Fen kavramının önemi
Amacı Kur’ân’ın bir tefsiri ve imanî problemleri halletmek olan
Risale-i Nur’da fen kavramının yeri nedir? Bu sorunun cevabı verilebildiğinde,
bu eserlerin, diğer İslâmî-dînî kitaplardan farkı da anlaşılacaktır. Özellikle
bu yüzyılı yaşamış ve yaşayan insanlar için Risale-i Nur’un önemi
kavranabilecektir.
Batıda Bacon ile başlayan deney ve tecrübeye dayalı yöntemli
bilim çalışmaları,18. ve 19. yüzyıllarda (düşünce dünyasında) pozitif
bilimlerin en büyük otorite haline gelmelerini netice vermiştir. Gerek
bilimleri, gerekse sosyal hayat alanını, hatta felsefeleri bile belirleyen
materyalist, natüralist çalışma ve yorumlar sadece Batı yı (Avrupa)ı etkisi
altına almakla kalmadı. Adeta dînî dogmalar gibi kabul gören bilime dayalı
yorumlar, diğer ülke ve kıtalara da ihraç edilmeye başlandı.
19. yüzyılın ikinci yarısında siyasal ve sosyal yapıya bir çözüm
yolu arama gayreti içindeki Osmanlı bürokrat, edebiyatçı ve aydınları bu
düşünceleri de Türkiye’ye getirdiler. Yüzyılın sonlarında ve özellikle 20.
yüzyıl başlarında bu alandaki çalışmalar tercüme ve telifler yoluyla (gazete,
dergi ve kitap) Türkiye’de yayılmaya başladı. Büyük çoğunluğu genç olan Osmanlı
münevverlerinin bir kısmı materyalist; natüralist ve pozitivist bilim ve
felsefe yorumlarının etkisi altında kaldılar.
İşte Avrupa da akıl ve tecrübeden mahrum kalan ortaçağ Hıristiyan
dünyasını kaplayan materyalist yorumlar; İslâm eğitim ve düşünce dünyasındaki
boşluktan yararlanarak, tek doğru imiş gibi revaç buluyordu. Baha Tevfik gibi
ateistler, pozitivizmi "çağın dini" olarak propaganda ediyor, dünyevî
kurtuluşu müjdeliyorlardı. Ve hep fenlere dayanıyorlardı.
Fennin kelime olarak Batı dillerinde nasıl kullanıldığına bakacak
olursak, fen kavramının karşılığı olarak "teknik" kelimesini
görüyoruz. İ. Fennî Ertuğrul’un Fransızca ve İngilizce lügatlerden derlediği
Felsefe Lügatin’de "teknik" kavramı şöyle açıklanıyor: Güzel
sanatlara, ulûm ve fünûna ve basit sanatlara müteallik, yöntemlere ait olan,
fen ilmi, pratik olarak nazar-ı mütalaaya alınan ma’rifet.
Teknik kavramı daha özel bir anlamda, ma’lûmât-ı fenniyeye
dayanarak teşkil edilen yöntemler demektir.
"Teknik"e dayalı olarak teknoloji ise şöyle tarif edilir:
Fen ve san’at konuları. Yani ilmî, fennî yöntemlerin umumî olan cihetleri ve
medeniyetin terakkisiyle meydana gelen münasebetleri itibariyle tetkiktir. Bir
diğer tarife göre de; tıpkı mantığın ilimler için bir âlet-araç olması gibi;
teknoloji de sanayiye hizmet eden bir araç olarak kabul edilir. (Fakat
sanayiden kasıt el becerilerine dayanan sanat ürünleri değil, akla dayalı olan
sanatların fennî kısmıdır.) Buna göre şu deyimler kullanılmaktadır: fenn-î
Hukuk, usul-ü fenniye, usul-ü semƒîye, ıstılahât-ı fenniye, v.s.
Risale-i Nur’larda ise fen kavramı daha çok experimetal, yani
tecrübe bilimler için kullanılmakla beraber; bilim dünyasında pozitif bilimler
sınıflamasının dışında kabul edilen alanları da kapsamaktadır. Mesela, felsefe
anlamındaki hikmet; fenn-î hikmet (Sözler 586.) olarak geçer. Metafizik konular
içinde değerlendirilŠn ispirtizma gibi psikolojik konular da fen olarak ele
alınır. (Sözler 240.) Ayrıca, bir yöntem anlamında fenn-î mantık (Münazarat:
42.); Fenn-î Harb (Tarihçe-i Hayat: 65.) olarak da kullanılır.
Bunlardan şu sonucu çıkarabiliriz: Fen kavramı, kendi başına bir
doktrin ya da bilim dalı hüviyetine sahip değildir. Yukarıda lügatte geçen
teknik, usûl, yöntem anlamındadır. Buna göre fen; kâinatı, onun içindeki bütün
var olanları anlamada bir araç, bir âlet olmaktadır. İleride bu noktalar daha
da açıklık kazanacaktır.
Yaşadığı dönemde medreselerin de skolastik bataklığına saplanmış
olduğunu gören Bediüzzaman, onların tehlikeli cereyanlar karşısında
duramayacağını görmüş ve çözüm olarak; fen ilimleri ile din ilimlerinin beraber
okutulacağı bir üniversite teklifiyle padişaha çıkmıştır. Maalesef bu dahiyane
teklif, deli damgası yemesine yol açmış ve tımarhaneye kapatılmıştır. Daha
sonraları aynı düşüncesini tekrarlamış, bununla da yetinmeyerek, ileride gayr-ı
resmî bir üniversiteyi oluşturacak Risale-i Nur’ların çekirdeği yerine geçecek
olan kitaplarını yazmaya başlamıştır.
Bu eserlerinde, İslâm toplumunun siyasî ve içtimaî sorunlarının
temelindeki "iman zayıflığına" önem vermiş; yeni fenlerin bu noktada
açmış olduğu yaraları sarmaya çalışmıştır. Bediüzzaman’a göre, bütün bir
insanlık için tehlike oluşturan bu yeni cereyana karşı "değerlerini"
korumak bir "vazife"dir. Yani o kendini "vazifeli" olarak
görür. Vazife sadece bu değildir; ilim ve fenni de bu inkârcı, materyalist,
natüralist yorumlardan kurtarmak gerekmektedir.
Ona göre, kainattaki her "ferd"in dört temel vazifesi
vardır.
Bu vazifeler şunlardır:1
l. Allah’ın her an ve her yerde hâkim olduğunu intizam ve ittifak
ile ilan etmek.
2. İslâmiyet’in getirmiş olduğu prensiplerin, hakiki fenlerin
kaynağı ve taslağı olduğunu ortaya koymak.
3. Kâinatta geçerli olan kanunların, (adetullah) İslâmî kanunlara
uygunluğunu ispat etmek; tâ kî İslâmiyet o fıtrî kanunlar ile hayat bul,sun.
4. Fikirleri, kâinattaki hakikatleri düşünmeleri için
yönlendirmek, teşvik etmek ve uyarmak.
Bu vazifeleri yerine getirmeye çalışan bir kişinin yapması
gereken şey, her hangi bir fende uzmanlaşarak, bu alandaki kanunları Kur’ân’ın
zengin hazinesindeki yerine koymaktır. Bu vazifeyi yerine getirebilmek için
önce fennin mâhiyetini ortaya koymak gerekir.
Fen’in mahiyeti:
Her şeyden önce şunu hatırda tutmak gerekir: "İlim, mâluma
tâbidir."2 Yani, bizim bilgi olarak edindiklerimiz, önceden
gerek Levh-i Mahfuzda, gerekse bizim anlayabileceğimiz bir tarzda İlâhî
kitaplarda vardı. Bu anlamdaki ilim, ma’rifetullahtır. Allah’ın isim, sıfat ve
fiillerinin bir tecellisidir.
Allah’ın ilmi (ma’lûm) ile insanların ilmi arasındaki ilişki de
şu prensiplerle ortaya konuyor:3
1. "İlm-i Ezelî, muhit (sınırsız) olduğu için, müsebbebâtla
(sebep olunanlar-sonuçlar); esbâbı (sebep olanları) birlikte abluka eder, içine
alır."
2. "Ma’lûm nasıl bir keyfiyet üzerine olursa, ilim öylece
taalluk eder."
3. "Abdin (kul) ihtiyârından (istek-irade) neş’et eden bir
fiile ilm-i Ezelinin taalluku, o ihtiyâra münâfî (zıt) ve mânî değildir. Çünkü
müessir (etken) ilim değil, kudrettir."
İnsan aklının elde ettiği en mükemmel neticeler de yine Sânî-î
Zülcelâlin kudret ve hikmet mucizeleri olarak elde edilen fenlerdir:
"Kâinâta ait fenlerden her bir fenn, küllî kâideleriyle (evrensel
prensipler) bahsettiği nev’ ve tâifede öyle bir intizam ve mükemmeliyet
gösteriyor ki, ondan daha mükemmel akıl bulamıyor. Meselâ: Tıbda teşrih-i
beden-i insanî fenni (anatomi); kozmoğrafyada manzume-i şemsiye fenni
(astronomi); nebâtata (bitkiler) ve hayvanata ait fenler gibi bütün fenlerin
her birisi, külli kaideleriyle o bahsettiği kısımda Sani-i Zülcelâlin o
nev’deki nizamında mu’cizat-ı kudretini ve hikmetini ve (0 her şeyi en güzel
şekilde yaratmıştır) hakikatını gösteriyor."4
Bütün bu fen adı verilen ve insanların kainatla ilgi
Araştırmalarını içinde toplayan "Hikmet-i Cedide" Said Nursî’ye göre
şu noktaya dayanır. "Mâhiyet ve istidat itibarıyla her şey ilme bağlıdır.
Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu mârifetullahtır. Ve
onun üssül esası da iman-ı billahtır…"5
İlimler sınırlaması: maddi ve mânevî ilimler.
İnsanların elde ettiği bilgilerin dayandığı kaynağı belirledikten
sonra, bu bilginin hangi noktalarda birbirinden ayrıldıklarına bakalım:
İnsanoğlunun kâinatla ilgili tecrûbî bilgileri zaman la
değişebiliyor. Dünyanın düz ve sabit olduğu güneşin dünya çevresinde döndüğü
inancının değişmesi gibi; veya Newton ve Einstein’in teorilerinin değişmesi
gibi. Fakat metafizik alanına giren fikirler bu türden deney ve gözlemlerle
elde edilmeyip, farklı bir karakter taşırlar. Bediüzzaman bunlardan birinci
guruba girenleri maddî ilimler, ikincileri de manevî ilimler olarak
nitelendirir.
Maddî ilimler, bugün tecrûbî (experimetal) bilimler olarak kabul
edilen bilim dallarını kapsar ve tekâmül ederek ilerler. Mânevî ilimler ise,
metafizik kanunları içeren düşünce disiplinleridir. Maddî ilimler, tıpkı bir
taşın kaldırılmasında insanların yardımlaşmalarına gerek duyulduğu gibi
yardımlaşmaya ihtiyaç duyar. Metafizik ilimler ise, "def’i yahut def’î
gibi" olgunlaşır. Yani, âniden ortaya çıkar. (ilham ve sezgi şeklinde.)
Metafizik ilimler, zamanın geçmesiyle değişmemekle beraber, diğer ilimlerin
gelişmesiyle paralel olarak daha da açıklık ve kuvvet kazanır.6
Maddî ilimlerin (fen) en önemli özelliklerinden biri de relativ
(izafî) olmasıdır. Yani sürekli değişmesi, yeni çalışmalarla ve zamanın
geçmesiyle doğruluk değerininde değişebilmesidir. Bu değişme tabiattaki fıtrî
kanunlar gibidir. Meselâ: İnsanın belirli bir ömrü vardır; bunun gibi, insanın
tecrübeleri ve aklıyla geliştirdiği, bulduğu kanunlarında bir sınırı, değişme
noktası vardır;7
Telâhuk-u efkâr ve fenlerin gelişme süreci.
İnsanların, tabiata yönelen merak ve ihtiyaç kaynaklı
araştırmaları neden en mükemmel (bu zamana göre) seviyeyi Doğuda değil de
Batıda meyve vermiştir? Batı bilim adamlarının kabul ettiği gibi; bu bilimler
sadece Batının tabiatına mı uygundu, yoksa başka nedenler de var mıydı?
Bediüzzaman bunun nedenini, Doğunun bilgi birikimine ve bilgi
iletimine gereken önemi vermemesi, Batının da bu konuda gereken fikir
alış-verişini gerçekleştirebilmiş olmasından görüyor ve "Nev-i beşerdeki
telahuk-u efkâr unvanı altında asırlar ve zamanların tarih vasıtasıyla birbirleriyle
meşvereti, bütün beşeriyetin terakkiyatı ve fünûnun esası olduğu gibi; en büyük
kıt’a olan Asya’nın en geri kalmasının bir sebebi, o şurâ-yı hakikiyeyi
yapmamasıdır"8 diyor.
Yukarıda belirtildiği üzere, deney-gözlem ve aklî keşiflere
dayanan maddî ilimlerde gittikçe gelişen bir özellik vardır. Bu gelişmeyi
insanların fikirlerinin halka halka birleşmesi (telâhuk-u efkâr) kavramıyla
ifade eden Said Nursi, kâinatı anlamanın bir aracı olarak görmenin de ötesinde
Kur’ân’daki kâinat bahislerini de kavrayabilmenin, hatta bütünüyle insan
bilgisinin nasıl teşekkül ettiğinin de izahını bu kavram etrafında yapıyor.
Meselâ; İşârâtü’l I’câz’da kainattaki nizamı anlayabilmek için:
"İnsanların telâhuk u efkâr denilen fikirlerinin birleşmesinden doğan ve
nev-i beşerin havassı (duyguları) hükmünde olan fünûn ile kainata bak ve
sahifelerini oku ki, akılları hayrette bırakan o yüksek nizamı göresin"9
tavsiyesinde bulunuluyor.
Kainata bakarken başvuracağımız bu fertlerin verdiği mâlumatın,
her yerde geçerli olduğunu, yani evrensel olduğunu ifade ederek devam ediyor:
"Fünûn-u kevniyeden her birisi, "kaidelerinin külliyeti" ile
kâinatta yüksek bir nizâmın bulunmasına bir delildir. Ve her bir fen nurlu bir
bürhan olup, mevcudatın silsilelerinde salkımlar gibi asılıp sallanan maslahat
semerelerini ve akvâlin değişmesinde gizli olan faideleri göstermekle Sânîin
kasd ve hikmetini ilân ediyorlar. Âdeta vehim şeytanlarını tard etmek için her
bir fen, birer necm-i sâkıbdır. Yani, bâtıl vehimleri delip yakan birer
yıldızdırlar.10
Kâinatı tanıttıran fenlerin, insanların çalışmalarıyla orantılı
olarak sürekli gelişen bir yapı an ettiğini değişik yerlerde, değişik
biçimlerde görmekteyiz. Risale-i Nur’da bu konunun önemli bir yönü de ele
alınıyor Zamanın geçmesiyle her fennin alanı genişliyor yeni yeni fenler ortaya
çıkıyor. Bir fennin uzmanı olmanın şartı şöyle ortaya konuyor.
"İnsan, bir fennin esaslarını ve o fennin hayatına taalluk
eden noktalan bilmekle, yerli yerince kullanmasına vakıf olduktan sonra
dâvâsını (tez) o esaslara bina etmesi o fende mâhir ve mütehassıs olduğuna
delildir."11
İnsanın kabiliyetinin sınırlarına da işaret ederek, her alanla
meşgul olmanın ve başarılı olmanın mümkün olmadığı savunuluyor. Ancak sadece
bir alanda kendini hapsedip, diğer fenlerden habersiz kalmanın da doğru
olmadığı belirtiliyor
"Bir şahıs çok fenlerde meleke sahibi ve mütehassıs olamaz.
Ancak "ferid" bir adam, dört veya beş fenlerde mütehassıs olabilir.
Umuma el atmak, umumu terk etmek demektir. Bir fennde meleke, o fennin s-ret-i hakikiyesidir.
Onunla temessül etmek gerektir. Zirâ bir fende mütehassıs ve mâlumat-ı
sâiresini mütemmime ve meded verici etmez ise mâlumat-ı perişanından bir
sûret-i aciîbe temessül edecektir.12
Fen’ler gelişmenin şartıdır: Fen’ler taassubun ilâcıdır
Bediüzzaman Muhâkemat adlı eserinde,13 kâinatinsan ve
terakki-tekâmül kavramları arasındaki ilişkinin birbirlerini gerektirir bir
mâhiyette olduğunu anlatmak tadır. Her şeyden önce kâinat ve onun unsurları
sâbit değildir "kânun-u tekâmül"e tâbidir. insan da o kâinatın bir
meyve,sidir ve o da aynı kânuna tâbidir. Yani sürekli mükemmelliğe doğru
yönelen bir terakki, bir olgunlaşma çabası içindedir insan. Bu olgunlaşmanın
prensipleri de, insanlar arasındaki fikirler halkasının büyümesine başlıdır. Bu
halkanın büyümesi, kâinata ait olan fenlerin gelişmesiyle olur. Bunu fark edip
tecrübelerle geliştirecek olan da insandır.
içinde bulunduğu çağın içinde fenlerin yerini işaret ederek, îman
ve aklı da beraber zikrediyor Bediüzzaman. Aynca maddî yönden (teknolojik)
gelişmenin de şartı olduğunu belirtiyor yeni fenlerin:
"Dünyevî bir saadetimiz, bir cihetle fünun-u cedide-i
medeniye ile olacak. O fünunun da gayr-ı müteaffin bir mecrası ulemâ ve bir
menbaı da medreseler olmak lâzımdır. Tâ ulemâ-i din fünûn ile ünsiyet peyda
etsin."14
Yüzyılın başlarında medreselerin perişan halini gören ve
medreselilerin ve hamiyet sahibi İslâm ulemâsının moralini yükseltmek ve onlara
bir yol göstermek için şunları söylüyor
"Ehl-i medâris me’yus olmayınız! şimdi ilim ve fen hâkimdir.
Her nev’iyle teâli edilecek En âlâsı en âlî tabakaya çıkacak."15
İ’lâ-yı kelimetullahın da, maddeten terakkiye bağlı olduğunu16
düşünen Bediüzzaman bununla beraber İslâm medeniyetinin de bu terakkiyle
bağlantılı olduğu nu söylüyor.
İslâm medeni etinin maddî cihetten gelişmesini hakiki bir
medeniyetle ve müsbet ve doğru fenlerle techiz edilmelerine bağlıyor. Hakîkî
medeniyet, Batı materyalist felsefesinin kontrolünden çıkmış, akl-ı selimin ve
İslâm inanç ve ahlâkının temeline oturtulmuş medeniyettir. Müsbet ve doğru
fenler de, yine materyalist yorumlardan arınmış safî fennî bilgilerdir.
Yani dinden mahrum fenler hakikati bulmaya yetmemektedir. Dinden
mahrum fen demagoji ve şüpheye, fenden mahrum dînî ilimler de taassuba düşürür
insanı. Her iki tehlikeden de kurtulmanın yolunu ise imtizacda görür
Bediüzzaman:
"Vicdanın ziyâsı (ışığı) ulûm-u diniyedir. Aklın nuru
fünfûn-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. İftirak
ettikleri vakit; birincisinden taassup, ikincisinden de hile, şüphe, tevellüd
eder."17
Eğitim bu imtizaç gerçekleştirilmeden yapılacak olursa şu
zararlara yol açar.18
1. Mâneviyatı maddiyat ile kıyas edip, Avrupa sözünü mâneviyatta
dahi delil kabul etmek.
2. Funûn-u cedideyi bilmeyen ulemânın sözünü umur-u diniyede dahi
kabul etmemek.
3. Fünun-u cedidedeki maharetine güvenerek, gururlanıp, dinde de
nefsine güvenmek.
4. Selefi halefe, maziyi (geçmişi) hâle (şu ana) kıyas edip,
haksız itirazda bulunmak
Bu dört tavır, hakikati bulmayı amaç edinen bir kişinin değil;
demagoji yaparak sun’î bir üstünlük kazanmak heveslisi kişilerin tavrı
olabilir. Böyle bir kişi ise ne gerçekten bir bilim adamı, ne de bir Müslüman
ismine layık değildir.
Kur’ân ile fenlerin ilişkisi.
Risale-i Nur’da Kur’ân’ın en çok üzerinde durduğu konuların:
Tevhid, haşir, nübüvvet, adalet ve ubudiyet olduğu birçok defa belirtilir.
Ayrıca, Kur’ân’ın çok şumüllü bir tarifi yapılır.19 25. Söz
(Mucizat-ı Kur’âniye Risalesi) de bilimlerle çeliştiği iddia edilen âyetler ele
alınarak, bu iddiaların yanlışlığı ortaya konur.****
Fenlerle ilgili olan diğer bir bahiste (22. Söz, 2. Makam)
"ve lâratbin ve lâyâbisin illâ fîkitâbin mubîn" ayeti ile başlayarak;
Kur’ân’da yaş, kuru her şeyin bulunduğu açıklanır. Evet, Kur’ân’da her şey
bulunur. "Fakat herkes, her şeyi içinde göremez. Zirâ, muhtelif derecelerde
bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları,
bazan alametleri; ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya iphamen, ya ihtar
tarzında bulunurlar…"20
İşte fenler ve insanların yaptığı sanat harikaları ile elde
ettikleri gelişmelerin neticelerini (uçak, elektrikli tren, telgraf, vs. gibi)
de içinde toplamıştır Kur’ân. Bütün beşeriyetin Âdem’den, kıyamete kadar
gerçekleştireceği her türlü fennî malumat ve esere de yukarıda belirtildiği
gibi farklı biçimlerde yer verilmiştir. Bunlar iki tarzda toplanır. Kur’ân’da:
(I) Peygamberlerin mu’cizeleri şeklinde, (2) Bazı tarihi olaylar şeklinde..21
Kur’ân da fenlerden bahsediliyor mu?
Kur’ân’da bu tür meselelerin çok açık olarak belirtilmemesinin
nedeni de şudur:
"Şecere-i âlemde meylul-istikmal vardır…. İnsanda da
meylü’t-terakki vardır. Bu meylü’t-terakki çekirdek gibidir; neşvünemâsı pek
çok tecrübeler vasıtasıyla olur; ve çok fikirlerin mahsulû olan neticelerin
içtimâiyle teşekkül ve tevessü etmekle fünunu intaç eder. Bu fünûn da mürettebedir:
Yani her ikinci fen, birincisinin neticesidir. Birincisi olmazsa, o olamaz:
Birincisinin ona mukaddeme ve ulûm-u mütearife hükmünde olması şarttır…22
Bediüzzaman, fenlerin birbirine yardımcı olma özelliklerini
belirtmekle kalmıyor; bu zamandaki Kur’ân tefsirinin de bütün fenlerde
uzmanlaşmış ulemânın meşveretiyle gerçekleşmesi gerektiğini söylüyor:
"Efkâr-ı umumiye bir tefsir-i Kur’ân istiyor. Evet, her
zamanın bir hükmü var. şaman dahi bir müfessirdir. Ahval ve vukuat ise, bir
keşşaftır. Efkâr-ı âmmeye hocalık edecek yine efkâr-ı âmme-i ilmiyedir. Bu
sırra binâen ve istinaden isterim ki; müfessir-i azîm olan zamanın taht-ı
riyâsetinde; her biri bir fende mütehassıs, muhakkikin-i ulemâdan müntehab bir
meclis-i mebusan-ı ilmiye teşkiliyle meşveret ile bir tefsiri telif etmekle
sair tefasirdeki münkasım olan mehâsin ve kemâlatı mühezzebe ve müzehhebe
olarak cem’ etmelidirler… Evet, meşrutiyettir; her şeyde meşveret
hükümfermadır: Efkâr-ı umumiye dahi didebandır. İcma-ı ümmetin hücciyeti buna
hüccettir.23
Kur’ân ile fenlere dair aynca şu ifadeleri gözönünde tutmak,
meseleyi daha berraklaştıracaktır: "Kur’ân dünya maddiyatına ait pekçok
fenleri, ilimleri câmidir. Kur’ân’ın hitabına muhatab olan milletlerin,
insanların ahval-i ruhiyelerine ve maddiyatlarına âmi bulunduğu ince fenlere,
ilimlere bir ferd vakıf ve sâhib-i ihtisas olamaz ki, ona göre bir tefsir
yapabilsin."24
"Beşerin şeriat ve fen cihetindeki terakkiyatlarının
neticesi olan havârik-ı san’at ve garâib-i fen olarak tayyare, elektrik,
Şimendifer, telgraf gibi Şeyler vücuda gelmiş ve beşerin hayat-ı maddiyesine
hitab eden Kur’ân-ı Hakim, Şunları mühmel bırakmaz."25
"İşte beşerin, san’at ve fennin imtizacından süzülen, maddî
ve mânevî fevkalade hassasiyetinden tezahür eden ispirtizma gibi celb-i ervah
ve cinlerle muhabereyi Şu ayet, en nihayet hududunu çiziyor ve en faideli
suretlerini tayin ediyor ve ona yolu dahi açıyor."26
"Vakit be vakit başınızı kaldırıp Esmâ-i Hüsna’ma dikkat
ederek, o semâvâta urûc etmek için fünûnunuzu ve terakkiyatınızı merdiven yapınız.
Ta fünûn ve kemâlâtınızın menbâları ve hakikatleri olan Esmâ-î Rabbâniyye’me
çıkasınız. Ve o Esmânın dürbünüyle, kalbinizle Rabb’inize bakasınız."27
"İnsanın cemiyyet-i istidadı cihetiyle mazhar olduğu bütün
kemâlat-ı ilmiye ve terakkiyât-ı fenniye ve havârık-ı sun’iyeyi "talim-i
Esma" ünvânıyla ifade ve tabir etmekte Şöyle lâtif bir remz-i ulvî var ki;
her bir kemâlin, her bir ilmin, her bir terakkiyatın, her bir fennin bir
hakikatı âliyesi var ki; o hakikat bir ism-i ilâhiye dayanıyor. Pek çok perdeleri
ve mütenevvî tecelliyatı ve muhtelif o san’at; kemâlini bulur, hakikat olur.
Yoksa yarım yamalak bir sûrette nâkıs bir gölgedir. Mesela; hendese bir fendir.
Mesela; tıbb bir fendir. Mesela; mevcudattan bahseden hikmetü’l-eşya (felsefe
kastediliyor) Kur’ân’a dayanmakla Şu hikmet, hikmet olabilir."28
Allah’ın isimleri ile ona delalet eden fenler
İnsanların ilim ve fenler vasıtasıyla kâinatı veya mevcudatı
anlayıp-anlatması aynı zamanda âlemin Yaratıcısının ondan istediği bir
vazifedir. Böylece insan Şuurlu bir varlık olmasının hikmetlerinden birinin de
ilim ve fertlerle meşguliyeti olduğu görülüyor:
"Hem hesapsız fünûn-u acibeye ma’rifeti ihâtası : varmış.
Hem nihayetsiz ulûm-u bedîaya ilim ve ıttılâ varmış. Hem cemâl ve kemâl sâhibi,
kendi cemal ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi sırrınca; o Sultan’ı Zîşan
dahi istedi ki, bir meşher açsın, içinde sergiler dizsin; tâ nâsın enzârında
saltanatının haşmetini, hem servetinin şeşaasını, hem kendi sanatını
harikalarını, hem kendi marifetinin garibelerini izhar edip göstersin. Tâ cemâl
ve kemâl-i manevisini iki vecihle müşahede etsin:
"Birinci vechi: Bizzat nazar-ı dekaik-aşinasıyla görsün.
Diğeri: Gayrın nazarıyla baksın."29
"Hikmet-i Kur’âniye ile hikmet-i fenniyenin farklarını"30
da anlatan Bediüzzaman, fenlerin materyalist olarak algılanmasının sebebini de
onu yorumlayan ateistler olarak görür Aslında fenler, kendi lisanıyla Allah’ın
varlığını anlattıkları halde; onu materyalist yapan yorumlardır."31
Onun yorumu ise şöyledir:
"İşte bu fenlere kıyasen, yüzen fünundan her bir fen, geniş
mikyasiyle ve hususi aynasıyla ve dürbünlü gözüyle ve ibretli nazarlarıyla bu
kâinatın Hâlık-ı Zülcelâlini esmâsıyla bildirir. Sıfâtını kemâlatını
tanıttırır."32 Bazılarının yaptığı gibi, sadece neden-sonuç
ilişkisini bir formül ile anlatıp; Sânî ile olan alakasını dile fennin hikmeti
gerçekleşmez.33
Fennin eleştirisi.
Risale-i Nur’da fenn kavramının olumlu anlamda yorumlarını
göstermeye çalıştık. Ancak, bir de insanları zihnî ve davranış düzleminde
zarara ve yanlışa sürükleyen fen vardır ya da fen yorumu vardır.
Mesela: Günümüzde çok karşılaştığımız, Allah’a ibadet etmekten
kaçan ve nefsinin geçici boş arzularının peşinde koşan kişileri bu fennî
(teknolojik) araçlar teşvik etmektedir. Diğer yandan, "genel kültür"
adı altında gereksiz bir sürü mâlumat yığınının insana bir olgunluk
kazandırmayacağı ve bu anlamda uğraşılan fennin gereksiz olduğu savunulur
Risale-i Nur’da.34
Başka bir yerde ise, günümüzde fenlerin yol açtığı tahrip
anlatılarak; eski çağlar ile 20. yüzyılın kıyası yapılır: "Eskiden fen ve
ilim ile dalâlete girip, inad ve temerrüd ile hakaik-ı imâna karşı çıkana
nispeten Şimdi yüz derece ziyade olmuş (artmış).35 "Yine başka
bir risalede aynı husus hatırlatılır ve bunun ilân ve çâresi gösterilir
"Bu zamanda ehl-i İslâm’ın en mühim tehlikesi fen ve felsefeden gelen bir
dalâletle kalplerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi
nurdur…"36
Materyalist fen ve felsefenin yorumlarının kısır yaklaşımlarının,
Kur’ân’ın yüksekliğini anlamaktan aciz kaldıklarını ve bazı ayetleri
eleştirdikleri37 belirtilir ve bu durumdaki kişinin içinde bulunduğu
karanlık ruh hali tasvir edilir.
Bediüzzaman’a göre materyalist fen ve felsefe g¢zlüğünü takarak
kâinata bakan insanın hâlî, korkunç bir sıkıntı içinde çevresindeki her şeyi
kendine yabancı ve düşman olarak gören zavallı bir varlık halidir. Bu insan,
kalbi hasta, aklı sarhoş, ruhu perişan olan bir insandır. Böyle bir insan ile,
Kur’an gözlüğünü takarak kainata bakan insanın halini "İman ve küfür
mukayeseleri" beşlığı altında toplar. Gençlik döneminde, Avrupa fünûn ve
medeniyetinin zihnini karıştırdığı dönemdeki psikoloji ile, sonraki ferahlamış
halini de Zühre adını verdiği risalesinin 5. Notasında anlatır.38
"Hikmet-i Kur’âniye’ye tabi olmayan fen ve felsefe gözlüğünü
taktı. Ve Kur’an okumayan coğrafya fenninin programıyla baktı gördü ki:
Nihayetsiz bir boşlukta, bir senede yirmi dört bin senelik bir dairede (dünya),
top güllesinden yetmiş defa süratli bir hareketle gezer. Yüz binler nevi biçâre
(çaresiz), âciz zihayatları içine almış. Eşer bir dakika yolunu şaşırsa veya
bir serseri yıldıza çarpsa, parçalanarak hadsiz (sınırsız) fezada (uzay) sukut
ile (düşerek) bütün o biçare zihayatları ademe, hiçliğe boşaltacak, dökecek
diye anladı.39
Evet, Bediüzzaman’a göre (dinsiz) felsefe, her şeyi irkin,
korkunç gösteren siyah bir gözlüktür. İman ise, her şeyi güzel, ünsiyetli
(dost) gösteren şeffaf, berrak, nurani bir gözlüktür.40
Bediüzzaman, kimya alanında büyük bir yeri olan Lavoisier’in
"Maddenin Korunumu" adı verilen tesirisini de eleştirir."
Lavoisier, kapalı bir kapta yaptığı deneylerde, kimyasal
tepkimeler sırasında kütlenin değişmediğini tespit etmiş. Fakat bu deneyini
genelleştirerek; evrende hiçbir şeyin yoktan var olamayacağını ve hiç bir şeyin
de var iken yok olamayacağını, iddia etmiştir.41
Bediüzzaman ise bu tezi, ifrat (aşırı) olarak görür ve nesnelerin
varlık ve yoklukları hakkında şunları söyler:
"Eşyada esas bekâdır (devamlılık), adem (yokluk) değildir:
Hatta ademe gittiğini zannettiğimiz kelimât, elfaz (sözler) tasavvurât gibi
seriü’z-zeval olan bazı şeyler de ademe gitmiyorlar. Ancak suretlerini ve
vaziyetlerini değişerek, adem-i mutlaka (mutlak yokluk) gitmezler. Fen
dedikleri hikmet-i cedide bu sırra vakıf olmuş ise de, vuzuhuyla vakıf
olamamıştır. Ve aynı zamanda, "Âlemde adem-i mutlak yoktur. Ancak
terekküp-sentez ve inhilâl-analiz vardır." diye ifrat ve hata etmiştir.
Çünkü âlemde Cenab-ı Hakkın sun’u ile (yapması) terkîp (sentez) vardır.
Allah’ın izniyle tahlîl (analiz) vardır. Allah’ın izniyle îcad ve adem
vardır."
Sonuç olarak diyebiliriz ki; Risale-i Nur’da fenler, Allah’ın
isim, sıfat ve fiilleri ile kanunlarının anlaşılmasına bir araç olarak görülür.
Bu yüzden, bir Müslüman mânevî ilimlerle meşgul olduğu gibi, fenlerle de meşgul
olmalıdır. Bu iki ilim arasında bir çelişki ve zıtlık yoktur aksine paralellik
vardır. Ve bu paralelliği görmek ve göstermek her şuurlu varlığın vazifesidir.42
Dipnotlar
1. Muhakemât; İst. 1977, Sözler Yayınevi, s. 11 ve 12.
2. İşâratü’l-İ’caz; İst. 1977; s. 80. Sözler Yayınevi
3. İşâratü’l-İ’caz, İst. 1977 s. 82.
4. Hutbe-i Şâmiye, İst. 1960, s. 33, Sözler Yayınevi
5. Sözler; İst. 1980; s. 294. Sözler Yayınevi
6. Muhakemât: s. 15.
7. İşâratü’l-İ’caz, s. 128
8. Hut. Şâm: s. 52 ve Tarihçe-i Hayat: s. 91. İst. 1976
9. İşâratü’l-İ’caz, s. 96 ve 128, 238, 239’a da bakılabilir.
10. İşâratü’l-İ’caz, s. 97
11. İşâratü’l-İ’caz, s. 121
12. Muhâkemât s. 24; aynı anlamı ifade eden sözlerin geçtiği
başka bir yer için bak: , s. 128.
13. Muhakemat; s. 14.
14. Tarihçe-i Hayat; s. 69-65.
15. Münâzarat; s. 78.
16. Muhâkemat; s. 37.
17. Münâzarat; s. 72.
18. Münazarat; s. 72.
19. Bu tarifler için bak: İşâratü’l-İ’caz, ve Sözler;
339-340.
20. Sözler s. 235; Muhâkemât: s. 8’de bak.
21. Sözler; s . 235-236.
22. İşâratü’l-İ’caz, s. 132; Ayrıca aynı sorunun cevabı
niteliğinde şu yerlere de bakılabilir: Muhâkemât: s. 13-14; Sözler 226.
23. Muhâkemat: s. 19-20. (Bediüzzaman bu eserini yazdığı
sıralarda siyasi ve içtimai kavramlar moda olduğundan olsa gerek; anololoji
yaparak, meşveret, meşrutiyet, meclis gibi kavramlarla konuyu izah ediyor.
24. İşâratü’l-İ’caz, s. 7.
25. Sözler; s. 235.
26. Sözler; s. 240.
27. Sözler; s. 244.
28. Sözler; s. 244, 245.
29. Sözler; s. 108.
30. Sözler; s. 117.
31. Sözler; s. 142.
32. Sözler; s. 143.
33. Sözler; s. 160.
34. Sözler; s. 252.
35. Hutbeyi Şamiye; s. 112.
36. Lemâlar İst. 1976, Sözler Yayınevi. s. 96.
37. Lem’alar s. 58
38. Mesnevi Nuriye; 1980, Sözler Yay. s. 137-143;
Lem’alar:106111 Sözler: 226-227 ve diğerleri.
39. Şualar. İst. Envar Neşriyat, tarihsiz.. s. 602.
40. Şualar, s. 715; aynı sayfanın devamında her iki gözlük
ile bakan insanların durumu tasvir ediliyor.
41. Zeki Tez; Kimya Tarihi; Ank. 1986; s. 96-97.
42. Kastamonu Lahikası: İst. 1960, s. 150.
* Hikmet-i Cedîde: (Yeni Hikmet): Balı Yeniçağ felsefesinin
bütünü hakkında kullanılan bir deyimdir Risale-i Nur’da bu günkü pozitif veya
experimetal bilimler anlamında kullanılmakladır.
** Kaidelerin külliyeti: Bir türdeki düzen ve intizamın en
güzel ve mükemmel olduğunu belirtir aynı zamanda. Yine bir türdeki geçerli
kanun, bütün fertlerini de kuşatır. (Muhakemat, s. 24, 34)
*** "Ferid", dâhi anlamında kullanılıyor.
**** Risale-i Nur, Mucizat-ı Kur’âniye Risalesi’nde fennin
ilişliği bütün ayetlerin her birisinin altında Kur’ân’ın bir lem’a-i i’cazısını
gösterip ehli fennin medar-ı tenkid zannettikleri Kur’ân-ı Kerim’in cümle ve
kelimelerinde fennin eli yetişmediği yüksek hakikatleri izhar edip, en muannid
feylesofu da teslime mecbur ediyor.
***** Bediüzzaman, eleştirilerinde (çok az istisna hariç)
isim vermez ve ayrıntılı olarak a‡ıklamaz bu düşünceleri. Ve bunu zihinleri
bulandırmamak için yaptığını söyler.