Our Prophet (Pbuh) and Civilization of Love

Allah Resûlünü (a.s.m) daha iyi anlamak, onu daha güzel tanımak
ve gönüllerdeki müstesna yere taşımak mü’minler için imanî bir mükellefiyettir.
İmanî bir mesuliyettir; zira O’nun örnek hayatı incelendiğinde görülecektir ki,
Yüce Yaratıcı’yı en kâmil vasıflarıyla tanımanın, buyruklarına sadakatle
bağlanmanın, birlikte aynı ortamı paylaştığı insanların dertlerine ortak
olmanın, yardımlaşmayı ve dayanışmayı vicdanî bir görev bilmenin, insanlara sırf
insan oldukları için sevgi ve saygı duymanın, intikam yerine bağışlayabilmenin
en mükemmel örneklerini O’nun yaşantısında görmekteyiz. Nitekim Yüce Allah da
O’nu bizim için her konuda yegane model olarak göstermiştir: "And olsun ki,
sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çokça anan
kimseler için Resûlüllah (Allah’ın Elçisi) en güzel örnektir." (Ahzab, 33/21)

O halde, hakiki mü’min, kendine örnek edineceği bu ideal insanı
-Yüce Allah’tan sonra- kendi canından, malından, her şeyden ve herkesten daha
çok sevecek ve onu kendisine rehber edinecektir. Çünkü mü’min, Allah Resûlü’ne
(a.s.m), O’nu sevmek ve O’na itaat etmek üzere iman etmiştir. Onu gereği gibi
sevmez ve emirlerini yerine getirmezse O’na olan imanının elbette bir manası
kalmayacaktır.

Karanlıklar Çağını Aydınlatan Sevgili

Allah Resûlü’nün (a.s.m) Mekke’de birlikte yaşadığı toplum,
insanlık adına tam bir karanlıklar çağını (Cahiliye dönemi) yaşıyordu. İnsanî
erdemlerin tümüyle yok sayıldığı, insanlık dışı uygulamaların pervasızca
sergilendiği, kabalığın, hodgamlığın, cana kıymanın, malı talan etmenin hüküm
sürdüğü, güçlünün egemen olduğu bir çağdı bu Cahiliye çağı. Kadınların
aşağılandığı, kız çocuklarının acımasızca diri diri toprağa gömüldüğü, her
ortamda sefilliğin hüküm sürdüğü gün gibi aşikardı.

İstiklal şairimiz merhum Mehmet Akif o dönemi şöyle tasvir
ediyor:

"Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta,
Dişsiz mi bir insan onu kardeşleri yerdi."

Böyle bir toplum yapısından Asr-ı Saadet neslini oluşturmak,
Allah’ın Resûlüne bahşettiği büyük bir bahtiyarlıktır. Allah’ın yardım ve
inayetiyle O bunu başarmış ve insanlığın kurtuluşuna vesile olmuştur. İşte bu
mucize nasıl gerçekleşmişti? Bunu sağlayan iksir neydi? Bu toplumu saadet asrına
taşıyan olmazsa olmaz ilkeler nelerdi?

Hiç şüphesiz Efendimiz’in (a.s.m) beşeriyete ve aynı zamanda
bütün mahlukata karşı gönülden hissettiği “sevgi, şefkat ve merhamet” duyguları
bu muvaffakiyetin en etkili amilleriydi. O çağı mutluluk asrına dönüştüren,
Cahiliye toplumuna insan olduklarını hatırlatan işte bu sihirli iksirdi. Bu
mucizevî dönüşüm, yüce Allah’ın “âlemlere rahmet olarak gönderdiği” elçisine
eşsiz yardım ve inayeti sayesinde böylesi insanî erdemlerle gerçekleştirilmişti.

Yüce Allah elçisini, sevgi ve rahmet haleleriyle donatmış ve bu
sayede insanlığa ve tüm mahlukata yeniden nefes aldırmış, canlılık
kazandırmıştı.

Sevgi-İman İlişkisi

Sevgi ışık gibidir, sevgisizlik de karanlık. Kaynaksız ışık
olmayacağı gibi, kaynaksız sevgi de olmaz. Sevginin kaynağı ise, yüce Allah’tır.
Sevgi ırmağı Allah’tan (c.c.) çağlar. O, el-Vedûd olandır. Hem sever, hem de
sevgi ister. Allah, özünde ve işinde sevgiyle doludur.

Sevgi, mahlûkat ağacının tohumudur. İnsan, sevgi tohumunun
meyvesidir. Meyve (insan), köküne olan sadakatini sevgiyle ispat eder.
Efendimiz, sevginin imanla bütünleşmesi gerektiğini, imanla elde edilecek
neticenin ancak mahlukatı sevmekle mümkün olacağını ifade buyurmaktadır: “Canım
kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, iman etmedikçe Cennete giremezsiniz,
birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Aranızda birbirinizi sevmeyi
gerçekleştirecek bir şeyi size haber vereyim mi? Selamı aranızda yayınız!”
(Tirmizi, Sıfatü’l-Kıyâme, 56)

Allah-kul ilişkisinde sevgi çok yüksek bir payeye sahiptir. Bu
nedenle, Mü’minler en çok Allah’ı severler. Allah sevgisi her şeyin üstündedir:
“İman edenler her şeyden daha çok Allah’ı severler”. (Bakara, 2/165)

Allah’a kul olmak maksadıyla yaratılmış insanoğlu, kulluğu en
kamil manada ifa edebilmek için gerektiğinde Allah için bütün sevdiklerini bile
feda etmeyi göze almak durumundadır. Kur’an, buna şöyle işaret eder: "De ki:
Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız,
kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız
meskenler size Allah’tan, Resulünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha
sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar
topluluğunu hidayete erdirmez." (Tevbe, 9/24)

Allah’a karşı duyulması gereken bu sevgi, Peygamber’ine (a.s.m)
itaat ve O’nun buyruklarına uymak şeklinde müşahhas bir olguya dönüşmelidir.
Allah sevgisi, Peygamber’e (a.s.m) iman ve O’nun yolundan yürümeyi gerektirir:
“De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve
günahlarınızı bağışlasın. Allah çok merhametli ve bağışlayıcıdır. De ki: Allah’a
ve Peygamber’e itaat edin! Eğer dönerlerse muhakkak ki Allah, kafirleri sevmez.”
(Âl-i İmran, 3/30-32)

Ayetteki hitap, sebeb-i nüzûlünden de anlaşıldığı gibi (ki, ayet
Necran Hıristiyanlarının Allah’ın sevgili kulları oldukları iddiası üzerine
inmiştir), özellikle inanmayanlara olduğuna göre, Resulüne iman ve itaat olmadan
Allah’a iman, O’nu sevme ve O’na itaat iddiası geçerli bir iddia olarak kabul
edilmemektedir. Bu sebeple, Yüce Allah bu ayet-i kerimede kendisini gerçekten
sevenleri Peygamberine itaate davet etmektedir. O halde, Allah sevgisine giden
yol, Resulüne itaatten geçmektedir.

Allah’ı ve Elçisini seven kişi, hesap gününde de sevdiği ile
birlikte olacaktır: Allah Resûlünün Ashabından biri O’na: "Kıyamet ne zaman
kopacak?" diye sorar. O da: "Kıyamet için ne hazırladın?" diye karşılık verir.
Sahâbi: "Ey Allah’ın Elçisi! Benim öyle çok fazla amelim yok. Lâkin Allah ve
Resûlünü çok seviyorum" deyince Allah Resulü: "(Tasalanma!) Kişi sevdiğiyle
beraberdir." buyurur. (Buhârî, Edeb, 96)

Yalnızca Allah İçin Sevmek

Sevgiyi sadece Allah’a has kılmak, sevgiden hasıl olacak
neticeye vasıl olmanın olmazsa olmaz şartıdır. Allah Resulü, imanın tadını
alabilmenin en belirgin kıstaslarından birinin, sevdiğini sadece Allah için
sevmek olduğunu ifade etmiştir: "Her kim şu üç niteliği taşırsa, o kimse imanın
tadını alır: Allah ve Resûlünü her şeyden daha çok sevmek; sevdiğini yalnızca
Allah için sevmek ve (imandan sonra) tekrar küfre dönmeyi, ateşe atılacakmış
gibi çirkin (ve tehlikeli) görmek." (Buhari, İman, 9)

Ayrıca Resûlü Ekrem (a.s.m) kıyamet günü, yalnızca Allah için
birbirini seven insanların Allah’ın gölgesinde (himayesinde) gölgelendirilecek
bahtiyar kimselerden olacağını şöyle ifade etmekedir: “Yüce Allah kıyamet günü,
‘Nerede Benim rızam için birbirini sevenler? Benim gölgemin dışında hiçbir
gölgenin bulunmadığı bu gün onları gölgelendireceğim, diye nida eder.” (İbn
Hanbel, Müsned, II, 370)

Yüce Allah’ın sevgisi ve hoşnutluğu kazanıldığında, bu, sahibini
mesut eden en yüce hasletlerden biri olmaktadır. Zira Allah kulunu bir kez
sevdiğinde, sema ehlinin ve müttaki kullarının ona karşı sevgisini artıracağını
vaat ediyor. Allah Resûlü buyuruyor ki: "Allah bir kulu sevdiği zaman Cibril’e:
‘Allah falanı seviyor, onu sen de sev!’ diye nida eder. Cibril de o kulu sever.
Akabinde Cibril gök ahâlîsine: ‘Allah falan kulu seviyor, onu siz de seviniz!’
diye nida eder. Gök ahâlîsi de o kimseyi sever. Sonra yerde(ki insanların
gönlüne) o kimse adına kabul ve sevgi konulur (da o kul, onu tanıyan
Müslümânların sevgisine mazhar olur)" (Buhari, Bed’ü’l-Halk,6)

Sevginin Amelî Boyutu/Tezahürleri

Sevgi mücerret bir duygudan ibaret değildir. Sevginin insan
hayatında müşahhas bazı belirtileri ve tezahürleri de vardır. Bu belirtiler,
kişinin gönlündeki sevginin varlığını dışarıya yansıtmaktadır. Sevginin bilfiil
amele dönüştüğünü gösteren tezahürler nelerdir? Hangi duygu ve davranışlar sevgi
eksenlidir? Şefkat ve merhametin sevgi ile ilişkisi var mıdır? Bu gibi sorular,
sevginin müşahhas bir niteliğe sahip olup olmadığını göstermeye matuftur.

1. Sevgi, her şeyden önce kardeşlik, birlik ve dostluğun
gelişmesini ve toplumsal hayatın güçlenmesini sağlayan önemli bir dinamiktir.
İslam toplumunun temeli sevgi üzerine bina edilmiştir. Kur’an’ın bu konudaki
işaretleri çok açıktır:

“Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a) sımsıkı sarılın;
parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize
düşman kişilerdiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti. Ve O’nun nimeti
sayesinde kardeş olmuştunuz…” (Âl-i İmrân, 3/103)

“Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını
düzeltin ve Allah’tan korkun ki esirgenesiniz.” (Hucurât, 49/10)

Allah Resulünün Medine’de gerçekleştirdiği Ensar ile Muhacirler
arasındaki kardeşlik, dillere destandır. Allah’ın bir lütfu olarak kurulan bu
kardeşlik sayesinde, Müslümanlar birbirlerine kenetlenmiş, gönüller bir olmuş,
dostluğun ve dayanışmanın en güzel örnekleri bu toplumda sergilenmiştir. Kur’an
buna şöyle işaret eder:

“Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı
yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri severler; onlara
verilenler karşısında içlerinde bir burukluk hissetmezler; kendileri zaruret
içinde bulunsalar bile onları kendilerinden önde tutarlar. Nefsinin
tamahkarlığından korunabilmiş kimseler, işte onlar saadete erenlerdir.” (Haşr,
59/9)

Dolayısıyla sevmek, manevî kardeşliği, hakiki dostluğu, kalpler
arasında içten bir bütünleşmeyi, gerektiğinde sevdiğiyle bütünleşmek adına her
şeyi göze alabilecek kadar güçlü bir diğergamlık kaynağıdır. Bu haliyle sevgi
artık fiilî ve amelî bir olguya dönüşmüş olmaktadır.

2. Sevgi, fedakarlık, yardımlaşma ve dayanışma şeklinde de
tezahür etmektedir. Seven, sevdiği için gerektiğinde her şeyini feda edebilen
insandır. Kur’an, iyi bir kul olmanın ve fazilete ermenin yolunu şöyle
gösteriyor:

"Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça, gerçek
iyiliğe asla erişemezsiniz. Her ne harcarsanız Allah onu hakkıyla bilir.” (Âl-i
İmrân, 3/92)

Medine’de Ensar ile muhacirler arasında akdedilen kardeşlik
anlaşması, bu yönüyle fedakarlığın ve paylaşmanın en güzel örneklerinin
sergilenmesini sağlamıştır. Ensar, karşılığını yalnızca Allah’tan bekleyerek
Muhacirleri bağrına basmış, kendileri muhtaç olsalar bile, paylaşabilecekleri
her şeylerini onlarla paylaşmaktan çekinmemişlerdi. Kur’an bu hadiseyi şöyle
tasvir eder:

"O kimseler ki iman edip hicret ettiler ve mallarıyla,
canlarıyla Allah yolunda cihad ettiler. O Ensar ki, Muhacirleri barındırdılar ve
onlara yardım ettiler. Onlar birbirinin velileridirler" (Enfâl, 8/72)

Allah Resûlü’nün şu sözleri onlar için uyulması gereken güzel
bir prensip olarak benimsenmiş ve Sahabe kendileri için arzuladıkları her şeye
kardeşlerini de ortak etmişlerdir: "Sizden biri kendisi için sevip istediği şeyi
kardeşi için de istemedikçe, gerçek mü’min olamaz." (Buhari, İman, 7)

İşte Resûlüllah’ın (a.s.m) bu teşvikleri, Ensar’dan Sa’d b.
Rebi’nin Abdurrahman b. Avf’a şu teklifte bulunmasıyla yankı bulmuştu:
“Kardeşim, bak ben Ensar’ın en zenginiyim. Malımın yarısı benim yarısı da senin.
Hatta iki hanımım var, birini beğen, adını söyle, senin için ondan boşanayım ve
onunla seni nikahlayayım.” Abdurrahman bu civanmert teklife: “Kardeşim, malının
ve eşlerinin hayrını gör. Sen bana çarşının yolunu göster yeter.” diye aynı
kadirşinaslıkla karşılık verir. Abdurrahman b. Avf daha sonra Medine’nin en
zenginlerinden biri olur. (Buharî, Menakıbu’l-Ensar, 3)

Bu düzeyde bir kardeşlik, insanlık tarihinde eşi benzeri
görülmemiş, eşsiz bir sosyal dayanışma örneğidir. İslam’ın yayılması, ancak bu
kıvamda sevgi ve dostluk duygularıyla birbirlerine kenetlenmiş böylesi bir
topluma nasip olmuştu. İşte bu sebeple olmalıdır ki, Allah Resûlü, Ensar’ın bu
fedakarca tavrı nedeniyle imanı şöyle tanımlamıştır: "İmanın alâmeti Ensâr’ı
sevmek, münafıklığın alâmeti de Ensâr’a buğz etmektir" (Buhari, İman, 10)

3. Mü’minin gönlüne taht kurmuş sevgi halesi, “yaratılanı
Yaratan’dan ötürü hoş görmeyi” zorunlu kılacak bir erdeme dönüşünce, “affedip
bağışlamak” da artık bir hayat tarzı haline gelecektir. Resûlü Ekrem’in (a.s.m)
bu yönde ortaya koyduğu kılavuzluk da, Yüce Allah’ın O’nu bilhassa
yönlendirdiğini bize göstermektedir: “Sen yine de affa sarıl, iyiliği emret ve
cahillerden yüz çevir.” (A’râf,7/199) “İçlerinden pek azı hariç onlardan daima
hainlik görürsün. Yine de sen onları affet ve aldırış etme! Şüphesiz Allah,
iyilik yapanları sever” (Mâide,5/13)

Peygamber (a.s.m), kendi şahsına karşı işlenen suçları
bağışlamış ve hayatının her aşamasında bu ilkeye bağlılığını açıkça
göstermiştir. İnançlarını serbestçe yaşayabilecekleri bir yurt arayışı içinde
vardıkları Taif şehrinde, Sakif kabilesinin taşlı sopalı saldırısına uğradığı,
mübarek ayakları kanlar içinde kaldığı, bütün ümidi ve elleri boşa çıktığı bir
anda dahi, saldırganlara beddua değil, onların ıslah ve hidayetleri için,
ellerini açıp Allah’a dua eden de o Rahmet Elçisi’dir. (İbni Hişâm, es-Sîre,
2/61-62)

“Bizi öldürmeye gelen bizde dirilsin!” felsefesiyle kendisini ve
Ashabını yok etmek isteyenlerden intikam almayıp onları affederek gerçek hayata
kavuşturan, kendisini Mekke’den kovanları elleri kolları bağlı bir şekilde
Mekke’yi fethettiğinde, Hz. Yusuf’un kardeşlerine dediği gibi “Bugün sizi
kınayacak değilim. Haydi gidin, serbestsiniz!” diyen de yine o şefkatli
Resûl’dür. (İbn Kesîr, el-Bidâye, I/301)

Çok sevdiği amcası Hz. Hamza’yı şehit eden Vahşî’yi bile her
şeye rağmen affedip bağışlamış ve ona yazdığı mektupta onu İslam’a davet ederek
Allah’tan ümidini kesmemesi gerektiğini ifade etmek üzere ona şu ayeti
hatırlatmıştı: “De ki: Ey kendi nefislerine karşı haddi aşan kullarım! Allah’ın
rahmetinden ümidinizi kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz
ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Zümer, 39/53)

4. Sevginin hakim olduğu gönüllerde en çok görülecek olan
“şefkat ve rahmet” duygularıdır. Sevginin temeli, şefkat ve merhamettir.
Merhamet olmayan yerde sevgi, sevgi olmayan yerde de şefkat ve merhametten söz
etmek mümkün değildir.

Yüce Kur’an Allah Resûlü’nün bu yönünü bizlere şöyle tanıtıyor:
"Andolsun, size içinizden öyle bir elçi gelmiştir ki, sıkıntıya uğramanız ona
ağır gelir. O, size çok düşkündür. Mü’minlere çok şefkatli ve çok
merhametlidir.” (Tevbe, 9/128)

Yüce Allah, bu ayet-i kerimede Hz. Peygamber’in (a.s.m) müminlere
duyduğu şefkat ve merhametini ifade ederken, kendi Zatı’na mahsus iki sıfatını;
yani “Raûf ve Rahîm" (çok şefkatli ve çok merhametli) sıfatlarını peygamberleri
arasında sadece Resûlü Ekrem (a.s.m.) için kullanmıştır ki, bu, O’nun için çok
büyük bir bahtiyarlıktır.

Allah Resûlü sadece Ashabını değil, kendisine inanmayanları da
düşünüp akıbetlerinin ıstırabını içinde duyuyor ve onların da kurtuluşa ermeleri
için kendisini heder edercesine gayret sarf ediyordu. O’nun bu çabası bir ayet-i
kerimede şöyle ifade edilmiştir: "Onlar (senin davana) inanmıyorlar diye
nerdeyse kendini helak edeceksin!" (Şuara, 26/3)

Onun bu durumu Kur’an’da bir kaç yerde daha ifade edilmiş ve
yüce Allah O’na, görevinin insanları hidayete erdirmek değil, sadece anlatmak ve
uyarmak olduğunu belirtmiştir. (Âl-i İmran, 3/20; Maide, 5/92-99)

Allah Resulünün en belirgin vasfı, O’nun bir ‘Rahmet Peygamber’
oluşudur: "(Ey Muhammed!) biz seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik."
(Enbiya, 21/ 107)

Nitekim Ashab-ı Kirâm, müşriklerin kendilerine yaptıkları zulüm
ve baskılardan dolayı Allah Resûlünden onlar hakkında beddua etmesini
istediklerinde, Aleyhisselâtü Vesselâm, onların bu isteklerine şöyle karşılık
vermişti: "(Unutmayın ki,) ben lanet okuyucu olarak gönderilmedim, rahmet olarak
gönderildim!" (Muslim, Birr, 87)

Resûlüllah (a.s.m.), Allah’ın kendisine ihsan ettiği bu rahmet
sebebiyle çevresindeki insanlara son derece yumuşak davranmış, onların
kalplerini kırmamaya, onları incitmemeye özen göstermiş ve hatta kendisine
yönelik hak ettikleri cezayı vermek yerine, affetmeyi tercih etmişti. Yüce
Kur’an buna şöyle işaret eder: "Allah’ın rahmeti sebebi iledir ki, sen onlara
yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı yürekli olsaydın, çevrenden dağılır,
giderlerdi. Öyleyse onlar(ın kusurların)dan geç. Onlar için mağfiret dile.
(Yapacağın) işler hakkında onlara danış." (Âl-i İmrân, 3/158)

Resulü Ekrem (a.s.m.), mescitte Ashabıyla birlikte iken bir
bedevi gelmiş, önce Peygamber’in kim olduğunu sormuş, sonra da gidip mescidin
bir kenarına def-i hacet yapmıştı. Ashap bu davranışa şiddetle karşılık vermek
istediklerinde, Allah Resulü onlara mani olarak bir kova su ile yerin
temizlenmesini istemiş, sonra da bedevinin yanına giderek, son derece affedici
bir üslupla “Mescitlerin abdest bozma yerleri olmadığını, Allah’ı zikredip
ibadet edilmek için kurulmuş mekanlar olduğunu” söyleyerek, bir daha böyle
davranışlar yapmaması için telkinde bulunmuştur. (Abdurrezzak, el-Musannef,
I/424)

Resulü Ekrem (a.s.m.) Allah’ın rahmetinin ne kadar geniş
olduğunu ve bütün canlıların bahşedilen bu rahmetten istifade ettiklerini şöyle
ifade etmektedir: "Allah (c.c.) rahmeti yüz parça olarak yarattı ve yeryüzüne
sadece bunlardan birini indirdi. İşte bu bir parça rahmet sebebiyle yaratıklar
birbirine merhamet ederler. Öyle ki, yavrusuna bir zarar dokunmasın diye bir
hayvan, bu sebeple ayağını kaldırır ve yavrusunu himaye eder." (Buhari, Edeb,
19)

Allah Resulü, tam bir şefkat ve merhamet abidesi idi. Şefkat ve
merhametten nasibi olmayanları uyarır, merhametli olmaya teşvik ederdi. Bir gün
bedevilerden birinin, “Allah’ım, bana ve Muhammed’e rahmet et! Bizden başka
kimseye rahmet etme!” diye dua ettiğini duyunca: “(Sen ne yaptın böyle) geniş
olanı daralttın!” buyurmuştu. (Tirmizi, Taharet, 112) O, bu sözüyle Allah’ın
“Rahmetim her şeyi kuşatmıştır” (A’raf, 7/156) ayetine işaret etmişti.

Toplumu Tümüyle Kuşatan Nebevî Şefkat

Peygamber (a.s.m) sevgi, saygı ve merhametin toplumun bütün
kesimlerine yayılmasını ister ve hem büyüklere karşı gösterilen saygısızlığa,
hem de küçüklerden esirgenen sevgi ve ilgiden yoksun kalınmasına rıza
göstermezdi. Nitekim bir gün Rasûlullah (s.a.v.)’i görmek üzere yaşlı bir adam
gelmişti de, oradaki insanlar ona yer açmakta gecikmişlerdi. Bunu fark eden
Allah Resulü onları uyararak: "Küçüklerimize şefkat etmeyen, büyüklerimize de
saygı göstermeyen bizden değildir” buyurmuştu. (Tirmizi, Birr, 15)

Aleyhisselâtü Vesselâm, çocukları çok sever, onlarla
karşılaştığında mutlaka ilgilenir, onları kucaklar, okşar ve yanaklarından
öperdi. Onlarla selamlaşır, onları bineğinin terkisine alır, gidecekleri yere
kadar götürürdü. Çocuklarla arkadaşça konuşur, onlarla çocuklaşır, seviyelerine
göre sohbet eder, öğütler verirdi.

Ashaptan Ebû Talha’nın oğlu Ebû Ümame’nin bir serçesi vardı, onu
sever ve onunla oynardı. Allah Resûlü, onu her görmesinde onunla şakalaşır, onu
sever, okşardı. Bir gün Ebû Ümâme’nin serçesi ölmüş, o da buna çok üzülmüştü.
Resûlüllah (a.s.m) serçesinin öldüğünü duyunca, yanına gelmiş ve ona “serçeciğe
ne oldu, serçeciğe ne oldu” diyerek acısına ortak olmuştu. (Buhari, Edeb, 18)

Enes b. Mâlik anlatıyor: "Çoluk çocuğuna Peygamberimizden daha
şefkatli bir kimseyi görmedim. Oğlu İbrahim, Medine’nin Avâlî semtinde oturan
bir süt annede kalırdı. Beraberinde ben de olduğum halde Resulüllah (a.s.m.) sık
sık oğlunu görmeye giderdi. Varınca, demircinin duman dolu evine girer, oğlunu
kucaklar, koklar, öper ve bir süre sonra geri dönerdi." (Buharî, Edeb, 18;
Müslim, Fedâil, 63)

Bir gün Peygamber (a.s.m.) minberde hutbe okurken Hasan ile
Hüseyin’in düşe kalka mescide girdiklerini görür. Konuşmasını yarıda keserek
aşağı iner, onları kucaklar, bağrına basar ve "Cenab-ı Hak, ‘Mallarınız ve
çocuklarınız sizin için birer imtihan vesilesidir’ (Enfâl, 8/28; Teğâbun, 64/15)
buyururken ne kadar doğru söylemiştir. Onları görünce dayanamadım" dedikten
sonra konuşmasına devam eder. (Buharî, Fiten, 20) Enes b. Malik bu olayla ilgili
olarak der ki: "Peygamberimizi hutbe okurken gördüm, Hasan dizindeydi. Ne
söyleyecekse halka söylüyor, sonra eğilip çocuğu öpüyor ve ‘Ben bunu seviyorum’
diyordu." (Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 56)

Resûlü Ekrem (a.s.m.) çocukların ağlamalarına dayanamaz, onların
susturulmasını ve ihtiyaçlarının karşılanmasını isterdi. Sevgisi ve şefkati
çocukların ağlamasına müsaade etmezdi. Öyle ki, bazen ağlayan bir çocuk sesi
duysa namazını bile kısaltır, annesinin çocuğuyla meşgul olmasını isterdi.
Peygamberimiz mescitte namaz kıldırırken cemaatte çocuklu anneler de bulunurdu.
Sahabenin ifadesine göre, "Resulullah bize sabah namazını kıldırmıştı. Namazda
iki kısa sûre okudu. Namaz bitince Ebû Said el-Hudrî sordu: "Yâ Resulallah bugün
daha önce yapmadığınız bir şekilde namazı kısa (sûrelerle) kıldırdınız!"
Peygamber (a.s.m) bunu şöyle açıkladı: "Gerideki kadınlar safında ağlayan çocuk
sesini duymadın mı? Annesinin onunla ilgilenmesini temin edeyim istedim."
(Nesaî, Kıble, 35)

Şüphesiz çocuğa en çok annesi şefkat gösterir. Annenin çocuğuna
gösterdiği şefkatten dolayı büyük sevap kazanacağı şöyle müjdelenir: Bir gün
fakir bir kadın iki kızı ile birlikte Hz. Âişe’yi ziyarete gelmişti. Hz. Âişe
evde bir tek hurmadan başka onlara ikram edecek bir şey bulamamıştı. O hurmayı
anneye verdi. Anne de hurmayı ikiye bölerek çocuklarına yedirdi. Hz. Âişe bu
durumu Allah Resûlü’ne anlatınca, O kadın için şu müjdeyi verdi: "Çocukları
hakkıyla sevmek ve onları korumak, Cehennemden kurtuluş vesilesidir." (Buharî,
Zekât, 10)

Bazı kimseler, Peygamberimizin Sahabî çocuklarını okşayıp
öpmesini garip karşılıyorlardı. Kendilerinde pek olmayan bu güzel huyun, en
güzel şekilde O’nda görülmesini tam olarak anlayamıyorlardı. Bir defasında Akra
bin Hâbis, O’nu, Hz. Hasan’ı öperken görmüş ve: "Ey Alah’ın elçisi, benim on
çocuğum var ve şimdiye kadar hiçbirini öpmedim" demişti. Bunun üzerine Peygamber
(a.s.m.): "(Bilesin ki,) merhamet etmeyene merhamet olunmaz" buyurmuştu.
(Buharî, Edeb, 18)

Resûlüllah (a.s.m.) çocuklara karşı sevgi ve şefkatinde din
ayırımı gözetmezdi. Medine’de bir Yahudi’nin çocuğu hastalanmıştı. Bunu duyan
Peygamber (a.s.m.) çocuğu ziyarete gitmiş ve ona Müslüman olması için telkinde
bulunmuştu. Çocuk, Müslüman olmak için babasından izin istemiş, babasının izin
vermesi üzerine de Müslüman olmuştu. (Ebu Dâvud, Cenâiz, 5)

Peygamber (a.s.m.), savaş esnasında çocukların öldürülmemesini
öğütler, onların korunmasını isterdi. Savaşlardan birinde birkaç çocuk iki taraf
arasında kalmış ve öldürülmüşlerdi. O, bu hadiseye çok üzülmüştü. Sahabîler, "Ey
Allah’ın Resûlü, onlar müşrik çocukları, niçin üzülüyorsunuz?" diye
sorduklarında: "(Hayır) onlar doğdukları gibi duruyorlar. Sakın çocukları
öldürmeyin, aman ha çocukları katletmeyin. Her can ilk yaratılışta tertemizdir"
buyurarak konuya dikkatlerini çekmişti. (İbn Hanbel, Müsned, III/435)

Peygamber’in (a.s.m.) kız çocuklarına ayrı bir sevgi ve şefkati
vardı. İslâm’dan önce kız çocuklarının Arapların gözünde hiçbir değeri yoktu.
Kız babası olmayı bir ayıp olarak görürlerdi. "Falan adamın damadı demesinler"
diye kızlarını evlendirmek istemez, diri diri toprağa gömerlerdi. Bu vahşeti de
atadan, babadan kalma bir âdet olarak görür, uygularlardı. (Bkz. En’âm, 6/151;
İsrâ, 17/31)

İşte Allah Resûlü, bu zavallı masumların böyle acımasızca
öldürülmelerini büyük bir cinayet olarak görüyor, bu fenalığın izlerinin bir an
önce silinmesi için mücadele ediyordu. Kendisi kızlarının babası olmakla iftihar
ettiği gibi, üç, iki veya bir kızı olup da onları büyütüp yetiştirenleri, İslâmî
terbiye verenleri Cennetle müjdeliyordu. (Ebû Dâvud, Edeb, 130) Peygamber
(a.s.m.), huzuruna bir kız çocuğu gelse, ona yakın ilgi gösterirdi.

Halid b. Saîd, Peygamber’i (a.s.m.) bir gün ziyarete geldiğinde,
yanında küçük kızı vardı. Habeşistan’da doğduğu için, Allah Resûlü ona ayrı bir
yakınlık gösterirdi. Çocuk kalktı ve O’nunla oyuna daldı. Babası engel olmak
istedi, fakat Peygamber (a.s.m) çocuğun kalbinin kırılmaması için babasına mani
oldu. Bir seferinde de Resûlüllah’ın (a.s.m.) eline işlemeli güzel bir kumaş
parçası geçmişti de O, Hz. Halid’in kızını çağırıp kumaşı ona vermiş, çocuğu
sevindirmişti. (Buharî, Edeb, 17)

Erkek ve kız çocukları arasında ayırım yapılmasını hiç hoş
karşılamazdı. Bu şekilde bir davranış sergileyenleri uyarır, hatalarını
düzeltmelerini isterdi. Onun gözünde çocuğun kızı, erkeği olmazdı. İkisi de
şefkate ve sevgiye layıktı. Enes bin Mâlik anlatıyor: "Peygamberimizin yanında
bir adam oturuyordu. Bir ara adamın erkek çocuğu geldi. Adam çocuğu aldı
dizlerine oturttu. Az sonra bir de kız çocuğu geldi. Onu da yanına oturttu. Bu
durum Peygamber’in (a.s.m.) gözünden kaçmadı ve adama sordu: "Niçin ikisini bir
tutmadın?" (Kandehlevî, Hayâtü’s-Sahâbe, III/47)

Mahlukata Karşı Engin Bir Sevgi Seli

Aleyhisselâtü Vesselam, topyekun bir şefkat ve merhamet ocağı
idi. O’nun her şeye şamil rahmeti, sadece beşerî münasebetlerde değil, aynı
zamanda cansız varlıklardan bitkilere ve hayvanlara kadar bütün mahlukatı
kuşatırdı. Nitekim insanların bir dağ ve kaya parçası olarak gördükleri Uhud
dağı için söyledikleri çok etkileyicidir: “Biz Uhud’u severiz, Uhud da bizi
sever!” (Buhari, Cihad, 71) Bu sözler, gönüller sultanının gönlündeki sevgi
halesinin ne denli kuşatıcı olduğunu göstermektedir.

O’nun (a.s.m.) bu kuşatıcı ve engin merhameti, nebâtâtı,
bitkileri, ağaçları ve çiçekleri de kuşatmıştır. Allah’ın yarattığı eşsiz
güzelliklere sahip tabiata duyarsız kimseleri Allah’ın azabıyla ikaz etmiştir:
“Kim bir sidre ağacını keserse, Allah onun başını Cehenneme sarkıtır” (Ebu
Davud, Edeb, 158) Çevreye ve doğaya karşı saygılı olanları da mükafatla
müjdelemiştir: “Bir Müslüman ağaç diker veya bir şey eker de ondan bir kuş, bir
insan veya bir hayvan faydalanırsa, bu onun için bir sadaka olur.” (Buhari,
Hars, 1)

Allah Resûlünün sevgi medeniyetinde, Allah’ın yarattığı bütün
canlılara O’nun eşsiz şefkat ve merhametinden mutlaka bir hisse vardı. Bu
nedenle hayvanlara eziyet edenleri de insaf ve merhametli olmaya davet etmişti:
"Allah her şeye güzellikle yaklaşmayı farz kılmıştır. Öldürdüğünüz zaman bile
güzelce öldürün! Hatta bir hayvanı kesmek istediğinizde de, güzelce kesin! Bunun
için hayvanı kesen kimse, bıçağını bilesin ve hayvanını rahatlatsın! (ona eziyet
etmesin)” (Müslim, Sayd, 57)

Resûlü Ekrem (a.s.m.), bir gün Ensar’dan birinin bahçesine
girmişti. O sırada açlık ve bakımsızlıktan karnı sırtına yapışmış bir deve
gördü. Deve O’nu görünce inledi ve gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Allah
Resulü hemen sahibini arayıp buldu ve adama: “Şu hayvanı sana veren Allah’tan
hiç korkmaz mısın? (Hayvanlara eziyet etmeyin) Onlara güzelce binin ve onlardan
güzelce faydalanın!” buyurdu. (Ebu Davud, Cihad, 44)

Peygamber (a.s.m.), on bin kişilik ordusuyla Mekke’yi fethetmiş,
muzaffer bir komutan olarak Mekke’ye girmektedir. O sırada şehre yakın bir yerde
yeni yavrulamış bir köpek görür. Hemen önlemini alır ve başlarına bir asker
dikerek ordunun altında kalıp ezilmelerine mani olur. (Vâkıdî, Meğâzî, II/804)
O’nun sadece bu davranışı bile ne denli şefkatli ve sevgi dolu olduğunu
göstermeye kafidir.

Hasıl-ı kelam, mukaddes ve yüce bir mefkûreyi insanlığa
kazandırmak gibi ağır bir mesuliyeti üstlenmiş Resûlü Ekrem (a.s.m.), davasında
muvaffak olmanın en etkili yolunun, sevgi, şefkat ve merhamet timsali olmaktan
geçtiğini biliyor ve ona göre davranıyordu. Zira Allah Resûlünün benimsediği bu
yol, Rahmanî bir yoldu ve O, Ashabına ve gelecek nesillere de sevgi ve şefkat
eksenli bu yoldan ayrılmamalarını tavsiye etmişti. İnsanlığın yeniden ihyası ve
Rabbine giden yolu bulabilmesi için insanlar arsındaki sevgi köprülerinin inşası
mutlak bir zorunluluktur. Sevginin giremediği kalp, şefkat ve merhametin
çözemediği bir katılık yok gibidir. Bu münasebetle, sevgi ve muhabbet dilinin
gücünü idrak etmek, bir insan için hiç de zor olmasa gerektir. İnsanı ve bütün
mahlukatı yoktan var eden yüce Allah, en mükemmel surette yarattığı insanı,
sevgi ve şefkat gibi yüce duygulara sahip kılarak insan olmanın ne büyük bir
ilahî lütuf olduğunu göstermek istemiştir. Sevgiden ve şefkatten yoksunluk ise,
insanı küçülten ve hatta aşağıların da aşağısına düşüren kötü bir haslettir.
Sevgi tohumlarıyla yeşeren medeniyetimiz, tarih boyunca oynanan her türlü oyun
ve entrikaya rağmen, asırlara kök salmış güçlü bünyesiyle hâlâ ayakta
kalabilmesini bu sihirli iksire borçludur.

Öz

Hz. Peygamber’i (a.s.m) daha iyi anlamak, Onu daha güzel tanımak
ve gönüllerdeki müstesna yere taşımak mü’minler için imanî bir mükellefiyettir.
Bu mesuliyetin nedeni O’nun hayatı incelendiğinde açıkça görülecektir. Resûlü
Ekrem (a.s.m), ulvi davasında muvaffak olmanın en etkili yolunun sevgi, şefkat
ve merhamet timsali olmaktan geçtiğini biliyordu ve ona göre davranıyordu. O,
Ashabına ve gelecek nesillere de sevgi ve şefkat eksenli bu yoldan
ayrılmamalarını tavsiye etmiştir. Bu çalışmada Hz. Peygamber’in hayatından
örnekler sunularak “sevgi medeniyeti”nin oluşturulabilmesi için gerekli olan
sihirli iksir gözler önüne serilmektedir.

Anahtar Kelimeler: Sevgi, sevgi medeniyeti, iman, şefkat,
merhamet, kardeşlik, birlik

Abstract

To understand and to know the Prophet (pbuh) better is a faith
responsibility for the believers so that they can put him to the unique place in
their hearts. The reason for this responsibility will be seen if we study his
life. The Prophet (pbuh) knows very well that the only way to be successful in
his grand purpose is to be the example of love, clemency and mercy. Thus, he
acted accordingly. He suggested to his Friends and to future generations not to
get away from this route which extends around love and clemency. This
contribution brings out the necessary magic elixir to constitute the "love
civilization" while presenting examples from the life of Prophet (pbuh).

Keywords: Love, the love civilization, faith, clemency,
mercy, brotherhood, unity