Diyanet İşleri Başkanlığının özellikle son yıllarda gözle görülür
bir hareketlilik ve canlılık içine girdiği gözleniyor. Bu canlılığın son işaretlerinden
biri,1-5 Kasım 1993 tarihlerinde toplanan Din Şurası oldu.

Şûrâ sonuç bildirisinde de dile getirildiği gibi, Diyanetin
devlet içindeki-veya yanındaki-konumunun çok iyi belirlenmesi, acil bir
ihtiyaçtır. "İlmî ve idarî özerklik olmalı" diyoruz, ama bu nasıl ve
hangi esaslar çerçevesinde sağlanacaktır? Kurumun "ekonomik
özerkliği" de söz konusu olacak mıdır? Olacaksa bunun esas ve usulleri
nasıl tayin edilecektir? Batıdaki kilisedevlet ayrımından kaynaklanan
uygulamalar bizde geçerli olamayacağına göre, bu mesele nasıl bir çözüme
sağlanacaktır? Bazı çevrelerce savunulan "Diyanet lağvedilsin" veya
"Cemaatlere devredilsin" görüşleri ne "ö1çüde geçerlidir? Bütün
bu konular enine boyuna tartışılmalıdır. Biz bu çalışmamızda, çağımızın büyük
İslâm âlimi ve mütefekkiri Bediüzzaman Said Nursî’nin görüşleri ışığında bazı
değerlendirmelerde bulunmaya çalışacağız.

Çağımızın "şahs-ı manevî" zamanı olduğuna her vesileyle
dikkat çeken Bediüzzaman, dinî hizmetlerin de bir şahs-ı manevî tarzında, heyet
halinde gerçekleştirilmesi gerektiğini daha Osmanlı devrinde ifade etmişti.
Sünuhat isimli eserinde, konuyla ilgili çok dikkat çekici tespitler vardır.

Bir Teklif

Önce, Meşihatla ilgili bahsin başına Bediüzzaman’ın sonradan
düştüğü bir notu aktaralım:

"Bidayet-i hürriyette şu fikri Jön Türklere teklif ettim,
kabul etmediler. On iki sene sonra tekrar teklif ettim, kabul ettiler. Lâkin
meclis feshedildi. Şimdi Âlem-i İslâm’ın mütemerkiz noktasına arz
ediyorum."

Bu nottaki "hürriyetin başlangıcı" tabiri, İkinci
Meşrutiyetin başladığı 1909 yılını ifade ediyor olmalıdır. "On iki sene
sonra tekrar teklif ettim, kabul ettiler; lâkin meclis feshedildi"
cümleleriyle ise, Bediüzzaman’ın "Hilâfet mânâsını bu meclis
üstlenmelidir" hitabında bulunduğu Birinci Millet Meclisi kastediliyor
olmalıdır. Bediüzzaman’ın eserini yeniden gözden geçirirken düştüğü nottaki son
cümle de bu tahlilin günümüzdeki muhatabını belirliyor: "Âlem-i İslâmın
mütemerkiz noktası." Bu ifadeden değişik mânâlar çıkarılabilir, ama biz
özellikle Türkiye’nin muhatap alındığını düşünüyoruz.

Şimdi, Bediüzzaman’ın Meşihatla ilgili tahlillerini anladığımız
kadarıyla aktarmaya başlayabiliriz. Yalnız şunu ifade edelim ki, yazacaklarımız
Bediüzzaman’ın veciz ifadelerinin "meal"i olmadığı gibi,
"sadeleştirilmiş" şekli de değildir. Yalnıza, onun ifadelerinden
anladıklarımızı, kısmî yorumlarımızla birlikte, kendi ifadelerimizle kâğıda
dökme gayretinin mahsulüdür. Bu bakımdan, olabilecek hatalar bize aittir. Ve
konuyla ilgili etraflı bilgi ve fikir edinmek isteyenler, mutlaka Sünuhat’ın
orijinal ifadelerine müracaat etmelidirler.

Önce bazı sosyolojik tespitler:

* Tarih bize gösteriyor ki, Müslümanlar ne derece dinlerine
sarılmışlarsa, gelişmiş, kalkınmış, ilerlemişlerdir. Buna karşılık, ne zaman
dinde zaaf göstermişlerse, gerilemişlerdir. Başka dinlerde ise durum tam
tersidir.

* Peygamberlerin çoğunun şarkta gelmesi, kaderin bir işaretidir
ki, doğu insanının hissiyatına hakim olan unsur, dindir. Bugün de İslâm
dünyasını uyandırıp zilletten kurtaracak olan, yine bu din hissidir.

* Yine kesin olan gerçeklerden biri de şudur: İslâm devleti olan
Osmanlıyı, maruz kaldığı onca öldürücü darbeye rağmen uzun yıllar ayakta tutan
ve muhafaza eden yegâne faktör, din hissidir. Aynı şekilde, Osmanlının vârisi
olan Türkiye’yi de, içeriden ve dışarıdan yapılan amansız tazyiklerle
yürütülen, aslî misyonundan uzaklaştırma gayretlerinin başarısızlığa mahkûm
olması ve ülkemizin yine tarihî misyonuna yönelmeye başlaması, bu sosyolojik
gerçeğin bir neticesidir.

Peki, böyle bir ülkede devletin dini hizmetleriyle ilgisi nasıl
olacak; din hizmetleri nasıl bir organizasyona kavuşturulacaktır? Bilhassa da
"Laik" devlet yapısı içinde…

DEVLETİN DİNİ

Bediüzzaman, Münazarat’ta şöyle diyor:

"Şu hükûmet ki, kendisi İslâm, millet-i hakimesi İslâm,
üssül-esâs-ı siyaseti de şu düsturdur: Bu devletin dini, din-i İslâmdır. şu
esası vikaye etmek vazifemizdir. Çünkü milletimizin mâye-i hayatiyesidir."
(s. 53)

Bu ifadeler, ilk olarak, İkinci Meşrutiyet sonrasında kurulan
hükûmet için kullanılmıştı. Ama Bediüzzaman, söz konusu mânâların
"laik" olduğunu söyleyen cumhuriyet hükûmetleri için de geçerli
olduğunu düşünüyordu. Nitekim, kendisini zindanlara tıkan hükûmetlerin iş
başında olduğu 1930’lu yıllarda, "Ben hükûmet-i cumhuriyeyi, ilcaat-ı
zamana göre bir kısım kanunu medenîyi kabul etmiş ve vatan ve millete zarar
veren dinsizlik cereyanlarına meydan vermeyen bir hükûmet-i İslâmiye
biliyorum" diyordu. (Tarihçe-i Hayat, s. 223.)

Eskişehir müdafaalarında geçen şu cümleler de ona aitti:

"Ekser-i hükemânın garbda ve Avrupa’da zuhuru ve ağleb-i
enbiyânın şarkta ve Asya tulûları, kader-i ezelinin bir işaret ve remzidir ki,
Asya’da hâkim, galip, din cereyanıdır. Elbette, Asya’nın ileri kumandanı olan
bu hükûmet-i cumhuriye, Asya’nın bu fıtrî hâsiyetinden ve mâdeninden istifade
edecek. Ve bîtarafane prensibi ni, değil dinsizlik tarafına, belki dindarlık
tarafına temayül ettirecektir." (a.g.e. s. 215.)

Bu ifadeler, Diyaneti alışılmış "laik devlet" kalıbı
içinde yerli yerine oturtma gayretlerinin getirdiği çelişki ve sıkıntılardan
bizi büyük ölçüde kurtarıyor. Eğer milletin kâhir ekseriyetinin Müslüman olduğu
bir ülkede devlet yine İslâm’ın hizmetinde olmak durumunda ise-ki öyle olması
gerekir-böyle bir sıkıntıya düşmenin gereği kalmıyor çünkü.

Böyle olunca, Sünûhat’ta geçen "Bizim padişahımız hem
sultandır, hem halifedir ve hem âlem-i İslâmın bayrağıdır" cümlesindeki
mânâyı günümüz şartlarına adapta etmek büyük ölçüde kolaylaşıyor. Evet,
padişahlık ve saltanat sistemi tarih oldu, onun yerini milletin kendi
tercihiyle seçip belirlediği meclis ve onun içinden çıkan idareciler aldı. Ama
Bediüzzaman’ın o döneminde padişah için öngördüğü misyon, bugün demokrasinin
ürünü olarak iş başına gelen devlet idarecileri için de geçerlidir.

Bu itibarla, eğer bugün devletimiz, Türkiye sınırları içindeki 60
milyona hükmediyorsa; mecliste mündemiç olan hilâfet mânâsı itibarıyla da bir
milyar Müslüman arasındaki nuranî irtibatın aksettiği bir dayanak olma
potansiyelini koruyor. Bugünkü hakim anlayış söz konusu idrakten hayli uzak
görünse bile, bu misyon yine de sahibini bekliyor. Yakın zamanlarda münferid
çıkış larla ortaya atılan "Türkiye hilâfeti üstlenmeli" gibi
beyanlar, bu misyona yeniden sahip çıkışımızın habercisi olarak görülmelidir.

HİLÂFET VE MEŞİHÂT

Bediüzzaman Said Nursi, Birinci Millet Meclisinde ki mebuslara
dağıttığı beyannamede, meclisin manevi şahsiyetinin, saltanat mânâsıyla
beraber, hilâfet mânâsını da "vekâleten" deruhte etmesini istiyordu.
(Tarihşe-i Hayat, s. 127.)

Neden "vekâleten?"

Çünkü daha önce Sünûhat’ta yaptığı tahlillerde de ifade ettiği
gibi, hilâfet mânâsının asıl temsilcisi; Meşihattı., Osmanlının Meşihatını Yeni
meclis yeni bir düzenlemeye tâbi tutuncaya kadar, bu mânâyı vekâleten
üstlenmeli; daha sonra bu tanzim neticesinde şekillenecek olan müesseseye, hilâfet
misyonunu devretmeliydi.

Eski Meşihat sisteminin ihtiyaçlara kifayet edemez hale
gelmesinin başta gelen sebebi olarak, "Meşihat cenahının, bir şahsın
içtihadına terk edilmiş olması"nı gösteriyordu Bediüzzaman.

Halbuki asrımızın incelmiş ve çoğalmış münasebetler ağı içinde,
farklı farklı içtihatların yol açtığı kargaşa, İslâmî fikirlerde ortaya çıkan
dağınıklık, fâsit medeniyetin sızmasıyla ahlâkta beliren alçalış karşısında,
Meşihatın çok güçlü olması gerekirdi.

Ama iş tek bir şahsın içtihadına terk edildiği için, bu müessese,
kendisinden beklenen fonksiyonu yerine getiremez hale gelmişti. Hattâ, bu durum
sebebiyledir ki, harici tesirlerin tazyiki ile, dinin birçok ahkâmından tâviz
verme durumu dahi hâsıl olmuştu.

Kaldı ki, işlerin ve ilişkilerin alabildiğine basit olduğu,
ümmetin taklide ve teslimiyete dayalı bir hayat sürdüğü önceki devirlerde
dahi-intizamsız da olsa-Meşihat bir şûrâya dayanarak iş görüyordu.

Ama bu teamül, Osmanlının son devirlerinde büyük ölçüde zaafa
uğramış; taklit ve teslimiyetin büyük ölçüde kırıldığı, hayatın da alabildiğine
karmaşık hale gelmeye başladığı o dönemde bu şûrâ mânâsının istenen tarzda
yaşatılamayışı, Meşihatı iyice yetersiz hale getirmişti.

MEŞİHAT Ve İSLÂM ÂLEMİ

Diğer taraftan, Bediüzzaman, hadisenin bir başka yönüne daha
şöyle temas ediyordu:

"Zaman gösterdi ki, hilâfeti temsil eden şu Meşihat-ı
İslâmiye, yalnız İstanbul ve Osmanlılara mahsus değildir. Umum İslâm’a şâmil
bir müessese-i celîledir. Bu sönük vaziyetle, değil koca âlem-i İslâm’ın, belki
yalnız İstanbul’un irşadına da kâfi gelmiyor. Öyle ise, bu mevki öyle bir hale
getirilmelidir ki, âlem-i İslâm ona itimad edebilsin. Hem menba, hem mâkes
vaziyetini alsın âlem-i İslâm’a karşı vazife-i diniyesini hakkıyla ifa edebilsin."
(Sünuhat, s. 37-38.)

Görüldüğü gibi, Bediüzzaman-adına ister Meşihat diyelim, ister
Diyanet-İslâm dünyasına manen, ilmen ve fikren rehber olacak bir makamın,
Osmanlının son yıllarında içine düştüğü duruma çok esaslı tahliller getiriyor,
bu durumun ne gibi neticelere yol açtığını çok net bir şekilde ortaya
koyuyordu.

Bu tespitler, diyanetin yeniden yapılanmasının söz konusu olduğu
şu günlerde, dikkatle değerlendirilmesi gereken bir mahiyet taşıyor.

Peki, belirtilen sebeplerle, kendisinden beklenen fonksiyonu
yerine getiremez duruma düşen bu makam, nasıl güçlendirilir ve nasıl daha
tesirli hale getirilir? Misyonuna nasıl sahip çıkıp, nasıl hizmet edebilir?

NASIL BİR HEYET

Yine Bediüzzaman’a kulak verelim:

"Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim, bir şahs-ı vâhid idi.
0 hâkimin müftüsü de, onun gibi münferit bir şahıs olabilirdi. Onun fikrini
tashih ve tâdil ederdi. şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u
cemaatten çıkmış, az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı manevîdir ki,
şûrâlar o ruhu temsil eder." (Sünuhat, s. 38.)

Bediüzzaman, günümüz şartlarında Diyanetin nasıl bir yapıya sahip
olması gerektiğinin esaslarını bu ifadeleriyle veriyor. Buna göre, Diyanet
bünyesinde teşekkül ettirilmesi gereken heyet;

* Cemaat ruhunu temsil etmeli
* "Az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı manevî" olmalı; yani
histen ziyade akla dayalı, günlük hadiselerle fazla meşgul olmayan, dış tesir
ve telkinlere büyük ölçüde kapalı bir işleyişe sahip olmalıdır.

Bu özelliklere sahip olacak yüksek ilim şûrâsı, sözünü herkese
dinlettirebilecek; dine taallûk eden hususlarda "sırat-ı müstakim"i
gösterebilecek; şahsî içtihatları değerlendirerek, eğer isabetli ise heyetin
tasvibini kamuoyuna sunacak; aksi halde, en büyük dâhi de olsa, ya içtihadından
vazgeçirecek, ya da içtihadı sahibine münhasır bırakacaktır.

İslâm adına herkesin görüş beyan ettiği bir zamanda, Ehl-i Sünnet
çizgisindeki bütün fikir ekollerinin temsiliyle teşkil edilecek böyle bir
hey’etin, biraz da fikir hürriyetinin tabiî bir neticesi olarak ortaya çıkan
"manevî anarşi"yi izale etme hususunda çok büyük hizmetler ifa
edeceği aşikârdır.

HÜRRİYET-İ FİKİR

Bediüzzaman, bu konuyla ilgili olarak, İşârâtü’l-İ’caz isimli
Arapça eserinin "İfâdetü’l-Meram"ında-kendi tercümesiyle-şöyle diyor:

"Ahkâm-ı Şer’iyyeyi tatbik ve tanzim ve icra etmek ve
hürriyet-i fikirden neş’et eden manevî anarşiliği ortadan kaldırmak için gayet
lâzımdır ki; ulemâ-i muhakkikînden bir heyet-i âliye bulunsun ki, o hey’et
umumun emniyetine mazhariyetleriyle ve cumhur-u ulemânın onlara itimadıyla ümmet
için bir nevi zımnî kefalet ve dâvâ vekili hükmünde olmaları cihetinde icmâ-i
ümmet hüccetinin sırrına mazhar oluyorlar. 0 vakit, içtihadın neticesi o icmâ
ile şer’an düstur olabilir." (Emirdağ Lâhikası-I, s. 89.)

Münâzarat’a da bu heyetin özellikleriyle ilgili dikkat çekici
ipuçları veriliyor. "Bundan sonra, bizzarure hilâfeti temsil eden
Meşihat-ı İslâmiye ve Diyanet dairesi hem âlî, hem mukaddes, hem ayn, hem
nezzâre olacaktır" (s. 80.) diyen Bediüzzaman, Diyanetin müstakil, idarî
ve ilmî bakımdan özerk bir heyet olarak, devleti ve kamuoyunu yönlendiren,
icraatı murakabe eden bir yapıya sahip olması gerektiğini ifade ediyor.

Evet, Diyanet, devletin sıradan bir genel müdürlüğü statüsünden
çıkarılmalı; dinin ve ilmin prensipleri çerçevesinde tam bir hürriyet ve
serbestiyet içinde çalışa bilmeli; gerek Türkiye, gerek İslâm dünyası, gerekse
dünya kamuoyunu İslâmî konularla ilgili olarak aydınlatıcı çalışmalarda
bulunabilmelidir.

Peki, bu mânâda bir heyet nasıl, hangi esas ve usûllerle
oluşturulabilir?

Bediüzzaman, teşkilini teklif ettiği heyet için Şöyle diyor:

"İhtiyaç her işin üstadıdır. Şöyle bir Şûrâya ihtiyaç
şediddir. Merkez-i hilâfette tesis olunmazsa, bizzarure başka yerde teşekkül
edecektir." (Sünuhat, s. 39.)

Gelişmeler de onun işaret ettiği istikamette bir seyir takip
ediyor. Türkiye’nin bu ihtiyacı görmezlikten gelmesi sebebiyle doğan boşluğu
doldurmak için İslâm dünyasında muhtelif teşebbüsler olageldi. Mısır’da elEzher
Üniversitesi, Suûdi Arabistan’da Rabıtatü’lÂlemi’l-İslâmÎ ve İslâm Fıkıh Akademisi
ile diğer İslâm beldelerindeki benzer kurumlar, hep bir arayışın ürünü.

Ama bunlar, İslâm dünyası çapında bir nüfuz ve tesire halen de
yeterince sahip olabilmiş değil. 0 itibarla, asırlarca İslâm Âlemine önderlik
ve rehberlik yapmış bir millet olarak, vazife yine bize düşüyor. Bunun neticesi
olarak da; Bediüzzaman’ın, en ince ayrıntılarına inerek seksen yılı aşkın bir
süre önce dile getirdiği fikirler, geçerliliğini ve canlılığını hâlâ koruyor.

HEYET NASIL KURULACAK?

Bediüzzaman bu heyetin teşkiliyle ilgili olarak da Şöyle
tekliflerde bulunuyor:

Bir defa, böyle bir şûrânın "mukaddemat"ı,
"cemaat-i İslâmiye teşkilâtı" olmak gerekir. Demek ki, Said Nursî,
İslâmî cemaat ve teşekküllerin bu şûrâ için temel olmasını arzu ve teklif
etmektedir. Ancak, burada, cemaatler için aradığı üç temel Şartı da hatırlatmak
gerekiyor. Bunlardan biri, "hürriyet-i Şer’iyeyi ve asayişi muhafaza
etmek;" ikincisi, "muhabbet üzerine hareket edip, başka cemiyete leke
sürmekle kendisine kıymet verdirmeye çalışmamış" üçüncüsü de i’lâ-yı
kelimetullahı maksad edinip, hiçbir garaza vasıta olmamak"tır (Hutbe-i
Şamiye, s. 88.) Bu şartları haiz olan cemaatler, Diyanet Şûrâ-sının altyapısını
teşkil etmelidir.

Diğer taraftan, İslâmî cemaat ve teşekküller tabanı üzerine
kurulacak bir heyette vazife alacak âlimler, dört hak mezhebi temsil edebilecek
bir dağılım esasına göre belirlenmelidir. Bunların sayısını "kırk-elli
ulemâ-i muhakkik" olarak ifade eder Bediüzzaman (Münâzarat, s. 80.) Aynı
Şekilde, Said NursÎ, Osmanlının snn d"neminde kurulmuş olan
Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyenin "âdi bir komisyon" olmaktan çıkarılıp,
üyelerinin, Meşihat’taki dairelerin reisleriyle birlikte bu Şûrânın tabiî
üyeleri olmalan gerektiğini söylemişti (Sünuhat, s. 39-40.) Bugün Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye
yok, ama Diyanetin daire başkanları var.

Bediüzzaman, bu heyete İslâm dünyasından da-Şimdilik sayısı on
beş-yirmi civarında olacak üyelerin celbedilmesini teklif eder. Bu üyelerde
aranacak vasıflar ise Şunlardır: Bulundukları yerlerdeki Müslümanların
"dinen ve ahlâken itimadını kazanmış" ve "seçilmiş" olmak.
(a.g.e., s. 40.)

Zaten Bediüzzaman’ın görüşlerinden anlaşıldığı kadarıyla, bu
şûrâ, yine cemaatlere dayalı bir "seçim" yolu ile teşekkül etmelidir.
Bu seçime, resmî vazifeli "âyan ve mes’u-sân"ın doğrudan veya dolaylı
olarak karışmasına taraftar değildir Bediüzzaman. Çünkü "Daire-i
intihabiyeleri hem mahdut, hem muhteliftir. " Yani, milletvekillerinin hem
seçmen tabanları sınırlıdır, hem de seçmenleri arasında gayrimüslimler
veya-Müslüman oldukları halde-böyle bir seçimde rey kullanabilecek ehliyet ve
liyakate sahip olmayanlar bulunabilir. "Halbuki, "Bediüzzaman’a göre,
"vasıtasız, doğrudan doğruya bu vazife-i uzmâyı deruhte edecek hâlis İslâm
bir şûrâ lâzımdır." (Sünuhat, s. 39.)

BEDİÜZZAMAN ve DİYANET

Acaba, Osmanlı halen ayakta iken bu görüşleri dile getiren
Bediüzzaman, Meşihat lağvedilip yerine Diyanet İşleri Başkanlığının ikame
edildiği cumhuriyet döneminde nasıl bir tavır takip etmiştir?

Diyanetin, başlangıçta, laikliği dinsizlik şeklinde anlayıp o
mânâda tatbik eden bir anlayış tarafından, mevcut devlet yapısı içinde dini
kontrol altında tutmak maksadıyla kurulduğu, mâlûmdur. Bu niyet,1920’li
yılların ikinci yarısında, Isparta’nın Barla nahiyesine nefyedildiği günlerin
hemen akabinde Bediüzzaman’ın muhatap olduğu bir sualde açıkça ortaya konuyor:

"Bize ahkâm-ı diniyeyi ve hakaikı İslâmiye’yi tâlim edecek
resmî bir dairemiz var. Sen ne salâhiyetle neşriyat-ı diniye yapıyorsun?"

Görüldüğü gibi, yeni yönetimin bütün dinî faaliyetleri devlet
kontrolündeki tek bir merciye bağlama niyeti ve bu merciye bağlı olmaksızın
yürütülecek irşad çalışmalarından duyulan rahatsızlık, bu soruda çok net bir
şekilde kendisini gösteriyor. Esasen, din üzerinde çok farklı hesapları olan
bir kadrodan beklenecek bir tavırdır bu.

Böyle bir niyet ve teşebbüse bütün mevcudiyetiyle karşı çıkan
Bediüzzaman ise bu suali çok keskin ve çarpıcı bir cevapla karşılıyor:

"Hak ve hakikat inhisar altına alınmaz. İman ve Kur’ân,
nasıl inhisar altına alınabilir? Siz dünyanızın usulünü, kanununu inhisar
altına alabilirsiniz. Fakat hakaik-ı imaniye ve esasat-ı Kur’aniye, resmî bir
surette ve ücret mukabilinde dünya muamelâtı suretine sokulmaz. Belki bir
mevhibe-i İlâhiye olan o esrar, hâlis bir niyet ile ve dünyadan ve huzû-zat-ı
nefsaniyeden tecerrüd etmek vesilesiyle o feyizler gelebilir." (Mektubat,
s. 65.)

İslâm’da ruhban sınıfı olmadığı için, Müslüman toplumda,
Hıristiyanlıkta olduğu gibi, hiyerarşik düzen içinde resmî bir dinî yapılanmaya
gitmek mümkün değildi. Tarih boyunca da olmamıştı. Din, Müslüman toplumun bütün
üyelerinin ortak malıydı. Herkes iman ibadet, takva ve dinî şuurdaki seviye ve
derecesine göre bu manevî hazineden hissesini alıyor; mükâfatını da Allah’tan
bekliyordu. Evet, belli sahalarda ihtisaslaşmış din âlimleri vardı. Ama onlar
da Müslüman toplumun birer ferdiydi. Günlük hayatla iç içeydiler. Hayatlarını
dinî ve ilmî araştırmalara, tedris ve irşad hizmetlerine vakfetmişlerdi. Belli
bir merkeze bağlılıkları yoktu. Kendi müktesebatları Ölçüsünde etraflarına ışık
saçıyorlardı.

Devlet adamları, bu değerli ilim ve maneviyat adamlarına müdahale
etmek şöyle dursun; hizmeti ve yardımcı olmayı en büyük şeref telâkkî
ediyorlardı. Umerâ, ulemânın hizmetinde idi. Tabiî, tarihte bu teamülün birkaç
istisnasına da rastlanmamış değildir; ama "istisnalar kaideyi
bozmaz." Ve bu istisnalar, hiçbir zaman genel bir kaide ve tatbikat haline
gelmemiştir.

İşte asırlardır bu şekilde süregelen bir gelenek, tarihte ilk
defa, cumhuriyet sonrasının devlet yönetimi tarafından bozulmak istendi. Dini
devlet kontrolüne alarak dejenere etmeye teşebbüs edildi. Ama dine samimiyetle
sahip çıkan milletimiz, buna izin vermedi.

DEMOKRASİ DÖNEMİ

Ve o dönemde bütün devlet mekanizmasıyla olduğu gibi, devlet
güdümündeki Diyanetle de temas kurmaktan itina ile kaçınan Bediüzzaman, tek
parti diktasının çöküşünden sonra tavrını tedricen yumuşattı. Onun, Türkiye’de
1950’den sonra girilen demokrasi döneminde Diyanetle olan temaslarını, Emirdağ
Lâhikası’nın ikinci cildinde yayınlanan mektuplarından takip edelim.

Afyon hapsi sonrasında talebelerine yazdığı bir mektupta Said
Nursî, iki sene önce külliyatı isteyen zamanın Diyanet İşleri Başkanı Ahmet
Hamdi Akseki’ye Risale-i Nur Külliyatından bir takım götürmelerini yazmış ve
kendisine şu mesajı iletmelerini istemişti:

"’Hediye almayan elbette hediye veremez’ kaidesine binaen,
bu ziyade kıymettar mane-vî tefsir-i Kur’ân, bu memleket-i İslâmiye’nin âlimler
reisi olan zat-ı âlinize Nur’ların serbestiyetine mümkün olduğu derecede
çalışmanıza ve nümune için üç cüz’ü size daha evvelce gönderdiğimiz
Kur’ân’ımızın basılmasına himmet ve sa’y etmenize bir kudsî ücrettir. Sizin
daire-i ilmiyeniz ve riyasetiniz her şeyden evvel bu vazife-i diniye ve ilmiye`
yi yapmanız iktiza ediyor." (s. 6.)

Eserin yedinci sayfasında yer alan bir mektupta, Diyanet
Riyasetinin "tam bir takım Risale-i Nur’u musırrane istediği"nden söz
ediliyor.

Eserde, Akseki’ye gönderilen ayrı bir mektuba da yer verilmiş. Bu
mektupta Bediüzzaman, Akseki’ye ve diğer hocalara, "ruhsata tâbi olup
azimet-i şer’iyeyi bırakan fikirleri" sebebiyle sitem ettiğini; eserlerin
de bu yüz den onlara vermediğini belirttikten sonra şöyle diyor:

"Üç dört sene evvel yine şiddetli kalbime tenkitkârane bir
teessüf geldi. Birden ihtar edildi ki: Bu senin medrese arkadaşların olan başta
Ahmed Hamdi gibi zatlar, dehşetli ve şiddetli bir tahribata karşı ehvenüşşer
düsturuyla mümkün olduğu kadar bir derece bir kısım vazife-i ilmiyeyi,
mukaddesatın muhafazasına sarf edip, tehlikeyi dörtten bire indirmeleri,
onların mecburiyetle bazı noksanlarına ve kusurlarına inşaallah keffaret olur
diye kalbine şiddetli ihtar edildi. Bendahi sizleri ve sizin gibilerini, o
vakitten beri yine eski medrese kardeşlerim ve ders arkadaşlarım diye hakikî
uhuvvet nazarıyla bakmaya başladım."

DİYANET Ve RİSALE-İ NUR

Hediye ettiği Risale-i Nur Külliyatının "manevî
fiyat"ını ise üç maddede özetliyor Bediüzzaman:

(1) Diyanet Riyasetinin şubelerine vermek için, eserlerin
çoğaltılması. "Çünkü haricî dinsizlik cereyanına karşı böyle eserleri
neşretmek, Diyanet Riyasetinin vazifesidir."

(2) "Madem Nur Risaleleri medrese malıdır. Siz de bu
medreselerin hem esası, hem başları, hem şakirdlerisiniz; onlar sizin hakikî
malınızdır."

(3) Tevafuklu Kur’ân’ın neşri (s. 10-11.) Külliyatın, bu mektupla
beraber Akseki’ye ulaştırılması vazifesi, Mustafa Sungur’a verilir. Mustafa
Sungur da bu vazifeyi yerine getirdikten sonra, Bediüzzaman’a yazdığı mektupta
şöyle der:

"Mübarek, makbul, kıymetli mektubunuzu Diyanet Riyaseti
Başkanı Ahmed Hamdi Efendiye teslim ettik. Sevinçler içinde mübarek mecmua ve
Nur’ları kendi hususî kütüphanesine koydu. ‘İnşaallah bunları kendi öz ve has
kardeşlerime okumak için vereceğim ve bu suretle tedricî neşrine çalışacağız
dedi." (s. 9.)

Devletin kuvvetlerini âlet ederek Risale-i Nur’u hedef alan
tazyiklere karşı, Diyanet camiasının kendilerine destek olmasını hedefleyen
Bediüzzaman, bunda büyük ölçüde muvaffak oldu. Nitekim o günlerde cereyan eden
bir müsadere olayını değerlendirdiği bir mektubunda şöyle diyordu:

"Diyanet Riyasetinde hocalara okutturulan Zülfikar, Asa-yı
Musa ve Siracü’n-Nur gibi feylesofları susturan mübarek mecmuaları, müsadere
eden adamlar, belki adalet ve adliye ve hakikat hesabına değil, belki komünist,
masonluk nâmına bir garazkârlık ediyorlar." (Emirdağ Lâhikası-II, s. 24.)

Bediüzzaman, Risale-i Nur’un İslâm dünyasına ulaştırılması ve
tanıtılması çalışmalarında Diyanet’in de yardımcı olmasını istiyordu. Nitekim
Asa-yı Musa isimli eserinin Arap âlemine gönderilmesi çalışmalarıyla ilgili bir
mektubunda, eserin Arapça’ya çevrilmesi hususunda El-Ezher’le haberleşilmesi
arzusunu dile getiriyor; bu mânâda bir mektubun "Ankara Diyanet Dairesinde
Risale-i Nur’u ciddî takdir eden ve alâkadar olan bir-iki âlim" tarafından
yazılması temennîsini dile getiriyordu. (s. 37.)

DİYANET Ve İSLÂM ÂLEMİ

Konuyla ilgili dikkat çekici bir mektupta da şöyle deniyordu:

"Altı yüz bin nüshası dahilde ve hariçte intişar etti ği
halde hiç kimseye zarar vermemesi ve Avrupa’da en yüksek mektep içinde Nur un
dershanesi diye ayırdıkları yerde Hıristiyanlar dahi onları okuması ve âlem-i
İslâm’da gayet takdir ile intişar etmesi, hatta Pakistan’da çıkan es-Sıddık
mecmuasının Risale-i Nur un bir risalesini neşredip Diyanet Riyasetine
göndermesi ve bu kadar intişarıyla beraber hiçbir âlim ona itiraz etmemesi gibi
hakikatler gösteriyor ki, elbette Diyanet Dairesi Nur’ları himaye etmek, hakikî
bir vazifesidir.

"Diyanet Dairesi, Meşihat-ı İslâmiye gibi yalnız Türkiye’nin
din muallimi deşil, belki umum âlem-i İslâm’a Meşihat-ı İslâmiye yerine
alâkası, nezareti, münasebeti var. Âlem-i İslâma o Diyanet Dairesine karşı tam
hüsn-ü zan etmek, su-i tevehhüm etmemek, hususan bu zamanda ziyade lüzumu var.
Hem de Türkiye ile ittifak edemeyen İslâmî hükûmetlerde o mübarek daireye karşı
su-i tevehhüm gelmemesine büyük bir vesilesi olan ve Âlem-i İslâmın her
tarafında, belki Avrupa’da takdire mazhar olmuş Risale-i Nur, o Diyanet
Dairesinin hem şerefini muhafaza ediyor, hem âlem-i İslâma karşı n dairenin bir
eseri olarak intişarı gayet lâzım ve zarurî olduğunu ehl-i vukuf tam nazara
alsınlar.

"Onun için, biçare Said Nursî ve Nur talebelerinden yüz
derece ziyade Diyanet Riyaseti âzaları, hocaları alâkadar olmak lâzım."
(s. 151.)

Konuyla ilgili mektuplardan bir örnek daha verelim. Bediüzzaman
bu mektubunda "dindar Ahrarlar"ın kendisini Diyanet Riyasetinde
vazifelendirme teklifine teşekkür ederken, şöyle diyor:

"Ben ziyade zaif ve şiddetli hasta ve ihtiyar ve kabir
kapısında ve perişan olduğumdan, o kudsî vazifeyi yapmaya iktidarım
olmamasından, benim yerimde Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi, benim bedelime Nur
şakirdlerinin has ve hâlis ve İslâmiyet’in hakikî fedakârlannın şahsiyet-i
maneviyesi, o kudsî vazifeyi şimdiye kadar gayr-i resmî perde altında
yaptıkları gibi, inşaallah resmî bir surette dahi yapabilecekler." (s.
178.)

"DİYANET CEMAATLERE BIRAKILSIN Ml?"

Bütün bu görüşlerden sonra, kısa bir değerlendirme yapacak
olursak:

Bilindiği gibi, Diyanet İşleri Başkanlığının statüsü ve işleyişi,
bilhassa son yıllarda aydınlarımız tarafından yoğun şekilde tartışılmaya
başlandı. Sosyal demokrat kanadın da bu konuyla yakından ilgilendiğini
görüyoruz. Bu tartışmalarda dikkatimizi çeken ana görüş, şu noktada toplanıyor:

"Diyanet özerkleştirilsin ve tamamen cemaatlere bırakılsın.
Devlet, din işlerinden bütünüyle elini eteğini çeksin." Bizim bu görüşe
katılmamız mümkün değildir. Milletin kâhir ekseriyetinin Müslüman olduğu
demokratik bir ülkede devlete düşen, dinî hizmetlerden tamamen çekilmek değil;
aksine, bütün imkânlarıyla dine hizmet etmektir. En temel insan haklarından
olan din ve vicdan hürriyetinin kemaliyle yerleşmesini sağlamak; bu hürriyetin
muhtevasının gereği olarak ortaya çıkan manevî ihtiyaçların karşılanması
noktasında, vatandaşlarına gerekli bütün hizmetleri sunmak devletin en önemli
görevlerinden biridir.

Buna karşılık, Diyanetin mevcut devlet yapısı için de, şu anki
statüsünden çıkarılıp her bakımdan özerk bir yapıya kavuşturulması da şarttır.
Ancak, devletle Diyanet arasındaki irtibat ve ilişkinin ne şekilde kurulacağı
konusu, geniş tartışmaları gerektiren bir husustur. Burada bizim ifade
edebileceğimiz şey şudur: Devlet nasıl millete ait ve onun hizmetinde ise,
Diyanet de Müslüman milletimizin, hattâ bütün İslâm âlemindeki yüz milyonlarca
Müslüman’ın malıdır. 0 itibarla, Diyaneti devletten büsbütün ayırmayan, ama
devlet karşısında her bakımdan müstakil ve özerk hale getiren dengeli bir
düzenlemeye ihtiyaç vardır.

EKONOMİK ÖZERKLİK

Burada önem taşıyan bir nokta, ekonomik özerklik" konusudur.
Bu hususta, Bediüzzaman’ın yine Sünuhat isimli eserinde ortaya attığı bir
teklif üzerinde etraflıca durulmasında fayda vardır. Said Nursî bu eserin
Meşihatla ilgili bölümünde, "evkafın Meşihata ilhakı"ndan söz
etmektedir. Bu ifadeden anlaşıldığına göre Meşihatın ana gelir kaynağı olarak
vakıflar düşünülmüştür. Ki, bilindiği gibi, cumhuriyetin ilk yıllarında bir
"şer’iye ve Evkaf Vekâleti" vardı. Dinî hizmetlerin finansmanı büyük
ölçüde vakıfların gelirleriyle sağlanıyordu. Ancak sonradan bu bakanlık
lağvedilmiş; vakıflar ne hazindir ki, kelimenin tam mânâsıyla sahipsiz kalmış;
büyük ölçüde de yağmalanmıştır. Bugün bile ecdad yadigârı birçok vakıf eserinin
yüz yüze bulunduğu içler acısı durum ortadadır.

Bediüzzaman’ın bu teklifi, Diyanetle ilgili yeni düzenlemelerin
tartışma gündemine girdiği şu günlerde dikkatle değerlendirilmeye lâyıktır,
Ecdad mirası vakıfların derlenip toparlanması ve gelirleriyle Diyanet
hizmetlerinin finanse edilmesi, bugün için de geçerliliğini koruyan bir
görüştür.

Tabiî, bu, genel bütçeden söz konusu hizmetler için ayrıca
"dokunulmaz" bir pay ayrılması ihtiyacını ortadan kaldırmaz. Çünkü
bütçe de milletindir.

Son bir noktaya daha temas edelim: Diyanet İşleri Başkanlığı
isminin değiştirilmesinde de fayda görüyoruz. Adeta "Diyanet İşleri"
ile "Su İşleri"ni aynı seviyeye getiren bu isim yerine, verilen
hizmetlerin mânâ ve muhtevasını aksettirecek daha şümûllü bir isim
bulunmalıdır.