Parkinson Hastalığı Perspektifinden Yönetimde Muhâlefet İhtiyacı

Ömer ÖNBAŞ, Nahit TOPALOĞLU, Ramazan GEVREK

Prof. Dr., Düzce Üniversitesi Tıp Fakültesi, Eğitimci, Teknik Uzman

 

Özet

Vücutta, savunma ve atağa dayalı iki zıt yapının bir arada fakat uyumlu çalıştığı denge hâli, her sistemde göze çarpar. İskelet sisteminde, beraber çalışan ama zıt fonksiyonlar ifa eden agonistlerle antagonistler arasında da bu uyum söz konusudur.

Aynı yönde etki yapan kaslar (agonistler) ile zıt fonksiyon gören kaslar (antagonistler) arasında uyum bozukluğu zuhur ederse istemsiz hareketler ortaya çıkar ki bu durum tıpta “parkinson hastalığı” diye adlandırılır. Hareketler kontrolsüz olduğundan istenilen sonuç alınamaz. Hasta, titreme sebebiyle dolu bir kaşığı dökmeden ağzına götürüp beslenemez.

Bediüzzaman’ın “adalet, meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvet” diye tanımladığı demokratik cumhuriyet, tesirli muhâlefetle varlığını sürdürebilir. Muhâlefet, meşru ve samimî “muvâzene-i adalettir.” Zira dengelenmeyen güç, istibdata dönüşür.

Meclisler hür mebuslardan oluşmalıdır. Hükümet hizmetkârdır. Her karar, hür mebuslar tarafından tartışıldıktan sonra alınmalıdır. Parlamenter meclis sisteminde de iktidar icraat yaparken muhâlefet, hareketi kontrol edip dengeye katkı veren kas grubu gibi vazife yapmalıdır. Bedende parkinson denilen hastalığın devlet idaresindeki karşılığı istibdadî yönetimdir. Muhâlefetin tesirsiz bırakıldığı sistemlerde istenen neticelerin sağlanması zorlaşacak ve içi dolu bir kaşık bile zayiatsız olarak ağıza alınamayacaktır. Ya Avrupa kâfir zalimleri veya Asya münafıkları zarurî kuttan ziyade bırakmayacak, kaşıktan milletin ağzına ölmeyecek miktar güçlükle ulaşabilecektir. Zıt kuvvetlerin uyum içinde olmadığı meclisler, siyasî parkinson hastasıdır; zira birbiri ile uğraşanlar müspet hareket edemezler.

Bu makalenin amacı, kâinat sistemindeki dengeye vurgu yapıp Parkinson hastalığı perspektifinden cumhurî yönetimlerdeki dengeyi ve muhâlefetin yerini meclis özelinde; meşveret yapılarındaki karşılığını ise Risâle-i Nur ekseninde incelemektir.

Çalışmamızda, “bir fabrikanın çarkları, bir vücudun azaları” diye adlandırılan Bediüzzaman patentli sistem anlayışı nazarlara sunularak “Muhâlefet muvazene-i adalettir.” hükmü açıklanacak ve bu muvazenenin, çok geniş âlemlerdeki yansımalarından bir numunecik olarak ferde, topluma, meclise, meşîhat ve sadâret müesseselerine, medyaya, adalete, STK’lere bakan yönünün Risâle-i Nur perspektifinden orijinalitesi sergilenecektir.

Anahtar Kelimeler: Risâle-i Nur, denge, muhâlefet, parkinson hastalığı, meşveret, dindar cumhuriyet

 

The Need for Opposition in Governance from the Perspective of Parkinson’s Disease

 

Abstract

In the body, the state of equilibrium in which two opposing structures, defense and offense, work together but in harmony, is evident in every system. In the skeletal system, this harmony exists between agonists and antagonists, which work together but perform opposite functions.

If there is a disharmony between the muscles acting in the same direction (agonists) and the muscles acting in the opposite direction (antagonists), involuntary movements occur, a condition known in medicine as “Parkinson’s disease”. Since the movements are uncontrolled, the desired result cannot be achieved. Due to tremors, the patient cannot take a full spoon to his mouth and feed himself without spilling it.

The democratic republic, which Bediüzzaman defines as “justice, consultation and rule of law”, can exist with effective opposition. Opposition is a legitimate and genuine counterbalance of justice. Because power that is not balanced turns into despotism.

Parliaments must consist of free deputies. The government is a servant. Every decision must be taken after discussion by free deputies. In the parliamentary system, while the government is acting, the opposition should act as a muscle group that controls the activities of the government and contributes to balance. The state administration’s equivalent of Parkinson’s disease in the human body is autocratic management. In systems where the opposition is left ineffective, it will be difficult to achieve the desired results and even a full spoon will not be able to be swallowed without loss. The cruel and unbelievers of Europe or the hypocrites of Asia are extorting the incomes of societies other than their essential needs. So, it will be difficult to reach a sufficient amount from the spoon into the mouth of the nation. Parliaments in which opposing forces are not in harmony suffer from political Parkinson’s disease; Because those who are fighting with each other cannot act positively.

The purpose of this article is to emphasize the existing balance in the universe system and examine the balance in the republican administrations from the perspective of Parkinson’s disease and the place of the opposition in the parliament and its counterpart in the structures of the consultation on the Risale-i Nur axis.

In our study, we present Bediuzzaman’s patented system concept, known as “the wheels of a factory, the limbs of a body,” as a response to the evil eye and as a countermeasure. The purpose is to examine the originality of this balanced approach, which encompasses various aspects such as the individual, society, parliament, caliphate and sultanate institutions, media, justice, and NGOs, from the perspective of Risale-i Nur. Through this analysis, we aim to showcase how this concept finds application and yields significant impacts across diverse domains.

Key Words: Risale-i Nur, balance, opposition, parkinsons disease, consultation, religious republic

 

 

  1. Giriş

Kâinatta, ifrat ve tefriten uzak tam bir denge hali göze çarpar. Celal-Cemal tecellilerinden, tâ vücudun çalışma sistemine kadar her alan fıtrî bir denge içesindedir. Kâinatın işleyişindeki uyumu ifade eden bu ekolojik denge, mevcudatın teânuk, tesânüd, tecâvüb ve teâvünden hâsıl olan bir birlikteliğidir. “Her şeyin ve her işin tekâmülü, zıtlarının mukabele ve rekabet etmesi ile olur. Ve bir hükûmet, mücadele ettikçe, cesareti artar, terk ettiği zaman cesareti azalır ve binnetice cesaret de, hükûmet de söner, mahvolur.”[1] Kâinatı fen okumaları ile tetkik ettiğimizde zerreden, bedenden, dünyadan, hâsılı kâinattan herhangi bir şeye menfî müdahaleler dengeyi bozar. “Biz, her şeyi bir ölçüye göre yarattık.”[2] âyeti, bu durumu apaçık bildirir. Kâinat bu dengeye ne kadar muhtaç ise insan ve cemiyet hayatı da öyledir ki buna sırat-ı müstakim üzere olma denir. Bu âyetin Risâle-i Nur’a hususi bakması, dünyanın ve insanlığın bozulan fıtrî dengesinin, Risâle-i Nurla tamirine remizdir.

Vücut sistemimiz, “defansif ve ofansif” zıt faktörlerin bir arada olması ile dengededir. Vücuttaki âhenk, bu dengenin korunması ile mümkündür. Her vücut hareketi için bir kasın kasılması ve diğer kasın gevşemesi gerekmektedir. Kolunuzun uzatılması için trisep kası kasılırken, biceps kası gevşer. Tam tersi olarak, kolunuz büküldüğünde biceps kası kasılırken, trisep kası gevşer. Bu şekilde zıt kuvvetler, aynı anda birbirini tamamlayarak hareketin düzgün, dengeye dayalı ve akıcı bir şekilde gerçekleşmesini sağlar. Hareketi sağlayan kas grubunun agonist kasları çalıştırıp onun karşısındaki antagonist kas grubunu yeterli çalıştırmadığı durumda, kas dengesizliği ortaya çıkar. Özellikle kontrolsüz yapılan kas şişirme, vücut geliştirme amaçlı ağırlık çalışmalarında birbirini dengeleyen kas grupları arasında dengesizlik oluşabilir. Uzun süreli kas ağrıları, hareket kısıtlılıkları, kramplar ve hassasiyet gibi ârazlar zuhur eder. Çözüm: Bu dengenin kurulması için alışkanlıkları tersine çevirmek, güçlü tarafın arayı açmasına izin vermemektedir. Bunun için de güçlü tarafı bekletip zayıf tarafın güçlenmesine fırsat veren egzersiz programlarıyla çalışılıp denge sağlanmalı ki kramplardan gelen ağrılar ve huzursuzluklar son bulsun.

Parkinson hastalığı, beyinde dopamin üreten hücrelerin ölümü veya hasar görmesi sonucu ortaya çıkan bir nörolojik bozukluktur. Bu hastalığın birçok belirtisi vardır. Uyum bozukluğu hastalığın en sık rastlanan ve en dikkat çeken belirtilerinden biridir. Agonist-antagonist kasların uyum bozukluğu sonucu istemsiz hareketler ortaya çıkar. Hastalar genellikle yavaş hareketler, titreme, sertlik ve dengesizlik gibi motor faaliyet bozuklukları yaşarlar. Bu nedenle, yürüme, giyinme, beslenme gibi temel faaliyetleri yerine getirememe durumları ortaya çıkabilir. Hastalar, günlük aktivitelerini yerine getirmekte zorlandıklarından bakıma muhtaç hâle gelirler.[3]  Hareketler kontrolsüz olduğundan istenilen sonuç alınamaz. Hasta, ellerdeki titreme sebebiyle dolu bir kaşığı dökmeden ağzına götürüp beslenemez.

 

  1. Olay Esnasında Denge

Dengeli bir hareket için iki zıt kas grubunun aynı anda ortak çalışması gerekir. Parkinson, ortak çalışmanın bozulması yani bir grubun kontrolsüz ve orantısız hareketidir. Önce bir grup kas, hareketi kontrolsüz yapacak sonra diğer grup olaya dâhil olup bu kez hareketi dengesiz bir şekilde tersine çevirerek istenilen neticeyi elden kaçıracaktır. Bu kısır döngü, matlup neticeleri elden kaçıracaktır. (Birbiri ile uğraşanlar müspet hareket edemezler.)

Denge mekanizmalarının anbean aktif olması, dengenin bozulmasına izin vermez. Mağduriyetlerin önlenmesi, mağduriyetlerin düzeltilmesinden daha öncelikli olmalıdır. Bozulan dengenin tekrar sağlanmaya çalışılması tedavi kapsamına girer. Oysaki amaç hastalanmamak yani dengenin bozulmasına izin vermemektir ki bu da koruyucu hekimlik şümulüne girer. Önemli olan çok iş yapmak değil, hata yapmamak, yasakları çiğneyip kuralları ihlâl etmemektir. Polisin asıl vazifesi, namuslar pâyimal olduktan sonra devreye girip olaya el koymak değil, suçun işlenmesine mâni olacak zemini sağlamaktır. Olay esnasında dengenin önemi günümüz anlayışında giderek artmaktadır. Bunlardan bazıları;

Futbol Dünyasında

Futbol maçlarında hakem mutlak otorite sahibi olup kararları maç içinde uygulanır. Maç esnasında verdiği hatalı kararlar maçtan sonra kamuoyunda veya federasyonda çok tartışılır. Oysaki amaç maç esnasında mağduriyete gidecek yolları kapatmak olmalıdır. Maçlarda bilgisayar destekli VAR uygulamaları ile hakemler kritik durumlarda hatalı kararlardan korunmuş olmaktadır.

İş dünyasında

Proje yönetiminde genellikle bir çalışma diğerinden önce tamamlanacak şekilde bağlantılı ve doğrusal bir şekilde organize edilir ki bu proje yönetimi yaklaşımına şelale modeli denir. Sistemlerin sürekli gelişip müşteri taleplerinin de değişmesi şelale modelinin yetersiz kalmasına sebep olmuştur. İşte bu noktada Agile metodolojisi yani çevik proje yönetimi ortaya çıkmıştır.[4]  Çevik proje yönetimi denilen sistemle aksiyon-reaksiyon ve geri dönüş süresi kısalmıştır. Uzun vadeli planlar yerine iki haftalık planlar yapılır, iki haftanın ardından bu zaman içerisinde yapılanlar sunulur, geri dönüşler ile bir sonraki iki hafta planlanır. Bir projedeki değişim ne kadar ileri safhalarda yapılırsa o ölçüde müşkil ve maliyetli olur. Design Thinking metodolojisinin temel esaslardan birisi “Fail Early and Often” yani sık yanıl, ama bir işin başında yanıl prensibidir. Almanya’da -borsada yer alsın almasın- tüm anonim şirketlerin idaresinde iki heyet vardır: “yönetim kurulu” ve “murâkabe heyeti”. Yönetim kurulu işletmeyi idare eder. Genel kurulda seçilen murâkabe heyeti ise yönetim kurulunun çalışmalarını denetlediği gibi yönetim kurulu üyelerini istihdam eder.

Yönetim Sistemlerinde

Mecliste istişâre edilmeden karar alınmaması demokrasinin bir gereğidir. Otoriter yönetimlerin, “güçlü devlet-özgür halk” sloganı, iktidar destekçilerine hoş görünebilirse de muhalif kesimler için doğru kabul edilemeyeceği bariz bir gerçektir. İktidar yozlaşmaya meyillidir ve mutlak iktidar mutlaka yozlaşır.[5]

Hangi hükûmet modeli belirlenirse belirlensin sorgulanması gereken husus, muhâlefetin konumu olmalıdır. Bu sebeple denilebilir ki muhâlefet kurumunun kabul edilmesi, tanınması ve yasatılması, sistemin demokratik mi otokratik mi olduğunu belirleyen baş faktörlerdendir.[6] Akla uygun davranan iyi bir siyasetçi, kendine muhalif olanlardan, ateşli takipçilerine göre daha çok şey öğrenir, der Lippman [7].  AİHM’nin 1976’da vermiş olduğu ve daha sonra tüm dünya mahkemeleri tarafından sıkça atıf yapılır hâle gelen kararında da “azınlık fikirlerine ve hatta toplum için şok ve rahatsız edici fikirlere de hayat verilmesi” gerektiğinin altı çizilmiştir.[8]

Muhâlefetin siyasî sistemde kendisine yer bulamamasının iki önemli sonucu olacaktır. Bunlardan ilki, siyasî iktidarın toplum nezdindeki siyasî ve sosyolojik meşrûiyetini yitirmesi; ikincisi ise muhâlefetin marjinalleşmesi ve illegalleşmesidir. İktidar, fütursuzca hareket ederek farklı seslere sansür uygularsa, muhâlefetin marjinalleşmesine sebep olur. Bu durumda seçimlerin hemen ertesinde varlıkları önemsizleşen bu oluşumlar, “kış uykusuna yatan” veya yağmur ertesinde hemen bitiveren “mantarlara” benzetilmektedir.[9]

Muhâlefetin güçlü kılınması durumunda muhalif konumda bulunan kesimler, meclis dışında, hukuka aykırı usullerle amaçlarına ulaşma gayreti içerisine girmeyecektir. Yürütme ve yasama arasındaki denge yasama lehine çevrilebilecektir. Böylece gölge iktidar olarak adlandırılan muhâlefet, azınlıktaki taraftarlarının radikalleşmesinin önüne geçecek ve bu durum da demokrasiye katkı sağlayacaktır.[10] Aksi takdirde hükümet, meclis üzerindeki tahakkümünü devam ettirecek ve meclis, yürütmenin mikrofonluğunu yapmaktan öte bir fonksiyona sahip olamayacaktır.[11] Bediüzzaman bu durumu “muhâlefet meşrû ve samimî bir muvazene-i adalet unsurudur.” sözü ile özetlemektedir. [12]

Yönetim Sistemlerinde muhâlefetin önemi giderek artmaktadır. Gelişmeleri takip ettiğimizde eğilim; Çoğunlukçu demokrasi, yönetimin hep beraber şekillendiği muhâlefetin önem kazandığı uzlaşmacı demokratik yapılara yerini bırakmaktadır.

Çoğunlukçu Demokrasi

Çoğunluğun, istediği gibi yönetme hakkı olduğuna inanılan çoğunlukçu demokrasi anlayışında çoğunluk, yönetmek, azınlık ise etkisiz bir şekilde muhâlefet ile tanımlanmıştır. Sınırsız ve her zaman haklı olarak görülen çoğunluk yönetim yetkisinin, azınlık haklarına zarar verdiği görülmüştür.

Çoğulcu demokrasi

Çoğulcu demokraside, çoğunluğun yönetimi anlayışı yine devam etmektedir. Ancak buna temel hak ve hürriyetlerin korunması, muhâlefet etme hakkı, çok partili siyasî hayat gibi liberal sistemin temel ilkeleri de entegre edilmiştir. Böylece demokrasinin, yöneticilerin gücünü sadece halktan alması fikrinden ibaret olmadığı anlayışı gelişmeye başlamıştır. Demokrasi kavramının, insan haklarını düzenleme ve koruma, hukukun üstünlüğünü kabul etme, toplumsal farklılıklara saygı duyma gibi hususları da ihtiva etmesi gerektiği anlayışı  yerleşmeye başlamıştır.

Uzlaşmacı Demokrasi

Uzlaşmacı demokrasi olarak adlandırılan bu tür demokrasilerde, karşıtlıktan ziyade uzlaşmanın, dışlayıcılık yerine kapsayıcılığın, yönetimin asgarî çoğunluk ile oluşması yerine büyük bir ittifak ile oluşması esas alınmaktadır. Çoğunlukçu demokraside çoğunluğun fikri ve çıkarları gözetilirken uzlaşmacı demokraside, sadece “çoğunluğun değil, mümkün olduğu kadar çok kişinin” çıkar ve fikri gözetilmektedir.[13]

 

  1. Risâle-i Nur’da Olay Esnasında Denge

Bu bölümde Risale-i Nur’dan yapılan tespitlerle olay esnasında dengenin “ferde bakan yönü, topluma bakan yönü, meclise bakan yönü, meşîhat ve sadâret kurumlarına bakan yönü, medyaya bakan yönü, adalete bakan yönü ve STK’lere bakan yönü” alt başlıklar halinde detaylı olarak incelenecektir.

 

3.1. Ferde Bakan Yönü

“Onlar bile bile dünya hayatını ahirete tercih ederler.”[14] âyetine Risâle-i Nur’da dikkat çekilir. “Hiçbir asır böyle bir tarzı göstermemiş.” vurgusuyla bu asrın acip hâli nazara verilir. Bilginin amele ve davranışa dönüşmesi için en tesirli çare olarak Risâle-i Nur’un tarzı ifade edilir. Zira insanlarda hükmeden hayat zevki ve hırsı akla, ruha galip olduğundan o kör hissin kolay mağlup olmadığının ve ahiret bilindiği hâlde yanlışta hâlâ devam etmenin ince sırrı deşifre edilir. Çözüm yalnız müeccel bir âhiret hesabıyla değil; hemen olay anında, hayırlarda müaccel cennet lezzetini, şerlerde cehennem elemini yaşatıp hissiyâtta istikameti muhafaza ve dengeyi sağlamaktır.

Asrın iki dehşetli hâlinden birincisi olarak ifade edilen bu durum, “Akıbeti görmeyen ve bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzetlere tercih eden hissiyât-ı insaniye, akıl ve fikre galebe ettiğinden, ehl-i sefâhati sefâhatinden kurtarmanın yegâne çaresi, aynı lezzetinde elemini gösterip hissini mağlûp etmektir. Yoksa, bu zamandaki küfr-i mutlakın ve fenden gelen dalâletin ve sefâhatten gelen tiryakiliğin inadı karşısında Cenâb-ı Hakk’ı tanıttırdıktan sonra ve cehennemin vücudunu ispat ile ve onun azabı ile insanları fenalıktan, seyyiattan vazgeçirmek; ondan, belki yirmiden birisi ders alabilir. Ders aldıktan sonra da, “Cenabı Hak Gafurü’r-Rahîm’dir; hem Cehennem pek uzaktır.’ der, sefâhatine devam edebilir; kalbi, ruhu hissiyâtına mağlup olur.”[15] ifadeleriyle “olay esnasında dengesizlik” gözler önüne serilir. “Risâle-i Nur’daki ekser muvâzeneler, küfür ve dalâletin dünyadaki elim ve ürkütücü neticelerini göstermekle en muannit ve nefis-perest insanları dahi o menhus, gayr-i meşru lezzetlerden ve sefâhatlerden bir nefret verip aklı başında olanları tövbeye sevk eder.” cümleleri ile de Nur’lardaki “ân’a tesir” gücünün sırrı nazara verilir. Kötülüğün dünyadaki hâl-i hazır sonuçları ile o his mağlup edilip kişilere fenâ şeylerden el çektirilir.

 

3.2. Topluma Bakan Yönü

Milletin, hukukuna sahip çıkıp demokratik bir cumhuriyeti İslamî referanslarla benimsemesi, dinin icabı olarak idrak etmesi çok önemlidir. “Enbiyânın ekseri Şark’ta ve hükemânın ağlebi Garp’ta gelmesi Kader-i Ezelînin bir remzidir ki Şark’ı ayağa kaldıracak din ve kalptir, akıl ve felsefe değildir. Madem Şark’ı intibaha getirdiniz, fıtratına muvâfık bir cereyan veriniz. Yoksa sa’yiniz ya hebâen mensûra gider veya sathî kalır.”[16]

Risâle-i Nur’da, cumhuriyet ve demokrasi manasındaki meşrutiyet adalet, meşveret ve kanunda cem’-i kuvvet gibi kavramlarla ifade edilir. Bunlar, Kur’ân-ı Kerîm’in Kanun-u esasîleri olarak tanımlanır.[17] Asr-ı Saadet ve dört halife devrinde mükemmelen tatbik sahasına konan cumhuriyetin günümüz tüm anlayışlarından ve tatbikatlarından çok üstün dindar bir cumhuriyet olduğu nazara verilir. Bu sistemin köklerinin ve aslının bizde olduğunu fark etmek ve topluma fark ettirmek çok önemlidir. On üç asır evvel şeriat-ı garrâ teessüs ettiğinden, ahkâmda Avrupa’ya dilencilik etmek, din-i İslâm’a büyük bir cinâyettir ve şimale müteveccihen namaz kılmak gibidir.[18] Fihriste-i Makàsıdı ve Efkârının Programıdır diye ifade edilen Dağ Meyvesi Acı da Olsa Devadır makalesinde: “Ey şu müşevveş sözlerimi temâşâ eden zat! Gayet dikkat ve muhakeme ile mütalâa et. Yoksa sathî nazardan hâsıl olan sû-i tefehhüm ve zannınızı helâl etmem. Sen de atla da, okuma.” der. Müntesiblerini ikaz edip eğer benim söylediğim tarzda meşrutiyeti anlatmazsanız size hakkımı helal etmem diyerek konunun önemini vaz eder. “Adalet ve meşveretten ibaret olan meşrutiyetin me’haz ve menbaını, ezel ve ebed şanında olan kanun-u İlâhiyenin şârihi olan mezâhib-i erbaayı ittihaz etmektir meşrutiyet, “libas-ı milliye-i İslâmiyeyi giymeli; tâ ki asabiyet-i maneviye onun riyâsetine karşı cevab-ı red vermesin.”[19] diyerek meşrutiyeti şeriat kuvveti ile muhafaza ve kökleştirmenin önemini belirtir.

Bediüzzaman “Meşru, hakikî meşrutiyetin müsemmâsına ahd-ü peyman ettiğimden, istibdat ne şekilde olursa olsun, meşrutiyet libası giysin ve ismini taksın, rast gelsem sille vuracağım.”[20] ifadeleri ile hadiseleri takılan isimler ve zahirî görünüşlere göre değil hakikî muhtevasına bakarak sorgulamak gerektiği dersini verir. Bazen manasız isim ve resim, bazen meşrutiyet libası giyen istibdadın siyaset yolunda kendini gizlediği ve hiç münasebeti olmadığı halde o zalim istibdadın şeriatla bir münasebeti varmış gibi göstererek milleti aldatıp hayatiyetini devam ettirdiğini söyler. İstanbul’da, gafil ve safdil hemşehrisi hamalların uğrak yerleri olan kahvelere kadar giderek bazı particiler aldatmasın diye onların anlayacağı suretle Meşrutiyeti telkin edip istibdadın iç yüzünü anlatır. “İstibdat zulüm ve tahakkümdür, meşrutiyet adalet ve şeriattır. Padişah, Peygamber’imizin (asm) emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir; biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa, Peygamber’e (asm) tâbi olmayıp zulmedenler, padişah da olsalar, haydutturlar.”[21] cümleleri, Peygamber’e (asm) tâbi olmanın izahını yapmaktadır: zulümden uzak durmak, adil olmak.

Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse, iman kalesi tehlikededir. “Bu asrın acip bir hassasıdır. Bu asırdaki ehl-i İslâm’ın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli canileri de âlicenabâne affetmesi ve bir tek haseneyi, binler seyyiâtı işleyen ve binler manevi ve maddi hukuk-ı ibâdı mahveden adamdan görse, ona bir nevi taraftar çıkmasıdır. Bu suretle ekall-i kalil olan ehl-i dalâlet ve tuğyan, safdil taraftar ile ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatasına terettüp eden musibet-i âmmenin devamına ve idâmesine belki teşdîdine kader-i İlâhiyeye fetva verirler; ‘Biz buna müstahakız’ derler.”[22] ifadesi, cemiyetteki bu acip gafletin acı neticelerini gözler önüne sermektedir.

Nurlarda, dindar cumhuriyet tanımlaması yapılır: “… fakat manasız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mânâ-i dindar cumhuriyet”[23], sonra “Ne kadar iyilik var, meşrutiyetin ziyasındandır; ne kadar fenalık var, ya eski istibdâdın zulmetinden yahut meşrutiyet namıyla yeni bir istibdâdın zulmündendir.”[24] denilerek son derece uyanık olunması ve demokratik mananın korunması nazara verilir.

 

3.3. Meclise Bakan Yönü

Kuran’ın çağdaş yorumu olan Risâle-i Nur “Millet hâkimdir.” der. Üstad, “Riyaset-i şahsiyenin kat’iyen aleyhindeyim, reisimiz ancak hükümettir.” diyerek sistemi esasından sorgular. Milletin hâkimiyetini temsil eden milletvekilleri, mecliste en etkili ve hür olmalıdır. Her bir milletvekili, hukukun -hukuk-ı şahsiye ve hukuk-ı umumiye (bir nevi hukukullah)- tesis ve tanzimi gibi büyük ve kutsî bir yüke omuz verme sorumluluğunun farkında olmalıdır. Her karar hür mebuslar tarafından tartışıldıktan sonra alınmalıdır. Vücutta istendik bir hareket, nasıl zıt yönlü kuvvetlerin aynı anda dengeli müdahalesine bağlıysa meclislerde de iktidar mensuplarının verimli icraatları, muhâlefetle yeterli müzakereler sonrası olgunlaştırılan projelerin hayata geçirilmesiyle mümkündür. Nasıl ki hastalık zuhur ettikten sonra tedavi yerine, hastalıkları önleyici koruyucu hekimlik daha önemli, daha masrafsız, daha kolay ve daha akılcıdır; devlet yönetiminde hatalı kararlar alınıp zararlı neticeleri zuhur etmeden iktidar-muhalefet iş birliğine dayalı bir sistemin tesisi de öyledir.

Devlet yönetiminde, muhalefet görmezden gelinip parmak çokluğuyla hatalı kararlar alınarak zararlı icraatlar tatbik edildikten sonra muhalefetin başvuracağı göstermelik yapılar oluşturmak, akıllı çözüm yolu değildir. Zararı def etmek, menfaati celbetmekten daha öncelikli olduğuna göre yönetim mantığı, öncelikle yanlış yapmamak üzerine kurulmalıdır. İstibdadî anlayışların hükümran olduğu, denetlenemeyen meclislerdeki güç zehirlenmesi, kalıcı hatalara davetiye çıkarır. Bu durum Münazarat’ta komite istibdadı olarak adlandırılır. Mebusânın hâkim ve hür olması, milletin söz sahibi olması anlamına gelmektedir.

Parlamenter meclis sisteminde iktidar-muhâlefet arasındaki münasebetler müspet neticeler versin isteniyorsa iktidar ve muhâlefet üyesi vekiller, agonist- antagonist kas lifleri gibi uyum içinde olmalıdır. İktidar icraat yaparken muhâlefet, hareketi kontrol edip dengeye katkı veren kas grubu gibi vazife yapmalıdır ki demokratik cumhuriyetlerde durum böyledir. İstenilen neticelerin zuhuru bu iki zıt grubun tenasübüne muvâzidir. “Meşverete muhtacım.” diyenler, şahs-ı mânevinin değerini fark edenlerdir öyle de muhalefete ihtiyaç duyanlar, demokratik cumhuriyetin önemini anlayan demokratlardır.

Günümüz “tek adam sistemi”, meclis çalışmalarını bypas etmiş, Saraydaki gölge kabine ile denetleme ve dengeleme imkânlarını ortadan kaldırmıştır. Rey-i vâhide dayalı icraatların icrasından sonra, zarar ortaya çıkınca güdümlü hâle getirilmiş bir yargıya başvurma hakkı muhâlefete kâfi görülür. Bu durum, polisin namuslar pâyimal olduktan sonra devreye girip olaya el koyması anlamına gelir. Oysaki amaç suç işlenmeden kontroldür. Meşveret (ortak akıl), toplumda -hürriyet kavramı korunmak şartıyla- kurullar, konseyler, toplantılar şeklinde uygulanırken devletlerde hür milletvekillerinin oluşturduğu meclis tarafından uygulanır.  Milletvekilleri ne kadar hür ise sonuçlar o denli isabetli ve fıtrata uygun olacaktır. Risâle-i Nur’da bu durum, “Mebus hürdür, hiçbir tesir altında olmamak gerektir.”, “Meşrutiyet hâkimiyet-i millettir. Yani efkâr-ı âmmenizin misal-i mücessemi olan mebusân hâkimdir; hükûmet, hâdim ve hizmetkârdır.”[25] ifadeleri ile dile getirilmiştir. Mebusun hâkim ve hür olması milletin söz sahibi olması anlamına gelmektedir.

Bedende Parkinson denilen hastalığın devlet yönetimindeki karşılığı istibdadî yönetimdir. Muhâlefetin tesrsiz bırakıldığı sistemlerde istenen neticelerin sağlanması zorlaşacak ve içi dolu bir kaşık bile zayiatsız olarak ağıza alınamayacaktır. Ya Avrupa kâfir zalimleri veya Asya münafıkları zarurî kuttan ziyade bırakmayacak, kaşıktan milletin ağzına ölmeyecek miktar güçlükle ulaşabilecektir. Zıt kuvvetlerin uyum içinde olmadığı meclisler siyasî Parkinson hastasıdır; zira birbiri ile uğraşanlar müspet hareket edemezler.

Demokrasiyi seçime indirgediğimizde “seçimden seçime” anlayışı ile birçok yanlışlara davetiye çıkarılır. Oysaki vücuttaki kontrol sistemlerinin çalışma mantığı gibi olay esnasında hatalı sonuçlar oluşmadan önce kontrol denge sistemleri devrede olmalıdır.  Yönetim, yanlış yapmamak mantığı üzerine kurulmalıdır. Tek adam anlayışı hataların başı olduğu gibi denetlenemeyen meclisler de güç zehirlenmesi sonucu kalıcı hatalara davetiye çıkarır.  Dengelenmeyen bir güç, gücü ölçüsünde istibdata (zayıf-kuvvetli-mutlak) dönüşür. Cumhuriyet bir sistemdir. Tüm sistemler zıt yapıların beraber var olmasından oluşur.  Günümüzde, “kas dengesizliği”nden âzâde, ismiyle müsemmâ bir demokrasiye ihtiyaç vardır.

 

 3.4. Meşîhat ve Sadâret Kurumlarına Bakan Yönü

Bediüzzaman, “Bidâyet-i Hürriyette şu fikri Jön Türklere teklif ettim, kabul etmediler. On iki sene sonra tekrar teklif ettim, kabul ettiler. Lâkin meclis feshedildi. Şimdi âlem-i İslâm’ın mütemerkiz noktasına tekraren arz ediyorum.”[26] diye ifade ettiği iki kurumlu meclis sistemini savunur. Saltanatı sadâret temsil ederken, hilafeti meşîhatın temsil ettiğini söyler; yürütmeyi dengeleyen “murâkıp/nezzâre” olarak adlandırılan sistemin zaruretinden bahseder. Hatta problemlerin kaynağı olarak bu ikinci yapının olmamasını veya sönük kalmasını gerekçe gösterir. “Hatta diyebiliriz, şimdiki zaaf-ı diyânet ve şeâir-i İslâmiyetteki lâkaytlık ve içtihadattaki fevzâ, meşîhatın zaafından ve sönük olmasından meydan almıştır.”[27] Bu yapının şûrâ şeklinde olmasını öngörür. Çünkü iş besâtetten çıkmış, taklit ve ittibâ gevşemiştir. Zira zamanın cemaat zamanı olması hakikatinden yola çıkarak “Şöyle bir hâkimin müftüsü de ona mücânis olup bir şûra-i âliye-i ilmiyeden tevellüt eden bir şahs-ı manevî olmak gerektir. Tâ ki, sözünü ona işittirebilsin. Dine taallûk eden noktalardan, sırat-ı müstakime sevk edebilsin.”[28] der. Şûrâya dayalı kontrol ve dengeyi sağlayan meşîhat kurumunun önemini ifade eder.

Meşveret ve meclis manasını taşıyan tüm şahs-ı maneviyi esas alan yapılanmalarda dengelenmenin, ancak murâkıp, nezzâre, hilafet veya meşîhat isimleri ile tanımladığı yapıyla mümkün olduğunu ve bu teklifinde ısrar ettiğini anlatır. Zaman gösterdi ki, hilâfeti temsil eden şu meşîhat-ı İslâmiye, yalnız İstanbul ve Osmanlılara mahsus değildir. Umum İslâm’a şâmil bir müessese-i celîledir. Bir sönük vaziyetle, değil koca âlem-i İslâm’ın, belki yalnız İstanbul’un irşadına da kâfi gelmiyor. Öyle ise, bu mevki öyle bir vaziyete getirilmelidir ki, âlem-i İslâm ona itimat edebilsin. Hem menbâ, hem mâkes vaziyetini alsın. Âlem-i İslâm’a karşı vazife-i diniyesini hakkıyla ifa edebilsin.” Eğer bu yapılanma oluşmazsa tesânüdün zarar göreceğini ifade edip ittihadın yolunun buradan geçtiğini gösterir. “…hariçte bir adam, reyini, ferdiyete istinat eden meşîhata karşı muhafaza edebilir. Fakat böyle bir şûraya istinat eden bir şeyhülislâmın sözü, en büyük bir dâhîyi de ya içtihadından vaz geçirir ya o içtihadı ona münhasır bırakır.”, “İhtiyaç her işin üstadıdır. Şöyle bir şûraya ihtiyaç şedittir. Merkez-i hilâfette tesis olunmazsa, bizzarure başka yerde teşekkül edecektir.”[29] Bu teklif, üzerinde detaylı çalışmalar yapılması gereken bir yönetim sistemi teklifidir. Asr-ı saadetteki dindar cumhuriyetin ilk üç halifesinin yönetimine, “dengeleme” hizmetiyle yardım eden Hz Ali’nin (ra), meşîhatı temsil eden fonksiyonu dikkate değerdir.

 

3.5. Medyaya Bakan Yönü

“Manasız isim ve resim, meşrutiyet libası giyen istibdat” gibi vurgular hadiselerin görünen yüzlerinin arkasındaki zıt manalara dikkat çeker. Âhirzamanda masumâne görülen bazı hadiselerin arkasında aldatarak iş gören süfyanî deccal manasının saklanabildiğini fark etmek, toplum açısından çok önemlidir. Bu hileler fark edilmediğinde vahim sonuçlarının nelere mal olduğunu üzüntüyle ifade eden Bediüzzaman “Bana ıstırap veren, yalnız İslâm’ın mâruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi, mukavemet güçleşti. Korkarım ki, cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü, düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse, iman kalesi tehlikededir!”[30]

İngiliz Avam Kamarası’nda, Müstemlekât Nâzırı’nın, Kur’ân-ı Kerîm’i göstererek, “Bu Kur’ân İslâmların elinde bulundukça, biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, bu Kur’ân’ı onların elinden kaldırmalıyız yahut Müslümanları Kur’ân’dan soğutmalıyız.” şeklindeki hitâbesini gazeteden okuyan Bediüzzaman, “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim!” diyerek İstanbul’a gelir ve on kadar gazetede makaleler yazar. Şubat 1909’da “Ma’rifet ve İttihad-ı Ekrad” adıyla haftalık olarak Türkçe ve Kürtçe gazete çıkarmak için verdiği dilekçesinde gerekçelerini açıklayan Bediüzzaman, amacını ve yayın ilkelerini belirtir. Özetle siyaset-i şer’iye, ulûm-i muhtelife, şu’ûn-i muhtelife, sosyal problemlerin çözümüne yönelik bir neşriyat, fıtrî meyelanları uyandıran bir neşriyat, İ’la-i Kelimetullahı esas alan bir neşriyat yapacaktır.[31]

Deccalin en etkili silahı olan istibdadın siyaset yolunda kendini gizlediği en önemli propaganda aracının da medya olduğunu vurgular. “Düğümlere üfleyen büyücüler.”[32] âyetinin açıklandığı Meyve Risâlesinde “maddî ve manevî şerlerini siyasî diplomatların radyo diliyle herkesin kafalarına sihirbaz ve zehirli üflemeleriyle ve mukadderât-ı beşerin düğme ve ukdelerine gizli plânlarını telkin etmeleriyle…”[33] ifadesi, bir nimet-i ilahiye olan radyonun su-i istimali ile, sıradan insanların ve hatta iman-Kur’an fedâilerinin câzibedar siyaset oyunlarına bulaştırılma ve politize edilme planına dikkat çeker. “Bu zamanda merakla radyo vasıtasıyla ciddî, alâkadarâne küre-i arzdaki boğuşmalara merak edip bakanlar, dikkat edenler, maddî ve manevî pek çok zararları vardır: ya aklını dağıtır, manevî bir divane olur; ya kalbini dağıtır, manevî bir dinsiz olur; ya fikrini dağıtır, manevî bir ecnebî olur.”[34]

Oysaki “bütün zemin yüzünü bir meclis-i münevver, bir menzil-i âlî ve bir mekteb-i imanî hükmüne geçirmeye vesile olan”[35] bu medya nimetine önem verilmesi, bu etkili silahın doğru kullanılması gerekmektedir. Ve bu zamanda Nurlar’la hizmet-i imaniye, her tarafta ilânatla ve muhtaç olanların nazar-ı dikkatlerini celb etmekle olur.[36] diyerek doğru medyaya olan ihtiyacı belirtir. “Âlem-i İslâm’ın bu mübarek vatanının ahâlisine karşı pek şiddetli itiraz ve ithamlarını izâle için” matbuat lisanı ile çalışma ve gayreti gerekli görür.[37] Gazetelere iki mühim vazife yükleyip iki rütbeye mazhar olduğunu ifade eder. Birincisi dellâlü’l-mehasinü ve’l-meâyib (güzellik ve ayıpların dellalı), ikincisi hatibü’l-umumî veyahut mürebbîü’l-efkâr (umumun hatibi veya fikirlerin terbiyecisi).[38] Gazetecileri ise “Edipler edepli olmalı, hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddib olmalı. Ve onların sözleri kalb-i umumî-i müşterek-i milletten çıkmalı. Ve matbuat nizamnamesini, vicdanlardaki hiss-i diyanet ve niyet-i hâlisa tanzim etmeli.”[39] sözleri ile denge mekanizmasındaki rollerini hatırlatır. Ey gazeteciler! Hedef-i maksadımız olan ittihadı sizin cerbeze ile yaptığınız mugalâtalar ile inhilâl-i anâsırı netice vermekte olduğundan, bizim delil-i hayatımız olan mukaddemât-ı ittihadı akim bırakıyorsunuz. Hâsıl-ı kelâm: Evvel “Haydar Ağa”lık vardı. Şimdi siz de “Haydo” yaptınız. Hâlbuki bize lâzım “Haydar”dır. O elmas kılıca benzeyen lisan-ı matbuata itidal ile saykal vurun; tâ ki ifrat ve tefrit ile pas tutmasın.[40]

“Bazı edipleri edepsiz ve bazı cerideleri de naşir-i ağraz görüyorum.” diyen Bediüzzaman, her yaşta, herkesi etkileyen medya ve sosyal medyanın kontrolsüz ve sorumsuz yaygınlaşmasını da “Bir nevi sarhoşluk.” diye ifade eder. Bilhassa Covid-19 sürecinin bu etkiyi kat kat artırıp alışkanlık hâline getirdiği ve sanal bağımlılığın bireyi toplum hayatından koparıp atomize ederek yalnızlaştırdığı kasdî bir durum söz konusudur. Sosyal medya ile çok genişleyen matbuatı doğru kullanmaya, sosyal medyaya mahkûm değil hâkim olup onu bir “âlet” derecesinde isti’mâle ihtiyaç şedittir.

 

3.6. Adalete Bakan Yönü

Kuran’ın bu asra bakan mesajı olan Risâle-i Nur, insanlığın sosyal mutluluğu için hakiki adaleti önceler. Adalet müessesesinin hiçbir tarafgirliğe girmemesi gerektiğini ders verir. Özellikle siyaset, cemaatin selameti için ferdin hukukunu nazara almayan gaddar prensibi ile tarih boyunca dehşetli zulümlere imza atmıştır. Oysaki İslamiyet’te hak kutsaldır, suçun şahsiliği ve masumiyet karinesi temeldir. Kurumlar ve toplum çıkarları için hiçbir adaletli kanunla ferdin hakkı gasp edilemez. Risâle-i Nur’da Mâide Suresi 32. ayetin tefsirinde “Bir masum, rızası olmadan, bütün insana da feda edilmez. Kendi ihtiyârıyla, kendi rızasıyla kendini feda etse, o fedakârlık bir şahadettir ki, o başka meseledir.”[41] cümlesi ile Kuran’ın insanlığa hakikî adalet dersi verdiği izah edilmiştir.

Dindar cumhuriyet, hakiki adalet ve hürriyetle insanlığı mutlu edecek bir yapıdadır. Adalet ise insana yerleştirilen duyguların Kur’an’ın emrettiği gibi sırat-ı müstakimde, dengede kullanılmasıyla mümkündür. Kuvve-i gadabiyenin adaleti şecaat, kuvve-i şeheviyenin adaleti iffet, kuvve-i akliyenin adaleti hikmettir.

Hem, medar-ı dikkat bir vâkıa olarak kaydedilen bir olay adaletin denge rolünü göstermede çok önemlidir.  “Bir zaman bir hâkim, bir hırsızın elini kestiği vakit, eser-i hiddet gösterdiği için ona dikkat eden âdil âmiri onu o vazifeden azletmiş. Çünkü şeriat namına, kanun-u İlâhî hesabına kesse idi, nefsi ona acıyacak idi. Ve kalbi hiddet etmeyip fakat merhamet de etmeyecek bir tarzda kesecekti. Demek, nefsine o hükümden bir hisse çıkardığı için, adaletle iş görmemiştir”.[42] Hak edilen bir cezanın infazında bile tarafgirlik marazından kurtarıp dengeyi muhafaza ettiren Risâle-i Nur’un adalet anlayışı “adliyedeki haktan başka hiçbir şeye âlet olmadığını gösteren adliyelik adalet”[43] olarak tanımlanmaktadır.

 

3.7. STK’lere Bakan Yönü

Bir nevi sivil toplum kuruluşu olan cemaatler ihlası esas alan aslî vazifelerinden uzaklaşarak devletin işleyişine karışıp maddî mübâreze içine girdiklerinde hem kendi mâbeynlerindeki uyum ve saffeti bozarlar hem de idareye zarar verirler. İhlasla yola çıkan cemaatlerin siyaset ve devletle ilişkisi, irşad görevi mesâbesindedir. Bu denge görevini hakkıyla yapıp insanları ikaz edebilmek için “Benim gibi bir adamın millete ve devlete hizmeti nasihatiyledir. O da hüsn-ü tesir iledir. O da hasbîlikledir. Bu da garazsızlık, o da ivazsızlık, o da terk-i menâfi-i şahsî iledir. Maaş dilencisi değilim.”[44] sözleriyle sivil alanda kalmanın, istiğna düsturunun önemini ortaya koymuştur. “Ehl-i dünya ve ehl-i dalalet parasını ucuz vermez, kendine tâbi ve âlet etmekle elini uzatır.”[45] sözleri ikaz niteliğindedir. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de pek çok dinî cemaat ve sivil toplum kuruluşları için güç denince akla ilk gelen şey “siyaset”tir. Bütün kuvveti –siyasette değil- ihlâsta ve hakta bilmenin yolu da maddî ve manevî istiğnâdan geçmektedir. Şualar’da geçen bir mektupta “Mustafa Kemal sana üç yüz lira maaş verip Kürdistan’a ve vilayât-ı Şarkiyeye, Şeyh Sinûsî yerine vâiz-i umûmî yapmak teklifini neden kabul etmedin?” sorusuna cevaben: “Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye âlet olamayan ve tâbi olmayan ve sırr-ı ihlâsı taşıyan Risâle-i Nur meydana gelmezdi.”[46] cümleleri denge görevi görmesi gereken STK ve cemaatlerin ana prensibinin altını çizmektedir. “Hem, şimdi hükmeden öyle kuvvetli cereyanlar içinde siyasete girenlerden hiçbir kimse, istiklâliyetini ve ihlâsını muhafaza edemez. Her hâlde bir cereyan onun hareketini kendi hesabına alacak, dünyevî maksadına alet edecek, o hizmetin kudsiyetini bozacak.”[47] ikazları yapılır. En iyi çarenin, cereyanların kuvveti yerine, inâyet ve tevfîk-ı İlâhiyeye dayanmak olduğu vurgulanır.

 

  1. Sonuç

“Sizden her kim bir kötülük görürse, gücü yetiyorsa eliyle, yetmezse, diliyle düzeltsin. Onu da yapamazsa, hiç olmazsa kalbiyle buğzetsin. Fakat bu, imanın en zayıf mertebesidir.”[48] hâdisi toplumun her tabakasına, denge mekanizmasındaki rolünü hatırlatıp onları göreve çağırır. Bu yapılmadığı takdirde hürmet tanımayan anarşinin âhirzaman versiyonu olan ye’cüc me’cücün bataklık zemini doğacak, böylelikle de şiddetli baskılar ile hürriyet ortamı kaybolacaktır. Dengelenmeyen, kontrolsüz yapılarda istibdat kuvvet bulur, israf ve suiistimal çoğalır, Demokrasi kendi içerisinde denetim ve denge müesseselerini barındırdığından israfın da en etkili ilacıdır.

Adalet öncelikli meşvereti esas alan demokratik cumhuriyette, hür mebusların oluşturduğu mecliste yapılan hukukî kanunlar, herkes için bağlayıcı, âmir olur. Adaleti ve meşvereti önceleyen demokratik eğitim anlayışı da fertlerin kanunî haklarını sıkı talim eder. Kanunlara uyma, demokratik bir bilincin tezahürü olarak görülür. Böyle toplumlarda, kanun ve hukuk, herkes tarafından savunulup korunur. Asr-ı saadetin hakiki adalet ve hürriyet eksenli dindar cumhuriyetinde, toplumun halifeye söylediği “Seni ikaz ederiz.” anlayışı ve halifenin bu cevaba karşı memnuniyetini ifade eden şükür secdesi toplumun murâkıp olduğu, dengelenen bir sistemin yansımasıdır. Risâle-i Nur’da “Bir millet cehâletle hukukunu bilmezse, ehl-i hamiyeti dahi müstebit eder.”[49] cümlesi, hak ve özgürlüklerin farkındalığının ifadesidir.

Böyle toplumlarda dengeleme için sorgulama ve kriterlerle düşünme pratiği geliştiğinden silik sözler hemen fark edilir. Hakkı hak bilip uyma, bâtılı bâtıl bilip sakınma, ferdin hadiseleri değerlendirme kriteri olduğundan, muhâlefet fikri teyakkuzdadır. “Meşrû, hakikî meşrutiyetin müsemmâsına ahd-ü peyman ettiğimden, istibdat ne şekilde olursa olsun, meşrutiyet libası giysin ve ismini taksın, rast gelsem sille vuracağım.”[50] ifadeleri, hadiseleri takılan isimler ve zahirî görünüşlere göre değil, hakikî muhtevasına bakarak sorgulamanın, kelimelerin, altındaki manalarla örtüşmesine dikkat etmenin önemini vurgular.

Sadece iktidar değil, iktidar ve muhalefetin uyumuna dayalı bir sistemin tesisi önemlidir. Sistemler şahs-ı mânevîdir. Bediüzzaman “vücudun azaları, fabrikanın çarkları”misalleri ile şahs-ı mânevînin uyum ve dengesine dikkat çeker.  Hidrojen ve oksijen gibi yanıcı ve yakıcı iki unsurun, bir araya gelip imtizaç ederek bir nevi şahs-ı mânevî oluşturması, tamamen farklı, söndürücü özellikte suyu intaç etmektedir ki mevzumuza oldukça mânidar bir örnektir.

Günümüz dünyasında BM, NATO gibi uluslararası kurumların tutarsızlıkları ve demokrasiyi sadece ülke içinde kendi vatandaşlarına hasredip diğer insanlar için göz ardı eden devletlerin ikiyüzlü tutumu, dünya efkârında güvensizliğe sebep olmuş, içi dolu bir demokratik cumhuriyet pratiğine ihtiyacı şiddetlendirmiştir. Bediüzzaman’ın, -asr-ı saadette uygulanan- dindar cumhuriyet anlayışı, bütün iflas etmiş teori ve tatbikatlardan sonra yepyeni bir tecdidin ismidir. Adaletin ve hürriyetlerin kâmil manada uygulandığı, demokrasiyi araç olmaktan ziyade dinin bir emri olarak gören bu yaklaşım, Risâle-i Nur’un orijinalitesidir.   Tarihin gördüğü en ağır istibdadı, hürriyet ve meşveretle tasfiye eden bu tecdit ruhu, Risâle-i Nurlar vasıtasıyla âlemi İslam’a Anadolu’dan yayılacaktır inşâallah!

 

KAYNAKÇA

Bediüzzaman Said Nursî: Risâle-i Nur Külliyatı, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017

Quote Archive: “Power and Authority”, 2018, (Çevrimiçi), https://acton .org/research/lord-acton-quote-archive, 16 Ağustos 2017.

European Conference of Presidents of Parliament,

“Rights and Responsibilities of the Opposition in a Parliament”, 2010,

Lippmann, Walter: “The Indispensable Opposition”, Atlantic Monthly, 1939.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi

Austrian Red Cross: “Iran: Organization and Functioning of Political Parties”, 2017,

Council of Europe Parliamentary Assembly: “Resolution 1601: Procedural Guidelines on the Rights and Responsibilities of the Opposition in a Democratic Parliament”, 2008,

Pennings, Paul: “Parliamentary Control of the Executive in 47 Democracies”, 2000,

Tekin, Abdurrahman: Liberal Anayasal Sistemlerde Parlamento İçi Muhâlefetin Rolü / The Role Of Parliamentaryopposition İn Liberalconstitutionalsystems. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Hukuku Anabilim Dalı Doktora Tezi 2502140491 İstanbul-2019

Başak, Duygu: IT Yazılım Sektöründe Agıle Scrum Proje Yönetimi Uygulaması Uluslararası Bir Proje Örneği, Yüksek Lisans Tezi Bahçeşehir Üniversitesi 2020

Erdoğan Soyukibar T. ve Kaya D.:Parkinson Hastalığı ve Parkinsonizm. The Journal of Turkish Family Physician 2022; 13

 

 

[1]       Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, İşaratü-l İcaz, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s 253.

 

[2]       Kamer Suresi, 49

 

[3]       Erdoğan Soyukibar T. ve Kaya D. Parkinson Hastalığı ve Parkinsonizm. Jour Turk Fam Phy 2022; 13 (4): 182-192.

 

[4]       IT Yazılım Sektöründe Agıle Scrum Proje Yönetimi Uygulaması Uluslararası Bir Proje Örneği, Duygu Başak Yüksek Lisans Tezi Bahçeşehir Üniversitesi 2020

 

[5]       Power tends to corrupt, and absolute power corrupts absolutely. Acton Research Lord Acton Quote Archive, “Power and Authority”, 2018

 

[6]       European Conference of Presidents of Parliament, “Rights and Responsibilities of the Opposition in a Parliament”, 2010, s. 1

 

[7]       Walter Lippmann, “The Indispensable Opposition”, Atlantic Monthly, 1939, s. 190

 

[8]       AİHS, 1952, m. 10/2.

 

[9]       Austrian Red Cross, “Iran: Organization and Functioning of Political Parties”, 2017, s. 3

 

[10]     Council of Europe- Directorate General of Democracy and Political Affairs, “Power and Empowerment – The Interdependence of Democracy and Human Rights, Forum for the Future of Democracy 2007 Session”, s. 22-23

 

[11]     Paul Pennings, “Parliamentary Control of the Executive in 47 Democracies”, 2000, s. 7

 

[12]     Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s 668

 

[13]     Abdurrahman Tekin, Liberal anayasal sistemlerde parlamento içi muhâlefetin rolü / The role of parliamentary opposition in liberal constitutional systems Tez 2502140491 İSTANBUL-2019

 

[14]     İbrahim suresi 3.

 

[15]     Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, İman Küfür muvâzeneleri, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2016, s.16.

 

[16]     Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s 153

 

[17]     Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, Eski Said Dönemi Eserleri, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s 47

 

[18]     Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, Eski Said Dönemi Eserleri, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s 45

 

[19]     Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, Eski Said Dönemi Eserleri, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s 51

 

[20]       Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s.82

 

[21]     Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, Eski Said Dönemi Eserleri, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s 121

 

[22]     Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, Kastamonu Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s.48.

 

[23]     Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, Şualar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s.311.

 

[24]     Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, Eski Said Dönemi Eserleri, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s.164

 

[25]     Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, Eski Said Dönemi Eserleri, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s.169.

 

[26]     Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, Eski Said Dönemi Eserleri, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s 349

 

[27]     Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, Eski Said Dönemi Eserleri, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s 350

 

[28]     Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, Eski Said Dönemi Eserleri, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s 349

 

[29]     Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, Eski Said Dönemi Eserleri, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s 351

 

[30]     Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s.643.

 

[31]     https://www.yeniasya.com.tr/dizi/Risâle-i-nur-da-nesriyat-ve-gazete_518956

 

[32]     Felâk Suresi: 4.

 

[33]     Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, Asa-yı Musa, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s. 96.

 

[34]     Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, Kastamonu Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s.61

 

[35]     Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, Emirdağ Lâhikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s. 399

 

[36]     Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s, 400

 

[37]     Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s 506

 

[38]     Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, Eski Said Dönemi Eserleri, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s 103

 

[39]     Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, Eski Said Dönemi Eserleri, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s 123

 

[40]     Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, Eski Said Dönemi Eserleri, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s 187

 

[41]     Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2016, s.430

 

[42]     mektubat 317-2017

 

[43]     Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2016, s.539

 

[44]     Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, Eski Said Dönemi Eserleri, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s 145

 

[45]     Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s.494

 

[46]     Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s 432

 

[47]     Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, Şualar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s.392.

 

[48]     Tirmizi, Fiten, 11; İbnuMace, Fiten, 20; Ebu Davud, Salat, 242

 

[49]     Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, Eski Said Dönemi Eserleri, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s 162.

 

[50]     Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, Eski Said Dönemi Eserleri, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s 130