Özet

Bu çalışmada, cumhuriyetimizin kuruluşunun 100. yılında, memleketimizde “Cumhuriyet ve Hürriyet” anlayışının ne olduğu, nasıl tatbik edildiği ve nasıl anlaşılıp uygulanması gerektiğine dair konular bazı alt başlıklar altında ve Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur tefsirinin ışığında incelenmeye çalışılmıştır. Bu çalışma bize göstermektedir ki ülkemizde hâlâ hem yöneten hem de yönetilen tabakada cumhuriyetin gerçek mahiyeti anlaşılamamış ve uygulan(a)mamıştır.

Bu makalede, ülkemizde cari olan “Cumhuriyet ve Hürriyet” kavramları üzerinde çalışmaları bulunan bazı ilim erbabının fikirlerine de yer verilmektedir. Cumhuriyet uygulamasının daha çok “Fert, devlet için vardır.” anlayışına uygun olarak cereyan ettiğini, hâlbuki uygulamanın “Devlet, fert için vardır.” şeklinde anlaşılması ve icra edilmesi gerekliliği vurgulanmaktadır. Bu kavramların ancak demokrasi anlayışına dayandığında, diğer bir ifadeyle demokrasiyle taçlandırıldığında toplumda hissedilebileceklerinin altı çizilmektedir.

“Cumhuriyet ve Hürriyet” kavramı bu makalede; Cumhuriyette hürriyet, adalet ve müsavatın ifade edeceği anlam; Cumhuriyetin içinde hakiki hürriyetin tanımı; Cumhuriyet ve fikir hürriyeti; Cumhuriyet, hürriyet, istibdat ve kalkınma ve refah ilişkisi; Cumhuriyet, hürriyet ve eğitimde hürriyetçi bir anlayış ve terakki; Bilimsel gelişmelerde hürriyet; Teknolojik gelişmelere bağlı olarak cumhuriyet ve hürriyet; Cumhuriyet ve hürriyet ekseninde medeniyet gibi alt başlıklar altında ele alınmaktadır.

Bu makale aynı zamanda; cumhuriyetin 100. yılında cumhuriyet, hürriyet ve demokrasi kavramlarının daha iyi anlaşılması ve ülkemizin demokratik gelişmiş ülkelerin medeniyet seviyesine yükselebilmesi için bir yol gösterme gayreti ve temenni dilekleri de taşımaktadır.

Anahtar Kelimeler: Cumhuriyet, Hürriyet, Demokrasi, Adalet, Meşveret

 

 

A Look at the Concepts of Republic, Freedom and Democracy from the Risale-i Nur Perspective

 

Abstract

In this study, the issues such as what the understanding of “Republic and Freedom” is in our country on the 100th anniversary of the foundation of our republic, how it is implemented and how it should be understood and implemented are discussed under some subheadings and in the light of Bediuzzaman Said Nursi’s Risale-i Nur commentary is being examined. This study shows us that; in our country, the true nature of the republic has still not been understood and implemented by both the rulers and the citizens.

This article also includes the ideas of some scholars who work on the concepts of “Republic and Freedom” current in our country. It is emphasized that the republican practice takes place in accordance with the understanding of “The individuals exist for the state”, whereas the practice must be understood and implemented as “The state exists for the individuals”. It is underlined that these concepts can only be felt in society when they are based on the understanding of democracy, in other words, when they are crowned with democracy.

The concept of “Republic and Freedom” in this article; The meaning of freedom, justice and equality in the republic, the definition of true freedom in the republic, republic and freedom of thought, the relationship between republic, freedom, despotism and development and welfare, republic, freedom and a libertarian understanding and progress in education, freedom in scientific developments, depending on technological developments It is discussed under subheadings such as republic and freedom, and civilization on the axis of republic and freedom.

This article also carries efforts and wishes to show a way for a better understanding of the concepts of republic, freedom and democracy and for our country to rise to the civilization level of democratic developed countries on the 100th anniversary of the republic of Turkey.

Key Words: Republic, Freedom, Democracy, Justice, Consultation

 

 

Giriş

 

Ortalama eğitim seviyesine sahip bir Türk vatandaşına “Cumhuriyet nedir?” diye sorulduğunda genellikle şu cevaplar alınır: “Cumhuriyet, halkın halk tarafından yönetildiği rejimdir.” veya “Cumhuriyet halkın yönetime katıldığı rejimdir.” vb. Bu cevaplarda insanların ilkokul yıllarından beri öğrenegeldikleri klişeleşmiş kalıntılar barınmaktadır. Aslında yukarıda yapılan tarifler cumhuriyeti değil, demokrasiyi tanımlamaktadırlar. Ülkemizde maalesef demokrasiyle cumhuriyetin aynı şeyler olduğu kanaati yaygındır. Farkında olunmadan cumhuriyet, demokrasi ile özdeşleştirilmektedir. Halbuki bu anlayış doğru değildir. Cumhuriyet rejimiyle idare edildiği kabul edilen fakat demokratik olmayan Çin, Irak, İran gibi çok sayıda devletler vardır. Eski Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) de bir cumhuriyet rejimiydi. Oysa bu devletlerin demokratikliği tartışılır. Bu yüzden “cumhuriyet = demokrasi” denklemi doğru değildir.

Benzer biçimde “Monarşi nedir?” diye sorulduğunda ise, genellikle, “tek kişinin idaresi”, “idare yetkisinin halkta değil, tümüyle başkanda” olduğu, “krallığın anti-demokratik ve totaliter bir rejim olduğu” yolunda cevaplar alınmaktadır.

Bu cevapları verenler monarşiyi demokrasinin zıt kavramı sanmaktadırlar. Monarşinin anti-demokratik bir rejim olduğu, demokrasiyle uzlaşamayacağı yolunda bilinçaltımıza yerleşmiş bir kanaat vardır. Oysa ki Avustralya, Belçika, Birleşik Krallık, Danimarka, Hollanda, Monako, İspanya, Danimarka, Lihtenştayn, Andorra, Japonya, Kanada, Lüksemburg, Norveç, İsveç, Yeni Zelanda gibi demokratik olduklarından şüphelenilmeyen ve uzun zamandan beri demokratik rejimleri kesintiye uğramamış olan bu devletlerin idare sistemi cumhuriyet değil, monarşidir. Tersine isminde “cumhuriyet” ve/veya “demokratik” yer pek çok ülkenin rejimi uygulamada anti-demokratik olabilmektedir.

Dünya üzerindeki devletlerin cumhuriyet ismiyle anılan idare biçimi, demokratik olabileceği gibi anti-demokratik de olabilir. Monarşi ismiyle yâd edilen idare şekli demokratik olabileceği gibi, anti-demokratik de olabilir. Bunlar ihtiva ettiği hakikatler, vaz ettiği kaideler ve uygulamaya nasıl yansıdığına göre anlaşılması gereken kavramlardır. Said Nursi’nin anlayışına göre cumhuriyet, manasız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi (İslam’ın sınırlarını belirlediği hürriyeti) taşıyan mânâ-yı dindar cumhuriyettir. Bu zaviyeden bakıldığında isme takılmadan mahiyet ve uygulama ekseninde cumhuriyet ve demokrasi kavramları vuzuha kavuşabilir.

Kemal Gözler’e göre cumhuriyet, devlet başkanlığının nesebi olarak intikal etmediği devlet şekli ve monarşi de devlet başkanlığının irsî olarak intikal ettiği devlet şekli olarak tanımlanabilir. Bu tariflere göre, cumhuriyet ile monarşi birbirine zıt kavramlardır. Bu tanımlarda demokrasiye de atıf yoktur. Cumhuriyetlerin ve monarşilerin demokratik olup olmadığı ise ayrı bir sorundur. Yukarıdaki tanımlar, demokratik ve anti-demokratik, mevcut tüm cumhuriyetler ve monarşiler için geçerlidir.[1]

“Demokrasinin “normatif” ve “ampirik (tecrübî)” olmak üzere iki değişik teorisi vardır. Normatif teoriye göre, demokrasi, halkın halk tarafından halk için yönetildiği bir rejim olarak tanımlanır. Bu, kâmil manada hiçbir zaman ulaşılamayacak bir idealdir. Asrısaadetteki uygulamalar müspet anlamda istisna kabul edilebilir. Ampirik teoriye göre ise şu şartları yerine getiren bir rejim demokratik olarak kabul edilebilir:

(1) Etkin siyasal makamlar seçimle işbaşına gelmelidir.

(2) Seçimler düzenli aralıklar ile tekrarlanmalıdır.

(3) Seçimler serbest, adil olmalı ve genel oy ilkesi uygulanmalıdır.

(4) Seçimlere birden fazla siyasal parti katılabilmelidir.

(5) Muhalefetin iktidar olabilme şansı olmalıdır.

(6) Ülkede temel kamu hakları güvence altına alınmış olmalıdır.

Ampirik verilerle tutarlı olan tek tanım yukarıdaki cumhuriyet ve monarşi tanımıdır. O hâlde cumhuriyet ve monarşi ancak demokrasiye atıf yapmadan, birbirine karşıt kavramlar olarak tanımlanabilir.[2]

Anlaşıldığı üzere demokrasisiz bir cumhuriyet rejiminde halk yönetimde söz sahibi gibi gözükse de aslında yukarıdaki altı madde sadece seçime endekslenmiş olup bireylerin seçimler haricindeki özgür düşünce ve faaliyetlerine ve idareye katkıları konusuna bir atıfta bulunmamaktadır.

Yine Kemal Gözler’e göre cumhuriyet ile laiklik arasında ve monarşi ile teokrasi arasında da bir ilişki yoktur. İran örneğinde olduğu gibi bir cumhuriyet dine dayalı olabileceği gibi Belçika ve Hollanda örneğinde olduğu gibi bir monarşi laik de olabilir.[3]

Said Nursi yukarıdakilerden daha kapsamlı bir cumhuriyet tarifi yaparak cumhuriyetin adalet, meşveret (danışma) ve kanunda inhisar-ı kuvvetten (güç ve kuvvetin sadece kanunların eline verilmesinden) ibaret olduğunu söylemektedir.[4]

Demokratik cumhuriyet; “adalet, meşveret ve kanunda kuvvet” şeklinde ifade edilen üç sacayağının imtizaç (uyuşması, kaynaşması) ve ittihadı (birleşmesi) ile var olacaktır. Bu üç kuvvet birbirini dengelemezse üzerindeki büyük yükü (milletin huzuru, emniyeti, hukuku, maddi-manevi varlığını) taşıyamaz, sacayağı devrilir. Toplumun, bu sacayağının farkında olmasına demokratik bilinç denir. Alışılmış tariflerin haricinde olarak Said Nursi, cumhuriyeti tanımlarken adaleti en başa koyması çok manidar olsa gerektir. Adaletin bihakkın icra edilmediği bir cumhuriyet rejimi noksan ve aksak olacaktır.

Abdülbaki Erdoğmuş’a (İlahiyatçı, siyasetçi, milletvekili ve yazar) göre cumhuriyet demokrasiyle taçlandırıldığında hürriyete ve gelişmeye daha fazla katkı sunabilecektir:  “… rejimi cumhuriyet olmadığı hâlde demokrasi ile en gelişmiş ülkeler arasında yer alan monarşi rejimleri vardır. Monarşiye rağmen insanların barış içinde yaşadığı, hak ve özgürlüklerini kullandığı, inanç ve dinlerini yaşadığı medeni ülkelerin güvencesi demokrasi ve hukuktur. Norveç, Danimarka, İspanya ve Japonya bunların başında gelir. Rejimlerinin isimleri cumhuriyet olduğu halde demokrasiye geçmeyen, isim ve resimden ibaret kalan Kuzey Kore, Rusya, Çin, İran, Irak, Suriye gibi ülkelerde “cumhuriyet”, tek başına güvence olamıyor.”

Türkiye’de 1923 yılında ilan edilen cumhuriyet rejimi de isim ve resimden ibaret kaldığından rejimi korumak adına oluşan ideolojik yapılanmalar ve devletçi zihniyetler bazı mevzi başarılar göstermiş olsa da topyekûn kalkınmanın sağlanabileceği hür bir ortamı meydana getirememiştir.

Yine Erdoğmuş’a göre, “Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren demokratik siyasetin hayat bulmasına imkân verilmediği için ideolojik ve militarist siyasetin önü açılmış, böylece siyasetin vesayet sistemine hizmeti kurumsallaştırılmıştır.

Sağcılar, solcular, ulusçular, Atatürkçüler, Kemalistler, milliyetçiler, muhafazakârlar, millî görüşçüler ve İslamcılar gibi kesimlerin hiçbiri demokrasi ve demokratik bir cumhuriyet konusunda samimi olmamışlardır. Yüz yıldır cumhuriyet üzerinden bir demokrasi oyunu oynanmış ve doğrudan askerî müdahalelerle veya ideolojik siyasetle demokrasinin önü kesilmiştir.            Her defasında bir başka demokrasi oyunu sahneye konulmakta, aynı oyun farklı oyuncularla oynanmaya devam etmektedir.”[5]

Yazar ve tarihçi Yuval Noah Harari’nin dediği gibi “Diktatörlük bir yabani ot gibidir, her yerde bitebilir. Ama demokrasi bir narin çiçek gibidir, sağlanması gereken ön şartları vardır.”

O yüzden adında cumhuriyet olsa bile rejimler demokrasiye dayandırılmazsa totaliter bir hüviyete dönüşecektir. Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde “cumhuriyet”, “Milletin, hâkimiyeti kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığıyla kullandığı yönetim biçimi” olarak tanımlanmaktadır. Yine bir yönetim biçimi olarak bahsedilen “demokrasi” de Yunanca iktidar, yönetme, güç anlamına gelen “kratos” ve halk, yurttaş topluluğu, sıradan halk gibi pek çok anlamı olan “Demos” kelimelerinin birleşmesinden meydana gelmiş olup Oxford Sözlüğü’nde “siyasi denetimin doğrudan doğruya halkın ya da düzenli aralıklarla halkın özgürce seçtiği temsilcilerin elinde bulunduğu, toplumsal ve ekonomik durumu ne olursa olsun tüm yurttaşların eşit sayıldığı yönetim biçimi olarak tanımlanmaktadır.

Yukarıdaki ifadelerden fark edilebileceği üzere, “halkın kendi kendini yönetmesi anlamına gelen “cumhuriyet” ve “demokrasi” arasındaki temel fark; demokrasi tanımında yer alan “halkın özgürce seçim yaptığı ve tüm yurttaşların eşit sayıldığı” ifadesinde yer alan “özgürlük” ve “eşitlik” gibi insan hayatının iki önemli vasfıdır. Bu cümleden hareketle cumhuriyet ve demokrasi’nin aynı kavramlar olmadığını söyleyebiliriz.

Yazar Tunay Şendal; “Demokrasi ile taçlanmayan bir cumhuriyet, gerçek anlamından koparak farklı eğilimlerin manevrası ve iradenin tekelleşmesi deformasyonu neticesinde ‘seçimli monarşi’ gibi başka hüviyetlere de bürünebilmektedir. Dolayısıyla kavramların taşıdığı anlamların yarattığı bu simbiyotik (iç içe) bağ sayesinde cumhuriyet ve demokrasi arasındaki dirsek teması uzun yıllar boyunca devam etmiştir.” tespitinde bulunmaktadır.[6]

Prof. Dr. Ülkü Sarıtaş, “Demokrasisiz Cumhuriyet Olur mu?” başlıklı yazısında şunları söylemektedir: “Bir cumhuriyetin tam demokratik cumhuriyet olabilmesi için, gönüllü birlikteliklerle bir arada bulunan o ülke halklarının tüm kesimlerinin, çoğulcu özgür iradeleri ile katılımcı olarak yönetim ve denetim süreçlerine doğrudan katıldığı, demokrasiyi tüm sivil kurum, kuruluş ve kadroları ile var ettiği ve çok kimlikli, değişik inançlı ve çeşitli kültürlerin bir mozaik oluşturacak şekilde bir arada yaşamasına imkân veren bir devlet yapılanmasının gerçekleştirilmesi gerekir.

Demokrasinin tam anlamıyla sağlanabilmesi için alınan kararların halkın tamamını memnun etmesi beklenir. Ancak gerçek hayatta bu durum imkânsızdır. Zira her bireyin beklentileri, istekleri, ihtiyaçları farklıdır; herkesi aynı anda memnun etmek mümkün değildir. Dolasıyla “Normatif demokrasi teorisi” olarak adlandırılan bu siyasi düşünce şekli ideal ancak ütopik olanıdır ve günümüzde hiçbir devlette uygulanamamaktadır. Halkın tamamını değilse de olabildiğince büyük kısmını memnun etmeyi amaçlayan “Ampirik demokrasi teorisi” herkesi değil ama olabildiğince çok kişiyi memnun etmeyi amaçladığı için gerçek hayatta uygulanması daha mümkün olabilecek siyasi düşüncedir ve ancak güvenli ve her yurttaşın eşit bilinçle oy kullanacağı özgür seçimlerle sağlanabilir.”[7]

İslamiyet’i temsil ettiğini iddia eden bir parti; hem siyasi parti idarecilerinin hem parti tabanının hem de umum milletin yüzde altmış, yetmişi tam dindar olmak şartıyla, şimdiki siyaset başına geçebilir.

Aslında Sarıtaş, Said Nursi’nin aşağıda belirttiği üzere hakiki medeniyetin, toplumun çoğunluğunu mutlu eden bir medeniyet olması gerektiği fikrini teyit etmektedir: “Yüzde seksenini atmış meşakkat ve şekavet. Yüzde onu çıkarmış muzahraf (sahte) bir saadet. Diğer onu bırakmış beyne beyne (ne iyi ne kötü) bîrahat (rahatsız). Zalim ekallin (azınlık) olmuş gelen ribh-i ticaret (ticari gelir). Lâkin saadet odur: Külle ola saadet. Lâakal (en az) ekseriyete olsa medar-ı necat (kurtuluş sebebi).”[8]

Mustafa Erdoğan, Cumhuriyet’in 75. Yılı münasebetiyle yazmış olduğu bir makalede Türkiye’de ne yazık ki gerçek anlamda bir cumhuriyet idaresinin yaşanmadığını belirtmektedir: “Cumhuriyet’in projesinde özgür ve özerk yurttaş yerine kendini resmi yoldan tanımlanan ‘ulusal çıkar’a ram eden bağımlı insan anlayışı hâkim olmuştur.”[9] Erdoğan’a göre, “Cumhuriyetin yüzeysel ‘yurttaşlık’ anlayışı uygulamada da ‘aktif yurttaşlık’ idealinden uzaklaştıran, en azından onu erteleyen bir biçimde ortaya çıkmıştır. Nitekim cumhuriyetin otoriteryen siyasi modeli yurttaşlardan katılma bekleyen bir anlayışı yansıtmıyordu, aksine iktidar seçkinlerinin tayin ettiği kamu siyasetlerine yurttaşların sorgusuz sualsiz boyun eğmelerini icbar eden bir modeldi.”[10]

Erdoğan ilginç bir tabir kullanarak “Cumhuriyetin ‘devletleştirilmiş yurttaşlık’ında, gerçek olan sadece yurttaşların ödev ve sorumluluklarıydı, haklar ise belirsiz bir geleceğe ertelenmişti.”[11] tespitini yapmaktadır.

Cumhuriyeti; meşrutiyet-i meşrua olarak tarif eden Said Nursi, Kur’ân’dan aldığı ilhamla İslâm âleminin selametinin ancak ve ancak demokratik cumhuriyet ilkeleriyle sağlanabileceğini söylemiş ve bunu dört mezhebe göre ispat edebileceğini ilân etmiştir: “Hulefa-i Raşidîn (doğru yolda olan, doğruya ve hakka sımsıkı sarılan, kemale ermiş dört halife; Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali) hem halife hem reisicumhur idiler. Sıddık-ı Ekber (ra) aşereimübeşşere ve sahabe-i kirama elbette reisicumhur hükmünde idi. Fakat manasız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mana-i dindar cumhuriyetin reisleri idiler.”[12]

Risale-i Nur’da dört halifenin her biri hem halife hem de cumhurbaşkanı olduğu ifade edildikten sonra dindar cumhuriyet tanımlaması yapılmakta ve “Fakat manasız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mana-i dindar cumhuriyetin reisleri idiler.” tespitiyle, dindar manadaki cumhuriyetin; hakiki adalet ve hürriyetle insanlığı mutlu edecek bir mahiyete sahip olduğu izah edilmektedir: “1935’de Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde “Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?” sualine cevaben, “Eskişehir Mahkeme Reisinden başka, daha sizler dünyaya gelmeden benim dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder. O zaman, şimdiki gibi, halî bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu; ben de tanelerini karıncalara verirdim, ekmeğimi onun suyu ile yerdim. Benden soruyordular, ben de derdim: “Bu karınca ve arı milletleri, cumhuriyetçidirler. O cumhuriyetperverliklerine hürmeten, tanelerini karıncalara verirdim.” diyerek yukarıda zikredilen karınca hadisesini anlatır ve şöyle der: “Hulefa-yı Raşidîn (dört halife) her biri hem halife hem reis-i cumhur idi. Sıddık-ı Ekber, aşereimübeşşere (cennetle müjdelenen on sahabeye) ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi (İslam’ın vaz ettiği hürriyeti) taşıyan mânâ-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.”[13]

“Cumhuriyet ve hürriyet” kavramı pek çok başlıklar altında incelenebilir. Fakat bu makalede aşağıdaki alt başlıkların incelenmesiyle yetinilecektir:

Cumhuriyette hürriyet, adalet ve müsavatın ifade edeceği anlam,

Cumhuriyetin içinde hakiki hürriyetin tanımı,

Cumhuriyet ve fikir hürriyeti,

Cumhuriyet, hürriyet, istibdat ve kalkınma ve refah ilişkisi,

Cumhuriyet, hürriyet ve eğitimde hürriyetçi bir anlayış ve terakki,

Bilimsel gelişmelerde hürriyet,

Cumhuriyet ve hürriyet ekseninde medeniyet.

Bu makale aynı zamanda, Cumhuriyet’in 100. yılında ülkemizin de diğer demokratik gelişmiş ülkelerin medeniyet seviyesine yükselebilmesi için bir yol gösterme gayreti ve temenni dilekleri de taşımaktadır.

Cumhuriyette hürriyet, adalet ve müsavatın ifade edeceği anlam

Cumhuriyet idaresinin hürriyet prensibiyle her tebaasına eşit muamele yaparak adil olması elzemdir. Cumhurî rejimin koyduğu adil kanunlar tam bir demokratik ve hukuki yaklaşımla, devletin en tepesindeki idarecisinden en sıradan vatandaşına kadar eşit olarak uygulanmalıdır. Her vatandaşın fikir ve ifade hürriyeti kanunlarla garanti altına alınmalıdır.

Bediüzzaman’ın da dediği gibi: “Müsavat (eşitlik) ise, fazilet ve şerefte değildir, hukuktadır. Hukukta ise, şah ve geda birdir. Evet, İmam-ı Ali’nin (ra) adi bir Yahudî ile muhakemesi ve medar-ı fahriniz olan Salâhaddin-i Eyyubî’nin miskin bir Hıristiyan ile mürafaası (mahkemesi), sizin şu yanlışınızı tashih eder zannederim.”[14]

Bu ne yüce bir adalet anlayışıdır ki devletin zirvesindekiyle Müslüman olsun olmasın adi bir adam hâkimin huzurunda eşit olarak mahkeme olunabiliyor. Yine Bediüzzaman’ın aşağıdaki farklı zaman ve mektuplarında söylediği gibi kanunlar önünde herkesin eşit olması gerektiği prensibi vurgulanmaktadır.

“Müsavatsız (eşitlik prensibine uymayan) adalet, adalet değildir.”[15]

“… bu asr-ı hürriyette ve bu yeni başladığımız cumhuriyetler devrinde, müsavat (eşitlik) esası üzerine tahakküm ve tagallübü (baskı ve zorbalığı) kaldırmak düsturu bizim bir kanun-u esasîmiz (anayasamız) hükmüne geçtiği…”[16]

Eşitlik prensibinin uygulandığı zirve dönemlerinden biri de hiç şüphesiz asrısaadet dönemidir. “Sahabe-i Kiramın o zamanda, âlemde vahşet ve cebr-i istibdat (baskı ve zulmün zorbalığı) hükümferma olduğu hâlde, hürriyet ve adalet ve müsavatları (eşitlikleri) bu müddeâya (iddia edilen şeye) bir burhan-ı bâhirdir (apaçık güçlü bir delildir). Yoksa, hürriyeti sefahat (haram şeylere düşkünlük) ve lezaiz-i nâmeşrua (haram lezzetler) ve israfat ve tecavüzat ve hevâ-i nefse ittibâda (nefsin geçici arzularına uymada) serbestiyet ile tefsir ve amel etmek, bir padişahın esaretinden çıkmakla ve alçakların istibdadı ve esaret-i rezilesinin (alçak esirliğinin) altına girmekle beraber, milletin çocukluk istidadını ve sefih olduğunu gösterdiğinden, paralanmış olan eski esarete lâyık ve hürriyete adem-i liyâkatini (layık olmadığını) gösterir.”[17]

Haklar ve hukuklar konusunda peygamberimiz Hz. Muhammed bile kendisini haklar ve hukuk noktasında hiç kimseden üstün ve ayrıcalıklı görmemiştir. Hakkın büyüğü-küçüğü olmaz diyerek tüm hayatı boyunca dikkat ettiği helallik ahlakına vefatından hemen önce de riayet ederek insanlardan helallik dilemiştir. Bu konuyu teyit eden binlerce rivayetten şu rivayet bile buna delildir:

Peygamber Efendimiz (asm) vefatına yaklaştığı günlerden birinde minbere çıktı ve tüm halk ile helalleşerek: “Her kimin benden alacağı varsa gelsin söylesin vereyim. Her kime zarar verdiysem, işte buradayım, o da bana aynısını yapsın. Kime ne şekilde borçlu isem ödeyeyim ki huzur-u Hakk’a giderken borçsuz olarak gideyim.” buyurdu.

Ashab arasından Ukkaşe (ra) namındaki zat ayağa kalktı: “Ya Resûlallah, Tebuk Seferi’nden dönerken yanınızda idim. Devenize vurmak istediğiniz kırbaç benim sırtıma isabet etmişti.”

Peygamber Efendimiz (asm) hemen kırbaç getirilmesini emretti. Duruma şahit olan sahabeler telaşlandılar. Ukkaşe’ye: “Ya Ukkaşe! Sen ne yapıyorsun? Aklını mı kaybettin? Kendine gel! Böyle bir hâl oldu ise helal etmen lazımdır. Yoksa içimizden istediğine istediğin kadar kırbaç vur.” dediler.

Hz. Ömer: “Ya Ukkaşe! İşte arkam; kırk kırbaç vurmana razıyım. Fakat Peygamber’e bir kırbaç vurmana dahi razı değilim. O hastadır; bu işten vazgeç.” dedi.

Bu sözleri işiten Peygamber Efendimiz (asm): “Susunuz! Kimse kimsenin cezasını çekemez, adalet yerini bulur.” buyurdu ve kırbacın geldiğini de görünce sırtını Ukkaşe’ye döndü: “Vur Ukkaşe, sana nasıl vurduysam bir misliyle sen de bana vur.”

Sahabe çok üzgün ve şaşkındı fakat artık müdahale hakları kalmamıştı. Ukkaşe: “Ya Resulallah, benim sırtım çıplaktı.” Dedi. Bunun üzerine Resulallah sırtını açtı. Ukkaşe elindeki kırbaçı yere attı, Peygamber Efendimizin arkasındaki mühr-ü nübüvvete ağlayarak yüzünü gözünü sürdü ve: “Bugün iki dileğim yerine geldi ya Resûlallah, biri sizin adaletinizi tüm insanlığa duyurmak, diğeri beden-i pür nurunuza yüzümü sürmekti.” dedi. Efendimiz de Ukkaşe’ye tebessüm ederek dua etti.

Cumhuriyetin içinde hakiki hürriyetin tanımı

Said Nursi’nin cumhuriyet tarifinde; cumhuriyetin adalet, meşveret ve kanun hâkimiyetinden ibaret olduğunu söylemektedir. Bu üç rüknün gerçekleşebilmesi için de hürriyetin hakiki manada anlaşılması ve yaşanması gerekliliğini eserlerinde ve özellikle mahkeme müdafaalarında sıkça dile getirmiştir. Emniyeti ve toplum huzurunu bozmamak şartıyla fikir, fikrini ifade etme ve hayatına uygulama noktalarında tam bir hürriyeti müdafaa etmiştir:

“Madem hürriyetin en geniş şekli cumhuriyettir. Ve madem hükûmet ise cumhuriyetin en serbest suretini kabul etmiştir. Elbette, hakikî ve kat’î ve reddedilmez kanaat-i ilmiyeyi ve efkâr-ı saibeyi (maksada uygun, doğru fikirleri), âsâyişe (düzen ve güvene) dokunmamak şartıyla, cumhuriyetin hürriyeti, o hürriyet-i ilmiyeyi istibdat altına alamaz ve onu bir suç tanımaz.”[18]

Said Nursi, “Ben hürriyet ve serbestiyetimi hiçbir keyfî kanunla tahdit ettirmem (sınırlandırmam)’ derdi. Bunun içindir ki ilk İstanbul’a teşriflerinde yine her kayıttan uzak kalmakta ısrar etmiş ve hayatının bütün safhalarında bu vaziyet müşahede edilmiştir. Ondaki bu serbestiyet ve hürriyet aşkı, hayatının yarısından sonra Avrupa’dan gelen müthiş bir dalâlet (haktan sapma) ve zındıka (dinsizlik) taarruzuna karşı koymayı ve felsefe-i tabiiyeden (tabiata ilahlık atfeden felsefeden) doğan dehşetli bir istibdad-ı mutlakın hilâf-ı Kur’ân prensiplerine boyun eğmemeyi, onlara itaat etmemeyi ve hakikî hürriyet-i meşrua (İslam’ın sunduğu meşru özgürlük) olan İslâmî hürriyet ve medeniyete çalışmayı netice vermiştir.”[19]

Bediüzzaman; kimliğini ve özünü İslamiyet’le harmanlamış bu dindar milletin nasıl idare edilmesi hususunda yol göstermekte ve laiklik kavramına da cumhuriyet ve hürriyet açısından bakarak şu harika tespiti yapmaktadır:

“Hem, bu mübarek vatanda bu fıtraten dindar millete hükmedenler, elbette dindarlığa taraftar olması ve teşvik etmesi, vazife-i hâkimiyet cihetiyle lâzımdır. Hem madem, lâik cumhuriyet prensibiyle bîtarafane (tarafsız) kalır ve o prensibiyle dinsizlere ilişmez; elbette dindarlara dahi bahanelerle ilişmemek gerektir.”[20]

Cumhuriyet ve fikir hürriyeti

Cumhuriyet idaresinde düşünceler de serbest olabilmelidir. Dolayısıyla düşünce ve ifade özgürlüğü var olmalıdır. Hiç kimse asayişi bozmayan fikir ve amelleri sebebiyle soruşturmaya uğramamalıdır.

Said Nursi, maalesef cumhuriyet tarihinde bu temel hakkın layıkıyla uygulanmadığına şöyle temas eder:

“İşte “Bu fikirleriyle suçludur, kanunen mahkûm edilmesi lâzımdır” diyorlar. İşte bunlar güya ehl-i vukuf namında memleket gençliğine adalet ve hak ve hürriyet derslerini verecek profesörler veya hukuk doçentleridir! İşte, ey adalet-i hakikiyenin mümessilleri sıfatıyla hukuk-u umumiyeyi ve haysiyet-i milliyeyi muhafaza eden hâkimler! “Gençlik Rehberi”nin imani dersleri ve ahlaki telkinleri, ehl-i vukuf (bilirkişi) raporundaki gibi bir suç mevzuu olarak kabul ediliyorsa bu müellifi bu büyük hizmetinden dolayı mes’ul tutuluyorsa, eğer öyleyse, o zaman yukarıda arz ettiğimiz bu millete, bin yıllık tarihine, an’anesine, idari ve örfi kanunlarına, bu milletin ebedî medâr-ı iftiharı olmuş mukaddes dinine, mukaddes İslamiyet hakikatlerine, kudsî Kur’ân derslerine ve o kudsî hakikatlere sarılarak İslâmî medeniyeti kemâl-i şâşaa ile dünyaya ilan eden bir aziz ecdada ve onların haysiyetine, hukukuna, maneviyatına savrulan tahkir ve tezyifleri, indirilen darbeleri ve söylenen iğrenç iftiraları kabul etmeniz lazımdır. Bu büyük, manevî cinayetleri hoş görüp kabul etmekle, ismî ehl-i vukufların, suç isnad ettikleri “Gençlik Rehberi” suç sayılabilir. Ve ancak o cihetle müellifi mahkûm ve “Rehber”i neşreden talebeleri muahaze olunabilir (cezalandırılabilir). Yoksa adalet-i kanun ve hürriyet-i fikir ve vicdan düsturuyla mahkûmiyeti ve muhakemesi mümkün değildir. Hürriyet-i fikir ve hürriyet-i vicdan düsturunu en geniş manasıyla tatbik eden cumhuriyet idaresinin demokrasi kanunlarıyla asla kabil-i telif değildir.”[21]

Cumhuriyet, hürriyet, istibdat ve kalkınma ve refah ilişkisi

Bediüzzaman, şeriatla (İslam medeniyetiyle) medeniyet-i hazıra (günümüz medeniyeti), dehâ-i fennî (modern bilimin dehası) ile hüdâ-yı şer’î (İslam’ın hak yolunu) karşılaştırırken der ki:

“Suret-i hizmetinde, hevâ (nefsani zevkler) heves yerine hüdâ-yı hidayettir. O hüdânın şe’nidir insana lâyık tarzda terakki ve refahet.”[22]

İslam medeniyeti insanların en faydalısını insanlara en çok hizmet eden olarak tarif etmektedir. Bu yüzden kişilerin serbestçe topluma faydalı teşebbüslerde bulunabilmeleri gelişmenin dinamosudur. Belki baskı ve zorlamayla, devletlerin baskıcı milli refah politikaları kısa vadede fayda sağlayabilir ancak uzun vadede evrensel normlarda tam gelişmiş bir modeli sunamaz. Mesela, Çin Halk Cumhuriyeti’nin son yıllardaki baş döndürücü ekonomik gelişmişliği maalesef toplumun gelişmişliğine fazla katkı yapamamaktadır. Çünkü merkezi otoritenin hakimiyeti toplum bireylerinin hak ettikleri payı almasına müsaade etmemektedir. Ayrıca da hala devleti önceleyen yapı nedeniyle demokrasinin sağlaması gereken özgürlükler çok sınırlı alanlara hapsedilmiş vaziyettedir.

Araştırmacı yazarlar Daron Acemoğlu ve James A. Robinson’un temel tezi; özgürlüğün oluşması ve yeşer(ebil)mesi için hem devletin hem de toplumun birlikte güçlü olması gerektiğidir. Bunun için kitaba adını verdikleri “dar koridor”u matematik olarak ifade ve tarif eden grafiği çeyrek bir düzlem üzerinde kurgulamışlardır. Yatay eksene “toplumun gücü”nü yerleştiren yazarlar, dikey eksene ise “devletin gücü”nü yerleştirerek hem devletin hem de toplumun birlikte güçlü olmasının sebep ve sonuçları ile ikisinden birisinin ağır basmasındaki şartları ve sonuçları incelemişlerdir. Ancak dar koridorda kalan, yani devlet ve toplumun beraberce hüküm sürdüğü idarelerin güçlü olabileceğini savunmuşlardır.[23]

Acemoğlu ve James A. Robinson, “Dar Koridor” isimli eserinde Şekil 1 farklı türden devletlerin gelişimini temsil eden güçleri özetlemektedir. Asıl vurgulara odaklanabilmek için olayları basitleştirerek her şeyi iki değişkene indirmektedir. Birincisi, bir toplumun özellikle de kolektif olarak harekete geçmek, eylemlerini koordine etmek ve siyasi hiyerarşiyi sınırlandırmak söz konusu olduğunda normları, pratikleri ve kurumları açısından ne kadar güçlü olduğudur.

 

Şekil 1. Devletin gücüyle toplumun gücünün devletlerin gelişmesiyle ilgisi.[24]

 

Yatay eksende gösterilen bu değişken, toplumun genel hareketlilik gücünü ve normları vasıtasıyla hiyerarşiyi denetim altında tutma yeteneğini gösterir. İkincisi devletin gücüyle ilgilidir. Bu değişken dikey eksende gösterilmektedir ve benzer biçimde bazı nitelikleri bir araya getirir: Siyasi ve iktisadi seçkinlerin ne kadar kuvvetli olduğu ile devlet kurumlarının güç ve kapasiteleri.

Modern öncesi toplumların çoğunun, güçlü devletleri ve toplumları olmaksızın, sol alt köşeye yakın bir yerden başladıklarını düşünelim. Bu sol alt köşeden başlayan oklar, devlet, toplum ve ikisi arasında zamanla ortaya çıkan ilişkilerin farklılaşan gelişim yollarını işaret eder. Şekilde gösterilen tipik bir yol, toplumun devletten daha güçlü olduğu noktada başlar ve güçlü merkezî devlet kurumlarının gelişimini engeller. Kaygan zemin korkusu, toplumun imkân bulduğu zaman seçkinlerin gücünü kırpacağı ve siyasi hiyerarşiyi zayıflatacağı anlamına gelir. Böylece devlet seçkinlerine benzer yapıların gücü daha da azalır. Toplumun devlete kıyasla artan gücü, ihtilafları çözen ve düzenleyen kurumsal yapıların olmaması nedeniyle normlar kafesinin bu tür örneklerde neden bu denli güçlü olduğunu da açıklar. Normlar tüm bu işlevleri üstlenir ve zaman içerisinde kendilerine has eşitsizlikleri ve bireyleri boğan farklı türden baskıları ortaya çıkarır.

Öte yandan, devletin ve seçkinlerin güçlerinin toplumdan daha fazla olduğu başlangıçlara sahip durumlarda, bir okun Çin’le ilgili ilk tartışmamızı andırır şekilde Despotik Leviathan’ın[25] ortaya çıktığı yöne gittiğini görüyoruz. Burada ok daha yüksek düzeyde devlet kapasitesine doğru yönelir. Zamanla toplum devletle rekabet edemez duruma gelir ve gücü giderek erir. Despotik Leviathan prangalanma ihtimalini ortadan kaldırmak için toplumun gücünü kırdıkça daha da kuvvetlenir. Sonuçta Despotik Leviathan zayıflayan toplum karşısında ezici bir güce sahip olur ve güç dengesi, Leviathan’ın prangalanması ihtimalini giderek ortadan kaldıracak biçimde değişir.

Fakat şekil bize kapasitesi yüksek toplumlarca dengelenen kapasitesi yüksek devletler de olabileceğini gösteriyor. Bu Prangalanmış Leviathan’ın ortaya çıkışına şahit olduğumuz ortadaki dar koridorda gerçekleşir.  Kızıl Kraliçe etkisinin harekete geçtiği ve devlet ile toplum arasındaki mücadelenin ikisinin de güçlenmesine neden olduğu ve mucizevi bir şekilde aralarındaki dengeyi koruyabildikleri alan tam olarak bu koridordur.

Gerçekten de Kızıl Kraliçe, devlet ile toplum arasındaki mücadelede ikisini de daha yetkin kılmanın ötesine geçer. Kurumların yapısını şekillendirir ve Leviathan’ı yurttaşlarına daha hesap verir ve duyarlı kılar. Süreç içerisinde insanların yaşamlarını da dönüştürür çünkü devletlerin ve seçkinlerin onlar üzerindeki hâkimiyetini ortadan kaldırır; ayrıca normlar kafesini gevşeterek ve hatta parçalayarak bireysel özgürlüğü güçlendirir ve siyasete daha etkin yurttaş katılımını mümkün kılar. Sonuçta siyasi, iktisadi ve toplumsal hâkimiyet biçimlerince kısıtlanmayan gerçek özgürlük sadece bu koridorda ortaya çıkar ve gelişir. Bu koridorun dışında özgürlük, Leviathan’ın olmaması (Namevcut) veya despotik olmasıyla engellenir.[26]

Cumhuriyet, hürriyet ve eğitimde hürriyetçi bir anlayış ve terakki

Nasıl ki iman ne kadar mükemmel olursa o derece hürriyet parlar, öyle de hürriyet de ne kadar parlarsa ilim ve ilerleme de o derece artar. Zira ilimde terakki, hür bir zeminde icra edilip, ilmin izzeti gözetilerek ve başka saikler bulaşmadığında gerçekleşir.

Bediüzzaman Said Nursi hürriyet sayesinde esaret zindanlarından ebedi hayat çeşmesine çıkılabileceğini şöyle ifade etmektedir: “Ey hürriyet-i şer’î! Öyle müthiş ve fakat güzel ve müjdeli bir sadâ ile çağırıyorsun ki benim gibi bir bedevîyi tabakat-ı gaflet altında yatmışken uyandırıyorsun. Sen olmasaydın, ben ve umum millet zindan-ı esarette kalacaktık. Seni ömr-ü ebedî ile tebşir ediyorum. Eğer aynü’l-hayat-ı şeriatı (şeriatın hayat çeşmesini) menba-ı hayat yapsan ve o cennette neşv ü nema bulsan, bu millet-i mazlumenin de eski zamana nisbeten bin derece terakki edeceğini müjde veriyorum. Eğer hakkıyla seni rehber etse ve ağraz-ı şahsî ve fikr-i intikam ile sizi lekedar etmezse…”[27]

Dünyadaki en başarılı eğitim sisteminin Finlandiya’da olduğu ifade edilmektedir. Finlandiya okul sisteminin millî bir sınav mekanizması, okul sıralama listeleri ve teftiş sistemleri yoktur. Finlandiya eğitim sistemine göre her çocuğun her ders için yüksek başarı gösterme gibi bir mecburiyeti yoktur. Öğrenciler, kendi ilgi ve ihtiyaçları istikametinde eğitim programlarını oluştururlar. Öğretmenler öğrencileri bilmedikleri ve ilgi duymadıkları bir konu hakkında fikir sahibi olmaya zorlamak yerine, öğrencilere kendi yeteneklerini keşfettirerek ilgi duydukları alanda kendilerini geliştirmeye teşvik ederler. Finlandiya’nın eğitime yaklaşımı, çocukları imtihanlara değil, gelecekteki hayatlarına hazırlamaktır. Bu nedenle dersler esas olarak pratik becerileri geliştirmeye odaklanır ve öğrencileri sınavlara girmeye ve geçmeye mecbur tutmazlar. Başarılı olmaları gereken tek sınav, üniversite eğitimlerini belirlemek için girilen üniversite giriş sınavdır. Finlandiya eğitim anlayışında sınavların öğrencilerin öğrenme hevesine negatif etki ettiği ve strese neden olduğu düşünülmektedir. Finlandiyalı öğrencilerde sınavları geçmek gibi bir baskı olmadığı için öğrenme süreci başarılıdır ve bağımsız bireyler hazırlamayı amaçlamaktadır. Her ne kadar Finlandiya’nın nüfusu çok kalabalık değilse de yine de yukarıda verilen örnek eğitimde baskıcı ve zorlayıcı bir uygulama yerine geniş hürriyet alanı sağlayan bir modelin daha başarılı olabileceğini göstermektedir.

Bilimsel gelişmelerde hürriyet (Hürriyet ve bilimde terakki)

Fark edileceği üzere, aslında bütün bu alt başlıklar birbiriyle iç içedir. Hürriyetin sirayet etmediği alanlar hep güdük, kendi içine kapanık ve tekin olmayan bir vasat oluştururlar.

Bediüzzaman bir yandan cumhuriyeti ve hürriyeti müdafaa ederken diğer yandan bununla paralel olarak bilimin etkinliğinin de giderek artacağına, istikbalin bilgi çağı olacağına inanmakta, bütün vurgusunu bu istikamette yapmaktadır: “Elbette nev-i beşer (insanlık) ahir vakitte ulum ve fünuna (fenlere) dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ilmin eline geçecektir.”[28]

Bediüzzaman bütün hayatı boyunca madden ve manen terakkinin İslamiyet’in cihanşümul ve eskimez, terütaze umdeleriyle olacağını anlatmıştır. Sadece manevi değil maddi ilerlemenin de kaynağının Kur’an hakikatleri olacağını vurgulamıştır. Baskı ve cebir, yerini adalet ve hürriyete terk ettikçe bu gelişmenin daha da fazla olacağını savunmuştur. Maddeten ilerleme ve kalkınmanın İslam âleminde yerleşmiş olan beş kuvvetin bir araya gelmesiyle mümkün olabileceğini belirtmiştir. Bu beş kuvvet; İslamiyet’in hakikatinde bulunan fen ve medeniyet, fakr ve ihtiyaç, Kuran hakikatlerinden süzülen hürriyet, baskıcı zorbalara yalakalık etmemek ve çaresizlere baskı kurup, büyüklük göstermemek ve İslamiyet’in izzeti. Bunlar aşağıda ifadelerini bulmaktadır:

“… maddeten İslamiyet’in terakkisinin kuvvetli sebepleri gösteriyor ki maddeten dahi İslâmiyet istikbale hükmedecek. Birinci cihet, maneviyat cihetinde terakkiyatı ispat ettiği gibi bu ikinci cihet dahi maddi terakkiyatını ve istikbaldeki hâkimiyetini kuvvetli gösteriyor. Çünkü âlem-i İslam’ın şahs-ı mânevîsinin kalbinde, gayet kuvvetli ve kırılmaz “beş kuvvet” içtima ve imtizaç edip (bir araya gelip) yerleşmiş.

Birincisi: Bütün kemâlâtın üstadı ve üç yüz yetmiş milyon nefisleri bir tek nefis hükmüne getirebilen ve hakikî bir medeniyetle ve müspet ve doğru fenlerle teçhiz edilmiş olan ve hiçbir kuvvet onu kıramayacak bir mahiyette bulunan hakikat-i İslâmiyet’tir.

İkinci kuvvet: Medeniyet ve san’atın hakikî üstadı ve vesilelerin ve mebâdilerin (başlangıçların) tekemmülüyle cihazlanmış olan şedid (şiddetli) bir ihtiyaç ve belimizi kıran tam bir fakr, öyle bir kuvvettir ki susmaz ve kırılmaz.

Üçüncü kuvvet: Yüksek şeylere müsabaka sûretinde beşere yüksek maksatları ders veren ve o yolda çalıştıran ve istibdâdâtı (baskıları) parça parça eden ve ulvî hisleri heyecana getiren ve gıpta ve hased ve kıskançlık ve rekabetle ve tam uyanmakla ve müsabaka şevkiyle ve teceddüd (yenilenme) meyliyle ve temeddün (medenileşme) meyelânıyla teçhiz edilen üçüncü kuvvet, yalnız hürriyet-i şer’iyedir. Yani insaniyete lâyık en yüksek kemâlâta olan meyil ve arzu ile cihazlanmış olmak.

Dördüncü kuvvet: Şefkatle cihazlanmış şehamet-i imaniyedir (imandan gelen yiğitlik ve cesarettir). Yani tezellül etmemek (alçalmamak), haksızlara, zalimlere zillet (alçaklık) göstermemek, mazlumları da zelil etmemek. Yani, hürriyet-i şer’iyenin esasları olan müstebitlere dalkavukluk etmemek ve bîçarelere tahakküm ve tekebbür etmemektir.

Beşinci kuvvet: İzzet-i İslamiyedir ki i’lâ-yı kelimetullahı (Allah’ın adını yüceltmeyi) ilan ediyor. Ve bu zamanda i’lâ-yı kelimetullah, maddeten terakkiye mütevakkıf (bağlı); medeniyet-i hakikiyeye girmekle i’lâ-yı kelimetullah edilebilir. İzzet-i İslâmiyenin iman ile kat’î verdiği emri, elbette âlem-i İslamın şahs-ı mânevîsi, o kat’î emri istikbalde tam yerine getireceğine şüphe edilmez.

Evet, nasıl ki eski zamanda İslâmiyet’in terakkisi, düşmanın taassubunu parçalamak ve inadını kırmak ve tecavüzatını def etmek, silâh ile kılıç ile olmuş. İstikbalde silâh, kılıç yerine hakiki medeniyet ve maddi terakki ve hak ve hakkaniyetin manevi kılıçları düşmanları mağlûp edip dağıtacak. Biliniz ki: Bizim muradımız, medeniyetin mehasini (güzellikleri) ve beşere menfaati bulunan iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahları, seyyiatları değil ki ahmaklar o seyyiatları, o sefahatleri (yasak zevk ve eğlencelere düşkünlükleri) mehasin zannedip, taklit edip malımızı harap ettiler. Ve dini rüşvet verip dünyayı da kazanamadılar. Medeniyetin günahları iyiliklerine galebe edip seyyiatı hasenatına racih (üstün) gelmekle, beşer iki harb-i umumî ile iki dehşetli tokat yiyip o günahkâr medeniyeti zîr ü zeber (alt üst) edip öyle bir kustu ki yeryüzünü kanla bulaştırdı. İnşallah, istikbaldeki İslamiyet’in kuvvetiyle medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi de (dünya barışını da) temin edecek.”[29]

Cumhuriyet ve hürriyet ekseninde medeniyet

Medeniliğin pek çok tarifi mümkün olmakla beraber medeniliğin bir tarifi şöyle verilebilir:

Medeniyet, “ortak iyilik ve yarar için çabalama, evrensel ahlak ve adalet ortak paydasında hep birlikte olma ve kâinatla uyumlu yaşama” olarak ifade edilebilir. Dolayısıyla hak ve hukukun tesis edilmediği, özgürlük ve güvenliğin, huzur ve barışın sağlanmadığı, ekonomik ve sosyal güvencenin olmadığı, ahlak-adalet ve eşitliğin öncelenmediği bir toplum veya ülke “medeni” sayılamaz.

“Medeniyet ve deniyet. Birbirlerine ne kadar yakın ve birbirlerinden ne kadar uzak. Yazılışlarında küçücük bir fark var – bir “mim” veya “me” harfi. Ama mahiyetleri ne kadar zıt. Beyaz ile siyah, gündüz ile gece gibi farklı olan bu iki kavramın birbiriyle bu kadar karıştırılması da belki şeklen bu kadar yakın olmalarından. Beyaza boyanmış siyah bir taş, bazen çamura düşmüş beyaz bir taştan çok daha beyaz görülür – bilhassa basiretten yoksun yüzeysel nazarlara. Lügatte medeniyet “insanca iyi ve ferah yaşayış, adalet severlik, şehirlilik, yaşayış ve sosyal ilişkilerde, ilim, fen ve sanatta tekâmül etme” olarak verilir. Medeni insanlar da “faziletli, terbiyeli, kibar, şehirli” olarak tarif edilir. Medeniyetin zıddı olan deniyet “aşağılık, alçaklık, vahşet ve ahlaksızlık” olarak tanımlanır.[30]

Risale-i Nur’da “Meşruti (yetkileri sınırlandırılmış padişahlık) sistem” padişahlık (saltanat-tek adamlık) sistemine alternatif olarak sunulur. Meşrutiyet, hükümdarın yetkilerinin anayasa ve halk oyuyla seçilen meclis tarafından kısıtlandığı yönetim biçimi olarak tarif edilebilir.

Bediüzzaman, kendi döneminde ortaya çıkmaya başlayan yeni meşruti (cumhuri, demokrat) idarenin nasıl terakki ve medeniyete yol açacağını “Hürriyete Hitap” başlıklı yazısında şöyle özetlemektedir:

“Yeni hükûmet-i meşrutamız (meşrutiyet sistemine dayalı hükümetimiz) mu’cize gibi doğduğu için, inşallah bir seneye kadar, “Beşikte çocuk iken konuştu” sırrına mazhar olacağız. Mütevekkilâne (Allah’a teslim olarak), sabûrâne tuttuğumuz otuz sene Ramazan-ı sükûtun sevabıdır ki azapsız, cennet-i terakki ve medeniyet kapılarını bize açmıştır. Hâkimiyet-i millîyenin (millet hâkimiyetinin) beraat-i istihlâli (güzel başlangıcı) olan kanun-u şer’î (özünü İslamiyet’ten alan kanun) hâzin-i cennet (cennet bekçisi) gibi bizi duhule davet ediyor.”[31]

Yukarıdaki ifadelerden anlaşılabileceği üzere Said Nursi, yeni meşruti sistemin hürriyet, adalet ve meclis görüşüne dayanarak hareket etmesi hâlinde çok kısa zamanda medeni memleketler seviyesine yükseleceğimizi belki de geçebileceğimizi müjdelemektedir.

Said Nursi’ye göre; toplumun çoğunluğuna mutluluk veren bir medeniyet muteberdir: “Nev-i beşere rahmet olan Kur’ân, ancak umumun, lâakal ekseriyetin saadetini tazammun eden (içine alan) bir medeniyeti kabul eder… Şeriat-ı Ahmediye’nin (asm) tazammun ettiği ve emrettiği medeniyet ise: Nokta-i istinadı, kuvvete bedel, haktır ki, şe’ni (özelliği, göstergesi) adalet ve tevazündür (dengedir). Hedefi de menfaat yerine fazilettir ki şe’ni muhabbet ve tecâzüptür (yakınlaşmadır). Cihetü’l-vahdet (birlik yönü) de, unsuriyet (ırkçılık) ve millîyet yerine, rabıta-i dinî ve vatani ve sınıfîdir ki şe’ni samimî uhuvvet ve müsalemet (barış ve huzur içinde olma) ve haricin tecavüzüne karşı yalnız tedâfüdür (savunmadır). Hayatta, düstur-u cidal (kavga prensibi) yerine düstur-u teavündür (yardımlaşma kanunudur) ki, şe’ni ittihad (birlik) ve tesanüttür (dayanışmadır). Hevâ (geçici arzular) yerine hüdâdır (hidayettir) ki, şe’ni insaniyeten terakki ve ruhen tekâmüldür.”[32]

Bediüzzaman’ın medeniyet tarifinde dayanak noktası; kuvvetli olanın değil adil ve dengeli olan hakka sahip çıkanındır. Menfaati ön plana çıkaran değil, erdemi, yardımlaşmayı önceleyen, ırkçılık yerine binlerce ortak nokta sağlayan din bağını, kavga yerine birlik ve beraberliği teşvik eden, nefsani ve süfli arzuların tatmini, helal-haram tanımadan nefsini hoşnut etme yerine ulvi hisleri, istikamet dairesini revaçta tutan bir medeniyet anlayışı bizi kalkındıracaktır.

 

Sonuç

Bu makalede, cumhuriyetimizin 100. yıl münasebetiyle; cumhuriyet, hürriyet, demokrasi üçgeninde daha müreffeh ve iki cihan dengesini gözeten bir hayatı bize sunabilecek, istibdadın yadigârı olan “Neme lâzım, başkası düşünsün.” anlayışından uzaklaştırabilecek bazı noktalar incelenmiştir. Said Nursi’nin ifade ettiği gibi: “Ey ebna-i vatan! (vatan evlatları!) Hürriyeti sû-i tefsir etmeyiniz (kötü yorumlamayınız); tâ elimizden kaçmasın ve müteaffin (çürümüş, kokuşmuş) olan eski esareti başka kapta bize içirmekle bizi boğmasın.” Cumhuriyet, hürriyet ve demokrasi narin bir çiçektir, hassasiyetle korumamız lazımdır.

Bu makalede ele alınan konunun daha iyi anlaşılması ve çözüm yollarının üretilebilmesi için daha çok çalışmalara ihtiyacın olduğu izahtan varestedir. Bu cümleden olarak gelecekteki çalışmalara aşağıdaki başlıklar da dâhil edilebilir:

Cumhuriyet, hürriyet ve üniversiteler,

Teknolojik gelişmelere bağlı olarak cumhuriyet ve hürriyet,

Elektronik ortamlar ve meşveret,

Batı ve Hıristiyanlık âleminin hürriyet ekseninde cumhuriyete bakışı,

Cumhuriyet ve hürriyet bağlamında Türkiye’nin Avrupa Birliği ile olan ilişkileri,

Cumhuriyetin 100 yıllık serüveninde hürriyet ekseninde tatbik edilenler ve edilemeyenler.

Maddeler hâlinde incelemeye çalıştığımız konuların her birisi beraberce ele alındığında maddi-manevi ilerleyişimizin ipuçları ortaya çıkmaktadır. Adalet ayağıyla birlikte ele alındığında meşveret ve kanun hâkimiyetinin, güçler ayrılığının kâmil manada yaşandığı bir toplum daha huzurlu ve mutlu olacak, yaradanımızın bize sunduğu Kur’ani bir hayat tarzına daha da yaklaşabileceğiz.

 

 

Kaynakça

ACEMOĞLU, Daron ve ROBINSON, James A., Dar Koridor: Devletler, Toplumlar ve          Özgürlüğün Geleceği, Tercüme: Yüksel Taşkın, Doğan Kitap, 2020.

ÇENGEL, Yunus A., Medeniyet: Nedir, Ne Değildir? Köprü Dergisi, Medeniyet Sayı: 81, Kış          2003.

ERDOĞAN, Mustafa, Cumhuriyet ve Demokrasi Arasında Türkiye, 1998.

https://www.academia.edu/18370723/Mustafa_Erdogan_Cumhuriyet_ve_Demokrasi_Arasinda_Turkiye Erişim tarihi 10 Kasım 2023.

ERDOĞMUŞ, Abdülbaki, Cumhuriyet demokrasi değildir! Independent Türkçe, 31 Ekim 2021.

https://www.indyturk.com/node/430181/t%C3%BCrki%CC%87yeden-sesler/cumhuriyet-demokrasi-de%C4%9Fildir Erişim tarihi 8 Kasım 2023.

GÖZLER, Kemal, Cumhuriyet ve Monarşi, Türkiye Günlüğü, Sayı 53, Kasım-Aralık 1998, s.27-         34

NURSİ, Said, Divan-ı Harb-i Örfi, Yeni Asya Yayınevi, İstanbul, 2022.

NURSİ, Said, Lemeat, Sözler, Yeni Asya Yayınevi, İstanbul, 2017.

NURSİ, Said, Sözler, Yeni Asya Yayınevi, İstanbul, 2017.

NURSİ, Said, Şualar, Yeni Asya Yayınevi, İstanbul, 2017.

NURSİ, Said, Eski Said Dönemi Eserleri, Münâzarât, Yeni Asya Yayınevi, İstanbul, 2012.

NURSİ, Said, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Yayınevi, İstanbul, 2017.

NURSİ, Said, Eski Said Dönemi Eserleri, Sünuhat, Yeni Asya Yayınevi, İstanbul, 2012.

NURSİ, Said, Emirdağ Lahikası II, Yeni Asya Yayınevi, İstanbul, 2017.

NURSİ, Said, Eski Said Dönemi Eserleri, Hutbe- Şamiye, Yeni Asya Yayınevi, İstanbul, 2012.

SARITAŞ, 2022. Demokrasisiz Cumhuriyet Olur Mu? Akademik Akıl. Mayıs. https://www.akademikakil.com/demokrasizisiz-cumhuriyet-olur-mu/ulkusaritas/).

ŞENDAL, Tunay. Kadim Bir Medcezir: “Cumhuriyet ve Demokrasi”, Perspektif Dergisi 2022. https://www.perspektif.online/kadim-bir-medcezir-cumhuriyet-ve-demokrasi/ Erişim tarihi 8 Kasım 2023.

[1]       Kemal Gözler, “Cumhuriyet ve Monarşi”, Türkiye Günlüğü, Sayı 53, Kasım-Aralık 1998, s.27-34.

 

[2]       A.g.e.

 

[3]       A.g.e.

 

[4]       Said Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, Yeni Asya Yayınevi, İstanbul, 2022.

 

[5]       Abdülbaki Erdoğmuş, “Cumhuriyet demokrasi değildir!”, Independent Türkçe, 31 Ekim 2021. https://www.indyturk.com/node/430181/t%C3%BCrki%CC%87yeden-sesler/cumhuriyet-demokrasi-de%C4%9Fildir

 

[6]       https://www.perspektif.online/kadim-bir-medcezir-cumhuriyet-ve-demokrasi/.

 

[7]       Ülkü Sarıtaş, 2022. Demokrasisiz Cumhuriyet Olur mu? Akademik Akıl, Mayıs. https://www.akademikakil.com/demokrasizisiz-cumhuriyet-olur-mu/ulkusaritas/.

 

[8]       Said Nursi, Lemeat, Sözler, Yeni Asya Yayınevi, İstanbul, 2017.

 

[9]       Mustafa Erdoğan, Cumhuriyet ve Demokrasi Arasında Türkiye, 1998.

 

[10]     A.g.e.

 

[11]     A.g.e

 

[12]     Said Nursi, Şualar, Yeni Asya Yayınevi, İstanbul, 2017.

 

[13]     Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Yayınevi, İstanbul, 2017.

 

[14]     NURSİ, Said, Eski Said Dönemi Eserleri, Münâzarât, Yeni Asya Yayınevi, İstanbul, 2012.

 

[15]     NURSİ, Said, Eski Said Dönemi Eserleri, Sünuhat, Yeni Asya Yayınevi, İstanbul, 2012.

 

[16]     NURSİ, Said, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Yayınevi, İstanbul, 2017.

 

[17]     NURSİ, Said, Divan-ı Harb-i Örfi, Yeni Asya Yayınevi, İstanbul, 2022.

 

[18]     NURSİ, Said, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Yayınevi, İstanbul, 2017.

 

[19]     A.g.e.

 

[20]     A.g.e.

 

[21]     NURSİ, Said, Emirdağ Lahikası II, Yeni Asya Yayınevi, İstanbul, 2017.

 

[22]     NURSİ, Said, Lemeat, Sözler, Yeni Asya Yayınevi, İstanbul, 2017.

 

[23]     ACEMOĞLU, Daron ve ROBINSON, James A., Dar Koridor: Devletler, Toplumlar ve Özgürlüğün Geleceği, Tercüme: Yüksel Taşkın, Doğan Kitap, 2020.

 

[24]     A.g.e.

 

[25]     Leviathan; “Bir Din ve Dünya Devletinin İçeriği, Biçimi ve Gücü” olarak bilinir, Thomas Hobbes (1588-1679) tarafından yazılmış ve 1651’de yayınlanmış bir kitaptır. Kitabın adı Kitâb-ı Mukaddes’te geçen Leviathan isimli bir mahlûktan esinlenerek konulmuştur. Eser, toplumun ve meşru hükûmetin yapısıyla ilgilidir ve toplumsal sözleşme teorisinin en eski ve en etkili örneklerinden biri olarak görülür.

 

[26]     ACEMOĞLU, Daron ve ROBINSON, James A., Dar Koridor: Devletler, Toplumlar ve Özgürlüğün Geleceği, Tercüme: Yüksel Taşkın, Doğan Kitap, 2020.

 

[27]     NURSİ, Said, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Yayınevi, İstanbul, 2017.

 

[28]     NURSİ, Said, Sözler, Yeni Asya Yayınevi, İstanbul, 2017. (20. Söz).

 

[29]     Said Nursi, Eski Said Dönemi Eserleri, Hutbe- Şamiye, Yeni Asya Yayınevi, İstanbul, 2012.

 

[30]     Yunus A. Çengel, Medeniyet: Nedir, Ne Değildir? Köprü Dergisi, Medeniyet Sayı: 81, Kış 2003.

 

[31]     Said Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, Yeni Asya Yayınevi, İstanbul, 2022.

 

[32]     Said Nursi,  Eski Said Dönemi Eserleri, Hutbe- Şamiye, Yeni Asya Yayınevi, İstanbul, 2012. (Hakikat Çekirdekleri).