Özet

Bu çalışmada Said Nursi’nin irsiyet ve hanedanlık karşısında kendisini konumlandıran ve bir yönetim şekli olan cumhuriyet hakkındaki görüşleri ele alınmaktadır. Bilindiği gibi cumhuriyet halk egemenliğine dayalı bir yönetim şeklidir. Devlet başkanı seçimle iş başına gelir. Ancak biriken tarihsel tecrübeye baktığımızda cumhuriyet yönetimlerinin despotik yapıya kaymaktan pek kurtulamadıklarını görmekteyiz. Ülkemizde 1923 te kurulan cumhuriyetin 1946 da demokrasiyle buluşması da bu zafiyetini ortadan kaldırmamıştır. Said Nursi, bu durumu önceden görüp çözüm arayışına giren bir düşünürdür. Bulduğu çözüm: cumhuriyetin adalet, meşveret ve hürriyetle tahkim edilmesidir. Nursi başka düşünürlerde pek görülmeyen orijinal bir yaklaşımla hürriyeti “kendine zarar vermeme” tabiriyle insanın içinden (ruhundan) başlatır.  Dış özgürlüğün toplum içinde ve medeni bir yaşamda tahakkuk edeceğini vurgular. Ferdi başkasına zarar vermemeyle devleti ise ferdin hak ve özgürlükleriyle sınırlar. Hegel’in tabiatın zorunlu yasalarını bilgiyle aşma çözümüne ilaveten, henüz bilgiyle aşılamayan zorunluluğun cebrini imanla karşılama önerisinde bulunur. Adaletin en önemli umdesi olan eşitliği  “ref-i imtiyaz” tabiriyle ortaya koyar. Adalet-i mahza ve adalet-i izafiye doktriniyle fert ve toplumun menfaatini uzlaştırır. Geçmiş İslam âlimlerinde pek görülmeyen bir yaklaşımla kişilerin özel durumlarını gözeten bir adalet anlayışına vurgu yapar. Müeyyidenin hayati fonksiyonu olduğuna değinir. Adaletin bir başka görünümünün haksızlık karşısında direnme olduğunu söyler. Cumhuriyeti tahkim edecek üçüncü unsurun meşveret olduğunu, sadece bir toplumun değil, kıtaların mutluluğunun dahi meşverete dayandığını “Asya’nın bahtının miftahı meşveret ve şuradır.” cümlesiyle dile getirir.

Anahtar kelimeler: cumhuriyet, demokrasi, hürriyet, iç özgürlük, zorunluluk, adalet, eşitlik, direnme, müeyyide, yarar, meşveret

 

Said Nursi: The Spirit of the Republic

Abstract

In this study, we discussed Said Nursi’s position against hereditary rule and dynasties, as well as his views on the republic. As is known, a republic is a form of government based on popular sovereignty, where the head of state is elected. However, historical experience shows that republics often tend to slide towards despotic structures. Said Nursi, as a thinker who foresaw this vulnerability, sought solutions. His proposed solution involves strengthening the republic through justice, consultation, and freedom. Nursi introduces freedom, starting from within the individual with the concept of “not causing harm to oneself,” emphasizing that external freedom will manifest within society and civilized life. Individual freedom is limited to not causing harm to others, and the state is restricted by the rights and freedoms of the individual. Nursi highlights equality, the most important pillar of justice, using the term “ref-i imtiyaz.” He reconciles the interests of the individual and society through the doctrines of absolute justice and relative justice. Additionally, he emphasizes a justice approach that considers the unique situations of individuals, a perspective not commonly seen in past Islamic scholars. Nursi emphasizes that consequences (punishment) have a vital function and expresses that another aspect of justice is resistance against injustice. Regarding the third element that will strengthen the republic, Nursi sees consultation as crucial. He states that not only the happiness of a society but also the prosperity of continents relies on consultation, expressing this idea with the phrase, “The salvation of Asia’s future lies in consultation.”

Keywords: republic, democracy, freedom, inner freedom, necessity, justice, equality, resistance, consequences, benefit, consultation

 

Giriş

Ne değildir diye tenzihi yönden cumhuriyete bakarsak “monarşi değildir” cevabı ile karşılaşırız. Neye benziyor diye bu kez teşbihi yönden yaklaşırsak “devlet olmasa da en azından hükümet başkanının seçimle iş başına geldiği demokrasiye” cevabına ulaşırız. Yeri gelmişken hemen belirtelim ki bazı marjinal yaklaşımlarda ‘babadan oğula geçmemek kaydıyla’ cumhuriyetin midesinin devlet veya hükümet başkanının hangi yolla olursa olsun başa geçmesini de kaldırabileceği söylenir. Ancak biz “O kadar da değil.” diyerek ekalliyette kalan bu ilkesiz yaklaşımı es geçiyor, kahir ekseriyetin görüşü doğrultusunda seçimsiz bir cumhuriyet olmaz/olamaz, diyoruz. Peki, ortaya konan tenzihi ve teşbihi yaklaşımlarla cumhuriyetin bir resmi belirdi mi? Elbette, hayır. Çerçeveye bu haliyle monarşi dışında seçim şartına riayet etmiş her rejim yerleşebilir. Hatta çerçevede, cumhuriyetin ‘Ben o değilim.’ diye istiskal ettiği ve kendisini karşısına konumlandırdığı monarşiye rahmet okutacak görüntüler bile kendisine yer bulabilir. Ve bulmuştur. Örnek mi istersin. Uzaklara gitmeye gerek yok, çevremiz onlarla dolu. SSCB, Saddam’ın Irak’ı, Kaddafi’nin Libya’sı, Humeyni’nin İran’ı vb. say say bitmez. Bunların tamamı cumhuriyettir. Bu her türlü otoriterliğe açık yapıdan rahatsızlık duyanlar cumhuriyeti halkın daha etkin bir rol üstendiği şekle büründürmek için ona teşbih ettiğimiz demokratik bir libas giydirmek ihtiyacı duydular. Giydirilen bu yeni formla cumhuri yönetimde artık etkin siyasal makamlardakiler seçimle işbaşına gelecek, seçimler düzenli aralıklar ile tekrarlanacak, seçimler serbest ve adil olacak, genel oy ilkesi uygulanacak, seçimlere birden fazla siyasal parti katılabilecek muhalefetin iktidar olabilme şansı olacak, ülkede temel kamu hakları güvence altına alınacaktır[1]. Cumhuriyet, ortaya konan tenzihi ve teşbihi iskelet ve ona giydirilen demokratik libasla artık tabiri caiz ise insan siluetini aldı. Ancak henüz insan olamadı çünkü ruhu yok. Kant’a göre devlet, ayrıca ahlak sahibi bir şahıstır da. Ahlakı varsa mutlaka ruhu da olmalı. Bu durumda şekli tamamlanan cumhuriyete ruh üflemek gerek. Üflenecek ruh nelerden mürekkep olacak? Burada Said Nursi’ye müracaat edebiliriz.  Çünkü cumhuriyetin şekli unsurlarına bakarak onun bu haliyle eksik olduğunu ilk söyleyenlerden biri de Nursi’dir. O, ruhsuz cumhuriyeti “manasız isim ve resimden ibaret” şeklinde tasvir eder.  Nursi, cumhuriyetin eksikliğini belirtmekle yetinmez, ona ruh olacak değerleri de adalet, meşveret ve hürriyet diye sıralar[2].

  1. Cumhuriyetin Ruhu

Makalenin bu bölümünde Said Nursi’nin sahiplendiği ve önerdiği cumhuriyetin mahiyetini kavramak için onun cumhuriyetin olmazsa olmazı saydığı hürriyet, adalet ve meşveret ilkelerine yüklediği anlamlar üzerinde durulacaktır.

 

1.1. Hürriyet

Said Nursi, her şeyden önce 20. yüzyılda yaşamış ve eserlerini vermiş bir İslam âlimidir. Bu kimliğiyle temayüz etmiştir. Hayatını ve eserlerini inceleyenler onu tarif edecek en iyi sıfatın ‘özgürlük’ olduğu noktasında ittifak etmişlerdir. Nitekim hayatının anlatıldığı filmin ismi de Hür Adam’dır. Gerçi birisinin kendisi dışında bir başkası tarafından müspet de olsa tanımlanması kerih görülen bir müdahaledir ancak Nursi’nin hayatta iken dile getirdiği “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam.” cümlesini, kendisine ilişkin ‘hür adam’ nitelendirilmesine, önceden verilen bir cevaz şeklinde yorumlayabiliriz. Bu hususun üzerinde durmamın nedeni, bir İslam âliminin, özgürlüğünü, yaşamının ön koşulu olarak ileri sürmesi, İslam dünyasının pek de alışık olmadığı bir durum olmasıdır. İslam düşünce tarihine baktığımızda, özgürlükten ziyade “sıdk, adalet, cesaret, bilgelik” gibi ahlaki erdemlerin ön plana çıkarıldığını görmekteyiz. Oysa tüm bu erdemlerin ön koşulu özgürlüktür. Gerçi kelam ilminde Tanrının külli iradesi karşısında insanın cüz-i iradesinin özgür olup olmadığının teolojik açıdan sorgulandığı, fıkhın amacının canın, aklın, dinin, malın ve ırzın korunması olduğuna yönelik müktesebat oluşturulduğu bir vakıadır. Ancak her yönüyle bizzat özgürlüğün ele alınıp incelendiğini söylemek pek mümkün değildir. Esasen bu durumu yadırgamamak lazım çünkü özgürlüğün etrafına cami, ağyarına mani bir değer olarak ele alınması birkaç yüzyıllık bir hadisedir. Özgürlük kavramının ilk olarak 18. yüzyılda Fransız İhtilali sonrası kaleme alınan İnsan ve Yurttaş Haklar Bildirgesi ile gündeme geldiği malumdur. Bu girizgâhtan sonra hürriyet bahsine gelebiliriz. Hürriyet, Arapça bir kelimedir. Köle olmamak, azatlık anlamlarına gelir[3]. Türkçe karşılığı özgürlüktür. Ayrıca bağımsız olmayı da içinde barındırır. Özgürlük kelimesi özün gürlüğünü, bağımsızlık ise müstakil olmayı ifade eder. Bu çalışmada yerine göre her üç kelime de kullanılacaktır. Hürriyetin bir veçhesinin bağımsızlık olduğu, bu yönüyle öznenin biricikliği adına kendini diğerlerinden tefrik etmesi gerektiği; bir veçhesinin ise özünü gürleştirmek, yani çoğaltmak ve kuvvetlendirmek olduğu açıktır. Özgürlüğün ikinci veçhini açıklayıcı olması bakımından Hegel’in geliştirdiği özgürlük anlayışına değinmek yerinde olur kanaatindeyim. Hegel, bu anlayışı Aristo ve Fichte’nin özgürlük tariflerini uzlaştırmayla elde etmiştir. Aristo; özgürlüğü, sınırsız ve sonsuz diye ortaya koyar. Fichte ise birlikte yaşamın insanları sınırladığını, dolayısı ile herkesin özgürlük alanını diğerinin aleyhine genişletmeye çalıştığını, bunu aşmak için “yaşa yaşat” formülünü uygulamak gerektiğine değinmiştir. Hegel, verili dünyada özgürlüğün diğerinin özgürlüğüyle sınırlı olduğunu görüp sınırsız özgürlük için herkesin özgürlük alanını diğerine açması gerektiğini, böylece Aristo’nun belirttiği sınırsız özgürlüğe ulaşılabileceğini belirtmiştir. Hürriyetten başladık çünkü hürriyet tüm hak ve özgürlüklerin kaynağıdır. Ahlakın olmazsa olmaz şartıdır. Mesela adalet gibi ahlaki bir değerin görüntülerinden biri ve en önemlisi özgürlüktür. Cumhuriyetin manevi sıfatlarından meşveret için de aynı şeyi söylemek mümkündür. Adalet ve meşveret konuları incelenirken özgürlükle ilişkilerine ayrıca değinilecektir.

Ana konumuz cumhuriyet. Dolayısı ile cumhurî yönetimle irtibatlı siyasi özgürlük anlayışına odaklanmak, iktidara karşı temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması şartlarına yoğunlaşmak gerektiğini biliyorum. Ancak siyasi özgürlüklerin tanınması ve iktidarın hak ve özgürlükler lehine sınırlandırılması, yolun sonunda bizi bekleyen ve bize gümüş tepside sunulacak nimetler değildir.  Bizim kendimizle, komşumuzla, toplumla, tabiatla, sanat ve edebiyatla kurduğumuz özgür ilişkilerin sonucu serpilip olgunlaşacak kazanımlardır. Bu yüzden detaya girmeden özgürlüğün bu aşamalarına da değinmek gerek.

Özgürlüğün varlıklar içerisinde insana münhasır bir değer olduğu malum. Dolayısı ile özgürlüğü, insan tarifiyle elde edilen özelliklere nispetle ortaya koymak gerek. Nursi, asıl özgürlüğün insanın bu özelliklerini tezyit etmek olduğunu İşaratü-l İ’caz isimli ederinde “Dünyadaki işimiz de (…)  re’sü’l-malımız olan istidatlarımızı nemalandırmaktır.”[4]  ifadesi ile ortaya koyar.  Şimdi gelelim insanın tarifine. Rahmetli Nurettin Topçu, tarif için “yakın cins, yakın ayrım” ölçüsüne vurgu yapar. İnsana yakın cins hayvandır. Bu yüzden olmalı ki insan hep hayvana nispetle tarif edilir. Malum tariflere baktığımız da insanının sosyal bir hayvan olduğu, akıllı bir hayvan olduğu, konuşan bir hayvan olduğu vb. söylenir. Yakın cinsin sadece hayvan olması insanı tarifte fakirliğe yol açmıştır. Said Nursi’de hayvana nispetle elde edilen sosyalliğin, akıllılığın ve konuşmanın insana özgü nitelikler olduğu görüşüne katılır. Ancak o, insanı tarifte somut varlıklarla yetinmez, insan ruhunun mücerretliğinden hareketle soyut ve kavramsal varlıkları da yakın cinse dâhil edip insanın niteliklerini çoğaltır. Onun insana izafe ettiği vasıfların bir bölümüne kısaca temas edelim. Nursi, vicdanın ruhla ortak olan unsurlarını zihin, his, irade ve latifeler şeklinde sıralar. “İnsana isimleri öğrettik.”[5] ayetini tefsir ederken, esma ile insana verilen yetilerin terakkiyat-ı fenniye, kemalat-ı ilmiye ve havarık-ı suniye, yani teorik, pratik ve estetik akıl olduğunu belirtir. Keza insan ruhunun tagayyür ve tebeddüle maruz bu bedende iskân edebilmesi için ruha “kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye ve kuvve-i akliyenin” takıldığını ifade eder. Buradaki kuvve-i akliye zekâya tekabül etmektedir. Nursi’nin insana izafe ettiği niteliklerin önemli bir kısmını belirledikten sonra artık özgürlüğün aşamalarına geçebiliriz.

 

1.1.1. İnsanın Kendi İç Dünyasında Hürriyet

Said Nursi hürriyeti insanın kendi iç dünyasından başlatır. Münazarat isimli eserinde bu hususu “Hürriyet odur ki (…) nefsine (…) zararı dokunmasın.”[6] ifadesiyle ortaya koyar. Nefse zarar vermemek için nefsi tanımak gerek. Zaten İslam da dâhil tüm kadim öğretiler “Kendini tanı!” düsturunu şiar edinmişlerdir. Sadece bir ozan değil, aynı zamanda bir filozof olan Yunus Emre’nin “İlim ilim bilmektir/ilim kendin bilmektir/ Sen kendini bilmezsin/ Ya bu nice okumaktır.”[7] dizeleri de aynı lazımeye parmak basar. Yeri gelmişken Paul Tillich’in bu hususu vurgulayan “Özgürlük kendini saptamaktır.”[8] ifadesini hatırlatmak isterim. Nefsine zarar vermemek ifadesi, en azından ortada zarar veren ve zarar verilen ikili bir yapı olduğunu bize ihsas ettirmektedir. Bu durumu iç dünyamıza yoğunlaştığımızda biz de fark etmekteyiz. Mesela değerlerimize aykırı bir yöneliş ve eylemde bulunduğumuzda kendimizi kınarız. “Kendimden utanıyorum.” deriz. İyi bir şeyler yaptığımızda da, “Kendimle iftihar ediyorum.” ifadesini kullanırız. Bu içsel tecrübede, utanan veya iftihar eden bir kendi ile utanılan veya iftihar edilen bir kendinin varlığı zuhur etmektedir. Yunus’un “Bir ben vardır, bende benden içerü”[9] dizeleri de buna işaret eder. İç dünyamızdaki bu farklı veya katmanlı yapı ile bu yapıları yansıtan görüntüler birden fazla özümüz olduğu anlamına gelmez. Belki bu durumu aynı özün farklı yetilerle tezahürleri şeklinde açıklayabiliriz.

Yeniden hürriyetin nefse zarar vermemek ilkesine dönelim. İç dünyamızdaki tek bir özün çoklu yapıya bürünmesi, farklı enstrümanlarla dünyayı kullanma, anlama ve anlamlandırma ameliyesi içindir. Dünyayı kullanma ameliyesi için ruha takılan kuvvelere had konulmamış, yine ruhu oluşturan unsurlar başıboş bırakılmıştır. Dolayısı ile öze egemen olma ve hak ihlalleri her zaman mümkündür. Özgürlük, bu çoklu yapıyı oluşturan donanımların kendi işlevlerini kavrayıp bununla kendilerini sınırlamaları, diğer donanımların farkını ve işlevlerini kabullenmeleridir.

Said Nursi, eserlerinde ruh dünyasının esaret altında olma hali ile özgür halini çok güzel ve anlaşılır bir şekilde tasvir etmiştir. Nursi, zarar gören ve esaret altında bulunan özü, Sözler isimli eserinde “Ben büyük bir şehre giriyorum. Baktım ki o şehirde büyük saraylar var. Bazı sarayların kapısına bakıyorum, gayet şenlik, parlak bir tiyatro gibi nazar-ı dikkati celbeder, herkesi eğlendirir bir cazibedarlık vardı. Dikkat ettim ki o sarayın efendisi kapıya gelmiş, it ile oynuyor ve oynamasına yardım ediyor. Hanımlar, yabani gençlerle tatlı sohbetler ediyorlar. Yetişmiş kızlar dahi çocukların oynamasını tanzim ediyorlar. Kapıcı da onlara kumandanlık eder gibi bir aktör tavrını almış. O vakit anladım ki o koca sarayın içerisi bomboş. Hep nazik vazifeler, muattal kalmış. Ahlâkları, sukut etmiş ki kapıda bu sureti almışlardır.”[10] İfadeleriyle tasvir eder. Tasvirinde yer alan kişilerle ilgilide: “O sarayların her birisi, birer insandır. O saray ehli ise, insandaki göz, kulak, kalb, sır, ruh, akıl gibi letâif ve nefis ve hevâ ve kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gadabiye gibi şeylerdir. Her bir insanda herbir latîfenin ayrı ayrı vazife-i ubûdiyetleri var; ayrı ayrı lezzetleri, elemleri var. Nefis ve hevâ, kuvve-i şeheviye ve gadabiye, bir kapıcı ve it hükmündedirler. İşte o yüksek letâifi, nefis ve hevâya musahhar etmek ve vazife-i asliyelerini unutturmak, elbette sukuttur, terakkî değildir. Sâir cihetleri sen tâbir edebilirsin.”[11] şeklinde tasnif ve izahta bulunur. Hikâyede, özün dünyayı kullanmaya yönelik işlevini üstlenen, nefis diye isimlendirilen, şımartılmış kuvve-i şeheviye ve gadabiyenin;  özün dünyayı anlama, anlamlandırma ve ukbaya yönelik amacını gerçekleştirme işlevini üstlenen, ruh diye isimlendirilen sindirilmiş teorik, pratik ve estetik akla egemenliği tasvir edilmektedir.

Said Nursi, bazı tasavvuf ekollerinin -buna Hristiyan mistikleri de dâhildir- ruh adına nefsin sindirilmesini veya öldürülmesini de kerih görür ve karşı çıkar. O, bu kaçışı: “Ehl-i velayet, çendan fena-i nefse muvaffak olurlar, nefs-i emmareyi öldürürler; yine sahabeye yetişemiyorlar. Çünkü sahabelerin nefisleri tezkiye ve tathir edildiğinden, nefsin mahiyetindeki cihâzât-ı kesire ile ubudiyetin envaına ve şükür ve hamdin aksamına daha ziyade mazhardırlar. Fena-i nefisten sonra ubudiyet-i evliya besatet peyda ede.”[12] sözleriyle dile getirir. Nursi’ye göre nefsin sindirilmesi veya öldürülmesi ruhun özgürlüğüne değil, bilakis kadük kalmasına neden olmaktadır. Esasen Nursi, nefsin öldürülüp yok edilmesinin bir yanılsama olduğunu, öldürüldüğü söylenen nefsin ruhu çelmeleme işlevini gizlice yaptığını “Nefs-i emmârenin ölmesi üzerine onun cihazatı damarlara ve hissiyata devredilir, mücahede devam eder.”[13] sözleriyle dile getirir. Hristiyan mistiklerin de nefsin öldürülmesini bir yöntem olarak benimsediklerini söylemiştim. Bu yöntemin yanlışlığı konusunda Batı edebiyatında oldukça özgün eserler verilmiştir. Bunlardan bir tanesi de Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Anatole France’nin kaleme aldığı “Thais” romanıdır. Romanın konusu, Tanrı sevgisi için dünyevi nimetlerden vaz geçtiğini sanan bir Hristiyan keşişin, zaman içerisinde esasen dünyevi nimetlere yönelik arzusunun devam ettiğini, Tanrı sevgisini de yakalayamadığını, dolayısı ile her ikisinden de mahrum kaldığını görmesinden ibarettir. Roman sanki Nursi’nin nefsin öldürülmesinin ruhun özgürleşmesine değil, kadük kalmasına neden olacağı, keza nefsin öldürülmesinin bir yanılsama olduğu görüşünü doğrulamak için yazılmış gibidir. Yeri gelmişken ünlü şair Rainer Maria Rilke’den nefsin sindirilmesi veya öldürülmesinin ruhun terakkisine engel olacağını ortaya koyan bir anekdot aktarmak isterim. Rilke ruhsal sancılar çekmektedir. Yakınları içine şeytan girdiği düşüncesiyle Rilke’yi bir medyuma gitmeye zorlarlar. Rilke bu isteğe karşı gelir. Nedenini sorduklarında ise, “İçimdeki şeytanları kovayım derken melekleri de ürkütmek istemiyorum.” cevabını verir.

Şimdi de, Nursi’nin özgür öze ilişkin tasvirine bakalım: “Sonra geçtim, bir büyük saraya daha rast geldim. Gördüm ki kapıda uzanmış vefadar bir it ve kaba, sert, sakin bir kapıcı ve sönük bir vaziyet vardı. Merak ettim. Ne için o öyle, bu böyle? İçeriye girdim. Baktım ki içerisi çok şenlik. Daire daire üstünde, ayrı ayrı nazik vazifeler ile saray ehli meşguldürler. Birinci dairedeki adamlar sarayın idaresini, tedbirini görüyorlar. Üstündeki dairede kızlar, çocuklar ders okuyorlar. Daha üstünde hanımlar, gayet latîf sanatlar, güzel nakışlarla iştigal ediyorlar. En yukarıda efendi, padişahla muhabere edip halkın istirahatini temin için ve kendi kemalâtı ve terakkiyatı için kendine has ve ulvi vazifeler ile iştigal ediyor gördüm.”[14] Bu anlatıda ise özün dünyayı kullanmaya yönelik işlevini üstlenen ve nefsi oluşturan şehevi ve gadabi kuvvelerin görevlerinin bilincinde olduğu; keza özün dünyayı anlama, anlamlandırma ve ukbaya yönelik amacını gerçekleştirme işlevini üstlenen teorik, pratik ve estetik aklın kendilerine ait görevleri başında olduğu tasvir edilmektedir.

 

1.1.2. İnsanın Başkasıyla İlişkisinde Hürriyeti

Said Nursi ikinci aşamada hürriyeti insanın dışındaki varlıklarla ilişkisine teşmil eder. Münazarat isimli eserinde bu hususu “Hürriyetin şe’ni odur ki (…) gayra zararı dokunmasın.”[15] ifadesiyle ortaya koyar. İnsan bir ailede dünyaya gelir. Aile bir etnik, dinî veya kültürel guruba dâhildir. Bu guruplar da daha büyük bir kolektif yapı içerisinde yer alır. İnsanın kolektif yapıda yer almasının dışında bireysel bir yanının olduğu da malum. Hem bireysel ilişkilerimizde hem de içinde yer aldığımız kolektif yapılarda hak, görev ve sorumluluklarımız gereği diğerleriyle ilişki kurmak zorundayız. İşte hürriyet bu ilişkilerde tüm geçmişin netice-i efkârı olan örf, adet ve yasanın çizdiği sınırlar dâhilinde davranmaktır. Bu hukukun kazandırdığı negatif bir özgürlüktür. Nursi bu durumu “Hürriyet budur ki; kanun-u adalet ve te’dibden başka hiç kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hukuku mahfuz kalsın, herkes harekât-ı meşrûasında şahane serbest olsun.”[16] ifadesiyle ortaya koyar.  Nursi, başkasıyla ilişkide imanla irtibatlı fert için ortaya koyduğu bir tutumdan daha bahseder. O da izzet, şefkat ve hakperest bir tavırdır. Esasen bu tavır insanın ahlaki boyutunun da bir gereğidir. Bu yaklaşımda, fert, izzetinin gereği, kendine haksızlık yapılmasına müsaade etmeyecek; şefkati uyarınca, bir başkasına haksızlık yapmayacak; hakperest biri olarak, bir başkasının bir başkasına haksızlık yapması halinde haklının yanında yer alacaktır. Evet, sınırları belirleyip birbirini karşılıklı tanımadan sonra sıra Hegel’in sınırları karşılıklı birbirine açarak sınırsızlığa ulaşma aşaması gelir. Bu da özgürlüğün pozitif aşamasıdır. Nursi, bu aşamayı külliyet kesbetmek ve kardeşinde fani olmak kavramlarıyla ifade etmektedir.

1.1.3. İnsanın Kâinatla İlişkisinde Hürriyeti

Kütlenin çekim yasası, suyun kaldırma gücü, ışığın hızı gibi fiziksel kanunlar zorunluluklarını bize dayatır. Peki, bu fizikî determinizm karşısında nasıl özgür olacağız? Burada Hegel’in özgürlük tanımı imdadımıza yetişir. Ona göre, özgürlük zorunluluğu kavramaktır.[17] Yani özgürlük için kâinatta cari kanunları keşfetmekle işe başlamalıyız. Tespit ettikten sonra, sıra onların cebrini aşmaya gelecektir. Mesela kütlenin bize dayattığı yer çekim kanununu, havanın basıncıyla aşarak gökyüzünde uçarız. Öz kütlesi sudan büyük olmasına rağmen demirin hacmini artırarak gemileri batmadan yüzdürürüz. İla ahir. Bu tarz bir özgürlük, Arşimet’in “Bana bir dayanak noktası verin, dünyayı yerinden oynatayım.”[18] ifadesinde kendini ortaya koymaktadır. Hazreti Hamza’ya izafe edilen “Gördüğüm hiçbir şeyden korkmam.”[19] cümlesi de bu kabildendir.

Said Nursi, tabiat karşısında Hegel’e nispeten biraz daha rahat ve özgürdür. Zira Hegel’in özgürlüğü kavranmış zorunlulukla sınırlı iken, Nursi’nin hürriyeti kavranmış zorunluluk dışında henüz kavranmamış zorunluluğu da kapsar. Nursi, kavranmamış zorunluluğa karşı hürriyeti Allah’a imanla kotarır. Nursi’nin öğretisinde, Allah’ın, tabiatı yasalara tabi kıldığı, bunlara adetullah kanunları dendiği, bu kanunların bir irade altında hareket ettiği kabul edilir. İman, henüz marifetimiz dâhilinde bulunmayan fizik kurallarının, bir yaratıcının emri ile oluştuğu ve iradesi altında hareket ettiği güvencesiyle bizi buluşturur.  Nursi, Tarihçe-i Hayat isimli eserinde bu konuyu trenin bir sahibi olduğunu ve onu kurallara tabi kıldığını bilen bir çocuk ile bu durumu bilmeyen Herkül ve Zaloğlu Rüstem gibi iki tarihî kahramanın, tünelden çıkan buharlı bir trenle karşılaşmaları metaforuyla ortaya koyar. Çocuğun tünelden çıkan treni gördüğünde korkmadan geçişini izlediğini, Herkül ve Zaloğlu Rüstem’in ise treni canavar zannederek korkup kaçacaklarını söyler. Çocuğa bu hürriyeti veren, her şeyin bir sahibi olduğuna, bu şeylerin bir düzen altında hareket ettiklerine dair imanıdır. Nursi’nin kavranmamış zorunluluğa karşı özgürlüğü ortaya koyan cümlesi “Evet, tam münevverü’l-kalp bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki onu korkutmaz. Belki harika bir kudret-i Samedâniyeyi, lezzetli bir hayret ile seyredecek.”[20]  şeklindedir.

1.1.4. İnsanın Toplumla İlişkisinde Hürriyeti

Aristo, insan için “zoon politikon” tabirini kullanır. İslam filozofları ise insan için ‘’medeni-i bittab’’ ifadesini uygun görürler. Politikon kelimesi şehre karşılık gelen polisten, medeni kelimesi yine şehir anlamında medineden türetilmiştir. Görüldüğü gibi iki kültürde de insan şehre nispetle tarif edilmiştir. Said Nursi de seleflerinin bu tespitlerine katılır. Katılmakla kalmaz dayanaklarını detaylı bir şekilde ortaya koyar. Eserlerine baktığımızda mükerreren, hayvanların aksine insanın doğumundan sonra hayatta kalabilmesi için çok uzun süre bakıma muhtaç olduğunu, ihtiyaçlarının çokluğu nedeniyle hemcinsleriyle teşriki mesaide bulunması gerektiğini, yalnız başına düşmanlara karşı koyamayacağını, dolayısı ile diğer insanlarla birlikte yaşaması gerektiğini ısrarla vurgular. İnsanların bir arada yaşamaları elbette kısıtlayıcı kuralları gerektirmektedir. Bu dezavantajına rağmen Nursi, kâmil manada bir özgürlüğün ancak medeni bir toplumda mümkün olacağı görüşünü ortaya koyar. Nursi, bu görüşünü göçerlerin kurallardan azade yaşantılarının özgürlük olup olmadığıyla ilgili yine göçerler tarafından kendisine sorulan bir soruya “ (…) Ey göçerler! Sizde olanı yarı hürriyettir. Diğer yarısı da başkasının hürriyetini bozmamaktır. Hem de kut-u lâyemut ve vahşet ile âlûde olan hürriyet, sizin dağ komşularınız olan hayvanlarda da bulunuyor… Lâkin güneş gibi parlak, her ruhun maşukası ve cevher-i insaniyetin küfvü o hürriyettir ki: Saadet-saray-ı medeniyette oturmuş ve marifet ve fazilet ve İslâmiyet terbiyesiyle ve hulleleriyle mütezeyyine olan hürriyettir.”[21] şeklinde verdiği cevapta dile getirir. Topluma katılmanın bir takım kısıtlamalar getireceği muhakkaktır. Nursi, bu kısıtlamaların insanın devredilmez hak ve özgürlüklerine ilişkin olamayacağını “Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvafık hareket etmezse hayırlı işlerde ve terakkide muvaffak olamaz. Bütün hareketi şer ve tahrip hesabına geçer.”[22] ifadesiyle vurgular. Yine Nursi, toplumun özgürlüğü için kanunların evrensel hukuka uygun olması gerektiğini “Hürriyet budur ki; kanun-u adalet ve te’dibden başka hiç kimse kimseye tahakküm etmesin.”[23] ifadesiyle ortaya koyar. Netice itibariyle insan nefis ve gayr dışında, üçüncü aşamada adil kanunların güvencesi altında medeni bir topluma dâhil olmakla teknolojinin sağladığı imkânları kullanarak teorik aklını; sanat harikalarının oluşumuna katılarak veya müşahede ederek estetik aklını; dürüst, adil, cesur, cömert ve şefkatli davranarak pratik aklını geliştirecek, yani özünü gürleştirecektir.

 

1.1.5. Genel Değerlendirme

“İnsanın Rahmanın suretinde yaratıldığı” hadisini Said Nursi de sahih kabul eder. Lem’alar ve Sözler isimli eserlerinde mesel ve temsil ile Allah’ın şuunatına, sıfat ve esmasına bakılabileceğini belirttikten sonra, hadisi, “İnsan, ism-i Rahman’ı tamamıyla gösterir bir surettedir.”[24] şeklinde tefsir eder. Devlet insanlar tarafından vücuda getirilmiş bir tüzel kişiliktir. İnsanın kendisini yaratana teşbih edilmesi gibi devletin de kendisini vücuda getiren insana teşbih edilmesi gayet normaldir. Hürriyeti insanın iç dünyasından başlattık. İç dünyamızda özümüzün birbirini denetleyen nefis, ruh ve vicdan gibi birden fazla görüntüsü bulunduğunu, iç özgürlüğün bu şekilde ortaya çıktığını belirttik. Aynı iç özgürlük devlet için de söz konusudur. Devletin de içinde, özünü gürleştirmesi için yasama, yürütme ve yargıdan oluşan farklı erklere inkısam etmesi gerekir. Bu erkler bir bakıma devletin şuunat-ı zatiyesini oluşturmaktadır. Yürütmenin yanlış bir icraat yapmaması, yasamanın evrensel hukuka aykırı bir yasa çıkarmaması için yargının onları denetlemesi şarttır. Devlet, ancak bu inkısam ve iç denetimle özgür hale gelecektir. Devletin iç özgürlüğü anayasaların devleti kurgulamak işleviyle resmedilir. İnsanın dışındaki varlıklara zarar vermemek, onların zararından masun kalmak, özgürlüğünün dışa yönelmiş halini resmediyordu. Aynı durum devlet-insan ilişkisinde de caridir. Devletin insanlara zarar vermemesi, insanların da devlete karşı sorumluluklarını yerine getirmesi devletin dışa yönelmiş özgürlüğüdür. Anayasaların vatandaşlar lehine iktidara sınırlar koyması, vatandaşın sorumluluklarını tadat etmesi bu özgürlük cümlesindendir. İnsanın, topluma karşı özgürlüğü, devletin, diğer devletlere karşı özgürlüğüne teşmil edilebilir.  İla ahir…

 

1.2. Adalet

Said Nursi’nin cumhuriyete ruh üfleyecek ikinci değeri adalettir.  Adalet haklıya hakkının verilmesidir. Hak ise hukuken korunan menfaattir. Yeri gelmişken Lenin’e izafe edilen “Kim, kimin için?” sözünü hatırlatmak isterim. Yani hukukun koruduğu menfaatin kime ait ve ne kadar olacağına kim karar verecektir? Nursi, bu işlevi külli bir akla havale etmektedir. Külli aklın, Platon’un ideaları ile Aristo’nun faal aklının terekelerinden İslami kültüre intikal ettiğini biliyoruz. Günümüzde külli akla ‘insanlığın ortak aklı’ demek mümkündür. Evrensel hukuk bu ortak aklın ürünüdür. Açık toplumlar; sosyal olgu ve etik değerlerine uyarlamak suretiyle yasalarını evrensel hukuktan istinbat ederler. Demokrasilerde halk adına bu işi parlamentolar deruhte etmektedirler. Bir kanunun adalete uygunluğunu test etmek için elimizde bir kıstas olmalıdır. Prof. Anıl Çeçen, Adalet Kavramı isimli eserinde altı kıstas sayar. Bunlar; özgürlük, eşitlik, yarar, nesafet, direnmek ve müeyyidedir[25]. Adaletin bu görüntülerinden özgürlüğü ayrı bir değer olarak çalışmamızın başında inceledik. Tekrarlamayacağız. Ancak eksikliği halinde adaletle ilgili neye yol açacağına kısaca değinelim. Toplumun yeterince bilinçlenmediği –özünü gürleştirmediği- demokrasilerde çoğunluğun tahakkümü sorunu yanında, perde arkasında oligarşik bir yapının at oynattığı, anayasaların yanında kırmızı bir kitaplarının olduğu, yasaların bu kitabın süzgecinden geçtiği malumdur. Böyle bir toplumda yönetimin adı ha cumhuriyet olmuş, ha demokrasi olmuş fark etmez. Sonuç hep aynıdır. Yarar egemenler lehine yontulur, zayıfların payına ise müeyyide düşer. Halkın vesayet altında olduğu, yani özgür olmadığı bir ülkede bütün hesaplar Titaniğin orta ve alt kamaralarında yolculuk yapanların baskılanması suretiyle üst kamaradakilerin konfor içinde yolculuk yapmalarını sağlamaya yöneliktir. Böyle bir düzende, Nursi’den esinle, adalet için, “Manasız isim ve resimden ibaret.”[26] ifadesini kullanmak yanlış olmayacaktır.

 

1.2.1. Eşitlik

Eşitlik, adaletin en yaygın görünümüdür. Neredeyse adaletle özdeş telakki edilir. Said Nursi, hukuk önünde eşitliği, adaletin olmazsa olmaz şartı sayar. Konumuz cumhuriyet, dolayısı ile eşitliğin yönetime taalluk eden kısmına yoğunlaşmalıyız. Bir toplum, hele bizim gibi imparatorluk bakiyesi üzerine kurulan bir toplum; etnik, dinî ve kültürel çoğulculuğa sahip ise kolektif gruplar arasında eşitliği sağlama sorunu baş göstermektedir. Çoğunlukla hâkim zümrenin imtiyaz beklentisi kendini dayatır. Yöneticilerin bu dayatmaya kayıtsız kalması veya direnmesi adeta imkânsızdır. Nursi, bu çoğulcu yapılardan herhangi birisine imtiyaz tanınmasının yanlışlığını, yargılandığı Divanı Harbi Örfide “(…) Ref-i imtiyaz lâzım. Tâ ki, biri bir imtiyaz ile başkasına haşerat nazarıyla bakmakla nifak çıkmasın.”[27] ifadeleriyle dile getirir. Nursi’nin cumhuriyeti, demokrasiyle yönetilse de ref-i imtiyaz ilkesine aykırı olan irsiyete dayalı bir meşruti monarşiye yeğ tuttuğunu Eskişehir Ağır Caza Mahkemesi’nde kendisine “Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?” sorusuna verdiği “Yaşlı mahkeme reisinden başka daha siz dünyaya gelmeden ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder. Hülâsası şudur ki: O zaman, şimdiki gibi, hâli bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara veriyordum. Ekmeğimi onun suyu ile yerdim. Benden sordular, ben dedim: Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. Cumhuriyetperverliklerine hürmeten, taneleri karıncalara veriyorum.”[28] şeklindeki cevaptan anlıyoruz. Cevapta yer alan ‘hali türbede inziva’ olayı yaklaşık 1892 yılına denk gelmektedir. Bu yıllarda işlevsiz kalsa da padişahın iktidarını sınırlayan ilga edilmemiş 1876 Anayasası yürürlüktedir. Ancak bu Anayasaya dayalı olarak kurulan meclis süresiz olarak tatil edilmiştir. Topluma baktığımızda; irsiyet normal bir hak olarak görülmekte, anayasanın varlığı ve tatil edilmiş meclisin açılma ihtimali dindar Müslümanlar tarafından dine yönelik bir tehlike olarak telakki edilmektedir. Böyle bir ortamda, Nursi, dindaşlarının aksine iktidarın anayasa ile sınırlandırılmasını olumlu bulmakta, bununla da yetinmeyerek ülkenin gündeminde olmamasına rağmen eşitliğe aykırı gördüğü monarşi yerine cumhuriyetin ikame edilmesini arzu etmektedir. Nursi, irsiyete karşı olduğu gibi herhangi bir sınıfın korunup kollanmasına da karşı çıkmaktadır. Nursi, bu husustaki görüşlerini sorulan bir soru üzerine “Evet, ben  neseben  ve hayatça  avam  tabakasındanım. Ve meşreben ve fikren, müsavat-ı hukuk mesleğini kabul edenlerdenim. Ve şefkaten ve İslamiyet’ten gelen sırr-ı adaletle, burjuva denilen tabaka-i havassın istibdat ve tahakkümlerine karşı eskiden beri muhalefetle çalışanlardanım. Onun için, bütün kuvvetimle adalet-i tâmme lehinde, zulüm ve tagallübün ve tahakküm ve istibdadın aleyhindeyim.”[29] ifadesiyle dile getirmiştir. Said Nursi’nin etnik ve sınıfsal imtiyaza karşı çıktığı açık bir gerçek. Ancak akla hemen şu soru geliyor: Acaba bir İslam âlimi olarak dinî imtiyaz konusunda ne düşünüyor? Nursi, bu konuda da oldukça nettir. Osmanlıda İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra Said Nursi, Kürt aşiretlerinin endişelerini gidermek için Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ne bir seyahat gerçekleştirir. Bu seyahatte kendisine Ermenilerin nasıl kaymakam olabildiğinin sorulduğu, Nursi’nin bu soruya gayrimüslimlerin serbest meslek sahibi olmalarının yadırganmadığını, aynı şekilde kaymakamlık gibi idari makamlara gelmelerinin de yadırganmaması gerektiği cevabını verdiğini görmekteyiz[30]. Nursi’nin bu görüşünü, şeriatla yönetilen bir ülkede Müslümanlardan oluşan ve bu gelişmeyi yadırgayan bir guruba aktardığına dikkatinizi çekmek isterim.

 

1.2.2. Yarar

Yarar, insanlar arasında en çok nizaya sebep olan bir konudur. İmkânların sınırlı, ihtiyaçların ise sınırsız olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Bu durum ister istemez bir dengesizlik doğuracaktır. İmkânların paylaşımında fertler arasında, keza fertle toplum arasında bir denge kurulması gerekmektedir. Denge kurulmasında dünyaya bakış tarzı ve öncelikler belirleyici olmaktadır. Toplumcu ideolojiler, genelin menfaatlerini öncelerken bireyci doktrinler ferdin çıkarını öne alırlar.  Bu sorunla ilgili Nursi’nin üzerinde durduğu “adalet-i mahza” ve “adalet-i izafiye” doktrini fert ve toplumun menfaatlerini uzlaştıran bir çözüm ortaya koyar. Nursi’ye göre, adalet-i mahzada, ferdin hakkı tüm insanlar için de olsa feda edilemez; adalet-i izafiyede ise yine ferdin hakkı ne olursa olsun feda edilmemeli ancak fert rıza gösterir ise o zaman bu mümkün hale gelir. Yine Nursi’ye göre, adalet-i mahzanın uygulama imkânı varken adalet-i izafiyenin tatbiki, zulüm olacaktır. Toplum açısından çok önemli bir faydanın, ferdin menfaati ile çatışması halinde adalet-i izafiyeye göre ferdin rızasını aramak kimi zaman medeniyetin büyük bir engeli olarak karşımıza çıkabilmektedir. Zira bazen karşılığının çok üzerinde bir değer ödenmesine rağmen fert herhangi bir nedenden dolayı rıza göstermeyebilir. Nursi, bu sorunu toplumun menfaatinin ferdin de menfaati olduğu görüşüyle çözer. Ona göre bir topluma intisap eden kişi zımnen bizi, bene tercih etmiş, dolayısı ile toplumsal faydanın kendisinin de lehine olduğunu kabullenmiştir. Nursi, bu görüşünü “Lâkin adalet-i izafiye, cüz’ü külle feda eder. Fakat muhtar cüz’ün sarihen veya zımnen ihtiyar ve rıza vermek şartıyla. Ene’ler nahnü’ye inkılâp edip mezci, cemaat ruhu tevellüt ederek, külle feda olmak için fert zımnen rızadâde olabilir.”[31] sözleriyle dile getirmektedir.

Bundan başka, biz –bu bize, tüm zamanların insanları dâhildir- esasen araftayız. Yani geçmiş ve gelecek arasında yaşıyoruz. Yarar tespitinde hem selefimizi, hem de halefimizi düşünmeliyiz. Zira geçmiş insanların biriktirip bize aktardığı bir tereke üzerindeyiz. Bu terekeyi bize bırakanların amaçlarını gözetmeli ve terekeyi nemalandırmalı, onların gözlerini arkada bırakmamalıyız. Aksi halde Nursi’nin tabiriyle onların ‘mirasyedi çocuklar’ azarına maruz kalırız. Yine gelecekteki evlatlarımızın menfaatlarını düşünerek onlara iyi bir miras bırakmalıyız. Yoksa Nursi’nin tabiriyle onların “Ey tembel pederler!” sitemini hak ederiz. Biz aslında kendi hayatımızın da arafındayız. Geçmişimize hükmedemeyiz, ancak şimdiki tercihlerimizle geleceğimizi şekillendirebiliriz. Said Nursi, günübirlik az bir menfaatin gelecekteki pek çok menfaate tercih edilmesinin akılcı olmayacağını akıbeti görmeyen, bir dirhem hazır lezzeti ileride bir batman lezzetlere tercih eden hissiyat-ı insaniye akıl ve fikre galebe ettiğinden sözleriyle ifade eder[32].

Yarar bahsini bitirmeden önce yarar ve gerçek ilişkisine değinmek isterim. Yarar her şeyden önce gerçek olmalıdır. Her gerçek aynı zamanda faydalıdır. Eğer gerçeklerin toplumun menfaatlerini tehlikeye attığı inancındaysak, toplumun doğru menfaatlerini tespitte gaflet içindeyiz demektir. Çoğu zaman hayal, vehim ve tasavvurların etkisinde kalarak, yararı, gerçeğin izharında değil, ihfasında ararız. Said Nursi “Reddü’l Evham” başlıklı makalesinde, bu durumun yanlışlığına “İslâmiyet âşikâredir. Hem de kuvve-i ittisâiyesi tazyik olunsa âleme zelzele verecek. Hem de ihfâ, hîle ve şüpheyi dâvet ettiğinden, hile ve şüpheden münezzeh olan hakikat, hafâdan da müstağnidir. Hem de hile, terk-i hile ve doğruluktur.”[33] sözleriyle değinir.

 

1.2.3. Nesafet

Nesafet (nısfet) somut ve belirgin olayların adaletidir[34]. Soyut ve genel yasaların girinti ve çıkıntıları olan hadiselere intibakının sağlanmasıdır. Yasaların yetersiz kaldığı yerlerde sorunu adalet adına sahiplenip çözmektir. Nesafet bir bakıma ünlü filozof Jacgues Derrida’nın dilinde ‘dekonstrüksiyon’ tabiriyle ifade edilmektedir. Derrida, yasaların genellik arz eden yapılarının tikel olaylara uygulanmasında zorluk bulunduğunu, adaleti gerçekleştirmek için yasaya ihanetin şart olduğunu belirtir. İhanet ‘dekonstrüksiyon’ diye tabir ettiği Türkçe’ye yapısöküm olarak tercüme edilen bir ameliye ile gerçekleşir. Yapısökümü, tekil olayı genel yasa çerçevesinde değerlendirecek süjenin, yasa metninin inşa ediliş mantığını anlamak için metni, bir örgüyü söker gibi sökmesi, akabinde metnin ifşa ettiği, gizlediği ve dışladığı tüm anlamları kavrayarak tekil olayın özel yasasını inşa etmek şeklinde tarif edebiliriz[35]. Bu bir bakıma sınırsız olan hakikati zamanın ve uzamın icapları doğrultusunda avlama ve algılama ameliyesidir.  Mecellede yer alan “Mutlak, ıtlağı üzere caridir.” ilkesinin işlevini andırmaktadır. Nesafetin özel koşulları dikkate alma yaklaşımı eşitlik ilkesinden sapmayı gerektirir. Mesela toplumda zayıf olan kadınlar için pozitif ayrımcılık, geri kalmış bölgelerdeki ekonomik şartların ek kaynaklarla iyileştirilmesi, hep bu kabildendir. Said Nursi’nin de genel kuralların yetersiz kaldığı veya adaleti sağlamadığı durumlarla ilgili orijinal ve aydınlatıcı yaklaşımları söz konusudur.  Mesela Hz. Peygamberin amcası Ebu Talib’in onca iyiliğine rağmen Müslüman olmadan ölmesi gündeme getirilerek İslam’ın genel prensibi gereğince cehennemde bulunmasının adil olup olmadığı sorulduğunda, Nursi, soruya  “Cehenneme gitse de, yine cehennem içinde bir nevi hususî cenneti, onun hasenatına mükâfaten hâlk edebilir. Kışta bazı yerde baharı hâlk ettiği ve zindanda, uyku vasıtasıyla, bazı adamlara zindanı saraya çevirdiği gibi, hususî cehennemi, hususî bir nevi cennete çevirebilir.”[36] şeklinde cevap vermiştir. Yine mazlum Hristiyanların öldürülmeleri halinde durumlarının ne olacağı sorusuna, Nursi, genel kuralın aksine onların şehit hükmünde olacaklarını “Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa’ya mensup Hıristiyanların mazlumlarının çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir.”[37] sözleriyle dile getirmiştir. Her iki çözüm de nesafet ilkesi baz alınarak ortaya konmuştur.

 

1.2.4. Direnme

Günümüz itibariyle politika biliminde merkezî kavram iktidardır. İktidar ise başkalarının davranışlarını kontrol ve etkileyebilme gücüdür. Gücün dolayısı ile iktidarın meşru kaynağı ise yönetilenlerin göstereceği rızaya bağlıdır. Münci Kapani, demokrasilerde iktidarın kaynağını, halkın özgürlük, insan hakları, açık rejim ve yönetime katılma ilkelerine olan inancının teşkil ettiğini belirtir[38]. Rıza esasen karşılıklı etkileşimi zorunlu kılar. Michel Foucault, karşılıklı etkileşimi, iki eylem kümesinin birbirlerini yapılandırması ve belirlemesi olarak yorumlar. Bu iki tarafın özgür olması halinde müspet sonuç doğuracaktır. Taraflardan biri tahakkümle karşıdakinin eylem alanını daraltarak sabitlediğinde ve bunu yasal korumaya aldığında sorun çıkmaktadır. Tahakküm ve yasayla eylem alanı sabit hale getirilenin bunu şiddete başvurmaksızın aşma girişimleri sivil direniş adını almaktadır. Yani sivil direniş demokratik bir ülkede eylem alanı yasayla daraltılanın başvuracağı bir eylemdir. Peki, totaliter rejimlerde sivil direniş söz konusu mudur? Elbette hayır. Totaliter düzenlerde bireylerin veya grupların alenen eylem çağrısı yapmalarına imkân olmadığı açıktır. Böyle bir düzende, gruplar ellerindeki imkân ölçüsünde kötülüğe karşı dururken bireyin yapabileceği tek şey kötülüğe ortak olmamakla sınırlı olacaktır.

Tüm peygamberler geldikleri toplumdaki adil olmayan kurulu düzene karşı isyan başlatmışlardır. Rahmetli Prof. Yaşar Nuri Öztürk “asa” kelimesi ile isyan kelimesinin aynı kökten geldiğini, Hazreti Musa’nın onunla mucize gösterdiği asasının isyanı simgelediğini belirtir. Saint Thomas d’Aguin, “Meşruluğunu yitiren yöneticilere karşı direnme, halkın en doğal hakkıdır.”[39] sözleri ile direnmenin doğal haklardan olduğunu belirtir. Fichte, “İnsan özgürlüğe dayanmayan tüm kurum ve yasaları yıkma hakkına sahiptir.” demek sureti ile direnme hakkına vurgu yapmıştır. Varoluşçular “düşünüyorsak varız, hissediyorsak varız, isyan ediyorsak varız” diyerek düşünmeyi, hissetmeyi ve isyanı varlık nedeni saymışlardır.

Said Nursi de direnmenin bir hak olduğunu ifade edenler arasındadır. O “Haksızlığa karşı, zulme karşı, kanunsuzluğa karşı, muhalefet, hiç bir hükümette suç sayılmaz; bilakis, muhalefet meşru ve samimi bir muvazene-i adalet unsurudur” sözleri ile direnmenin bir hak olduğunu ortaya koymaktadır. Yine Nursi, Denizli Mahkemesine sunduğu müdafaasında “bize karşı gelen böyle bir istibdad-ı mutlak altında hiçbir hürriyet -ne hürriyet-i ilmiye, ne hürriyet-i vicdan, ne hürriyet-i diniye- olmamasından, ehli namus ve diyanet ve taraftar-ı hürriyet olanlara ya ölmek veya hapse girmekten başka bir çare kalmaz.”[40] ifadeleri ile baskıcı yönetime, mutlak manada karşı durulması gerektiğini nazara verir.

Direnme hakkının, kanunlarda zikredilmese bile insani değerlerde mündemiç bulunduğu Anayasa Mahkemesinin 8.12.1988 gün ve E.1988 (SPK), K.1988/1 sayılı kararında yer almıştır. Anayasa Mahkemesi bu hakkın varlığını, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın parti programında direnme hakkına yer vermesi sebebi ile İşçi Partisi’nin kapatılması için açtığı davada dile getirmiştir. Mahkeme, kararında özetle direnme hakkı konusunda yasal bir düzenleme bulunmasa bile, direnmenin bir hak olduğunda kuşku yoktur, demektedir.

 

1.2.5. Müeyyide

Adaletin bir başka görünümü müeyyidedir.  Müeyyide ile desteklenmeyen hukuk eksiktir. Bilindiği üzere her ihlalin mağdur, toplum ve fail üzerinde önemli sonuçları vardır. İlk ikisinde ihlalin yöneldiği kişinin hak ve özgürlükleri elinden alınmış veya kısıtlanmış, eylemin içinde gerçekleştiği toplumun ise kamu düzeni sarsılmıştır. Üçüncüsünde eylemi gerçekleştiren kişinin aklı, iradesi, hissi ve latifelerinden oluşan insani yönü, kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gadabiyesi tarafından sindirilmiştir. Müeyyide her üç tarafın uğradığı zararı gidermenin tekniğidir. Suç ve cezada şahsilik prensibi gereği, müeyyidenin muhatabı, suçu işleyen kişi olmalıdır. Müeyyide bir bakıma, mağdurun öfkesini teskin, toplumun sarsılan kamu düzenini tamir, suçlunun bastırılan insani yönünü güçlendirme ameliyesidir. Adaletin görüntülerinden olan müeyyide hususunda da Nursi’nin söyleyeceği şeyler vardır. Nursi’nin Kuran’ın birisinin işlediği suçtan dolayı bir başkasının mesul tutulamayacağına ilişkin “Ve lâ teziru vâziratun vizra uhrâ”[41] ayetini pek çok defa zikrederek suçta ve cezada şahsilik ilkesini hatırlattığını görmekteyiz. Yaşadığı dönemde bilhassa siyasi arenada sık sık bu ilkeye aykırı uygulamalar olduğu, Nursi’nin bu uygulamalara şiddetle karşı çıktığı bir vakıadır. Nursi, cezada şahsilik ilkesi ile yetinmez, sanığın masum sıfatlarının dikkate alınarak cezanın kişiselleştirilmesi gereğine değinir. 1935 yılında Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi’nde talebeleriyle hükümet aleyhine faaliyetlerde bulunma suçundan yargılanan ve 11 ay hapis cezası alan Nursi, cezaların işlenen suçla orantılı olması gerektiğini vurgular. Somut olayda isnat edilen suçun oluşmadığı tebeyyün etmiş ancak görüntüyü kurtarmak adına bir ceza verilmiştir. Nursi, isnat edilen suç ile verilen cezanın lehine de olsa oransızlığını ironi kabilinden “Meydandaki gayet ehemmiyetli hizmet-i Kur’âniyem eğer hükûmetin aleyhinde olsa böyle bir senelik bana ceza ve birkaç dostuma altışar ay mahkûmiyetle olamaz. Belki yüz bir sene ve idam gibi bana ceza ve en ağır cezaları da benimle ciddî hizmetime irtibat edenlere vermek lâzım gelir.”[42] ifadeleriyle dile getirir ve tenkit eder.

 

1.2.6. Genel değerlendirme

Adaletin ilk görünümü özgürlüktür. Özgürlük, enfüsi dairede başlar; afaki dairede devam eder. Özgürlük, her iki dairede de sınırları bilmek ve o sınırlara riayet etmektir. Edilmesini istemektir. Adalet eşitliktir. Bu ise en başta ref’i imtiyazı gerektirir. Ref’i imtiyaz kanun önünde eşitlik ve görev dağılımında liyakati esas almaktır. Adalet nesafeti gözetmektir. Her olayı kendi şartları içinde değerlendirmek, genel yasadan, olayın özel ilkesini oluşturmak, böylece somut olayın adaletini gerçekleştirmektir. Direnmek adaletin bir başka görünümüdür. Direnmek, yasaları fıtrat adına denetlemek, aykırı düşenleri –savcı, hâkim gibi- yetkiliysen -otoriter legalizmi reddetmeyi göze alarak- elinle, değilsen dilinle düzeltmektir. Otoriter ve totaliter bir düzendeysen, kötülüğe ortak olmamaktır.  Yarar adaletin bir diğer görünümüdür. İmkânların paylaşımında dengeyi gözetmektir. Yeri geldiğinde adalet-i mahzanın ifadesi olan ‘Dünya yıkılsa bile adalet yerini bulmalıdır.’ ilkesine sıkı sıkıya yapışmaktır. Adaletin son görünümü olan müeyyide, kamu düzeni için olmazsa olmazlardandır. Suçlunun içindeki insana ulaşıp, onu dışarı çıkarmaktır. Mağduru teskin etmektir. Velhâsıl Kur’an’ın tabirinden esinle müeyyidede hayat vardır.

 

1.3. Meşveret

Said Nursi’nin cumhuriyetin ruhuna katılması gerektiğini belirttiği meşveretin diğer bir deyişle şuranın kelime anlamı balı kovanından çıkarmak, satılacak hayvanı pazarda dolaştırıp görüşe sunmak, konuşup danışarak bir düşünceyi istihraç etmektir. Konumuz cumhuriyet. Dolayısı ile meşveretin konusu devlet veya hükümet yönetimi olmalı. Devlet yönetimiyle ilgili Al-i İmran Suresindeki 159. ayete baktığımızda devlet başkanı sıfatıyla Hazreti Peygamber’e ‘İşlerinde onlara danış.’ emri verilmektedir. Bu emrin temelinde toplumun iradesinin yanılmayacağı genel kabulü yatmaktadır. Bu kabul Hazreti Peygamber’in “Allah ümmetimi dalâlet üzerine birleştirmez. Allah’ın rahmet ve himaye eli topluluğun üzerindedir.” hadisine de yansımıştır. Albert Camus ‘Başkaldıran İnsan’ isimli eserinde halkın yanılmazlığını özgürlük şartına bağlamıştır[43]. Yani Camus’a göre; halk özgürse, yanılmaz.

Said Nursi “Hutbe-i Şamiye” isimli eserinde İslam Dünyasının altı hastalığından birisinin de meşveret ve şuraya gerekli önemin verilmemesi olduğunu belirtir. Esasen bu durum sadece İslam Dünyasına münhasır değildir. Tüm dünyanın sorunudur. Aşağıda değinileceği üzere Birinci ve İkinci Dünya savaşlarının çıkmasının nedenlerinden birisi, belki de en belirleyicisi, yönetimde hakiki meşverete önem verilmemesidir.

Çoğunlukla yöneticiler seçimle başa geçtikten sonra her şeyi bilen, her konudan anlayan bir ferid-i kevn ü zaman edasıyla toplumu ilgilendiren konularda istedikleri gibi karar alıp, tasarrufta bulunma hakkına sahip oldukları zehabına kapılmaktadırlar. Oysa seçimle bir vekâlet ilişkisi kurulmaktadır. Seçilen vekil her daim asilin istek ve iradesini yansıtmalıdır. Vekilin bunun için karar alma sürecinde devamlı asil ile irtibatta bulunması ve tercihlerini öğrenmesi gereklidir. Bazı çok önemli barış ve savaş gibi hayati kararların vekâleten alınması da mümkün değildir. Kant, savaş ve barış kararının bizzat halk tarafından verilmesi gerektiğini söyler[44]. Hükümetlerin halka danışmadan verdikleri savaş kararları dünya edebiyatının da ilgisine mazhar olmuş ve bu kararları sorgulayan başyapıtlar verilmiştir. Bunlardan biri, Erich Maria Regarque’in kaleme aldığı Birinci Dünya Savaşı’nı konu alan ‘Batıda Yeni Bir Şey Yok’ romanıdır. Diğer ikisi, Curzio Malaparte’nin İkinci Dünya Savaşını konu alan ‘Kaput’ isimli eseri ile Svetleana Aleksiyeviç’in ‘Kadın Yok Savaşın Yüzünde’ isimli İkinci Dünya Savaşına katılan Sovyet kadınlarına ilişkin sözlü tarih çalışmasıdır. Her üç eserde de geçmiş ve geleceği içine alan mevhum bir egemenlik anlayışının etkisinde alınan savaş kararlarının yaşayan somut halkların yaşamlarını nasıl harcadığı ibretle nazara verilir. Halka danışılmadan verilen savaş kararının absürtlüğü en çarpıcı şekilde Batıda Yeni Bir Şey Yok romanında, Rus esirlerin başında nöbet tutan roman kahramanının düşüncelerinde dile getirilir. Romandan takip edelim: “Bir masa başında, hiçbirimizin tanımadığı kimi adamlar bazı kâğıtlar imzalıyorlar. Ve sonra, önceden dünyanın en büyük suç saydığı ve en şiddetle cezalandırdığı şey (öldürmek), bizim en yüksek gayemiz haline geliyor ve yıllar boyunca sürüyor. Ama bu çocuk yüzlü, havari sakallı, sessiz adamlara (esirlere) bakarken, kâğıt üstündeki emirler insana vız geliyor…”[45]

Demokrasiyle izdivaç eden cumhuriyet madem halk idaresine dayanıyor, o zaman yönetimin halkı ilgilendiren tasarruflarda, halkın ortak kanaat ve düşüncesine başvurması gerekir. Böylece meşveretin kelime anlamına uygun olarak balı kovanından çıkarmış ve yukarıda zikredilen hadisin hükmü uyarınca Allah’ın rahmet ve himayesini istinbat etmiş olacaktır.

 

  1. Dinin Felsefe Gibi Öze Dönmesi

Dinler tarihine baktığımızda,  peygamberlerin öğretilerinde, içinde yer aldıkları toplumun yapısı ve kendine özgü yerel sorunları belirleyici olmaktadır. Aynı şartlar peygamberin niteliklerinin belirlenmesinde de caridir. Sarkacın iki ucu gibi hep cemal ve celâl dengesi gözetilmiştir. Meselâ Firavun tarafından ezilen, sömürülen, kişilikleri yok edilen Mısır’daki Ben-i İsrail kavmini ayağı kaldırmak için gönderilen Hz. Musa, Celâli özelliklere sahiptir. Muhatap toplum için gelen vahiy ise insan-Tanrı ilişkisinden ziyade toplumsal kalkınmayı amaçlamıştır. Oysa maddeten kalkınmış Roma İmparatorluğu topraklarında öğretisini ortaya koyan Hz. İsa cemalî niteliklerin ağır bastığı bir peygamberdir. Getirdiği vahiy, insan-Tanrı ilişkisiyle sınırlı ruhsal arınmayı (mistizmi) esas almıştır. Esasen Hz. İsa’nın dine özgülenmiş saf öğretisinden anlıyoruz ki toplumsal ilişkilerin düzenlenmesi din üzerine zaittir.  Ancak sonradan kilisenin kendini tahkim etmek üzere bu zait alana el atıp kendine kattığı da bir vakıadır. Hristiyanlıkla ilgili tarihi gelişmelere biraz daha bakalım.

Hazreti İsa’nın, öğretisini, dönemine göre beşerî ilişkileri üst seviyede düzenleyen bir hukuka sahip maddî kalkınmışlık açısından zirvede olan Roma İmparatorluk topraklarında ortaya koyduğunu, bu yüzden beşerî ilişkileri düzenleyen kurallardan ziyade, ruhanî arınmışlık (tevhit akidesi) üzerinde yoğunlaştığını söylemiştik. Ancak sonraki dönemlerde kurumsallaşan kilisenin iktidar talebinde bulunduğu ve bunu elde ettiği, keza bir kilise hukuku oluşturduğu da malumdur. Oluşturulan bu hukuk  esasen Roma hukukunun kötü bir uyarlamasından ibarettir. Roma hukukunun kötü ve lehe uyarlamasıyla oluşturulan kilise hukukunun, kilisenin yerleşik düzenini koruduğu ve adaletten uzak bulunduğu bilinmektedir. Fransız İhtilali’ni tetikleyen unsurlardan biri de kilisenin bu konumu olmalı ki ihtilalcilerin attıkları sloganlardan biri de ‘Kiliseye hayır!’ sloganıdır. Batıda, büyük mücadeleler sonucu kilisenin iktidarına ve hukukuna son verildiği, Hristiyanlığın sadece dine ve kültüre irca edilerek sınırlandığı bir gerçektir.

Din gibi hakikat arayışında olan bir kol da felsefedir. Said Nursi toplumun kalkınması noktasında Doğu’da dinin gerçekleştirdiği amacı, Batı’da felsefenin gerçekleştirdiğini “Enbiyanın ekseri Şarkta ve hükemanın ağlebi Garpta gelmesi kader-i ezelînin bir remzidir ki, Şarkı ayağa kaldıracak din ve kalptir, akıl ve felsefe değil.”[46] ifadeleriyle ortay koyar. Felsefenin Yunan’da ilk ortaya çıkışı akıl yoluyla varlığın nedenini yine varlıkta aramayla başlamasıdır. Bu ilk düşünürlere, doğa filozofu denir. Daha sonra Sokrates’le insanın odak noktası yapıldığını, dolayısı ile alanına insani bilimlerin de katıldığını görmekteyiz. Felsefe 17. yüzyıla kadar neredeyse tüm bilimleri bünyesinde toplamış bir halde geldi. Ancak dallanan, budaklanan ilimleri felsefenin yalnız başına daha fazla taşımasına imkân yoktu. Bu yüzden yaklaşık iki yüzyılda tüm ilimler hızlı bir şekilde felsefeden bağımsızlıklarını ilan edip ayrıldılar. 19. yüzyılda, Hegel, felsefenin faaliyet alnını “İnsanı yüceltmek, özgürlüğü temin ve felsefenin bilimsel hale gelmesi.” olmak üzere üç noktada topladı.

Bir kısım araştırmacılar, İslam’ın toplumda dinî çoğulculuğa müsait olmadığını, bu yüzden dine dayalı bir anlayış ile gerçek anlamda bir demokrasi ve cumhuriyetin kurulamayacağını dile getirilmektedirler. Bu kanaati ortaya koyanlar, Kur’an’daki “Müslüman olmayanlarla savaşın.” emrini içeren Bakara; 193, Tahrim; 9, Fetih; 16, Enfal; 39, Tövbe; 73-123 gibi ayetler ile Peygamber’in “İnsanlarla; ‘Lâ ilâhe illallah.’ deyinceye, namaz kılıncaya, zekât verinceye kadar savaşmakla emrolundum. Eğer bunları yaparlarsa, Allah Teâlâ’nın hakkı hariç, kanlarını ve mallarını korumuş olurlar. Sonra onların hesabı Allah’a aittir.” gibi hadislerini dayanak göstermektedirler. Aynı iddiayı gündeme getirenler, İslam dünyasında klasik, katılımcı ve özgürlükçü bir demokrasi veya cumhuriyet bulunmamasını da delil olarak ileri sürmektedirler. Taliban, Boko Haram, IŞİD gibi radikal İslami gruplarda, demokrasi ve cumhuriyetin küfür rejimi olduğu görüşü hâkimdir. Siyasal İslami düşüncenin de demokrasi ve cumhuriyete mesafeli durdukları, en ılımlılarının bile demokrasiyi araç olarak gördükleri malumdur.

Said Nursi’nin sahiplendiği cumhuriyetin, Batı tipi klasik, çoğulcu ve özgürlükçü demokrasi ile paralellik arz ettiğini görmekteyiz. Bir İslam Âlimi olan ve yönelişlerini dinî ölçüler çerçevesinde gerçekleştiren Nursi, cumhuriyete sahip çıkarken acaba İslami öğretinin temel metnindeki -yukarıda zikredilen- ayetleri ve yine Hz. Peygamber’in hadisini nereye koymaktadır? Nursi’nin “Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin.” ayetiyle ilgili sorulan soruya verdiği cevap, içtimaî ve siyasî hayatla ilgili dinî düzenlemelere bakış açısını yansıtması bakımından açıklayıcı olacaktır. Esasen bu bakış açısı sorumuzun da cevabını vermektedir. Okuyalım; “Zaman-ı Saadet’te bir inkılâb-ı azîm-i dinî vücuda geldi. Bütün ezhânı nokta-i dine çevirdiğinden, bütün muhabbet ve adaveti o noktada toplayıp muhabbet ve adavet ederlerdi. Onun için, gayr-ı müslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Lâkin şimdi âlemdeki bir inkılâb-ı acîb-i medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhânı zapt ve bütün ukûlü meşgul eden nokta-i medeniyet, terakki ve dünyadır. Zaten onların ekserisi, dinlerine o kadar mukayyed değildirler. Binaenaleyh, onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan asayişi muhafazadır. İşte şu dostluk, kat’iyen nehy-i Kur’ânîde dâhil değildir.”[47] Cevapta görüldüğü gibi ayetin nazil olduğu dönemde din eksenli bir devrim meydana gelmiştir. Sevgi ve düşmanlık bu eksen üzerinden tanımlanmaktadır. Kur’an’ın “Dost edinmeyin!” ifadesi devrimcileri, devrim karşıtlarının ihanetleri konusunda ihtiyatlı olmaya davettir. Ayetin muhtevası riyasete (siyasete) ilişkindir. Toplum inşasındaki anlayış değişmiş ve bu anlayış diğer dinî veya kültürel guruplar tarafından paylaşılıyor ise artık dost olmakta sorun yoktur. Nursi’nin bu tarz yaklaşımı eserlerinde serpiştirilmiş haldedir. Mesela Sözler isimli eserinde Al-i İmran Suresinin 64. ayetindeki ehli kitaba yapılan çağrıya, Nursi, ehli mektebi de dâhil eder. Nursi bu tasarrufunda, ayetin amacından hareketle toplum oluşturmada, mektebin eğitiminden geçen kişileri, bir vahyin tedrisinden geçen, dolayısı ile kabil-i hitap olan kişilerle aynı kefeye koymaktadır. Bu verilerden hareketle diyebiliriz ki, Nursi muhtemelen bazı araştırmacıların demokrasi ve cumhuriyete münafi gördükleri yukarıda yer verilen ayet ve hadislerin özel koşullara tabi ve riyasete ilişkin olduklarını kabul ederek çoğulcu cumhuriyete sahip çıkmaktadır. Nursi’nin dinî çoğulculuğu sahiplenen yaklaşımında yalnız olmadığını da bir vakıadır. Değerli ozanımız Yunus Emre’nin de “Yetmiş iki millete aynı gözle bakmayan, halka müderris olsa, Hakka asidir.”[48] dizeleriyle Nursi’yle aynı görüşte birleştiğini görmekteyiz.

Said Nursi, Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetimi altında, ülkenin şeriatla yönetildiği bir dönemde kaleme aldığı Muhakemat isimli eserinde, İslam’a sonradan giren ve israiliyat tabir edilen müktesebatın ayıklanması gerektiğini; Kur’an’ın amaçlarını ispat sadedinde, nazil olduğu dönemde toplumda var olan ve vahiy tarafından kullanılan malumatın araçsal olduğunu; itikadın Allah’ın varlığı, Risâlet, haşir ve adalet (ibadet) konularını içerdiğini belirtmiştir. Aynı dönemde kaleme aldığı Münazarat isimli ederinde, ülkede ilan edilen meşrutiyetin dinin özüne aykırı olmadığını vurgulamıştır. Hutbe-i Şamiye ve Sünuhat gibi eserlerinde ise İslam dünyasının geri kalmışlığının sebeplerini ele alıp incelemiş, beşeri/dünyevi açıdan çözümler önermiştir.  Cumhuriyet Dönemi eserlerinde,  İslam tarihinde üzerinde çokça tartışılan, farklı mezheplerin doğmasına neden olan, hatta akaidî konuların ele alındığı usulüddin kitaplarına giren imamet (siyaset veya devlet yönetimi) bahsinin esasen fer’i bir mesele olduğunu belirtmiştir. Siyasetin doğasında tarafgirlik bulunduğunu, dinin ise umumun malı olduğunu, bu yüzden dinin herhangi bir siyasi harekete angaje kılınamayacağını ısrarla vurgulamıştır. Nursi, din-siyaset ilişkisinde yaşanılanların hep din aleyhine olumsuz sonuçlandığını “Gebermiş istibdadı muhafaza için, vaktiyle mesail-i Şeriat rüşvet verilirdi. Dinin meseleleri terk ve feda edilmesinden, zarardan başka ne faydası görüldü?”[49] ifadesiyle dile getirmiştir. “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım.”[50] sözü de onundur. Nursi, gelinen aşama itibariyle dinî alanda en önemli hizmetin iman dairesinde bulunduğunu, dini önceleyenlerin tüm enerjilerini bu noktaya teksif etmeleri gerektiğini söyler.  Ve “Yüz elimiz de olsa ancak nura (imana dair nasihate) kâfi gelir.”[51] ifadesini kullanır.

Özetlersek, Nursi’ye göre, geçmişte dinî eksen çerçevesinde bir devrim meydana gelmiş, bu sırada oluşan veya oluşabilecek siyasi ve toplumsal sorunların çözümü de dinden sayılmıştır. Bu siyaset ve toplumsal olaylarla ilgili çözüm yöntemleri halen dinin bagajında gözükmektedirler. Bugün için özgürlük, insan hakları ve demokrasi gibi değerlere aykırı olduğu belirtilen müktesebatın esasen din sosuna bulanmış bu çözümler olduğu, bunların esas alınarak din adına özgürlük, insan hakları ve demokrasi gibi değerlere karşı çıkılamayacağı… Günümüzde siyasi ve toplumsal hayata medeni bir anlayış hâkimdir. Geçmişte gerçekleştirilen devrimin koşullarına uygun kabullerin farklı bir anlayışın hâkim olduğu zamanımıza taşınması gerekmez. Dini, Kur’an’ın asli amacı doğrultusunda Allah’ın varlığı, Risâlet, haşir ve adalet (ibadet) konularına hasretmek, en doğrusu olacaktır. Esasen sınırlama fiilen zaten gerçekleşmiştir. Bu durumu kabullenmek dinin özüne odaklanmak ve öğretiyi fiilî durumla buluşturmak anlamına gelecektir.

Yanlış anlaşılmasın, bu sınırlamadan ilmi, siyasi ve toplumsal sorunlara gözün kapatılması anlamı çıkarılmamalıdır. Hayatın anlamı, yalnızlık, ölüm ve özgürlük gibi varlık sorunlarına dinin hasredilen amacı doğrultusunda ilmen bakmak, güzel örneklik sergilemek gibi sorumluluklar dini beklemektedir. Mesela dinin asli amacı içinde zikredilen Risalet, değerlerin yaşayışla ortaya konulmasını gerektirir. Bu olgu, işlevini, rahmetli Ali Fuat Başgil’in “İslam dininde yüksek ilim ve kemal sahibi olmuş, züht ve takva sahibi”[52] diye nitelendirdiği devletten ve halktan beslenmeyen din âlimleri üzerinden devam ettirmektedir. Peygamber varisi olan bu özgür bilgeler, Hz. Peygamber’in “Ben güzel ahlakı tamamlamak için geldim.” sözünün gereğini yaşamlarıyla ortaya koyacaklardır. Bir başka misal: Bilim dallarının din ve felsefeden bağımsızlıklarını ilan ettikleri malum. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının bilimin katkısıyla ne denli yıkıcı olduğu da görüldü. Bu durumda ilimlere doğru hedef konulması bir ihtiyaçtır. Din, bu açığı kapatma yetkinliğine sahiptir. Ve üstlenmelidir. Nitekim Nursi, bu açığı görenlerdendir. O, hak ve hakikat olan ulûm ve fünunun doğru hedeflerini göstermek[53], ifadesiyle din adına bu konuyu sahipleniyor. Nursi’nin, cumhuriyetin ülkemizde uygulanan otoriter versiyonunun eksikliğini görerek ona adalet, hürriyet ve meşveret değerleriyle ruh kazandırma girişimi, dinin politika bilimine doğru hedefi gösterme işleviyle ilgilidir. Bir üçüncü misal: Geçmişte teolojinin hakikati efsane formunda ortaya koyduğu malumdur[54]. Bu yüzden olmalı ki akaidî konuların ilmin değil inancın konusu olduğu hep söylenegelir. Nursi, bu ezberlenmiş görüşü paylaşmaz. O, dinî hakikatin ortaya konuş formunda ilmin esas alınabileceği görüşündedir. Nitekim Kastamonu’da ikamet ettiği sırada yanına gelen bir kısım lise talebelerinin “bize Allah’tan bahset, öğretmenlerimiz ondan bahsetmiyorlar” diye istekte bulunması üzerine, Nursi, “her fen kendi lisanıyla Allah’tan bahseder, öğretmenleri değil fenleri dinleyiniz” tavsiyesinde bulunur[55]. Akabinde fen bilimleriyle Allah’ın ispatına girişir. İlmî yaklaşım sonucu, elde edilen imanla ilgili “hakkalyakin derecesinde bir ilmelyakin” ifadesini de literatüre sokan Nursi’dir.

 

  1. Cumhuriyet ve Demokrasi Vasıta Mıdır?

Demokrasinin bir vasıta olduğu kimileri tarafından ifade edilir. Mesela, liberal düşüncenin önde gelenlerinden Friedrich Von Hayek de bu görüşte olanlardandır. Hayek, Kölelik Yolu isimli eserinde bu görüşünü “Demokrasi esas itibariyle, dâhili sulhu ve ferdi hürriyeti korumak için bir vasıta ve faydalı bir usuldür, ancak hatadan hali değildir.”[56] ifadesiyle belirtir.  Hayek, bazı otoriter rejimlerde demokrasilerden daha fazla fikir ve kültür serbestliği olduğunu, demokrasilerin her zaman çoğunluk diktatörlüğüne dönüşme ihtimalinin bulunduğunu, planlı iktisadı benimseyen bir demokrasinin mutlaka otoriterliğe kayacağını belirtir. ‘Hukuk, Yasama ve Özgürlük’ isimli kitabında ise sosyal adalet teriminin ‘ahlaklı bir taş’ demek kadar anlamsız olduğunu, yine sosyal adaletin seraptan ibaret bulunduğunu ifade eder.[57] Bir başka yaklaşım Prof. Hüseyin Hatemi tarafından ortaya konulmuştur. Hatemi, demokrasi için vasıta demese de onu, ulaşılmak istenen amaç için bir yönteme indirger. Hatemi, Hukuk Devleti Öğretisi isimli kitabında “Demokrasi, hukuk devleti amacına ulaşmak için ileri sürülen yöntemlerden birisidir. Başka yöntemlerle desteklenmeyen bir demokrasi, çoğunluk diktatörlüğüne yol açabilir ve hukuk devleti ile hiçbir ilişkisi kalmamış olabilir.”[58] ifadelerini kullanır. Bu görüşten etkilendiğini tahmin ettiğim Sayın Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanıyken, 14 Temmuz 1996 günü Milliyet Gazetesi’nde çıkan Nilgün Cerrahoğlu imzalı söyleşide “Demokrasi bir tramvaydır, gittiğimiz yere kadar gider, orada ineriz.” ve “Demokrasi amaç değil araçtır.” demişti[59].

Hatemi, esasen Şii doktrini doğrultusunda meseleyi ele alır. O, hukuk devletini atanan nebiler ve onların işaret ettiği velayet-i emr sahiplerinin gerçekleştirebileceklerini, nebinin artık gönderilmemesi nedeniyle bu yolun kapandığını, Gaybeti Kübra Dönemi sonuna kadar hukuk devleti açısından en elverişli yönetim olan demokrasi ile idare etmemiz gerektiğini belirtir. Hatemi’nin Şii doktrini çerçevesinde demokrasiye yakıştırdığı işlev, sadece on birinci imam ile gaip olan on ikinci imamın ortaya çıkacağı zaman aralığında emanetçiliktir[60]. O kadar.

Hayek, 18. yüzyılda Özgürlükçü Okulunun kurucuları tarafından geliştirilen ekonomik adalet kuramının 20. yüzyıldaki savunucuları arasındadır. Bu kurama göre, herkes kendi çıkarı doğrultusunda ekonomik girişimlerde bulunursa toplumda kendiliğinden doğal bir denge kurulacak ve ekonomik adalet böylece gerçekleşmiş olacaktır. Bir kişinin mutlu olması toplumun mutlu olması anlamına gelmektedir[61]. Hayek’e göre devletin toplumda oluşan doğal halin önünü açmak ve asayişi temin dışında bir görevi yoktur. Sosyal adaleti sağlama, geri kalmış yörelere el atma gibi teşebbüsler doğal hal ile bağdaşmaz. Elbette bu tarz bir anlayışın tabii sonucu yönetimde araçsallık, ekonomide vahşi kapitalizm olacaktır. Dostoyevski’nin ünlü eseri Suç ve Ceza’da bu anlayışın vahşiliğini ifşa eden nefis bir değerlendirme vardır. Romanda, olağan ve olağanüstü insan ayrımı yapılır. Bu ayrımın doğal olduğunu kabul eden roman kahramanının görüşüne göre, çoğunluğu teşkil eden olağan insanlar sadece, azınlığı teşkil eden olağanüstü insanlar için üzerlerine basılarak büyük işler başarılmada hammadde görevi görürler. Said Nursi, topluma bedel bir kişinin mutluluğunu önceleyen görüşü “Kur’an ancak umumun, lâekall ekseriyetin saadetini tazammun eden bir medeniyeti kabul eder.”[62] ifadesiyle kesinkes reddeder. Hayek’in devlet için biçtiği rol verili ekonomiyle de bağdaşmaz. Günümüz itibariyle, devletin ekonomik hayatta fertlerin girişimlerinin önünü açmakla yetinmediği, özel teşebbüsün kazancı az bularak girmediği veya cesaret edemediği veya düşünmediği pek çok alanlarda gerçekleştirdiği girişimlerle insanlığın önünü açtığı bir gerçektir. Dünyanın en etkili ekonomistlerinden biri kabul edilen Mariana Mazzucato’nun kaleme aldığı Girişimci Devlet isimli kitabından sadece iki örnek: Birincisi, bugün herkesin aracında kullandığı navigasyonun işlevini gerçekleştirmesi devletlerin uzaya yolladığı 24 uydunun ortak çalışması sonucudur. İkinci örnek, özel şirketlerin bilişim alanındaki gelişmelerinin neredeyse tamamı, ABD’nin uzay çalışmalarında ulaşılan bilgi ve üretilen teknolojiler üzerine bina edilmiştir[63].

Özetlersek: Cumhuriyetin Roma’da ortaya çıkışından itibaren yaklaşık 2500 yıllık bir gelişim süreci söz konusudur. Bu süreçte demokrasiyle izdivacı gerçekleşmiş; hürriyet, adalet ve meşveret gibi değerlerle kısmen de olsa buluşmuştur. Kant, bireyin eylemleri için ön görülen özgürlük kavramını bir siyasal örgütleniş formu olan devlet için de kullanmıştır. Yine Hans Saner, demokrasiyi ‘en iyi durumda, halkın egemenliğini kabul eden, ilkesel düzeyde mükemmel olmadığını bilen ve gene, ilke olarak daha adil olmak yönünde değişmeye istekli bir devlet’ şeklinde tarif etmiştir. Gelinen aşamada Kant’ın özgür devlet nitelendirmesi, Saner’in biyolojik demokrasi tarifi, Nursi’nin hürriyet, adalet ve meşveretten oluşan ruh üflemesi ışığında cumhuriyet için ne diyebiliriz? Cevabımız: Demokrasi ile izdivaç eden cumhuriyet insanın müspet yönünün eseridir ve insanla birlikte tekâmül etmektedir. Ne vasıta, ne de gayedir. İnsanlığın aynasıdır.

 

  1. Netice-i Kelam

Said Nursi, bir İslam âlimidir. Ancak Eşref Edip’le yaptığı bir konuşmadan onun müspet ilimlerle, fen ve felsefeyle meşgul olduğunu, hatta bu konularda bazı eserler bile telif ettiğini anlıyoruz. Kaleme aldığı Risale-i Nur Külliyatı’nda Batı felsefesiyle meşgul olduğunun izlerini de görüyoruz. Mesela yukarıda ‘adalet-i izafiye’ bahsinde topluma katılan kişinin menfaatini toplumun menfaatiyle özdeşleştirdiği görüşü Jean Jacques Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi’nden mülhemdir. Keza 21. Lem’a’da yer alan ‘iğne yapımında iş bölümü’ Adam Smith’in iktisadi görüşünün ürünüdür. Misalleri çoğaltmak mümkündür. Nursi; gücü, unsuriyeti, menfi milliyeti ve menfaati kutsayan anlayışa şiddetle karşıdır. Ancak Batı medeniyetinin insanın özgürlüğünü, refah ve mutluluğunu önceleyen anlayışı için ‘edyan-ı semaviyenin de netice-i efkârı olan hazır medeniyet’ tabirini kullanır. Ve sahiplenir. Esasen Nursi, Batı’da aklın kazandırdığı müktesebat ile Doğu’da vahyin ortay koyduğu semerenin tamamını kucaklar. Nursi’nin bu evrensel yaklaşımından olmalı ki 2500 yıl önce Roma’da temelleri atılan ve günümüze zenginleşerek gelen cumhuriyet ile yine aynı dönemlerde Yunan’da uygulanan ve değişip dönüşerek günümüze ulaşan demokrasiyi yadırgamadan benimsemekte, eksikliklerini ikmal için öneride bulunmaktadır. Devletin insanın eseri olduğunu, dolayısı ile onun anlayışını yansıttığını belirttik. Nursi’nin imtiyaza mesafeli durduğu, özgürlük, adalet ve meşvereti ise kişiliğinin bir parçası haline getirdiği malum. Dolayısı ile onun kişiliğini yansıtacak bir yönetim elbette kendisi gibi etnik, dinî ve kültürel ayrımcılığı reddeden, özgür, adil ve fikirlere saygılı bir cumhuriyet olacaktır.

 

Kaynakça

Ahmet Arslan, İlkçağ Felsefe Tarihi, Alfa Yayınları, İstanbul, 2023.

Albert Camus, Başkaldıran İnsan, Can Yayınları, 2012,

Ali Fuad Başgil, Din ve Laiklik, Yağmur Yayınları, 1982,

Anıl Çeçen, Adalet Kavramı, Astana Yayınları, Ankara, 2020 (5. Baskı)

Anıl Çeçen, Adalet Kavramı, Gündoğan Yayınları 1993,

Doğan Göçmen, Modern Felsefe, Vivo Yayınevi 2015

Erıch Marıa RemarQue, Batıda Yeni Bir Şey Yok, Oda Yayınları, 2015

Friedrich Von Hayek, Kölelik Yolu, Liberte Yayınları, 2010,

Friedrrich A. Hayek, Hukuk, Yasama ve Özgürlük, Türkiye İş Bankası Yayınları, 2012

Hans Saner, Sivil İtaatsizlik, Ayrıntı Yayınları, 2018,

https://tr.wikipedia.org (18 Kasım 2023).

Hüseyin Hatemi, Hukuk Devleti Öğretisi, İşaret Yayınları, 1989

İ. A. Çubukçu, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt 19

Kasım Küçükalp, 18.04.2018 tarihli semineri.

Kemal Gözler, Cumhuriyet ve Monarşi, https://www.anayasa.gen.tr/cumhuriyet.htm.

Marıana Mazzucato, Girişimci Devlet, Koç Üniversitesi Yayınları, 2021

Mustafa Akad, Çağrı Filmi, Gösterime Giriş Tarihi, 1979

Münci Kapani, Politika Bilimine Giriş, Bilgi Yayınevi 1998,

Niyazi Öktem ve Ahmet Ulvi Türkbağ, Felsefe, Sosyoloji, Hukuk ve Devlet, Der Yayınları 2003

Rollo May, Özgürlük ve Kader, Okuyan Us Yayınları, 2011

Ruşen Çakır, 6 Kasım 2012, Vatan Gazetesi.

Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/ (18 Kasım 2023).

[1]       Kemal Gözler, Cumhuriyet ve Monarşi, https://www.anayasa.gen.tr/cumhuriyet.htm.

 

[2]       Makalede Risale-i Nur’dan yapılan atıflar için bkz. https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/

 

[3]       Nişanyan Sözlük, hürriyet maddesi, https://www.nisanyansozluk.com/kelime/h%C3%BCrriyet

 

[4]       Said Nursi, İşaratü-l İ’caz, https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/isaratul-icaz/kur-an-in-dort-temel-unsuru/18

 

[5]       Kur’an-ı Kerim, Bakara Suresi, 31

 

[6]       Said Nursi, Beyanat ve Tenvirler, https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/beyanat-ve-tenvirler/beyanat-ve-tenvirler/39

 

[7]       Mustafa Tatçı, Yunus Emre Hayatı ve Divanı, H Yayınları, İstanbul, 2014, s. 73.

 

[8]       Rollo May, Özgürlük ve Kader, Okuyan Us Yayınları 2011, s. 10.

 

[9]       Mustafa Tatçı, Age.

 

[10]     Said Nursi, Sözler, https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/sozler/yirmi-ucuncu-soz/292

 

[11]     Said Nursi, Age.

 

[12]     Said Nursi, Sözler, https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/sozler/yirmi-yedinci-soz/454

 

[13]     Said Nursi, Şualar, https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/sualar/on-ucuncu-sua/293

 

[14]     Said Nursi, Sözler, https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/sozler/yirmi-ucuncu-soz/292

 

[15]     Said Nursi, Beyanat ve Tenvirler, https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/beyanat-ve-tenvirler/beyanat-ve-tenvirler/39

 

[16]     Age, https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/beyanat-ve-tenvirler/beyanat-ve-tenvirler/93

 

[17]     Prof. Dr. Doğan Göçmen, Modern Felsefe, Vivo Yayınevi 2015, s. 168

 

[18]     Vikipedi, Arşimet noktası maddesi, https://tr.wikipedia.org/wiki/Ar%C5%9Fimet_noktas%C4%B1

 

[19]     Mustafa Akad, Çağrı Filmi, Gösterime Giriş Tarihi, 1979.

 

[20]     Said Nursi, Sözler, https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/sozler/ucuncu-soz/25

 

[21]     Said Nursi, Münazarat, https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/munazarat/ifade-i-meram-ve-uzunca-bir-mazeret/58

 

[22]     Said Nursi, Lem’alar, https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/lemalar/yirmi-ikinci-lem-a/174

 

[23]     Said Nursi, Münazarat, https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/munazarat/ifade-i-meram-ve-uzunca-bir-mazeret/57

 

[24]     Said Nursi, Sözler, https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/sozler/on-dorduncu-lem-anin-ikinci-makami/19

 

[25]     Prof. Dr. Anıl Çeçen, Adalet Kavramı, Gündoğan Yayınları 1993, s. 40

 

[26]     Said Nursi, Beyanat ve Tenvirler, https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/beyanat-ve-tenvirler/beyanat-ve-tenvirler/276

 

[27]     Said Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/divan-i-harb-i-orfi/yari-cinayet/39

 

[28]     Said Nursi, Şualar, https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/sualar/on-dorduncu-sua/317

 

[29]     Said Nursi, Lem’alar, https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/lemalar/yirmi-ikinci-lem-a/174

 

[30]     Bkz. Said Nursi, Münazarat, https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/munazarat/ifade-i-meram-ve-uzunca-bir-mazeret/79

 

[31]     Said Nursi, Sünuhat, https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/sunuhat/ifade-i-marem/27

 

[32]     Said Nursi, Lem’alar, https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/lemalar/yirminci-lem-a/157

 

[33]     Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/hutbe-i-samiye/reddu-l-evham/107

 

[34]     Anıl Çeçen, Adalet Kavramı, Astana Yayınları, Ankara, 2020 (5. Baskı)

 

[35]     Prof. Dr. Kasım Küçükalp, 18.04.2018 tarihli video kaydı

 

[36]     Said Nursi, Mektubat, https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/mektubat/yirmi-sekizinci-mektub/376

 

[37]     Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/tarihce-i-hayat/dorduncu-kisim-kastamonu-hayati/260

 

[38]     Münci Kapani, Politika Bilimine Giriş, Bilgi Yayınevi 1998, s. 95

 

[39]     Niyazi Öktem ve Ahmet Ulvi Türkbağ, Felsefe, Sosyoloji, Hukuk ve Devlet, Der Yayınları 2003, s. 227

 

[40]     Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/tarihce-i-hayat/sekizinci-kisim-isparta-hayati/564

 

[41]     Kur’an-ı Kerim, En’am Suresi: 164

 

[42]     Said Nursi, Şualar, https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/sualar/eddai/392

 

[43]     Albert Camus, Başkaldıran İnsan, Can Yayınları, 2012, s. 150

 

[44]     Hans Saner, Sivil İtaatsizlik, Ayrıntı Yayınları 2018, s. 172

 

[45]     Erıch Marıa RemarQue, Batıda Yeni Bir Şey Yok, Oda Yayınları 2015, s. 138

 

[46]     Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/mesnevi-i-nuriye/meclis-i-mebusana-hitaben-yazilan-bir-hutbe/86

 

[47]     Said Nursi, Beyanat ve Tenvirler, https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/beyanat-ve-tenvirler/beyanat-ve-tenvirler/91

 

[48]     Prof. Dr. İ. A. Çubukçu, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt 19, S. 3

 

[49]     Said Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/divan-i-harb-i-orfi/yasasin-seriat-i-ahmedi-a-s-m/63

 

[50]     Said Nursi, Şualar, https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/sualar/eddai/426

 

[51]     Said Nursi, Beyanat ve Tenvirler, https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/beyanat-ve-tenvirler/beyanat-ve-tenvirler/150

 

[52]     Ali Fuad Başgil, Din ve Laiklik, Yağmur Yayınları 1982, s. 195

 

[53]     Bkz. Said Nursi, Sözler, https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/sozler/ikinci-makam/239

 

[54]     Ahmet Arslan, İlkçağ Felsefe Tarihi, Alfa Yayınları, İstanbul, 2023.

 

[55]     Bkz. Said Nursi, Asa-yı Musa, https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/asa-yi-musa/altinci-mesele/23

 

[56]     Friedrich Von Hayek, Kölelik Yolu, Liberte Yayınları 2010, s. 114

 

[57]     Friedrrich A. Hayek, Hukuk, Yasama ve Özgürlük, Türkiye İş Bankası Yayınları 2012, s. 301, 314

 

[58]     Hüseyin Hatemi, Hukuk Devleti Öğretisi, İşaret Yayınları, 1989, s. 202-206

 

[59]     Ruşen Çakır, 6 Kasım 2012, Vatan Gazetesi

 

[60]     Hüseyin Hatemi, Age.

 

[61]     Anıl Çeçen, Adalet Kavramı, Astana Yayınları, Ankara, 2020 (5. Baskı)

 

[62]     Said Nursi, Mektubat, https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/mektubat/otuz-ucuncu-mektub/458

 

[63]     Marıana Mazzucato, Girişimci Devlet, Koç Üniversitesi Yayınları 2021