The Comparison of Two Ethic Teachings at the Conjunction of Reconciliation of The Social Strata

Sosyopsikolojik bilgiler ışığında ele aldığımızda sosyal tabakalar; zengin-yoksul,
işçi-köylü-burjuva, avam-havas, kadın-erkek, hastalar-yaşlılar-çocuklar-gençler,
ırklar ve kültürler gibi gruplar halinde tasnif edilebilir.

Basit birimlerde çeşitlilik yoktur. Basitten mükemmele doğru ilerlendikçe çeşitlilik
ve çoğulculuk başlar. İlk hücre olan yumurta ve sperm birleştiğinde başlarda hücreler
hep birbirine benzerler. Haftalar ilerledikçe uzuvlar ve organlar şekillenmeye başlar.
Çocuk doğmaya yaklaştığında ise göz hücresinden kemik hücresine kadar hiç birbirine
benzemeyen hücreler oluşmuş olur.

İnsanlık tarihini ele aldığımızda şunu görürüz. İlk insanlar hep birbirine benzer
olmuşlar, insanlar ilerledikçe biyolojik, kültürel etnik farklılık artmıştır.

Farklılıkların birbiri ile uyum içinde çalışması için en iyi sistemin oluşması
gerekiyordu. İnsan vücudunda DNA'larda yazılı olan bilgilerin hayata geçmesi ile
organlar ahenk içerisinde çalışırken bazı organlar bu ahenge uymamışlar ve hastalıklar
ortaya çıkmıştır. Şuur sahibi insan bu hastalıkları tedavi ederek vücudun senkron
çalışmasını sağlamaya gayret etti.

İnsanı küçük bir toplum, toplumu büyük bir insan görmek gerçekçi olacaktır. Prof.
Bernard Lewis, "Geleceği görebilmek için tarih bilmek çok önemli. Birey için hafıza
neyse bir ulus için de tarih odur. Tarihini çarpıtan bir toplum nörotik bir kişi,
tarihini bilmeyen bir toplum ise hafızasını kaybetmiş insan gibidir." özlü ifadesi
ile bu gerçeğe değiniyor.

Toplumu küçülmüş insan olarak kabul ettiğimizde, toplumun canlı varlık olduğu
asırlar içerisinde sosyolojik fazlar şeklinde değiştiğini görürüz. Bu değişim süresinde
bugünkü ırklar, kültürler ortaya çıktı. Bilgi ve iletişimin yaygınlaştığı günümüzde
böyle giderse dünya kültür alış verişi daha yoğun yaşanmaya devam edecek. Bireysellik,
özgürlük, çoğulculuk bir çok kültürlerin yok olmasına neden olurken toplumsal barışı
bireyi ezmeden sağlamak daha zorlaştı.

İnsan vücudunun senkron çalışmasını hastalıklar bozar; kanser gibi bazı bencil
hücrelerin acımasızca çoğalarak vücudu yok ettiği gibi. Bireyselleşmenin bencillik
olarak ele alındığı, narsisizmin övüldüğü, güçlünün zayıfı ezmesinin doğal kabul
edildiği bir sistemde insanlık kendi kendisini tüketecektir.

Geçtiğimiz günlerde Washington'da Beyaz Sarayla, Kongre Binası arasında bir milyon
kadın kürtaj yasağına karşı yürüyüş yaptı. Gay ve lezbiyenler üçüncü cinsel kimlik
olarak haklar elde etmeye başladı. Evlenmek ve çocuk sahibi olmak istiyorlar. Bu
çerçevede sosyal tabakalar arasında uyum ve dengenin sağlanması için yeni çözümler
üretmek gerekir oldu.

Ünlü düşünür Proudhon: "En iyi sistem, insanlığın son günü bulunacak sistemdir"
diyordu. Kendi kendisini tüketen bir insanlığın sisteminin en iyisi olması mümkün
mü? O halde insanlığın kendi kendini tüketmemesi için kendisini bilmesi gerekir.
Yunus Emre asırlar ötesinden "İlim kendini bilmektir" diyerek sesleniyordu. Bilimin
tüm araştırmalarını insan üstüne çevirme zorunluluğu şimdi toplumun yaşadığı kopuşlar
sebebiyle daha iyi anlaşıldı.

Kanserli bir dokunun vücudu tüketmesine izin vermemek gerektiği gibi, küresel
narsisizmin de insanlığı tüketmesine izin vermemek gerekiyor.

Küresel Narsisizm

Narsisistik (özsever) kişinin temel özellikleri şunlardır; gururlu ve kibirlidirler,
kendilerini özel ve önemli görürler, övgüyle beslenirler, menfaatçidirler, kendi
çıkarları için kuralları değiştirirler, beklentileri karşılanmazsa sinirlenirler,
eleştiriye hiç tahammül edemezler, insanları çok iyi kullanırlar ve sömürürler,
başkalarının duygu, düşünce ve ihtiyaçlarına empati duymazlar. En çok kafa yordukları
konular zenginlik, güç, şöhret, başarı, güzellik ve aşk gibi konulardır. Son derece
kıskanç, kinci ve nankördürler. Çıkarları biten insanı bir anda unuturlar, vefa
duygusu beslemezler. Almak istediklerini alır, bekleneni unuturlar.

Egosu büyük ama her şeyi küçük olan bu kişiler etraflarınca sevilmezler. Kendilerini
o kadar güçlü hissederler ki, başka bir şeye ihtiyaç duymazlar. En akıllı, en yetenekli,
en iyi insan olarak sadece kendilerini görürler. Sıradan olmaktan korktukları için
çok çalışırlar.

Rekabeti çok kullanırlar, sanat, spor, bilim, ticaret gibi konulardaki keşifler
bunların işidir.

Diğer insanlar narsisistik kişinin yaptığı işlerden hoşlanır, fakat kibirli hallerinden
nefret ederler.

Liderler arasında narsisistik kişi çoktur. Liderliğin bittiği yerde narsisizm
başlar. En büyük Narsisist Hitlerdi!

Sezarların çoğu, Napolyon, Mussolini, Kleopatra, Nemrud, Firavun, Stalin gibi
kişilerin hepsi heykeli dikilecek narsisistlerdi. Bunlardan biri olan Hitler Darwin'den
etkilenerek kendi ırkının üstünlüğünü, diğer ırkların değersizliğini doktrin haline
getirdi (Nazizm). Bu doktrine halkını inandırdı ve insanlık tarihinin en kanlı savaşının
çıkmasına neden oldu.

Narsisistik Kişiler Çoğalıyor mu?

Teknolojik başarı, insanlığın eski çağlara göre daha zengin olması, insanların
egolarının kabarmasına neden oldu. Tanrıya ne gerek var diyen insanlar çoğaldılar
ve bunu bilim adına ifade etmeye başladılar. Eski çağlarda değer vermemek ve inançsızlık
eğitimsizlikten ileri geliyordu. Bugün bilim ve teknoloji adına dine gerek olmadığı
ve hesap vereceğimiz doğaüstü gücün olmadığı duygusu gelişti. Bir insan düşününüz
ki, kendisi narsisistik özellikte ve yaptıklarından hesap verme duygusu taşımıyor.
Bu kişi, kendi çıkarı için her şeyi yapabilir. "Beni inorganik maddeler yarattıysa,
ona hesap vermeyeceğime göre canımın istediğini yaparım" felsefesi gelişti. Bireysellik
bencilliğe dönüştü. Kendi çıkarını kutsallaştıran insan başkalarına neden yardım
etsin ki!

"Kuvvetliysem zayıfı yok etmem hakkımdır. Ben özel ve önemliyim, başkası açlıktan
ölse bana ne, ben tok olduktan sonra" anlayışı bu kişilerin ego idealleri oldu.
Zayıf insan ve milletleri çalıştırıp sırtlarından beslenmek bu görüş sahiplerinin
doğal haklarıydı!

Böyle bireyler insanlık tarihinde hep oldu. Semavi mesajlar ise bu kişilere karşı
zayıfları sürekli korudu ve yol gösterdi. Haklarını doğru yöntemlerle savunmayı
başaran zayıflar ezilmekten kurtuldu ve toplumsal barış böyle sağlandı.

Peki günümüzde ne olacak? Narsisistik bireyler eski çağlara göre daha çok ve
fazladan ellerinde teknolojik güçler de var. İşte bu durumda küresel narsisizme
karşı küresel bir faaliyet gerekiyor. Ahirzaman dininin bu küresel tehlikeye bir
çözümü olmalı.

Narsisist kişiler kendi çıkarları için kuralları değiştirirler. Bu nedenle adil
değildirler. Etnik ayrımcılığı, bölgeciliği, sınıf çatışmasını bilmeden kışkırtırlar.
Sosyal katmanlar arasında kavgaların çıkmasına neden olurlar. İşte Bediüzzaman,
Peygamber ahlakına vurgu yaparak küresel barışa hizmet etmeyi amaçlamıştır.

Bediüzzaman'a göre bu formüller Kur'an-ı Kerim'de vardı. Bir dönem İmam-ı Rabbani'nin
Mektubat'ını, Abdülkadir-i Geylani'nin Fütuhu'l-Gayb'ını nefis terbiyesi için okuyor.
Fakat nefsi ikna olmuyor. Daha sonra "Ulum-u felsefiyenin vekaleti namına nefsim
dedi ki…." diyerek bu asrın nefsi özelliklerine uygun olan eserlerini yazmaya
başlıyor. Bu çalışmaları "Tevhid-i kıble et!" diyerek doğrudan Kur'an-ı Kerim'den
yorumlar çıkararak yapıyor. (Yirmi Altıncı Lem'a)

Toplumu Sürüden Ayıran Şey Nedir?

Kuşlar, arılar, karıncalar, koyunlar sürüler halinde yaşarlar. Birlikte yaşarlarken
bu düzeni değiştirmek istemezler. Buna karşı insan durmadan toplum düzenini değiştirir;
ideolojiler ortaya atar, teoriler geliştirir. Pratikte hataları görür, kendini geliştirmeye
çalışır. İnsanlığı bu arayışa iten şey onun genetik yapısı, biyolojik eğilimleridir.
İnsan genlerine uygun davranırsa menfaatine uygun davranmış olur. İnsan beyninde
Metakognisyon genleri vardır. Bu genler "varoluş, anlamlılık, yeniliği arama ve
zaman kavramı" ile ilgili genlerdir. Bu genler insanın mevcutla yetinmesine engel
oluyor. Şuur sahibi olmasını sağlıyor. İnsan dışında hiçbir varlık kendi varlığının
farkında değildir, bir şeyin anlamını sormaz, geçmiş ve gelecekle ilgilenmez, daha
iyisini elde etme çabasına girmez.

Beynimizde işleyen bu genler evren üstü gücü arayıp bulma, onu tanıma, onunla
ahenk içerisinde yaşamaya yönelme tarzında bize enerji kazandırıyor. Midemizdeki
açlık duygusu yiyeceklerin varlığını gösterdiği gibi, genlerimizdeki ölümsüzlük
duygusu doğa üstü bir yaşamı gösteriyor.

İnsanın genetik eğilimleri insanı sürü olmaktan canlı varlık olarak toplum olmaya
yönlendiriyor. Her canlı varlık gibi toplumda da hastalıklar oluşuyor.

Hastalıklarda hekimlik açısından üç aşama vardır: (1) Tedavi edici hekimlik,
(2) Erken tanı, koyucu hekimlik, (3) Koruyucu hekimliktir. Toplumsal hastalıklarda
da benzer aşamalar vardır. Hastalıklar ortaya çıktıktan sonra ve çıkmadan önce alınacak
tedbirleri bilim adamları, hekimler, filozoflar ve peygamberler üretmeye çalışmışlardır.

Felsefe çağın sorunlarına çözüm olarak Marksizm'i, kapitalizmi üretti. Fakat
toplum katmanlarına barış, uzlaşma, insanlığın çoğunluğuna mutluluk getirme noktasında
başarılı olamadı.

Batı uygarlığı şu anda bütün gösterişine rağmen çökmüştür ama henüz çözülmemiştir.
Kanserli bir kişinin dışardan sağlam gözüktüğü ancak, erken teşhisle anlaşıldığı
gibi, Batı uygarlığı da sosyopsikolojik kanser olgusu ile karşı karşıyadır. Böyle
giderse çalışmayan, üretmeyen, parayı en kutsal değer sayan, hep eğlenmek isteyen,
ahlaki normları önemsemeyen, özgürlüğü sorumsuzluk olarak, bireyselliği de bencillik
olarak algılayan kuşaklar gelecektir. Boşanmalar Batı toplumlarında % 50'nin üzerine
çıktı, şiddet olayları arttı. Batı değerleri çözüm üretemiyor.

Roma'nın yıkılmadan önce yaşadığı üç türlü toplumsal hastalık vardı. Devlet çok
güçlü ve zengindi. Zengin azınlık obezleşmiş, aşırı kilo almıştı. Bu durum o kadar
ilerlemişti ki, yediklerini kusarak çıkarıyorlardı. Seks düşkünlüğü başını almış
gitmişti. Eğlenceyi yaşam amacı olarak algılıyorlardı. Bugünün Batı dünyasına baktığımızda
da obezite önemli sağlık sorunudur. İnsanlar eğlenmedikleri zaman mutlu olamıyorlar,
cinsel özgürlük adı altında yaşanan cinsel çılgınlık üremeyi bozar hale geldi.

Marksizm özel mülkiyeti hırsızlık sayıp, bunu temelden reddederek insanın psikolojik
doğasına uygun hareket etmediği için çökmüştü. Kapitalizm de insanın arzularına
tapmasına bireysellik ve özgürlük adı altında sınır tanımayarak kendi kendini çökertmektedir.

Bediüzzaman'ın Tezi

Bediüzzaman, filozoflar gibi bireysel bir tez geliştirmemiştir. Kaynağını Kur'an'dan
alarak çağın sorunlarına, din ve bilimi beraber kullanarak reçete yazmıştır. Semavi
tezin çağdaş yorumu olarak tanımlayacağım görüşlerinde çağın hastalıklarını Hutbe-i
Şamiye isimli kitabında şöyle özetliyor:

Gelişmemizi engelleyen bizdeki altı hastalık:

1- Ümitsizliğin (ye's) hayat bulması

2- Doğruluğun (sıdk) ölmesi

3- Düşmanlığın hoş karşılanması

4- Manevi bağların bilinmemesi

5- Despotizmin bulaşıcı hastalık gibi yayılması

6- Şahsi menfaate öncelik verilmesi

Üç düşman; cehalet (eğitimsizlik), zaruret (yoksulluk), ihtilaf (kavgacılık)

Üç mücadele silahı: Sanat (faydalı eğitim), marifet (yararlı-doğru-yücelten bilgi),
ittifak (uzlaşmacılık).

Altı hastalığa ilaç olarak, "tıp fakültesi hükmünde içtimai hayatımıza Kur'an
eczanesinden aldığım altı kelimeyi" beyan ediyorum diyor. Bireyin hastalıklarının
düzelmesi durumunda sosyal tabakalar arasında problemin ortadan kalkacağını ve toplumun
düzeleceğini ifade ediyor. Bu anlamda sosyal yapıların insan merkezli gelişmesini
ve insanın kimliğine, değerlerine ve özgürlüğüne önem verilmesini ön planda tutuyor.

Birinci reçete, yani kelime: Ümit (El-emel). "İnsanda hem mânen, hem maddeten
terakki etmeye yatkın ve mükemmel bir istidat vardır." "Herkes muhakeme-i akliye
ve delil-i yakini ile hakkı bulabilir."

Medeniyet, fenlerinin ikazlarıyla uyanmış, insanlığın özelliklerini anlamıştır.
Elbette başıboş, dinsiz yaşayamaz. İnsanlık onu inciten musibete, belalara karşı,
hastalıklara karşı aciz kaldıkça, sınırsız ihtiyacını karşılamakta yetersiz kaldıkça,
sonsuzluğu isteyen arzularını karşılayamadıkça Allah'a ve âhirete inanmaktan başka
çaresi yoktur.

Dar ve geçici dünya nimetlerinin, insanın emel ve arzularına kâfi gelmediğini
herkes bir derece hissetmeye başlamıştır. Uyanmış insanlık derinden derine ebedî
mutluluğun olmamasına ağlamaktadır.

Bediüzzaman Tahkik Mesleğini Vurguluyor

Bediüzzaman, araştırma mesleğini vurgulamış, Kur'an ayetlerinin "Aklına bak,
fikrine ve kalbine müracaat et, danış onunla görüş, gerçeği bil" dediğini ifade
etmiştir." "Neden bakmıyorsunuz, neden ibret almıyorsunuz, bakınız ki hakikati bilesiniz"
mealindeki ayetleri ısrarla vurguluyor.

İnsanlığı aklıyla, fikriyle meşverete havale ediyor. Geçmiş asırlardan ders alınmazsa
manevi belalardan kurtulunamayacağını beyan ediyor.

İstikbalde silah, kılıç yerine hakiki medeniyet ve maddi terakki, hak ve hakkaniyetin
manevi kılıçları düşmanları mağlup edip dağıtacak.

Gerçeği arama meyli, insaf duygusu, insan sevgisi, insanlığa zarar veren engelleri
yıkacak. Bu engelleri de taassup, körü körüne taklit, çirkin ahlakın yaygınlaşması,
pozitif bilimin gerçekleri görmemesi olarak tanımlıyordu.

Amerika ve Avrupa'nın zeka tarlalarındaki muhakkikler mahsulat verecek, İsevilik
de Kur'an'a tâbi olacak.

Batı uygarlığı heva-heves, rekabet ve tahakküm üzerine bina edildiğinden medeniyetin
kötülükleri güzelliklerine galip gelmiş, gösterişli kurtlanmış ağaç gibi kalmıştır.
Asya medeniyetinin yüksek ahlakını kullanmaktan başka çaresi kalmamıştır gibi tezi
ve görüşleri ile Bediüzzaman zamanın yarasına ilaçlar sunmuştur.

İkinci reçete: İyimserlik. Ümitsizlik yüksek ahlakı öldüren kanser gibi bir hastalıktır.
Korkak, aşağı ve aciz kişilerin özelliğidir diyerek, kariyer koçlarının kullandığı
"iyimser insanlar felaketleri fırsatlara, kötümser insanların fırsatları felakete
dönüştürdüğü" tezini savunmuştur.

Üçüncü reçete: Sıdk. Doğruluğu içimizde ihya edip onunla manevi hastalıkları
tedavi etmemizi, yalancılığın Yaratıcının kudretine iftira anlamına geldiğini beyan
ediyor. Batılılaşma iddiası ile siyasetin din karşıtlığına âlet edildiğini, buna
karşı insanlık çarşısında doğruluğun en revaçlı mal, satın alınacak ve pirim yapacak
en kıymetli meta olduğunun anlaşılacağını ve doğruluktan vazgeçilmemesi gerektiğini
vurguluyor.

Dördüncü reçete: "Muhabbete en layık şey muhabbettir. Düşmanlığa en layık sıfat
düşmanlıktır. Düşmanlarınız tecavüz etmedikçe sizin düşmanlığınızı çekmesin" düşüncesi
ile sevgi ve dostluk vurgusunu yapan dördüncü kelime adı altında sevgi ve dostluk
ilacını reçete etmiştir.

Beşinci reçete: "Tembellikte günahımız büyüktür" diyerek çalışmayı vurgulamıştır.
"Neme lazım" deyip tembellik döşeğine atılmak insanlar için gayet büyük zarar ve
haksızlık olduğunu bu reçetede sunmuştur.

Milletin menfaatini düşünmeyip, şahsi menfaatini düşünen bin adamın, bir adam
hükmüne düştüğünü belirterek, "Bir adamın kıymeti himmeti nisbetindedir. Kimin himmeti
milleti ise o kimse tek başına bir millettir" sözü ile gayrete farklı bir anlam
yüklemiştir.

Altıncı reçete: Toplum hayatında mutluluğun anahtarı olarak "Şura" tavsiye ediyor.
Asya'nın en geri kalmasının sebebi olarak bu meşvereti yapmamasını ifade ediyor.

Zengin Yoksul Uzlaşması

Toplumdaki kavgaların ve fesadın asıl kaynağı olarak aşağıdaki iki kelimeyi ifade
ediyor.

Birinci kelime: "Ben tek olsam, başkası açlıktan ölse bana ne."

İkinci kelime: "İstirahatım için zahmet çek, sen çalış ben yiyeyim."

Birinci kelime ben merkezciliği, ikinci kelime de çıkarcılığı sembolize eden
düşünce ve davranış kalıplarıdır.

Bediüzzaman, birinci kelimeye karşı zekat kurumunu vurgulayarak zenginin fakiri
düşünmesini önemsiyor. İkinci kelimeye karşı da üretmeden para kazanmayı sağlayan
paranın satılmasını, yani faizi onaylamayarak reçetesini sunuyor.

2002 yılında Nobel iktisat ödülünü bir psikologun aldığı ve tezinde ekonomik
hareketlilik ve risk yönetiminde psikolojik etkenlerin rolüne değindiği düşünülürse,
Bediüzzaman'ın çok önceden egoizm ve menfaatçiliğin ekonomiye zararlarını vurgulaması
çok ilginçtir.

Zenginin yoksula yardım ve şefkatle yaklaşması, yoksulun servet düşmanı olmamasında,
kin, öfke, nefret hissetmemesinde, bu düşünce sisteminin önemli rolü vardır.

Bediüzzaman'dan Samimiyet Dersleri

"Kendini gerçekleştiren ön kabul" psikolojide üzerinde durulması gereken bir
kuraldır. Kişi bir yanlışa inandığında farkında olmadan o düşünceyi beden dili ile
yansıtır. Karşı taraftan da ona paralel tepkiler alır. Böylece kendi yanlışını pekiştirmeye
başlar. Örnek vermek gerekirse, bir gelin kayın validesini kocası ile ilişkisini
bozacak kişi gibi düşünüp inanırsa, gösterdiği tepkilerle kayınvalidesini incitir.
Kayınvalide hiç kötü bir niyeti yoksa bile gelinin tutumları üzerine olumsuza inanmaya
başlar. Böylece yanlış inanç kendini gerçekleştirmiş olur.

İyi niyet kuralı olarak tanımlanacak bu yöntem, kişinin iç dünyası ile dış dünyası
arasında, yaptıkları ile söyledikleri arasında samimiyeti gerektirir.

Bediüzzaman demagojiyi şöyle tanımlar: Cerbeze, ihtilaf sebebidir ve zalim bir
hâkimdir.Bir kişinin yalnız kusurlarını görmek cerbezeliktir. Bu kişiler aldatır
ve aldanırlar. Cerbezeci kusuru sümbüllendirir, hayırlara galip hale getirmeye çalışır.

İhlas Risalesi isimli eserinde Bediüzzaman, hem kendi talebeleri arasında hem
de bütün müminler arasında ihlas ve samimiyeti yüceltmiştir. "En büyük bir kuvvet,
en metin istinad noktası, en kerametli vesile-i makasıd ihlastır" diyerek ihlas
ve samimiyeti vurgulamıştır.

"Münhasıran Allah'ın rızasını gaye-i maksat yapınız, kardeşlerinizi tenkit etmeyiniz,
faziletfuruşluk yapmayınız. Bütün kuvvetinizi ihlasta ve hakta biliniz, kardeşlerinizin
şerefleriyle övününüz" gibi talebelerine tavsiyelerde bulunmuştur. İhlas ve samimiyetin
ahlakın mükemmelliği anlamına geldiğini vurgulayarak çıkarcılığın, bencilliğin ön
planda olduğu günümüz insanlarına soyut değerlerin ego ideali olması gerektiğini
model olarak göstermiştir.

Menfaatine ters düşse bile samimi olmanın Yaratıcıyı memnun edeceğini, Onun rızasının
böyle kazanılacağını vurgulamıştır.

Kıskançlık, rekabet, düşmanlık, makam hırsı, insanların teveccühü gibi kişinin
manevi hayatını bozan ve sonuçta kavga ve tartışmalara götüren davranışların düzeltilmesine
ciddi yöntemler geliştirmiştir.

İhlas risalesini incelediğimizde, doğrulara bağlılık, insanları sevmek, iyilik
yapmak, sözünde durmak, bağışlayıcı olmak, paylaşmak, adil olmak, barışçıl, içten,
samimi, iyi niyetli olmak, şefkatli, alçak gönüllü olmak gibi ahlaki erdemlere insanları
yönlendirdiği gözlenmektedir.

Etnik Ayrımcılık ve Uzlaşma Kültürü

20. yüzyılın başlarında "Ulus devlet" vurgusu yapılarak insanlar arası ilişkilerde
kavga, baskıcılık, bencillik, kendi ırkını üstün görme, uzlaşma kültürünün karşıtı
olan rekabet kültürü kabul gördü. Bu dönemde Bediüzzaman, yazdığı Hutbe-i Şamiye,
Münazarat gibi eserlerinde uzlaşmaya vurgu yaptı. 21. yüzyılda insanlık rekabet
kültüründen uzlaşma kültürüne yöneldi. Burada Bediüzzaman'ın görüşlerinin yüzyıl
ilerde olduğunu görüyoruz. Tarihi bir bakışla Bediüzzaman'ın, seküler ahlak ve şimdiki
medeniyetle, Kur'an ahlakının karşılaştırmasını değerlendirelim.

Savaş Ahlâkı

Eski Roma'da devlet törenlerinde önde giden güç ve otoriteyi temsil eden sembol,
baltanın çevresine bağlanmış sopa demetini taşıyan Romalıydı. Elindeki bir demet
sopaya "Fascis" deniliyordu. Faşizm kelimesi buradan çıktı.

Hıristiyanlık öncesi Pagan kültürdeki bu özellik Neron'la zirveye ulaşmıştı.
Savaş tanrılarının olduğu bu kültürde şiddet kutsallaştırılıyordu. Neron öz anne
ve eşini öldürmüş bir insandı. İnsanların vahşi hayvanlara parçalatıldığı, ölümüne
dövüştürüldüğü bu fetret döneminden sonra Hıristiyanlık doğdu.

Sparta Örneği

Okumanın, yazmanın, müziğin, sanatın, edebiyatın önemli sayılmadığı, şiddet ve
savaşın kutsallaştırıldığı ilk faşist devlet Sparta idi. Atina Demokrasiyle yönetiliyordu.
Burada yaşayan Platon bile içinde yaşamadığı bu düzene hayranlığını ifade etmekten
geri durmamıştı.

Savaş ahlakının model alındığı bu sistemde yakalanmadıkça hırsızlık serbestti.
25 yaşına kadar gençler çıplak dolaşmak zorundaydı. İnsan bir hayvan türü olarak
görülüyordu. Cesur bir gençle iyi besili bir köpek arasında fark yoktu. Benzer bir
sistemde Mısır'da Firavun yönetimlerinde vardı. Askeri disipline sahip devlet sisteminde
otoriteye sorgusuz itaat emrediliyordu. Ailede çocuk ve eş babaya mutlak itaat etmeliydi.
Otoriter, yönetici sınıf kendisini üstün ırk olarak hissediyor, bu ırkı saf tutmak
için ise bebekler öldürülüyordu. Köleliğin beslendiği bu kültür "Pagan kültür" olarak
anılır.

Pagan kültürdeki bu animistik düşünce o dönemin özelliğiydi. Doğa ve doğadaki
her şeyde bir ruh ve can sahibi olduğuna inanılıyordu. Bu düşünce puta tapma, büyücülük
ve eşyaları konuşturma gibi inançları geliştirdi.

Hıristiyanlık Dönemi

Pagan kültür Hıristiyanlık döneminde önemli bir değişime uğradı. Temel ahlaki
özellikler olan barış ve merhamet kavramları ön plana çıktı. Pagan toplumlarda kan
dökmek, acı çektirmek, işkence yapmak ibadet olarak kabul ediliyordu. Savaş tanrılarını
mutlu etmek için kan dökmek gerekli bir eylemdi. Hıristiyanlık inancı bunu suç olarak
saydı. Bunun için öncelikle köleler arasında çok yayıldı.

Hıristiyanlık döneminin son yıllarında kilise pagan kültürünün baskıcı yöntemlerini
uygulamaya başladı. Püriten ahlak dediğimiz bu ahlaki özellikler kilisece çok kullanılmaya
başlandı. Dünyayı doğru, adaletli ve sevgi dolu yapmak için kendilerini Tanrı'nın
görevini yapma konumuna koydular. "Ya sev ya terk et" düşüncesi ile Katolik dünya
Endülüs Medeniyetini yok etti. Bilindiği gibi Avrupa'nın ilk hastanesi ve ilk Üniversitesini
Endülüslü Müslümanlar kurmuştu.

Püriten kişilerin silahları; çok çalışmak, kurallara bağlılık, ayrıntıya önem
vermek, hoşlanma duygusunu ertelemek, zevkleri başka yaşama bırakmaktı. Böylece
evlenmeyen, zevkleri yok sayan şövalyeler yetiştirildi. Kilise baskısının sonucu
özgürlük düşkünü insanlar Amerika'ya göç etmeye başladılar. Bunun için ABD özgürlükler
ülkesi oldu. İnsanlık tarihinin yeni döneminin tohumları atıldı. Demokrasi kültürü
kilise baskısına karşı oluşmaya başlarken paganizm yeniden ortaya çıktı.

Faşizm Dönemi

Toplumun ve insanın iyiliği için topluma ve insana acı çektiren püriten ahlak
birden Faşizm adı altında ortaya çıktı. Aydınlanma felsefesini savunanlar Hıristiyanlık
yerine paganizmi koymayı uygun gördüler. Pagan semboller kullanılmaya başlandı.
Hitler törenlerinde Robespiyer'in "Devrimci ibadeti", Jakobenlerin engizisyonun
eli kanlı savaş tanrıçaları kilisede figür olarak yerini aldı. Aydınlanma süreci
ve Hümanizmin Tanrıya ihtiyacımız yok öğretisi insanda hesap verme duygusunu yok
etti. Darwinizmden de etkilenerek bizi inorganik maddeler yarattı diyerek kendilerini
tanrı ilan eden Hitler ve Mussolini ortaya çıktı. Hitler, Mussoluni hatta Saddam
gibi çağdaş tiranlar kendi resimlerini ve heykellerini her tarafa asarak korkuyla
karışık bir itaat sağlamak istiyorlardı.

Son Tanrı "Tabiat" mı?

Evrim teorisinde "Büyük varoluş zinciri" fikri deney ve gözleme göre değil, akıl
yürütme ile oluştu.

Tesadüfi varoluş + varlıkların yaşam mücadelesi + güçlü olanın galip gelmesi
+ doğal ayıklanma + güçlü olanın yaşamasında doğanın kendi kendine oluşması kabul
ediliyor ve doğaya kutsal bir güç veriliyordu. Doğanın yaratıcı güç olduğu ateş,
su ve toprak kutsal pagan kültürün sembolleriydi.

Darwin'in, 1859'da "Türlerin Kökeni" isimli eserini yazması ve bilim çevrelerinde
onay görmesi yeni bir akımı başlatıyordu. Tabiata bilimsel yaklaşımla yaratıcılık
veriliyordu.

Sosyal Darwinizm'in Çıkısı

"Yaşam mücadelelerinde kayrılmış ırklar" tezini öne sürdü. Beyaz ırkı kayrılmış
ırk olarak gördü, diğer ırkların köleleştirilebileceğini söyledi. Böylece ırkçılığa
ve savaşa meşruiyet kazandırıyordu. Irk ıslahı (öjeni) kavramı Antik çağdaki Spartalılardan
sonra tekrar ortaya çıktı. Hitler'in ünlü kafatası ölçümleri bilinmektedir. Savaşı
biyolojik bir gereklilik olarak gören Darwinizm, ırkçı ve askeri uygulamalara haklılık
kazandırarak insanlık tarihinin en büyük savaşları olan I. ve II. Dünya Savaşlarına
ideolojik zemin hazırlamıştı.

Nietzche'nin Etkisi

Üstün insanların kuracağı aristokratik bir dünya düzenini savunan Nietzche, "sevgi,
merhamet, tevazu" gibi kavramların üstün insanın çıkışına engel olduğunu, savaşçı,
acımasız ve sert olmanın en büyük güç olduğunu söylüyordu. Semavi dinlerin ahlak
anlayışına şiddetle karşı çıkarak Roma ve Yunan Pagan kültürüne dayanan "Dünyayı
değiştirecek yeni bir Sezar'dan" söz ediyordu. Deccal (Anti Christ), Böyle Buyurdu
Zerdüşt kitapları ile "Savaş modeli"nin felsefesini oluşturmuştu. Bunun için Nietzche
için Faşizmin babası denilmektedir. Zira, Hitler Nietzche'nin kitaplarını kutsal
kitap olarak benimsemişti.

Hıristiyanlığın dünya hakimiyeti için gerekli ruhsal enerjiyi sağlayamadığını
söyleyen, bu nedenle antik çağın pagan kültürüne dönen 20. yüzyıl modernizmi Türkiye'de
de yansıma buldu. Şamanizmi aynı amaçla öne çıkaranları tarihçiler kaydetmektedir.
Fakat bu antik kültürler savaş modelini desteklediklerini göremediler. Teknoloji
ile pagan kültür birleşti ve nükleer silahlar ortaya çıktı.

Demokrasinin Doğuşu

ABD ve İngiltere aydınları insanlığın yüce değerlerinin kavga ile değil uzlaşma
ile olacağını, Sparta modeli yerine Atina modeli olan Demokrasinin çözüm olduğunu
görmeye başladılar. Batı böyle felsefi bir arayış içerisinde iken Müslüman dünyası
ortaya bir model çıkaramıyordu. Arap yarımadası, Mısır ve Pers İmparatorluğundaki
Pagan kültürü yok eden savaş, kan dökme ve ırkçılık yerine barış, uzlaşma, yardımlaşmayı
getiren İslam dini kendini ifade edemedi. Böylece barış ahlakının doğuşunu yine
Batılılar gerçekleştirdi. Özgürlük, sevgi, merhamet, uzlaşmacılık gibi semavi mesajlardan
alınan değerleri Batı kendisine tekrar mal etti. İnsanlığın son evrelerinden olan
post modernizme gelindi. Artık birey vardı, "Toplulukla birlikte hareket et ama
tek başına yürü" bireyciliği ile insanlığa barış getirmeye çalışıyor.

Küresel Ahlak Deklarasyonu

New York Üniversitesi öğretim üyelerinden Adli Tıpçı Psikiyatrist Dr. Micheal
Welner insanlık tarihinde ilk defa bir ölçek geliştirdi. Gerekçesi ise kana susamış,
hor gören, acımasız, kolayca suç işleyen insanların çoğalmasıydı.

Demokrasi içerisinde barış ahlakının yerleşmesi gerekiyordu. Bunun için 1993
yılında Chicago'da Dünya Dinler Parlamentosu "Küresel ahlak deklarasyonu" yayınladı.

Küresel ekonomi, küresel siyaset ve küresel çevre büyük krizdedir. Böyle giderse
dünya yaşanmaz olacak, tarihin sonu gelecektir. Küresel ahlak olmadan küresel düzenin
olamayacağı, insanlığın barış içinde bir arada yaşayacağı düzene ihtiyaç olduğu
vurgulanıyordu.

Kimse kendisine yapılmasını istemediği şeyi başkasına yapmamalıydı. Irksal, cinsel,
sınıfsal, bireysel her türlü egoizm reddedilmeliydi. Hayata saygılı, şiddet içermeyen
barış kültürüne ihtiyaç vardı.

Sadece insan değil, yeryüzünde her şey saygıdeğerdi. Adil ekonomik düzen olmadan
küresel barış olamayacaktı.

Vahşi üstünlük kavgaları ekonomik ve siyasi gücün yönü olmamalıydı. Aç gözlülük
kavgaya, alçakgönüllülük barışa götürürdü.

Her meslek kendi etik kurallarını geliştirmeliydi.

İnsan bilinci gelişmeden dünya asla iyiye götürülmezdi.

İki Ahlak Öğretisi*

Pagan kültürün ahlak öğretisi ile evrensel, semavi kültürün ahlak öğretileri
insanlık tarihi boyunca hep çarpıştı. Bazen biri bazen diğeri baskın oldu.

Hazır medeniyet ahlak öğretisinin Ego ideali menfaat, semavi ahlak öğretisinin
Ego ideali Yaratıcıyı memnun etmektir.

Hazır medeniyet ahlak öğretisinin dayanak noktası kuvvettir. Güç, para ve sosyal
konum kullanılarak sorunlar çözülmeye çalışılır. Semavi ahlak öğretisinin dayanak
noktası adalettir. Sorunlar adil çözüm kaygısı ile çözülmeye çalışılır. Güçlü, paralı,
makam sahibi olan değil, haklı olan lehine çözüm gelişir.

Hazır medeniyet ahlak öğretisinin yaşam prensibi mücadeledir. Yaşam bir mücadeledir.
Başarı için her şey mubahtır. "Başarılı, zengin ol, başkasını düşünmen gerekmez"
ön kabulü ile hareket edildi. Barışçıl olmayan bir rekabet öngörüldü. "Başkası açlıktan
ölse bana ne" düşüncesi beslendi. Semavi ahlak öğretisinde yaşam prensibi mücadele
yerine yardımlaşma idi. Paylaşma ahlakı "infak" kavramı içinde önerildi. Kendisinden
önce komşusunu, zayıfı, yoksulu düşünmek övüldü.

Hazır medeniyet ahlak öğretisi sosyal bağ olarak ırkçılık ve bölgeciliği teşvik
etti. Şovenizmi, üstün ırkı, üstün insanı öngördü. Sonucu kavga ve savaşlar şeklinde
ortaya çıktı. Semavi ahlak öğretisi sosyal bağ olarak din, vatan, sınıf bağını öngördü.
Kültürel değişkenliğe daha uygun bu özellikler dostluk duygusunu arttırıcı, düşmanlık
duygusunu azaltıcı nitelikteydi.

Hazır medeniyet ahlak öğretisinde kullanılan yöntem benmerkezci bireysellikti.
Rekabet ve yarışmacılık kutsallaştırıldı. Barışçıl uzlaşmacılık önemsenmedi. Yetinmemek,
doymamak gerektiği öne sürüldü. Semavi ahlak öğretisinde kullanılan yöntem sınırlı
bireysellikti. İnsan özgürdü, ama Allah'ın kuluydu. Vicdanında bir yasakçı olmalıydı,
polis korkusundan önce zihnindeki bekçiyi düşünmeliydi. Empatik iletişim gerekliydi;
sadece kendin için yaşamıyordun. Bir ailenin ve toplumun üyesiydin.

Dipnotlar

* Bediüzzaman'ın Sözler isimli eserindeki öğretiye göre uyarlandı.