Cumhuriyet

 

Bediüzzaman Said Nursî

 

Cumhuriyet ki adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir.

Cumhuriyet ki HÂŞİYE[1] adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir. On üç asır evvel Şeriat-ı Garra teessüs ettiğinden, ahkâmda Avrupa’ya dilencilik etmek, din-i İslâm’a büyük bir cinayettir ve şimale müteveccihen namaz kılmak gibidir.

Kuvvet kanunda olmalı. Yoksa istibdat tevzî olunmuş olur. اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الْقَوِىُّ الْمَت۪ينُ [2] hâkim ve âmir-i vicdanî olmalı. O da marifet-i tam ve medeniyet-i âmm veyahut din-i İslâm namıyla olmalı. Yoksa istibdat daima hükümferma olacaktır.

İttifak hüdâdadır, hevâda ve heveste değil.

İnsanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar. Her şey hür oldu; Şeriat da hürdür, Meşrutiyet de. Mesâil-i Şeriatı rüşvet vermeyeceğiz.

Eski Said Dönemi Eserleri, Makalat, No: 8, “Hakikat”

 

Yaşasın Kur’ân-ı Kerîm’in Kanun-u Esasîleri!

14 Mart 1909

1 Mart 1325, Volkan, Sayı: 73, Sayfa: 1-2.

Ey Mebusan!

Uzunluğu ile beraber gayet muciz bir tek cümle söyleyeceğim; dikkat ediniz. Zira, itnabında, yani uzunluğunda îcâz var. Şöyle ki:

Cumhuriyet ve demokrat manasındaki[3] Meşrutiyet ve Kanun-u Esasî denilen adalet ve meşveret ve kanunda cem’-i kuvvet, bu ünvanla beraber asıl mâlik-i hakikî ve sahib-i ünvan-ı muhteşem olan ve müessir ve adalet-i mahzayı mutazammın bulunan ve nokta-i istinadımızı temin eden ve Meşrutiyeti ve Cumhuriyeti[4] bir esas-ı metine istinad ettiren; ve evham ve şükûk sahibini varta-i hayretten kurtaran; ve istikbal ve ahiretimizi tekeffül eden; ve menâfi-i umumiye olan hukukullahı izinsiz tasarruftan sizi tahlis eden; ve hayat-ı milliyemizi muhafaza eden; ve umum ezhanı manyetizmalandıran; ve ecânibe karşı metanetimizi ve kemâlimizi ve mevcudiyetimizi gösteren; ve sizi muaheze-i dünyeviye ve uhreviyeden kurtaran; ve maksat ve neticede ittihad-ı umûmîyi tesis eden; ve o ittihadın ruhu olan efkâr-ı âmmeyi tevlid eden; ve çürük mesâvî-i medeniyeti hudud-u hürriyet ve medeniyetimize girmekten yasak eden; ve bizi Avrupa dilenciliğinden kurtaran; ve geri kaldığımız uzun mesafe-i terakkîyi, sırr-ı i’câza binaen, bir zaman-ı kasîrde tayyettiren; ve Arap ve Turan ve İran ve Samîleri, yani beraber olanları tevhid ederek az zaman içinde bize bir büyük kıymet verdiren; ve şahs-ı manevî-i hükûmeti Müslüman gösteren; ve Kanun-u Esasînin ruhunu ve On Birinci Maddeyi muhafaza ile sizi hıns-ı yeminden (yemin bozmaktan) kurtaran; ve Avrupa’nın eski zann-ı fasidlerini tekzip eden; Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın hâtemü’l-enbiya ve Şeriatının ebedî olduğunu tasdik ettiren; ve muharrib-i medeniyet olan ve anarşiliğe yol açan dinsizliğe karşı set çeken; ve zulmet-i tebâyün-ü efkârı ve teşettüt-ü ârâyı safha-i nurânîsiyle ortadan kaldıran; ve umum ulema ve vaizleri ittihad ve saadet-i millete ve icraat-ı hükûmeti meşruta-i meşruaya hâdim eden; ve adalet-i mahzası merhametli olduğundan anâsır-ı gayr-i müslimeyi daha ziyade telif ve rabteden; ve en cebîn ve âmî adamı en cesur ve en has adam gibi hiss-i hakikî-i terakkî ile ve fedakârlık ve hubb-u vatanla mütehassis eden; ve hâdim-i medeniyet olan sefahet ve israfattan ve havâic-i gayr-i zaruriyeden bizi halâs eden; ve muhafaza-i ahiretle beraber imar-ı dünya etmekle sa’ye neşat veren; ve hayat-ı medeniyet olan ahlâk-ı hasene ve hissiyat-ı ulviyenin düsturlarını öğreten; ve her birinizi, ey mebuslar, elli bin kişinin takazasını, yani haklarını sizden dava etmelerini, hakkınızda tebrie eden; ve sizi icma-ı ümmete küçük bir misal-i meşru gösteren; ve hüsn-ü niyete binaen a’mâlinizi ibadet gibi ettiren; ve üç yüz milyon Müslümanın hayat-ı maneviyesine suikasttan ve cinayetten sizi tahlis eden ol Kur’ân-ı Mukaddes’in düsturları[5] ünvanıyla gösterseniz ve hükümlerinize me’haz edinseniz ve düsturlarını tatbik etseniz, acaba bu kadar fevaid[i] ile beraber ne gibi bir şey kaybedeceksiniz? Vesselâm.

Yaşasın Kur’ân’ın kanun-u esasîleri!..[6]

Said Nursî

Eski Said Dönemi Eserleri, Makalat, No: 9

 

Hürriyet-i vicdan, hükûmetlerde bir kanun-u esasî oluyor ve hükümet, lâik cumhuriyete döner

لَٓا اِكْرَاهَ فِى الدّ۪ينِ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ [7] cümlesi, makam-ı cifrî ve ebcedî ile bin üç yüz elli (1350) tarihine parmak basar ve mana-yı işarî ile der: “Gerçi o tarihte, dini dünyadan tefrik ile, dinde ikraha ve icbara ve mücahede-i diniyeye ve din için silâhla cihada muarız olan hürriyet-i vicdan, hükûmetlerde bir kanun-u esasî, bir düstur-u siyasî oluyor. Ve hükümet, lâik cumhuriyete döner. Fakat ona mukabil, manevî bir cihad-ı dinî, iman-ı tahkikî kılıcıyla olacak. Çünkü dindeki rüşd ü irşad ve hak ve hakikati gözlere gösterecek derecede kuvvetli bürhanları izhar edip tebyin ve tebeyyün eden bir nur Kur’ân’dan çıkacak” diye haber verip, bir lem’a-i i’caz gösterir.

Şualar, 11. Şua, On Birinci Meselenin Hâşiyesinin Bir Lâhikası

 

Dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder

بِاسْمِه۪ سُبْحَانَهُ

Eskişehir Mahkemesinde gizli kalmış, resmen zabta geçmemiş ve müdafaatımda dahi yazılmamış bir eski hatırayı ve latif bir vakıa-i müdafaayı aynen beyan ediyorum:

Orada benden sordular ki: “Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?”

Ben de dedim:

Eskişehir mahkeme reisinden başka, daha sizler dünyaya gelmeden, ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder. Hülâsası şudur ki: O zaman, şimdiki gibi, hâlî bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu, ben de tanelerini karıncalara verirdim, ekmeğimi onun suyu ile yerdim. İşitenler benden soruyordular, ben de derdim: “Bu karınca ve arı milletleri, cumhuriyetçidirler, o cumhuriyetperverliklerine hürmeten tanelerini karıncalara verirdim.”

Sonra dediler: “Sen, Selef-i Salihîne muhalefet ediyorsun?”

Cevaben diyordum: “Hulefa-i Raşidîn; her biri hem halife, hem reisicumhur idi. Sıddık-ı Ekber (ra), Aşere-i Mübeşşere ve Sahabe-i Kirama elbette reisicumhur hükmünde idi. Fakat manasız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.”

İşte ey müdde-i umumî ve mahkeme azaları! Elli seneden beri bende bulunan bir fikrin aksiyle beni ittiham ediyorsunuz. Eğer lâik cumhuriyet soruyorsanız; ben biliyorum ki, lâik manası, bîtaraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan düsturuyla dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi, dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükûmet telâkki ederim. On senedir –şimdi yirmi sene oluyor– ki, hayat-ı siyasiye ve içtimaiyeden çekilmişim. Hükûmet-i cumhuriye ne hal kesbettiğini bilmiyorum. El-iyâzü billâh, eğer dinsizlik hesabına imanına ve ahiretine çalışanları mes’ul edecek kanunları yapan ve kabul eden bir dehşetli şekle girmiş ise, bunu size bilâperva ilân ve ihtar ederim ki: Bin canım olsa, imana ve ahiretime feda etmeye hazırım. Ne yaparsanız yapın! Benim son sözüm, حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ [8] olarak, siz beni idam ve ağır ceza ile zulmen mahkûm etmenize mukabil derim: Ben, Risale-i Nur’un keşf-i kat’îsi ile idam olmuyorum, belki terhis edilip nur âlemine ve saadet âlemine gidiyorum. Ve sizi, ey dalâlet hesabına bizi ezen bedbahtlar; idam-ı ebedî ile ve daimî haps-i münferid ile mahkûm bildiğimden ve gördüğümden, tamamıyla intikamımı sizden alarak, kemal-i rahat-ı kalple teslim-i ruh etmeye hazırım!

Mevkuf

Said Nursî

Şualar, On İkinci Şua, 6. Mektup

 

İstibdad-ı mutlaka “cumhuriyet” namı vermek!

Denizli Müdafaası’ndan:

…Biz de sizlerden soruyoruz. Ve sizi iğfal eden ve adliyeyi şaşırtan ve hükûmeti bizimle vatana ve millete zararlı bir surette meşgul eyleyen muarızlarımız olan zındıklar ve münafıklar, istibdad-ı mutlaka “cumhuriyet” namı vermekle, irtidad-ı mutlakı rejim altına almakla, sefahet-i mutlaka “medeniyet” ismi vermekle, cebr-i keyfî-i küfrîye “kanun” ismini takmakla, hem sizi iğfal, hem hükûmeti işgal, hem bizi perişan ederek, hâkimiyet-i İslâmiyeye ve millete ve vatana ecnebi hesabına darbeler vuruyorlar.

Şualar, On İkinci Şua

 

Sevr Muahedesi karşısında Türk milliyetperverleri cumhuriyeti ilânla mukabeleye çalıştılar

Sure-i Tevbe’de,

يُر۪يدُونَ اَنْ يُطْفِؤُا نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَيَاْبَى اللّٰهُ اِلَّٓا اَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ [9]

ayetindeki نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَيَاْبَى اللّٰهُ اِلَّٓا اَنْ يُتِمَّ نُورَهُ [10] cümlesi, kuvvetli ve letafetli münasebet-i maneviyesiyle beraber şeddeli ل ’lar, birer ل ve şeddeli م asıl kelimeden olduğundan iki م sayılmak cihetiyle bin üç yüz yirmi dört ederek, Avrupa zalimleri devlet-i İslâmiyenin nurunu söndürmek niyetiyle müthiş bir suikasd plânı yaptıkları ve ona karşı Türkiye hamiyetperverleri, Hürriyet’i yirmi dörtte ilânıyla o plânı akim bırakmaya çalıştıkları halde, maatteessüf, altı-yedi sene sonra, Harb-i Umumî neticesinde yine o suikasd niyetiyle, Sevr Muahedesinde Kur’ân’ın zararına gayet ağır şerâitle kâfirâne fikirlerini yine icra etmek olan plânlarını akim bırakmak için Türk milliyetperverleri cumhuriyeti ilânla mukabeleye çalıştıkları tarihi olan bin üç yüz yirmi dörde, tâ otuz dörde, tâ elli dörde tam tamına tevafukla, o herc ü merc içinde Kur’ân’ın nurunu muhafazaya çalışanlar içinde Resaili’n-Nur Müellifi yirmi dörtte ve Resaili’n-Nur’un mukaddematı otuz dörtte ve Resaili’n-Nur’un nuranî cüzleri ve fedakâr şakirdleri elli dörtte mukabeleye çalışmaları göze çarpıyor. Hatta hakikat-i hali bilmeyen bir kısım ehl-i siyaseti telâşa sevk ettiler ve bu itfa suikasdına karşı tenvir vazifesini tam îfâ ettiklerinden, bu ayetin mana-yı işarîsi cihetinde bir medar-ı nazarı olduklarına kuvvetli bir emaredir. Şimdi İslâmlar içinde nur-u Kur’ân’a muhalif hâletlerin ekserîsi o suikasdların ve Sevr Muahedesi gibi gaddarâne muahedelerin vahim neticeleridir.

Eğer şeddeli م dahi şeddeli ل ’lar gibi bir sayılsa, o vakit bin iki yüz seksen dört eder. O tarihte Avrupa kâfirleri devlet-i İslâmiyenin nurunu söndürmeye niyet ederek on sene sonra Rusları tahrik edip Rusun doksan üç muharebe-i meş’umesiyle âlem-i İslâm’ın parlak nuruna muvakkat bir bulut perde ettiler. Fakat bunda Resaili’n-Nur Şakirdleri yerinde Mevlâna Halid’in (ks) şakirdleri o bulut zulümatını dağıttıklarından, bu ayet, bu cihette onların başlarına remzen parmak basıyor. Şimdi hatıra geldi ki, eğer şeddeli ل ’lar ve م ikişer sayılsa, bundan bir asır sonra zulümatı dağıtacak zatlar ise Hazret-i Mehdînin şakirdleri olabilir. Her ne ise, bu nurlu ayetin çok nuranî nükteleri var. اَلْقَطْرَةُ تَدُلُّ عَلَى الْبَحْرِ [11] sırrıyla kısa kestik.

Şualar, Birinci Şua, 28. Ayet

 

Madem lâik Cumhuriyet prensibiyle bîtarafâne kalır…

Hem bu mübarek vatanda bu fıtraten dindar millete hükmedenler, elbette dindarlığa taraftar olması ve teşvik etmesi, vazife-i hâkimiyet cihetiyle lâzımdır. Hem madem lâik Cumhuriyet prensibiyle bîtarafâne kalır ve o prensibiyle dinsizlere ilişmez; elbette dindarlara dahi bahanelerle ilişmemek gerektir.

Tarihçe-i Hayat, Eskişehir Hayatı, Eskişehir Mahkemesi Müdafaatı

 

Hürriyet-i ilmiye, Cumhuriyet zamanında elbette kayıt altına alınamaz

…Ezcümle: Yedi sene evvel, daha yeni ezan çıkmadan, bir kısım memurlar sarığıma, hem husûsî Şâfiîce ibadetime müdahale etmek istemelerine mukabil, bir kısa risale yazıldı. Bir zaman sonra yeni ezan çıktı; ben o risaleyi mahrem dedim, intişarını men ettim. Hem ezcümle, Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyede bulunduğum zaman, tesettür ayeti aleyhinde Avrupa’dan gelen itiraza karşı bir cevap yazmıştım. Bundan bir sene evvel, eski matbu risalelerimden alınan ve On Yedinci Lem’a namındaki risalenin bir meselesi olarak kaydedilmiş ve sonra Yirmi Dördüncü Lem’a ismini alan kısacık Tesettür Risalesi, ilerideki kanunlara temas etmemek için, o Tesettür Risalesini setrettim. Her nasılsa, yanlışlıkla bir yere gönderilmiş. Hem o risale, medeniyetin, Kur’ân’ın ayetine ettiği itiraza karşı, müskit ve ilmî bir cevaptır. Bu hürriyet-i ilmiye, Cumhuriyet zamanında elbette kayıt altına alınamaz.

Tarihçe-i Hayat, Eskişehir Hayatı, Eskişehir Mahkemesi Müdafaatı

 

Madem hürriyetin en geniş şekli Cumhuriyettir…

Madem hürriyetin en geniş şekli Cumhuriyettir ve madem hükûmet ise Cumhuriyetin en serbest suretini kabul etmiştir; elbette hakikî ve kat’î ve reddedilmez kanaat-i ilmiyeyi ve efkâr-ı sâibeyi, asayişe dokunmamak şartıyla, Cumhuriyetin hürriyeti, o hürriyet-i ilmiyeyi istibdat altına alamaz ve onu bir suç tanımaz. Evet, dünyada hiçbir hükûmet var mıdır ki bütün bir tek kanaat-i siyasiyede bulunsun?

 

Tarihçe-i Hayat, Eskişehir Hayatı, Eskişehir Mahkemesi Müdafaatı

 

Hükûmetin lâik Cumhuriyeti, dini dünyadan ayırmak demek olduğunu biliyoruz

Eğer faraza, lâik Cumhuriyetin mahiyetini bilmeyen bir dinsiz dese: “Senin risalelerin kuvvetli bir dinî cereyan veriyor, lâdinî Cumhuriyetin prensiplerine muâraza ediyor.”

Elcevap: Hükûmetin lâik Cumhuriyeti, dini dünyadan ayırmak demek olduğunu biliyoruz. Yoksa, hiçbir hatıra gelmeyen dini reddetmek ve bütün bütün dinsiz olmak demek olduğunu, gayet ahmak bir dinsiz kabul eder. Evet, dünyada hiçbir millet dinsiz olarak yaşamadığı gibi, Türk milleti misillü bütün asırlarda mümtaz olarak, bütün aktâr-ı cihanda nerede Türk varsa Müslümandır. Sair anâsır-ı İslâmiyenin, küçük de olsa, yine bir kısmı İslâmiyet haricindedir. Böyle pek ciddî ve hakikî dindar ve bin sene kadar hak dininin kahraman ordusu olarak zemin yüzünde, mefahir-i milliyesini milyonlar menabi-i diniye ile çakan ve kılıçlarının uçlarıyla yazan bu mübarek milleti, “Dini reddeder veya dinsiz olur” diye itham eden yalancı dinsizler ve milliyetsizler, öyle bir cinayet işliyorlar ki, Cehennemin esfel-i sâfilîn tabakasında ceza görmeye müstahak olurlar.

Tarihçe-i Hayat, Eskişehir Hayatı, Eskişehir Mahkemesi Müdafaatı

 

 

[1]       HÂŞİYE: O zaman “Meşrutiyet,” şimdi o kelime yerine “Cumhuriyet” konulmuş.

 

[2]       “Muhakkak ki Allah sonsuz güç ve kudret sahibidir.” Üstad Bediüzzaman aynı makaleyi Tarihçe-i Hayat’ta derc ederken Arapça ibare şöyle yer almıştır: اِنَّ اللّٰهَ لَقَوِيٌّ عَز۪يزٌ “Şüphesiz ki Allah pek kuvvetli ve pek izzetlidir.” (Hac Suresi: 40.)

 

[3]       “Cumhuriyet ve demokrat manasındaki” ibaresi, 1954 (Osmanlıca teksir) ve 1957 (Latin harfli) nüshalarda yer almaktadır.

 

[4]       “Ve Cumhuriyeti” ibaresi, 1954 (Osmanlıca teksir) ve 1957 (Latin harfli) nüshalarında yer almaktadır.

 

[5]       1954 (Osmanlıca teksir) ve 1957 (Latin harfli) nüshalarında “Kur’ân-ı Mukaddes’in düsturları” şeklinde yer almış olan bu ibare, gazete ile Hutbe-i Şamiye’de “Şeriat-ı Garra” olarak geçmektedir.

 

[6]       1954 (Osmanlıca teksir) ve 1957 (Latin harfli) nüshalarında “Kur’ân’ın kanun-u esasîleri” şeklinde yer almış olan bu ibare, gazete ile Hutbe-i Şamiye’de “Şeriat-ı Garra” olarak geçmektedir.

 

[7]       Dinde zorlama yoktur; doğruluk sapıklıktan, iman küfürden iyice ayrılmıştır. (Bakara Suresi: 256.)

 

[8]       Allah bize yeter; O ne güzel vekildir. (Âl-i İmran Suresi: 173.)

 

[9]       Allah’ın nurunu üflemekle söndürmek isterler. Allah ise nurunu tamamlamaktan başka bir şeye razı olmaz–kâfirler isterse hoşlanmasınlar. (Tevbe Suresi: 32.)

 

[10]     Allah’ın nurunu üflemekle [söndürmek isterler]. Allah ise nurunu tamamlamaktan başka bir şeye razı olmaz. (Tevbe Suresi: 32.)

 

[11]     Damla, denizin varlığına delâlet eder.