The Construction of a Desire from the Ashes of Narcissism:
The Relationship Between the Identity and the Desire

Ne İstiyorsun?

Ben ne yapıyorum? Bu odanın içinde ne işim var? Burada neler oluyor? Daha kaç hasta göreceğim? Dayanabilecek miyim? Neden bazen dayanamıyorum? Niye bu kadar çok
sorun var? Üzerime sel gibi akan şeyler gerçekten ne? Üzerime sel gibi akan insanların sorunları mı? Ne istiyorlar? Ben ne istiyorum?

Bu sorular aşağı yukarı her insan için tanıdık sorulardır. Her insan bir iş yaparken, bazen duraklar ve sorar: Ne yapıyorum?

Bir terapist ne yapar gerçekten? Bir terapistin odasınde neler olur? Neler dile gelir? Zannedilir ki, insanlar bir terapiste gelir dertlerini anlatırlar ya da
bir takım şikayetleri vardır da, onları aktarıp yardım isterler. Bunlar yanlış tesbitler değildir. Ancak bunların daha ötesinde şeyler olup biter.

Bir terapistin en sevdiği soru, "Ne istiyorsun?"dur. Bu masum soru ve onun cevapları bir anda odaya dolmaya başlar. "Onu tekrar görmek istiyorum.", "Sevgisini
istiyorum", "Benimle gurur duyulduğunu duymak istiyorum", "Hiç yaşamadığım çocukluğumu istiyorum", "Sağlıklı olmak, yeniden genç olmak istiyorum. Sevilmek,
sayılmak istiyorum Yaşamımın bir anlamı olmasını istiyorum. Bir şey başarmak istiyorum. Umursanmak, önemli olmak, anımsanmak istiyorum."2 İnsan öykülerinde aynı
çığlık yankılanır: "İstiyorum! İstiyorum!".3 Yalom haklı. Biz "ne istiyorsun?" sorusunu sorunca, çığlık çığlığa "istiyorum" cevapları doluyor odaya.

"Analist, hastanın arzusunun döküldüğü kap haline gelir ve analitik çalışma bu nesnenin biçimini keşfetmeyi; ayrıca hastanın kendi ‘öteki’sini tanıyıp
kabullenmesini sağlamayı içerir" diyor Joe Kovel.4 Ben ne yapıyorum ve ben neyim bu odada? Ben, hastadan taşan arzu dalgasının döküldüğü bir kabım. FELSEFE’den
arzular taşarak geliyor. FELSEFE sorunlarını bir kağıda yazıp getirmiş. Onları bana uzatıyor. Şöyle göz ucuyla onlara bakıyorum. Onları okumak için can
atıyorum. Ama biraz sabretmeliyim. Çünkü o ağlıyor. Ağlanan bir anı kaçıramam. Ağlamak insanın arzu nesnesine ulaşamadığı, ya da onları kaybettiğinde açığa
çıkar çoğunlukla. Bu an önemli bu yüzden. FELSEFE’nin neye ağladığını bilmem, onu tanımam için çok önemli. Ağlama anlarını bu yüzden çok önemsiyorum. FELSEFE
ağlıyor, çünkü FELSEFE terkedilmiş. FELSEFE’nin asıl derdi terkedilmiş olması o zaman. "Terkedilmekten bıktım" diyor. Bu üçüncüsü. "Aşağılık insanlar. Güvensiz,
saygısız insanlar. Beni hep üzüyorlar. Her defasında hayallerimi yıkıyorlar. Aslında ben de onları hiç sevmiyorum. Bunu bana yapmaya hiç hakkı yoktu.
Umutlarımı, hayallerimi bir kez daha yıktı. Mutlu olmak istiyorum. Onunla evlenip sıcacık bir evde mutlu olarak yaşamak istiyorum."

Bir mimar olan FELSEFE’nin yaşadıkları depresyona uyuyor. Geceleri uyuyamıyor. Hayat anlamsız ve boş geliyor. Hiç bir şeyden zevk almıyor. Hayat FELSEFE için
çok karanlık. Bir dehlizde yaşar gibi yaşıyor. Bedeni külçe gibi. Öylesine yorgun ki, kolunu kaldırmak bile zor geliyor. Depresyon teşhisi koymak zor değil
FELSEFE’ye. Ama onun yazdığı nota bakmak için sabırsızlanıyorum. Terk edilen bir insana söylenecek öyle az şey var ki.

FELSEFE’den arzu dalgaları taştığını, taşacağını yazdığı notlara göz atınca anlamıştım. Dokuz tane alt alta cümle yazmıştı.

-Evin her zaman derli toplu ve tertemiz olmasını istiyorum.

-Her zaman bakımlı ve güzel olmak istiyorum.

-Herkesin benimle ilgilenmesini ve beni dinlemesini istiyorum.

-Önemli biri olmak istiyorum.

-Zengin olmak istiyorum.

-Güzel olmak istiyorum.

-Canım istediği her zaman bağırmak, çığlık atmak istiyorum.

-Ağlamak istiyorum.

-Sevilmek istiyorum.

FELSEFE’ye depresyon deyip geçemem. "Beni rahatsız eden şey nedir?" diye bir not da yazmış. FELSEFE, "Beni huzursuz eden bir benle birlikteyim. Bu ben beni
rahat bıraksın" diyor. Ona mendil uzatıyorum. Ağlamaktan rahatsız. Gözyaşlarını siliyor. Notlarına göz atmaya devam ediyorum. "Hiç bir şey istediğim gibi
gitmiyor" diye de yazmış.

İyi. Galiba birşeyleri yakaladım. Devam etmeliyim. Bir ara havadan şikayet ediyor. Havanın ne kadar sıcak olduğundan dem vuruyor. Havanın neden hep şöyle ılık
olmadığından yakınıyor. Yaklaşıyorum galiba.

İlk görüşmede dokuz tane cümlesinin "istiyorum" ile bitmesi önemli. Ne de çok duyduğum bir söz bu. Odam "İstiyorum" ile dolu. İkinci görüşmeye geldiğinde
kendini yine çok kötü hissettiğini anlatıyor. İçinden ölmek geliyor. Neden yaşasın ki? O terkedilmiş biri. Arzulanan bir insan değil. Bir arzunun nesnesi
olmamak onu kahrediyor. Yine aynı şeyi tekrarlıyor. "Hiç bir şey istediğim gibi gitmiyor". "Kendimi çok çirkin hissediyorum diyor" ve bana bakıyor. Çirkin mi
peki? Bedeninden iğrendiğini ifade ediyor. Yüzüme bakıyor. Ne tepki vereceğimi inceliyor olmalı. Benim düşüncelerimi merak ediyor. Yok. Susmalıyım. Bir şeyler
söylemek üzere. İçinde bir şey var. Dışarı çıkmak istiyor. Ben şimdi susmalıyım. Sessizlik uzuyor. Bakalım kim bozacak sessizliği. Kim sessizliğe tahammül
edemezse, genelde o bozar sessizliği. Ben tahammül etmeye çalışıyorum. Kendimi zorluyorum.

"Geçen yaz burun ameliyatı oldum." diyor.

"Ne var ki bunda?" diye geçiriyorum içimden. Burun ameliyatını şimdi niye söyledi? Bazen çok saf oluyorum. Tabi ki. Yok, sormayacağım.

"Burnumun kenarından bir operasyon geçirdim. Birazcık küçülttürdüm. Çünkü bana biraz eğri geliyordu. Ama şimdi de eğri geliyor. İstediğim gibi düzeltemedi
cerrah. Şimdi para biriktiriyorum. Yine ameliyat olacağım. Bunu size daha önce söylemedim. Çünkü beni ameliyattan vazgeçirmenizi istemiyorum."

Ameliyat olmasına ailesi şiddetle karşı çıkmış, ama o dinlememiş. Sonra kendisine de ameliyat olmasından dolayı çok kızmış. "Sanırım çirkin ördek yavrusu bile
benim kadar kompleksli değildir. Kafamın içindeki bin tane düşünceden sıkıldım."

Benlik

FELSEFE’ye rahatça narsistik kişilik bozukluğundan muzdarip birisi diyebilirim. Narsistik kişiliğe sahip insanlar diğer insanlarla etkileşimlerinde alışılmadık
düzeyde kendilerinden söz ederler. Başkaları tarafından sevilmeye ve hayranlık duyulmaya büyük bir ihtiyaç duyarlar ve görünüşte garip bir çelişki oluşturacak
şekilde, çok yüksek bir kendilik kavramlarının yanı sıra başka insanlardan haddinden fazla takdir alma ihtiyacı gösterirler. Duygusal hayatları sığdır. Başka
insanlara pek eşduyum duymazlar, başkalarından aldıkları takdir ya da kendi büyüklenmeci fantazileri dışında hayattan pek haz almazlar ve dış ilgi azaldığında
ve yeni kaynaklar kendilik saygılarını beslemediğinde, kendilerini huzursuz ve sıkılmış hissederler. Başkalarına haset ederler. Narsisist destek bekledikleri
bazı kişileri idealleştirme, hiç bir şey beklemedikleri kişileri ise (genelde eski ilahları) küçük görme ve onlara tepeden bakma eğilimi gösterirler. Genelde,
başka insanlarla ilişkilerinde onları açık bir biçimde sömürürler ve ilişkileri bazen asalak türdendir. Sanki başkalarını denetlemeye ve onlara sahip olmaya,
onları suçluluk duyguları duymaksızın kullanmaya hakları olduğunu düşünmektedirler ve çoğu zaman çekici ve davetkar bir yüzün arkasında, soğukluk ve acımasızlık
hissedilir. Çoğu zaman bu hastaların başkalarının hayranlık ve takdirine öylesine ihtiyaç duydukları için "bağımlı" oldukları düşünülür, ancak daha derin bir
düzeyde, derin güvensizlikleri ve başkalarını küçümsemeleri nedeniyle herhangi bir kişiye gerçekten kesinlikle bağımlı olamazlar.5

Gerçekten de FELSEFE bu kadar narsisistik görünmesine rağmen, kendisi ile arası iyi mi? FELSEFE’nin kendisiyle arası hiç iyi değil. "Ben kendimden nefret
ediyorum" diyor. FELSEFE hem kendisine bu kadar çok önem veriyor, hem de kendinden neden bu kadar iğreniyor? Burada bir çelişki var. Narsisizmin özündeki en
önemli çelişki budur. Said Nursi narsistleşmiş benliğin özelliğini "Yani kendi kendine delalet eder, der. Manası kendindedir, kendi hesabına çalışır, hükmeder.
Vücudu aslî, zâtî olduğunu telakki eder. Yani zâtında bizzât bir vücudu vardır, der. Bir hakk-ı hayatı var, daire-i tasarrufunda hakikî mâliktir, zu’meder. Onu
bir hakikat-ı sabite zanneder. Vazifesini, hubb-u zâtından neş’et eden bir tekemmül-ü zâtî olduğunu bilir ve hakeza.." şeklinde tanımlar. Kendini yücelten,
kendine sahip olduğuna inanan, kendi adına yaşayan ve varolan, varlığını kişiliğini ve hayatını mükemmele ulaştırmak olarak konumlandıran büyüklenmeci bir insan
kendini hem bu kadar niye sever, hem de bu kadar niye nefret eder?

Bu çelişki "ben" ile "kendilik" arasındaki ayırımdan kaynaklanıyor. Zaten kendisi de dememiş miydi: "Beni huzursuz eden bir benle birlikteyim. Bu ben beni rahat
bıraksın."

O zaman ben, onu huzursuz eden "ben"iyle irtibat kurmalıyım. Ama "ben"i huzursuz eden "ben" dediği ne? FELSEFE’nin bazen ruhuyla bazen de benliği ile
konuşuyorum sanki. Zaman zaman vicdanı açığa çıkıyor. Çünkü FELSEFE henüz herşeyiyle benlik olmamış. Benliği henüz onu yutmamış. Bu iyi bir işaret. Ona
ulaşabilirim.

"Ben kendimden nefret ediyorum" ifadesine takılıyorum. FELSEFE neden kendinden nefret ediyor? Nefret eden FELSEFE mi acaba? FELSEFE kim? FELSEFE, ben derken
kimi kastediyor?

İyi bir yerdesin. Devam et. Tabi ya. Şimdi çözülüyor sorun. Bu cümleyi sadece gramer yapısı olarak inceliyorum. "Ben", cümlenin öznesi. "Kendim" ise nesnesi.
"Ben kendimden nefret ediyorum" derken nefret eden "Ben" onun benliğini temsil ediyor. "Kendim" dediği ise benliğin kendisinin de bulunduğu akıl, kalp, şuur,
ruh, duygular gibi varoluşun tümünü kapsıyor olabilir.

Ben özne ise, ona özne olma özelliği kazandıran bilinci olmasıdır. Benliğin önemli özelliğinden biri aynı zamanda şuuru olması. Nursi’de benliği tarif ederken
"vücud-u insaniyetin kalın ipinden şuurlu bir tel"6 diyor. Bir varlık "Ben" diyebiliyorsa, zaten zorunlu olarak bilinci olması gerekir. Taşlar "Ben" diyemez.
Hayvanlar da " Ben" diyemez. Ama melekler "Ben" diyebilir. Çünkü onlar da bilinçli yaratılmış varlıklar. Ama onların benliği yok. O zaman her bilince sahip olan
varlığın benliği olması gerekmiyor. Ama benliği olması gereken varlığın bilinçli olma zorunluluğu var. Yoksa benlik benlik olmaktan çıkar.

Arthur Deikman, "Ben"ini (=I) farkındalılık, yani bilinçli olma hali ile özdeş düşünüyor.7 İnsanın içsel bir tefekküre daldığında en temel, en kişisel hissin
"Ben" duygusu olduğunu vurguluyor. Deikman, psikoloji ve psikiyatride de "Self" ile "Benlik" kavramlarının karıştırıldığından şikayetçi. "Kendilik (self)"
gözleyen değil, yani gözlenen şey olduğunu vurguluyor.

Arthur Diekmen’a göre tartışmalarda ben (I) ile kendilik (self) fena halde birbirlerine karıştırılmakta. Oysa ilk yapılması gereken şey öznelliğin çekirdeği
olan "ben" ile, fiziksel şahsın değişik özellikleri ve onun mental niteliklerince oluşturulan "kendiliğin" ayırdedilmesi. Deikman, içeriklerinden tümüyle
bağımsız çok temel bir farkındalılık olduğunu, bu temel farkındalığın gözlenemeyeceğini, çünkü bu gözlem nesnesine dönüştürülemeyen farkındalığın gözlemci "ben"
ile özdeş olduğunu düşünüyor. Ona göre Batı düşüncesi bu temel ayırımın farkında değil. Gözlem içerikleri gözlemciyle bir sanılarak hayati bir hata yapılıyor.
Doğu düşüncesi ise bu ayırımın başından beri farkında ve mental içeriklerle gözlemci selfi ayırdedebilecek bir dizi içgözlemsel teknikler geliştirmişlerdir.

"Kendilik" duygusu "Ben"in hissettiği bir duygudur. Ben kendiliği hisseder, farkına varır, gözlemler, değerlendirmelerde ve yargılarda bulunur. Bugünkü
psikolojide kullanıldığı biçimiyle ise kendilik genel olarak kişinin kendisini derinden bağlı hissettiği vasıflar ve özellikleri demetidir. Bu bağlılık o kadar
derin ve güçlüdür ki, bu özellikler ve vasıflar olmaksızın kişinin kendisini tasavvur etmesi neredeyse imkansızdır. İçimize baktığımız zaman farkına vardığımız
kendiliğimiz değil, kendiliğin temsilleridir. Dolayısı ile bir çok yazar Kendiliği, zihni temsil eden bir fikir, his ya da fantazi olarak
kavramsallaştırmıştır.8

Yeni doğan çocuk önyapılanmamış olsa da sonraki devrelere göre yapılanmış sayılır. İnsan dünyasına tepki vermek üzere önceden uyum sağlamaya hazırdır ve ilk
günlerden itibaren bu dünyaya ilgi gösterir. İlk başta çocuğun dünyayla yüz yüzeliğini, onun için temsil eden "Ben", özne, benlik yoktur. Gayet haklı olarak,
çocuğun ilk başta benliği, dünyayı, özne ya da nesneyi değil, sadece bir çeşit sürekliliği deneyimlediğini söyleyebiliriz. Zihinsel dünyanın öyküsü, bu
sürekliliğin zigotun embiryo olarak farklılaşması kadar karmaşık bir karmaşa süreci olan özne ve nesne nitelikleri farklılaşmasından ibarettir. Bu bir organdaki
farklı dokuların (kemik, damar, sinir, bağ, kas) birbiri içinde, birlikte gelişip büyümesi gibidir. Özne ile nesne arasındaki bölünme ya da ayrışma, basit bir
bölünme değildir. Bilinçli benlik duygusunun gelişimi ile birlikte özne olan kendilik de gelişmekte, gelişen kendilik bilinçli benliğin gelişimini teşvik
etmektedir. Özne yaprak yaprak nesneye açılmakta, gelişen nesne de özneye sarıp sarmalanmaktadır. Bu süreçler ileri geri oluşur ve ömür boyu karşılıklı gidip
gelirler.9

Özne ile nesne dünyaları arasında ömür boyu bir gelgit olsa da hayatın belli bir döneminde bir çeşit istikrar sağlanır ve özne bu yolla kimliğini kazanır. Yani,
"Ben" saptayan içsel bir fail olarak gelip yerleşir: "Bu benim"dir artık. Dil gelişmekte olan kişiyi alır ve toplumun şeyler düzeninin içinde bir yere sabitler.
"Ben" bir Amerikalı olur, belli bir cinsiyetten, sınıftan olur. Dil, bir çeşit bağlanmadır.

Ancak dil düşüncenin saydam bir yansıtıcısı değildir. Dil düşünceye kendini kabul ettirir.10 Yaprak yaprak açılan bilinçle birlikte dil de yaprak yaprak açılır.
Dil, bilinç, benlik birbirine sarmalanır.

Benlik insan olmanın farklılığıdır. "Cenab-ı Hakk’ın sıfât ve esmasının marifeti, enaniyete bağlıdır"11 Gelişimsel olarak yaprak yaprak açılarak inşa edilen
ene, "künuz-u mahfiye olan esma-i İlahiyenin anahtarı"dır.12 "Cenab-ı Hakk, emanet cihetiyle insana ‘ene’ namında öyle bir miftah vermiş ki; âlemin bütün
kapılarını açar ve öyle tılsımlı bir enaniyet vermiş ki; Hallak-ı Kâinat’ın künuz-u mahfiyesini onun ile keşfeder."13 İnsanın içinde inşa edilen "ben" duygusu
olan enaniyet de kendi kendine inşa edilmez. Ene bir süreç halinde yaratılır ve hep inşa edilir. Ene yaratılmıştır. İnsana verilmiştir. Ene, benlik duygusu bir
negatiflik çağrıştırır, ama Nursi, manası kendinde olmayan eneye olumsuz bakmaz. "Ene, âyinemisal ve vâhid-i kıyasî ve âlet-i inkişaf ve mana-yı harfî gibi; ve
başkasının manasını gösteren, vücud-u insaniyetin kalın ipinden şuurlu bir tel ve mahiyet-i beşeriyenin hullesinden ince bir ip ve şahsiyet-i âdemiyetin
kitabından bir eliftir."

FELSEFE’nin sorununa dönersek, FELSEFE’ye huzursuzluk veren onun benliği değildir. Kendi gerçekliğini unutmuş olan narsisitleşmiş benliğidir. Narsisitleşmiş
benlik neden FELSEFE’yi huzursuz ediyor?

Arzu

Çeşitli özne hallerimiz vardır. "Ben istiyorum", "Ben bir mektup yazdım", "Ben bir psikiyatristim", "Ben düşünüyorum", "Ben hissediyorum", "Ben hatırlıyorum",
"Ben görüyorum, işitiyorum, dokunuyorum, kokluyorum, tadıyorum", "Ben zevk ve lezzet alıyorum".14 Benlik gözlemleyen, değerlendiren, hüküm özellikleri yanında
"isteyen", yani "arzu" duyan bir varlıktır. Benlik hem hissi anlamda arzu duyarken (affective desire), hem de bilişsel düzeyde arzusu vardır (cognitive desire).

FELSEFE’ye neden burun ameliyatı olmak istediğini soruyorum. FELSEFE’nin hiç bir makul açıklaması yok. Akılcı bir neden söyleyemiyor. Söyleyebildiği tek şey
"Burnumu beğenmiyorum sadece. Başka bir neden yok. İstediğim gibi bir burnum olması için tekrar ameliyat olacağım."

"İstediğim gibi" ifadesini onun anlamının merkezine yerleştiriyorum. "İstiyorum", "İstediğim gibi" onun benliği hakkında bana önemli bir ipucu veriyor.
Arzularımızı "istiyorum" şeklinde dile getiririz.

Zihnimde bir üçgen beliriyor. Bunun adını FELSEFE’nin arzular kümesi, ya da FELSEFE’nin olmasını istediği hayatta olanlar kümesi koyuyorum. İnsanın arzuları
karşısında ne var peki? Ona da gerçek hayat, ya da varolan hayat veya takdir edilen hayat adını koyuyorum ve onu da bir daire olarak gösteriyorum.

FELSEFE neden mutsuz? Onu mutsuz eden burnunun gerçekten çirkin olması mı? FELSEFE, hayatındaki şeyler yolunda gitmeyince, daha doğrusu onun istediği şekilde
gitmeyince hayata tahammül edemiyor. "Arzu eden kişi sonlu ve yitime, yıpranmaya, ölüme maruzken, arzunun kendisi sonsuz olduğundan, sevgi ve nefretin kesişimi
varoluşsal bir ikilemdir."15 demiyor mu Joe Kovel? "Kâinat hâdiselerinden insanın heva ve hevesine muhalif olan kısım, muvafık olan kısımdan daha çoktur. Eğer
heva sahibi, bu esbab-ı zahiriyeyi görüp Müsebbibü’l-Esbab’dan gaflet etmese, itirazlarını tamamen Allah’a tevcih eder." diyor Said Nursi.16 Ancak "Heves
tahakküm eder. Heva da müstebiddir, gayr-ı zarurî hacatı havaic-i zarurî hükmüne geçirmiştir". Bu cümle insanı çarpıyor. Heva ve hevesin kendi arzularını insana
dayatması, tahakküm kurması ile zaruri olmayan ihtiyaçları zaruri ihtiyaçlar haline getiriyor. FELSEFE’ye ne kadar da tam tamına uyuyor bu tesbit! FELSEFE
hayatı ile kararlar alırken, aklının ona söylediklerini yapmıyor, heva ve hevesinin söylediklerini yapıyor. "Ben de biliyorum burnuma estetik ameliyat yaptırmak
gereksizdi. Ama isteklerim benim için önemli yine de" demişti bir keresinde. FELSEFE hevasının, yani arzularının tahakkümü altında. İnsan içinde ilk iktidar
benliğin narsisistleşmesi ve narsisistleşmiş benliğin ise arzularını mutlaklaştırması ile kurulur.

FELSEFE bir keresinde nişanlısının kendisine evlenme teklifini anlatmıştı. "Ben’im arzu ettiğim şeyi yapmadı. Bana Akmerkez’de arabasına binerken evlenme
teklifi yaptı. O zaman ondan koptum. Ne biçim adamdı bu? Ben bana çok güzel ve romantik bir ortamda evlenme teklifinde bulunmasını istiyordum halbuki." Bu olay
o kadar etkilemiş ki FELSEFE’yi bu konuyu defalarca nişanlısına gündeme getirmişti. Bunu bir enaniyet sorunu yapıyor FELSEFE. "Hevaî bir çocuk gibi, elmas
kıymetinde bulunan hasenatını, hissini okşamak için ve hevasını memnun etmek için ve hevesini tatmin etmek için, ehemmiyetsiz cam parçaları hükmündeki
lezzetlere, enaniyetlere vesile edip, kârlı işlerde hasaret eder." tanımına ne kadar uyuyor FELSEFE’nin bu davranışı. Öyle ki nişanlarının bozulmasında bu olay
çok önemli. Nişanı FELSEFE değil, FELSEFE’nin nişanlısı bozuyor. "Artık senin yaptıklarından bıktım. En ufak şeyler dert oluyor. Sana evlenme teklifi yaptığım
yeri bile dert ettin. Artık çekemeyeceğim!" diyerek nişanı bitiriyor ve bir daha görüşmüyorlar. FELSEFE’ye bunu soruyorum tekrar tekrar: "Bu davranışını nasıl
açıklıyorsun?" FELSEFE’nin mantıklı bir açıklaması var mı? Burun ameliyatında olduğu gibi aklı ikna eden, akılcı bir açıklaması yok. "Önemli olan benim
istediğim şekilde evlenme teklifinde bulunmasıydı." Dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz tekrar tekrar. "İstediğim gibi olmadı." Yani benliğimin kurguladığı,
tasarladığı biçimde olmadı. İstediği gibi olmadı ise olanların bir anlamı kalmıyor FELSEFE için. FELSEFE’nin eski nişanlısı FELSEFE’nin istediği yerde evlenme
teklifi yapsaydı, olacak olan sadece FELSEFE’nin içindeki bir arzu tatmin olacaktı. O kadarcık. Başka bir anlamı yok bunun ve bunu FELSEFE de kabul ediyor, ama
o hâlâ bu arzusunun gerçekleştirilmesi gerektiği konusunda ısrarlı.

İnsanın arzu duyması, istekleri olması patolojik bir durum mu? Arzular benlik tarafından üç farklı biçimde yaşanabilir:

1- Arzunun mutlaklaştırılması: Olmazsa olmazlaştırılması.

2- Nisbi arzu: Olmasını isterim, ama verilene razıyım.

3- Olsa da olur, olmasa da.

Arzunun birinci yaşanma biçimi narsisistleşmiş benlikler tarafından uygulamaya sokulur. Benlik arzusunu mutlaklaştırır, onu bir ilah haline getirir, kendi
varoluşu için vazgeçilmez kılar. Hayatla ilgili kesin, mutlak doğrular belirler. Nisbi arzu, kendi gerçekliğini anlamış olan, kendini Yaratıcı karşısında hiç
olarak görebilen benliklerin arzuyu uygulama biçimidir. Olsa da olur, olmasa da olur şeklindeki arzu ise narsisistleşmiş benliklerin narsisistik incinmeleri
sonucundaki kırılganlığının bir ifadesidir. Kanaatimce modernitenin postmoderniteye dönüşümünde de, mutlaklaştırılmış arzunun hiççiliğe dönüşümü (olsa da olur,
olmasa da) yatmaktadır.

FELSEFE, narsisistik kişilik bozukluğundan muzdarip biri demiştim. Narsisizm çeşitli biçimlerde tanımlanabilir: 1- Benliğe arzu yatırımının yapılması (nefret
olarak arzu da dahil). 2-Benliğin içindeki Ötekiden değer alma süreci.17

Ben bu tanımda ufak bir değişiklik yapacağım. 1- Benliğe mutlak/olmazsa olmaz anlamında arzu yatırımın yapılması (nefret olarak arzu da dahil). 2- Benliğini
içindeki Ötekiden mutlak değer alma süreci. Benliği arzuları karşısında kırılma noktasına getiren mutlaklaştırdığı arzusunun mutlak olmayan varlıklardan
karşılamaya çalışılmasıdır.

Boşa çıkan arzu (mutlaka istediğim gibi olmalı) nefrete dönüşür ve kendine yabancılaşmanın koşulları oluşmaya başlar. FELSEFE’nin benliği büyüklenerek şişmiş,
kabarmıştır. Büyüklenen her benlik önce kendini sonra da "kendiliği" sakatlar. FELSEFE’nin benliği, FELSEFE’nin kendiliğinden nefret etmektedir. Çünkü onun
mutlaklaştırdığı arzularını yerine getirememektedir.

FELSEFE’nin istekleri basit bir ev düzeni, havanın sıcaklığı, burnunun biçiminden yaptığı duaların kabul edilmesine kadar uzanıyor. FELSEFE bir Yaratıcı’nın
varlığını reddetmiyor. Hatta bazen O’na dua bile ettiğini söylüyor. Ancak hayatıyla ilgili isteklerin Yaratıcı tarafından yerine getirilmemesinden şikayetçi.
Said Nursi’ye dönemeden edemiyorum: "Cenab-ı Hakk, Hakîm-i Mutlak hazır, nâzır olduğu için, abdin duasına cevab verir. Vahşet ve kimsesizlik dehşetini,
huzuruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir. Fakat insanın hevaperestane ve heveskârane tahakkümüyle değil, belki hikmet-i Rabbaniyenin iktizasıyla ya matlubunu
veya daha evlâsını verir veya hiç vermez."

FELSEFE hayatında bir çok şeyden şikayetçi. Memnun olduğu şeyler yok denecek kadar az. Hayat onun için çekilemez bir yaşantı. Hayatla ilgili vardığı sonuçların
akılcı açıklamaları da yok. Neyin "iyi", neyin "kötü" olduğuna karar verirken FELSEFE aklını "heva ve heves"ine emanet ediyor. İçinde anlık, akli bir temele
dayanmayan istekler ve arzular var sadece. Ama kesinlikle nesnesine ulaşmak isteyen, engellenmek istemeyen bir arzular. Gerçekleşmeyince de öfkeye dönüşen ve
hayatın kötü, anlamsız, çekilmez bir yaşantı olduğu sonucunu doğuran arzularla dolu FELSEFE. FELSEFE’nin büyüklenmeci benliği arzusunu, arzu da, arzu nesnesini
mutlaklaştırıyor. Mutlaklaştıran her arzu o benlik için bir ilaha dönüşür. "Hem insanın hodgâm hevesatı ve süflî ve akibeti görmeyen hissiyatı, kâinatta cereyan
eden rahmaniyet ve hakîmiyet ve rububiyet kanunlarına mikyas ve mehenk ve mizan olamaz. Kendi âyinesinin rengine göre görür. Merhametsiz siyah bir kalb; kâinatı
ağlar, çirkin, zulüm ve zulümat suretinde görür."18 Said Nursi yine insanı uyarır: "Ey müteşekki! Sen nesin? Neye binaen itiraz ediyorsun? Cüz’î hevesini
külliyat-ı kâinata mühendis mi yapıyorsun? Kokmuş olan zevkini nimetlerin derecelerine mikyas ve mizan mı yapıyorsun? Ne biliyorsun ki, zannettiğin nimet nıkmet
olmasın. Senin ne kıymetin var ki, sineğin kanadına müvazi olmayan hevesini tatmin ve teskin için, felek çarklarıyla hareketten teskin edilsin!"19

Narsisistleşmiş benlik zayıflıktan nefret eder. FELSEFE’nin narsisistleşmiş benliği de zayıflıktan nefret ediyor. FELSEFE’nin narsisistleşmiş benliği
kendisinden ve kendiliğinden nefret ediyor. Çünkü kendilik narsisistik benliğin hevesatlarını, arzularını yerine getiremiyor. Benlik de bu yüzden FELSEFE’yi çok
zayıf görüyor ve onu aşağılıyor, horluyor. Narsisistleşmiş benlik onun varoluşu içinde ötekileşmiş olarak kalıyor. Narsisistleşmiş benlikle varoluş birbirine
yabancılaşıyor, birbirinden kopuyor.

FELSEFE, marazi açlığını tatmin etme yoluyla kendini zehirliyor. İnsani kötülüğün en önemli koşulu kötü yürekli olmak değildir. Aksine FELSEFE çok yufka yürekli
bir insan. Çok yardımsever. Karıncaları bile incitemez. Ama nasıl oluyor da kendini bu kadar incitebiliyor? İnsani kötülük asla orada olmayanı arama ve olanın
yadsınmasıdır. FELSEFE’nin kendine kötülüğü de buradan kaynaklanıyor. Asla gerçek hayatla, varolan hayatla FELSEFE’nin arzuladığı hayat üst üste çakışamıyor.
FELSEFE istediği hayatı gerçek hayatın içine sokmaya çalışıyor. Bu ise hayatını mahvediyor. Kendini yok ediyor, kendini yanlış buluyor, kendini eğiyor. Sonra da
hayatı. "Hayat çok rezil bir yer" diyor. "Bazen güneşin batışından bile iğreniyorum. Bir arkadaşım derdi sık sık, hayat bir hastalık diye. Hayat ve evren bir
hastalık bence." Said Nursi’ye dönemeden edemiyorum. "Onların dalaleti fenden, felsefeden geldiği için acib bir gurur ve garib bir firavunluk ve dehşetli bir
enaniyet onlara verip nefislerini öyle şımartmış ki, kâinatı idare eden İlahî kanunların şualarını ve insan âleminde o hakaikin düsturlarını süflî hevesatlarına
ve müştehiyatlarına müsaid görmediklerinden (hâşâ! hâşâ!) eğri, yanlış, noksan bulmak istiyorlar."20

FELSEFE kendini bir ölü gibi hissediyor. Ama yine de ölülerden farklı tarafları var elbette. Arzu olmadan dünya yalnızca şeyleri, ölü yığınları içerir. O halde
arzu, tarih tarafından reddedildiği kadar tarihin gereksinim duyduğu bir şeydir de. Arzu ölü şeylerden "bizim için şeyler", yani nesneleri yapar. Öyleyse arzu
aynı zamanda benliği bir nesneyle kaynaştırmaya duyulan özlem ve hem benlik, hem de nesnenin oluşumudur. FELSEFE depresyonda. Sanki arzuları sönmüş gibi. Ama
onun sönmüş arzuları ölü bir insanınki gibi değil. FELSEFE bir köşeye çekilmiş, büzüşmüş gibi yaşıyor. Arzularını kaybetmiş görünüyor, ama kaybolan arzularından
muzdarip ve bu durumdan kurtulma arzusu ile yanıp tutuşuyor. Eski iyilik hallerini arzuluyor.

Narsisistik arzular metal bir levha üzerindeki elektrik yükü gibi her tarafına yayılmıştır FELSEFE’nin. FELSEFE mutsuzdur. Hiç bir şey onu hoşnut edemez. Ve
onun için hiç bir şey yeteri kadar iyi değildir. Çünkü hiç bir şey onun narsisistik arzularına göre işlememektedir. Daha ilk seansta söylememiş miydi? "Hayat
hiç bir zaman istediğim gibi gitmiyor". FELSEFE nadir olarak kendini hissetmiş hayat boyu. Kendine lanetler yağdırmakla dev aynasında görme uçları arasında
gidip gelmiştir. Birinci durumda, şiddetli tiksinti çevresinde herşeyi yakıp yıkarken, ikinci durumda gücü mıknatıs gibi herşeyi iter. Ve bu durum sırayla
çıkmaz. Birlikte varolur. Ara sıra biri öteki pahasına bilince hükmeder. Ama daha genelde birbirlerini iptal ederek bütün duyguları dumura uğratılır.

Benlik narsisistleştiği anda önce kendini yok ediyor, kendini yakıyor ve küle dönüşüyor. FELSEFE narsistik küllerinden arzu inşa etmeye çalışıyor. FELSEFE’nin
benliği narsisistleştiği andan itibaren kendini gerçekleştirme, kendini adama tarzında hayata anlam ve hedef sağlayıcı pek şey bekliyor. Benliği şiştiği anda
içi de boşalıyor. FELSEFE’nin narsisistleşmiş benliğinin külleri savruluyor ve arzuları sağa sola savrulmuş bu külleri bir araya getirerek yeniden kendini
kurmaya çalışıyor.

Narsisizmin Dereceleri

FELSEFE, hangi derecede narsisizimden muzdarip? Bu konuda bilimsel literatürde farklı sınıflandırmalar mevcutsa da ben Said Nursi’ye başvuracağım. Nursi, enenin
çeşitli hallerinden bahseder:

"Hem meslek-i felsefenin esasat-ı fasidesindendir ki: Ene, kendi zatında hava gibi zaif bir mahiyeti olduğu halde, felsefenin meş’um nazarı ile mana-yı ismi
cihetiyle baktığı için; güya buhar misal o ene temeyyu edip, sonra ülfet cihetiyle ve maddiyata tevaggul sebebiyle güya tasallub ediyor. Sonra gaflet ve inkar
ile o enaniyet tecemmüd eder. Sonra isyan ile tekeddür eder, şeffafiyetini kaybeder. Sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. Nev’-i insanın efkârıyla şişer.
Sonra sair insanları, hattâ esbabı kendine ve nefsine kıyas edip, onlara -kabul etmedikleri ve teberri ettikleri halde- birer firavunluk verir. İşte o vakit,
Halık-ı Zülcelal’in evamirine karşı mübareze vaziyetini alır.
der. Meydan okur gibi Kadir-i Mutlak’ı acz ile ittiham eder. Hatta Hâlık-ı Zülcelal’in evsafına
müdahale eder. İşine gelmeyenleri ve nefs-i emmarenin firavunluğunun hoşuna gitmeyenleri ya red, ya inkar, ya tahrif eder."21

Nursi’ye göre enenin nötr hali hava gibi zayıf bir mahiyete sahip olmaktır. Eğer ene, kendine kendi adına bakarsa, kendini ve diğer nesneleri kendini
seyredebileceği bir aynaya dönüştürürse, o zaman hava gibi olan benlik buhar gibi bir mahiyet kesbeder. Gaflet ve inkara kadar giden bir ene ise giderek
katılaşmaya başlıyor. İsyan ile mahiyeti bozulmaya başlar, baştaki hava olma özelliğini yitirerek taşlaşır.

Enenin bu hallerinin önemli bir özelliği vardır ki, Nursi’nin bu analojiyi kullanmasındaki muhteşemlik kanaatimce de budur: Havadan buhar olmaya, kar olmaya,
buz olmaya karşılıklı geçişler olabilir. Yani bunlar değişmez, sabit oluşlar değildir. İman sahibi insanlarda taşlaşmış bir narsisistleşmeye varmamak koşuluyla
bunlar arasında geçişler yaşayabilir. Ben buna "Geçici narsisistik durumlar" adını vermeyi yeğliyorum. Hava, buhar, kar, buz biçimindeki benlik hâlâ mahiyetini
kaybetmemiştir. Kişinin benliği firavunlaştığında ise artık değişim imkanını yitirmiştir. Çünkü taşlaşan benlik yaratıldığı mahiyetinden uzaklaşmış, özelliğini
yitirmiş ve değişme imkanını da elden kaçırmıştır.

İman sahibi insanların benliklerindeki bu geçişkenlikle iyi bir örneği günah-ı kebairi işleyen insanlar için Said Nursi’nin değerlendirmesinde bulabiliriz:
"Tevehhüm ve heves ve his, ileriyi görmüyor, belki inkar ediyorlar. Nefis dahi yardım etse, mahall-i iman olan kalb ve akıl susarlar, mağlub oluyorlar. Şu halde
kebairi işlemek, imansızlıktan gelmiyor, belki his ve hevesin ve vehmin galebesiyle akıl ve kalbin mağlubiyetinden ileri gelir."22

Felsefe’ye Ne Olacak?

FELSEFE’nin sonu ne olacak? Bunun cevabını bilmiyorum. FELSEFE’nin yaşamı hepimizin yaşamı gibi zor. Çünkü hep birlikte "narsisistik arzu çağı" olarak
adlandırmayı tercih ettiğim bir çağda yaşıyoruz. Biz bu gemide hep birlikte gidiyoruz. Ben ona ne yapacağım? Ya da daha doğru bir soru: Ben ona ne yapabilirim.
Cevabı Lacan’dan dinleyelim:

"Psikanaliz, özneye gene öznenin yardım etmesini sağlarken hastayı ancak ‘sen busun’ gerçeğinin esrimeli sınırına, ölümlülük yazgısının anahtarına kadar
götürebilir. Fakat onu gerçek yolculuğun başladığı yere, yani insanın kendisine başladığı an‘a ulaştırmak, tek başına biz pratisyenlerin elinde değil."23

Öz

İnsan kendiliği (self), öteki varlıklar ve hayat ile ilgili düşünce üreten bir varlıktır. İnsanın kendisi, öteki ve hayatla bağlantısını sağlayan bağ anlam bağı
olup, yaşananların anlamına ulaşma ihtiyacı bir düşünce üretimini de gerekli kılar. Düşünce üretimi sadece düşünürlerin, felsefecilerin işi değil, her insan
için hayatını yaşarken bir zorunluluktur. Varlıkla ilgili düşünce üretimini yapan bir alet olarak akıl ya vahyi bilgiye dayanacak ya da heva ve hevesin elinde
bir alet olarak yerini alacaktır. Vahye dayalı düşünce sistematiği aklı kullanmayı dışlamadığı gibi, vahye dayalı olmayan düşünce sistematiğinin de akılcılık
olduğu söylenemez. Yazarın bu yazıda ortaya koymaya çalıştığı şey, vahye dayalı olmayan düşünce sistematiğinin akılcılık olmadığı, aklı heva ve hevesin elinde
bir alet olarak kullanmak olduğu tezidir. Yazar ayrıca heva ve hevesin sadece nefsani hisleri tatmin etmeye yönelik olmadığını, heva ve hevesin bilişsel
(cognitive) yönü ile de kendini ortaya koyabileceğini göstermeye çalışacaktır.

Abstract

The human being thinks continuously about himself, other creatures and life. The semantic tie provides the link between the self, other and life of human
beings. This need to reach meanings of the experiences necessitates thinking process. The thinking process is not addressed particularly to philosophers, but it
is a requirement for every man during his life. The reason as an instrument producing ideas about the existence will either be based on the revealed knowledge
or it will be an instrument by human desires and urges. It is certain that the thought system based on revelation does not exclude the usage of reason. It
cannot be argued also that any systematic thought not based on revelation should be rationalistic. The aim of the author of this text is a thesis that any
systematic thought not based on revelation was not necessarily rationalist, but they used reason in the hands of the desire and urges. The author will also try
to show that the desire was not only for the satisfaction of the bodily wishes, but it could also illustrate itself with its cognitive aspect.

Dipnotlar

1. Açıklama ve bir not: Buradaki anlatım tümüyle kurgusaldır. Kurgudaki hastanın isminin Felsefe olarak tercih edilmesi kasdidir. Yazarın ortaya koymaya
çalıştığı kurama göre; kişi kendisi (self), öteki (other) ve hayat (world) ile ilgili bilgi üretimini vahiyden bağımsız olarak gerçekleştiriyorsa, bu düşünce ve
bilgi üretimi sürecinin sanıldığı gibi "akılcılık" olmayıp, heva ve hevese (arzu) dayalı olduğudur. Yani vahye dayalı bilgi üretimi ile vahye dayalı olmayan
bilgi üretimi arasındaki temel fark; aklın bir alet olarak kullanılıp kullanılmadığı değil, aklın heva ve hevese göre mi, yoksa vahye dayalı olarak mı
kullanıldığıdır. Ayrıca buradaki felseden kasıt, tüm felsefi sistemler değildir. Said Nursi’nin Emirdağ Lahikası’nda (1. cild, s. 181) "Risale-i Nur’un şiddetli
tokat vurduğu ve hücum ettiği felsefe ise mutlak değildir, belki muzır kısmınadır. Çünki felsefenin hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye ve ahlâk ve kemalât-ı
insaniyeye ve san’atın terakkiyatına hizmet eden felsefe ve hikmet kısmı ise, Kur’an ile barışıktır. Belki Kur’an’ın hikmetine hâdimdir, muaraza edemez. Bu
kısma Risale-i Nur ilişmiyor." biçiminde vurguladığı felsefe türüdür. Bu makaledeki felsefe Kur’an ile barışık olmayan felsefe yerine kullanılmıştır.

2. Yalom: Love’s Executioner and Other Tales of Psychoterapy, Basic Books. s. 3.

3. A.g.e., s. 4.

4. Joel Kovel, Arzu Çağı, Ayrıntı Yayınları, 2000, s. 108.

5. Otto Kernberg, Borderline Conditions and Pathological Narcisssizm, Jason Aronson Inc., s. 228.

6. Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Envar Neşriyat, s. 537.

7. Arthur J. Deikman, Journal of Consciousness Studies 3, No. 4 (1996), s. 350-6.

8. N. Gregory Hamilton, Self and Others, Jason Aronson, 1988, s. 21.

9. Arzu Çağı, s. 106.

10. Saffet Murat Tura, Freud’dan Lacan’a Psikanaliz, Genişletilmiş İkinci Basım, Ayrıntı Yayınları, s. 90.

11. Sözler, s. 536.

12. A.g.e., s. 536.

13. A.g.e., s. 536.

14. Arthur J. Deikman, Journal of Consciousness Studies 3, No. 4 (1996), s. 350-6.

15. Arzu Çağı, s. 111.

16. Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, Envar Neşriyat, s. 237.

17. Arzu Çağı, s. 148.

18. Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, Envar Neşriyat, s. 611.

19. Mesnevi-i Nuriye, s. 193.

20. Şualar, s. 724.

21. Sözler, s. 543.

22. Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, Envar Neşriyat, s. 77.

23. Frued’dan Lacan’a Psikanaliz içinde, s. 76.