istiskale mâruz kalıp teshilât ve muavenetten mahrum kalmak, hattâ


yani, "Hırs, hasâret ve muvaffakiyetsizliğin sebebidir" olan darbımesele mâsadak
olur.

Hırs ve kanaatin tesiratı, zîhayat âleminde gayet geniş bir
düsturla cereyan ediyor. Ezcümle, rızka muhtaç ağaçların fıtrî kanaatleri,
onların rızkını onlara koşturduğu gibi, hayvânâtın hırsla meşakkat ve noksaniyet
içinde rızka koşmaları, hırsın büyük zararını ve kanaatin azîm menfaatini
gösterir.

Hem zayıf umum yavruların lisan-ı halleriyle kanaatleri, süt
gibi lâtif bir gıdanın, ummadığı bir yerden onlara akması ve canavarların hırsla
noksan ve mülevves rızıklarına saldırması, dâvâmızı parlak bir surette ispat
ediyor.

Hem semiz balıkların vaziyet-i kanaatkârânesi, mükemmel
rızıklarına medar olması ve tilki ve maymun gibi zeki hayvanların hırsla
rızıkları peşinde dolaşmakla beraber kâfi derecede bulmamalarından cılız ve
zayıf kalmaları, yine hırs ne derece sebeb-i meşakkat ve kanaat ne derece
medar-ı rahat olduğunu gösterir.

Hem Yahudi milleti hırs ile, ribâ ile, hile dolabı ile
rızıklarını zilletli ve sefaletli, gayr-ı meşru ve ancak yaşayacak kadar
rızıklarını bulması ve sahrânişinlerin, yani bedevîlerin, kanaatkârâne
vaziyetleri, izzetle yaşaması ve kâfi rızkı bulması, yine mezkûr dâvâmızı katî
ispat eder.

Hem çok ve ediplerin zekâvetlerinin verdiği bir hırs sebebiyle
fakr-ı hale düşmeleri ve çok aptal ve iktidarsızların, fıtrî
kanaatkârânevaziyetleriyle zenginleşmeleri katî bir surette ispat eder ki,
rızk-ı helâl, acz ve iftikara göre gelir, iktidar ve ihtiyar ile değil. Belki o
rızk-ı helâl, iktidar ve ihtiyar ile mâkûsen mütenasiptir. Çünkü, çocukların
iktidar ve ihtiyarı geldikçe rızkı azalır, uzaklaşır, sakilleşir.

hadisinin sırrıyla, kanaat bir define-i hüsn-ü maişet ve rahat-ı hayattır. Hırs
ise, bir maden-i hasâret ve sefalettir.

ÜÇÜNCÜ NETİCE: Hırs, ihlâsı kırar, amel-i uhreviyeyi zedeler.
Çünkü, bir ehl-i takvânın hırsı varsa, teveccüh-ü nâsı ister. Teveccüh-ü nâsı
mürâât eden, ihlâs-ı tâmmı bulamaz. Bu netice çok ehemmiyetli, çok câ-yı
dikkattir.

Elhasıl, israf, kanaatsizliği intaç eder. Kanaatsizlik ise,
çalışmanın şevkini kırar, tembelliğe atar, hayatından şekvâ kapısını açar,
mütemadiyen şekvâ ettirir. Hem ihlâsı kırar, riyâ kapısını açar. Hem izzetini
kırar, dilencilik yolunu gösterir.

İktisat ise, kanaati intaç eder.

hadisin sırrıyla, kanaat, izzeti intaç eder. Hem sa’ye ve çalışmaya teşcî eder.
Şevkini ziyadeleştirir, çalıştırır. Çünkü, meselâ bir gün çalıştı. Akşamda
aldığı cüz’î bir ücrete kanaat sırrıyla, ikinci gün yine çalışır. Müsrif ise,
kanaat etmediği için, ikinci gün daha çalışmaz. Çalışsa da şevksiz çalışır.

Hem iktisattan gelen kanaat, şükür kapısını açar, şekvâ kapısını
kapatır. Hayatında daima şâkir olur. Hem kanaat vasıtasıyla insanlardan istiğnâ
etmek cihetinde, teveccühlerini aramaz. İhlâs kapısı açılır, riyâ kapısı
kapanır.

İktisatsızlık ve israfın dehşetli zararlarını geniş bir dairede
müşahede ettim. Şöyle ki:

Ben, dokuz sene evvel mübarek bir şehre geldim. Kış
münasebetiyle o şehrin menâbi-i servetini göremedim. Allah rahmet etsin, oranın
müftüsü birkaç defa bana dedi: "Ahalimiz fakirdir." Bu söz benim rikkatime
dokundu. Beş altı sene sonraya kadar, daima o şehir ahalisine acıyordum. Sekiz
sene sonra yazın yine o şehre geldim. Bağlarına baktım. Merhum müftünün sözü
hatırıma geldi. "Fesübhânallah," dedim. "Bu bağların mahsulâtı, şehrin hâcetinin
pek fevkindedir. Bu şehir ahalisi pek çok zengin olmak lâzım gelir." Hayret
ettim. Beni aldatmayan ve hakikatlerin derkinde bir rehberim olan bir hatıra-i
hakikatle anladım: İktisatsızlık ve israf yüzünden bereket kalkmış ki, o kadar
menâbi-i servetle beraber, o merhum müftü "Ahalimiz fakirdir" diyordu. Evet,
zekât vermek ve iktisat etmek, malda bittecrübe sebeb-i bereket olduğu gibi,
israf etmekle zekât vermemek, sebeb-i ref-i bereket olduğuna hadsiz vakıat
vardır. İslâm hükemasının Eflâtun’u ve hekimlerin şeyhi ve filozofların üstadı,
dâhi-i meşhur Ebu Ali ibni Sina, yalnız tıp noktasında,

âyetini şöyle tefsir etmiş. Demiş:


Yani, ilm-i tıbbı iki satırla topluyorum. Sözün güzelliği
kısalığındadır. Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra dört beş saat kadar daha
yeme. Şifa hazımdadır. Yani, kolayca hazmedeceğin miktarı ye, nefse ve mideye en
ağır ve yorucu hal, taam taam üstüne yemektir. Evet, zaman, iki sene sonra bu
keramet-i iktisadiyeyi, İkinci Harb-i Umumiyede her taraftaki açlık ve tahribat
ve israfatla ve nev-i beşer ve herkes iktisada mecbur olmasıyla ispat etti.

Lemalar, s. 143-151