Sonra, âlem-i gayba yakından bakan ve akıl ve kalbde seyahat
eden o yolcu, "Acaba âlem-i gayb ne diyor?" diye merakla o kapıyı da şöyle bir
fikirle çaldı. Yani, "Madem bu cismânî âlem-i şehadette, bu kadar ziynetli ve
san’atlı hadsiz masnularıyla kendini tanıttırmak ve bu kadar tatlı ve süslü ve
nihayetsiz nimetleriyle kendini sevdirmek ve bu kadar mucizeli ve maharetli,
hesapsız eserleriyle gizli kemâlâtını bildirmek, kavilden ve tekellümden daha
zâhir bir tarzda fiilen isteyen ve hal diliyle bildiren bir Zât, perde-i gayb
tarafında bulunduğu bilbedahe anlaşılıyor. Elbette ve her halde, fiilen ve halen
olduğu gibi, kavlen ve tekellümen dahi konuşur, kendini tanıttırır, sevdirir.
Öyleyse, âlem-i gayb cihetinde Onu, Onun tezahüratından bilmeliyiz" dedi. Kalbi
içeriye girdi, akıl gözüyle gördü ki:

Gayet kuvvetli bir tezahüratla, vahiylerin hakikati, âlem-i gaybın her
tarafında, her zamanda hükmediyor. Kâinatın ve mahlûkatın şehadetlerinden çok
kuvvetli

bir şehadet-i vücud ve tevhid, Allâmü’l-Guyûbdan vahiy ve ilham
hakikatleriyle geliyor. Kendini ve vücud ve vahdetini, yalnız masnularının
şehadetlerine bırakmıyor. Kendisi, kendine lâyık bir kelâm-ı ezelî ile
konuşuyor. Her yerde ilim ve kudretiyle hâzır ve nâzırın kelâmı dahi hadsizdir.
Ve kelâmının mânâsı Onu bildirdiği gibi, tekellümü dahi Onu sıfatıyla
bildiriyor.

Evet, yüz bin peygamberlerin (aleyhimüsselâm) tevatürleriyle ve
ihbaratlarının vahy-i İlâhîye mazhariyet noktasında ittifaklarıyla ve nev-i
beşerden ekseriyet-i mutlakanın tasdik-gerdesi ve rehberi ve muktedası ve vahyin
semereleri ve vahy-i meşhud olan kütüb-ü mukaddese ve suhuf-u semâviyenin delâil
ve mu’cizâtlarıyla, hakikat-i vahyin tahakkuku ve sübutu bedahet derecesine
geldiğini bildi ve vahyin hakikatı beş hakikat-ı kudsiyeyi ifade ve ifaza ediyor
diye anladı:

Birincisi:

1
denilen, beşerin akıllarına ve fehimlerine göre
konuşmak, bir tenezzül-ü İlâhîdir. Evet, bütün zîruh mahlûkatını konuşturan ve
konuşmalarını bilen, elbette kendisi dahi o konuşmalara konuşmasıyla müdahale
etmesi, rububiyetin muktezasıdır.

İkincisi: Kendini tanıttırmak için, kâinatı bu kadar hadsiz
masraflarla, baştan başa harikalar içinde yaratan ve binler dillerle kemâlâtını
söylettiren, elbette kendi sözleriyle dahi kendini tanıttıracak.

Üçüncüsü: Mevcudatın en müntehabı ve en muhtacı ve en nâzenini
ve en müştakı olan hakikî insanların münacatlarına ve şükürlerine fiilen
mukabele ettiği gibi, kelâmıyla da mukabele etmek, hâlıkıyetin şe’nidir.

Dördüncüsü: İlim ile hayatın zarurî bir lâzımı ve ışıklı bir
tezahürü olan mükâleme sıfatı, elbette ihatalı bir ilmi ve sermedî bir hayatı
taşıyan Zâtta, ihatalı ve sermedî bir surette bulunur.

Beşincisi: En sevimli ve muhabbetli ve endişeli ve nokta-i
istinada en muhtaç ve sahibini ve malikini bulmaya en müştak, hem fakir ve âciz
bulunan mahlûkatlarına, acz ve iştiyakı, fakr ve ihtiyacı ve endişe-i istikbali
ve muhabbeti ve perestişi veren bir Zât, elbette kendi vücudunu onlara
tekellümüyle iş’ar etmek, ulûhiyetin muktezasıdır.

İşte, tenezzül-ü İlâhî ve taarrüf-ü Rabbânî ve mukabele-i Rahmânî ve
mükâleme-i Sübhânî ve iş’âr-ı Samedânî hakikatlerini tazammun eden umumî, semavî
vahiylerin, icmâ ile Vâcibü’l-Vücudun vücûduna ve vahdetine delâletleri öyle bir
hüccettir ki, gündüzdeki güneşin şuââtının güneşe şehadetinden daha kuvvetlidir
diye anladı.

Sonra ilhamlar cihetine baktı, gördü ki:

Sâdık ilhamlar, gerçi bir cihette vahye benzerler ve bir nevi
mükâleme-i Rabbâniyedir; fakat iki fark vardır.

Birincisi: İlhamdan çok yüksek olan vahyin ekseri melâike
vasıtasıyla; ve ilhamın ekseri vasıtasız olmasıdır. Mesela, nasıl ki, bir
padişahın iki suretle konuşması ve emirleri var.

Birisi: Haşmet-i saltanat ve hakimiyet-i umumiye haysiyetiyle
bir yaverini, bir valiye gönderir. O hakimiyetin ihtişamını ve emrin
ehemmiyetini göstermek için, bazan, vasıta ile beraber bir içtima yapar, sonra
ferman tebliğ edilir. İkincisi: Sultanlık ünvanıyla ve padişahlık umumî ismiyle değil,
belki kendi şahsıyla hususî bir münasebeti ve cüz’î bir muamelesi bulunan has
bir hizmetçisiyle veya bir âmi raiyetiyle ve hususî telefonuyla hususî
konuşmasıdır.

Öyle de, Padişah-ı Ezelînin, umum âlemlerin Rabbi ismiyle ve
kâinat Hâlıkı ünvanıyla, vahiyle ve vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlarıyla
mükâlemesi olduğu gibi; herbir ferdin, herbir zîhayatın Rabbi ve Hâlıkı olmak
haysiyetiyle, hususi bir surette, fakat perdeler arkasında onların kabiliyetine
göre bir tarz-ı mükâlemesi var.

İkinci fark: Vahiy gölgesizdir, sâfidir, havassa hastır. İlham
ise gölgelidir, renkler karışır, umumîdir. Melâike ilhamları ve insan ilhamları
ve hayvanat ilhamları gibi, çeşit çeşit, hem pek çok envâlarıyla, denizlerin
katreleri kadar kelimat-ı Rabbâniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor.


2 âyetinin bir vechini tefsir ediyor anladı.

Sonra, ilhamın mahiyetine ve hikmetine ve şehadetine baktı,
gördü ki: Mahiyeti ile hikmeti ve neticesi dört nurdan terekküp ediyor.

Birincisi: Teveddüd-ü İlâhî denilen kendini mahlûkatına fiilen
sevdirdiği gibi, kavlen ve huzuren ve sohbeten dahi sevdirmek, vedûdiyetin ve
rahmâniyetin muktezasıdır.

İkincisi: İbâdının dualarına fiilen cevap verdiği gibi, kavlen
dahi perdeler arkasında icabet etmesi, rahîmiyetin şe’nidir.

Üçüncüsü: Ağır beliyelere ve şiddetli hallere düşen mahlûkatlarının
istimdatlarına ve feryatlarına ve tazarruatlarına fiilen imdat ettiği gibi, bir
nevi konuşması hükmünde olan ilhâmî kavillerle de imdada yetişmesi, rububiyetin
lâzımıdır.

Dördüncüsü: Çok âciz ve çok zayıf ve çok fakir ve çok ihtiyaçlı
ve kendi malikini ve hâmisini ve müdebbirini ve hâfızını bulmaya pek çok muhtaç
ve müştak olan zîşuur masnularına, vücudunu ve huzurunu ve himayetini fiilen
ihsas ettiği gibi, bir nevi mükâleme-i Rabbâniye hükmünde sayılan bir kısım
sadık ilhamlar perdesinde ve mahsus ve bir mahlûka bakan has ve bir vecihte,
onun kabiliyetine göre, onun kalb telefonuyla, kavlen dahi kendi huzurunu ve
vücudunu ihsas etmesi, şefkat-i ulûhiyetin ve rahmet-i rubûbiyetin zarurî ve
vâcip bir muktezasıdır diye anladı.

Sonra ilhamın şehadetine baktı, gördü: Nasıl ki, güneşin faraza
şuuru ve hayatı olsaydı ve o halde, ziyasındaki yedi rengi, yedi sıfatı olsaydı,
o cihette, ışığında bulunan şuâları ve cilveleri ile bir tarz konuşması
bulunacaktı. Ve bu vaziyette, misalinin ve aksinin şeffaf şeylerde bulunması; ve
her ayna ve her parlak şeyler ve cam parçaları ve kabarcıklar ve katreler, hattâ
şeffaf zerrelerle herbirinin kabiliyetine göre konuşması; ve onların hâcâtına
cevap vermesi; ve bütün onlar güneşin vücuduna şehadet etmesi; ve hiçbir iş, bir
işe mâni olmaması; ve bir konuşması, diğer konuşmaya müzahemet etmemesi
bilmüşahede görüleceği gibi, aynen öyle de: ezel ve ebedin Zülcelâl Sultanı ve
bütün mevcudatın Zülcemâl Hâlık-ı Zîşanı olan Şems-i Sermedînin mükâlemesi dahi
onun ilmi ve kudreti gibi, küllî ve muhit olarak herşeyin kabiliyetine göre
tecellî etmesi; hiçbir suâl bir suâle, bir iş bir işe, bir hitap bir hitaba mâni
olmaması ve karıştırmaması bildebahe anlaşılıyor. Ve bütün o cilveler, o
konuşmalar, o ilhamlar birer birer ve beraber bil’ittifak o Şems-i Ezelînin
huzuruna ve vücub-u vücuduna ve vahdetine ve ehadiyetine delâlet ve şehadet
ettiklerini aynelyakîne yakın bir ilmelyakînle bildi.

İşte, bu meraklı misafirin âlem-i gaybdan aldığı ders-i
marifetine kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın On Dördüncü ve On beşinci
Mertebelerinde,

3 denilmiştir.

Sonra, o dünya seyyahı kendi aklına dedi ki:

"Madem bu kâinatın mevcudatıyla Malikimi ve Hâlıkımı arıyorum;
elbette herşeyden evvel bu mevcudatın en meşhuru ve a’dâsının tasdikiyle dahi en
mükemmeli ve en büyük kumandanı ve en namdar hâkimi ve sözce en yükseği ve
akılca en parlağı ve on dört asrı faziletiyle ve Kur’ân’ıyla ışıklandıran
Muhammed-i Arabî Aleyhisselâtü Vesselâmı ziyaret etmek ve aradığımı ondan sormak
için Asr-ı Saadete beraber gitmeliyiz’" diyerek, aklıyla beraber o asra girdi,
gördü ki:

O asır, hakikaten, o zât (a.s.m.) ile bir saadet-i beşeriye asrı
olmuş. Çünkü, en bedevî ve en ümmî bir kavmi, getirdiği nur vasıtasıyla, kısa
bir zamanda dünyaya üstad ve hakim eylemiş.

Hem kendi aklına dedi: "Biz en evvel, bu fevkalâde zâtın
(a.s.m.) bir derece kıymetini ve sözlerinin hakkaniyetini ve ihbaratının
doğruluğunu bilmeliyiz. Sonra Hâlıkımızı ondan sormalıyız" diyerek taharriye
başladı. Bulduğu hadsiz kat’î delillerden, burada, yalnız dokuz külliyetine
birer kısa işaret edilecek.

Birincisi: Bu zâtta (a.s.m.) hattâ düşmanlarının
tasdikiyle dahi, bütün güzel huyların ve hasletlerin bulunması; ve
4 âyetlerinin sarahatiyle, bir parmağının işaretiyle
kamer iki parça olması; ve bir avucuyla a’dasının ordusuna attığı az bir toprak,
umum o ordunun gözlerine girmesiyle kaçmaları; ve susuz kalmış kendi ordusuna,
beş parmağından kevser gibi akan suyu kifayet derecesinde içirmesi gibi, nakl-i
kat’î ile ve bir kısmı tevatürle yüzer mu’cizâtın onun elinde zâhir olmasıdır.
Bu mu’cizâttan, üç yüzden ziyade bir kısmı, On Dokuzuncu Mektup olan Mucizat-ı
Ahmediye (a.s.m.) namındaki harika ve kerametli bir risalede kat’î delilleriyle
beraber beyan edildiğinden, onları ona havale ederek dedi ki:

"Bu kadar ahlâk-ı hasene ve kemâlâtla beraber bu kadar
mu’cizât-ı bâhiresi bulunan bir zât (a.s.m.) elbette en doğru sözlüdür.
Ahlâksızların işi olan hileye, yalana, yanlışa tenezzül etmesi kabil değil."

İkincisi: Elinde, bu kâinat Sahibinin bir
fermanı bulunduğu ve o fermanı her asırda üç yüz milyondan ziyade insanların
kabul ve tasdik ettikleri ve o ferman olan Kur’ân-ı Azîmüşşanın, yedi vecihle
harika olmasıdır. Ve bu Kur’ân’ın, kırk vecihle mucize olduğu ve Kâinat
Hâlıkının sözü bulunduğu, kuvvetli delilleriyle beraber Yirmi Beşinci Söz ve
Mucizat-ı Kur’âniye namlarındaki; Risale-i Nur’un bir güneşi olan meşhur bir
risalede tafsilen beyan edilmesinden, onu, ona havale ederek dedi: "Böyle ayn-ı
hak ve hakikat bir fermanın tercümanı ve tebliğ edicisi bir zâtta (a.s.m.),
fermana cinayet ve ferman sahibine hıyanet hükmünde olan yalan olamaz ve
bulunamaz."

Üçüncüsü: O zat (a.s.m.) öyle bir şeriat
ve bir İslâmiyet ve bir ubudiyet ve bir dua ve bir davet ve bir imanla meydana
çıkmış ki, onların ne misli var ne de olur. Ve onlardan daha mükemmel, ne
bulunmuş ve ne de bulunur. Çünkü, ümmî bir zatta (a.s.m.) zuhur eden o şeriat,
on dört asrı ve nev-i beşerin humsunu, âdilâne ve hakkaniyet üzere ve
müdakkikane hadsiz kanunlarıyla idare etmesi, emsal kabul etmez.

Hem, ümmî bir zâtın (a.s.m.) ef’âl ve akvâl ve ahvâlinden çıkan
islâmiyet, her asırda, üç yüz milyon insanın rehberi ve mercii ve akıllarının
muallimi ve mürşidi ve kalblerinin münevviri ve musaffîsi ve nefislerinin
mürebbîsi ve müzekkîsi ve ruhlarının medâr-ı inkişafı ve maden-i terakkiyatı
olması cihetiyle, misli olamaz ve olamamış.

Hem, dininde bulunan bütün ibâdâtın bütün envâında en ileri
olması; ve herkesten ziyade takvâda bulunması ve Allah’tan korkması; ve
fevkalâde daimî mücahedat ve dağdağalar içinde tam tamına ubudiyetin en ince
esrarına kadar müraat etmesi; ve hiç kimseyi taklit etmeyerek ve tam mânâsıyla
ve müptediyâne fakat en mükemmel olarak, hem iptidâ ve intihâyı birleştirerek
yapması, elbette misli görülmez ve görünmemiş.

Hem binler dua ve münâcâtlarından Cevşenü’l-Kebîr ile, öyle bir marifet-i
Rabbâniye ile, öyle bir derecede Rabbini tavsif ediyor ki, o zamandan beri gelen
ehl-i mârifet ve ehl-i velâyet, telâhuk-u efkârla beraber, ne o mertebe-i
marifete ve ne de o derece-i tavsife yetişememeleri gösteriyor ki, duada dahi
onun misli yoktur. Risale-i Münâcâtın başında Cevşenü’l-Kebîr’in doksan dokuz
fıkrasından bir fıkrasının kısacık bir meâlinin beyan edildiği yere bakan adam,
"Cevşen’in dahi misli yoktur" diyecek.

Hem, tebliğ-i risalette ve nâsı hakka davette o derece metanet
ve sebat ve cesaret göstermiş ki, büyük devletler ve büyük dinler, hattâ kavim
ve kabilesi ve amcası ona şiddetli adâvet ettikleri halde, zerre miktar bir
eser-i tereddüt, bir telâş, bir korkaklık göstermemesi ve tek başıyla bütün
dünyaya meydan okuması ve başa da çıkarması ve İslâmiyeti dünyanın başına
geçirmesi ispat eder ki, tebliğ ve davette dahi misli olmamış ve olamaz.

Hem, imanda, öyle fevkalâde bir kuvvet ve harika bir yakîn ve
mucizâne bir inkişaf ve cihanı ışıklandıran bir ulvî itikad taşımış ki, o
zamanın hükümranı olan bütün efkâr ve akideleri ve hükemanın hikmetleri ve
ruhanî reislerin ilimleri ona muarız ve muhalif ve münkir oldukları halde onun
ne yakînine, ne itikadına, ne itimadına, ne itminanına hiçbir şüphe, hiçbir
tereddüt, hiçbir zaaf, hiçbir vesvese vermemesi ve mâneviyatta ve meratib-i
imaniyede terakki eden başta Sahabeler ve bütün ehl-i velâyet, onun, her vakit,
mertebe-i imanından feyz almaları ve onu en yüksek derecede bulmaları, bilbedahe
gösterir ki, imanı dahi emsalsizdir.

İşte, böyle emsalsiz bir şeriat ve misilsiz bir İslâmiyet ve
harika bir ubudiyet ve fevkalâde bir dua ve cihan-pesendâne bir dâvet ve
mucizâne bir iman sahibinde, elbette hiçbir cihetle yalan olamaz ve aldatmaz
diye anladı ve aklı dahi tasdik etti.

Dördüncüsü: Enbiyaların (aleyhimüsselâm)
icmâı, nasıl ki vücud ve vahdâniyet-i İlâhiyeye gayet kuvvetli bir delildir;
öyle de, bu zâtın (a.s.m.) doğruluğuna ve risaletine gayet sağlam bir
şehadettir. Çünkü enbiya aleyhimüsselâmın doğruluklarına ve peygamber olmalarına
medar olan ne kadar kudsî sıfatlar ve mucizeler ve vazifeler varsa, o zatta
(a.s.m.) en ileride olduğu tarihçe musaddaktır. Demek onlar, nasıl ki, lisan-ı
kàl ile Tevrat, İncil, Zebur ve suhuflarında bu zâtın (a.s.m.) geleceğini haber
verip insanlara beşaret vermişler¦ki, kütüb-ü mukaddesenin o beşaretli
işârâtından yirmiden fazla ve pek zâhir bir kısmı, On Dokuzuncu Mektup’ta
güzelce beyan ve ispat edilmiş¦öyle de, lisan-ı halleriyle, yani nübüvvetleriyle
ve mucizeleriyle, kendi mesleklerinde ve vazifelerinde en ileri ve en mükemmel
olan bu zâtı tasdik edip dâvâsını imza ediyorlar. Ve lisan-ı kàl ve icmâ ile
vahdâniyete delâlet ettikleri gibi, lisan-ı hal ile ve ittifak ile de, bu zâtın
sadıkıyetine şehadet ediyorlar diye anladı.

Beşincisi: Bu zâtın düsturlarıyla ve terbiyesi ve
tebaiyetiyle ve arkasından gitmeleriyle hakka hakikate, kemâlâta, kerâmâta,
keşfiyata, müşahedata yetişen binlerce evliya, vahdâniyete delâlet ettikleri
gibi, üstadları olan bu zâtın sadıkıyetine ve risaletine icmâ ve ittifakla
şehadet ediyorlar. Ve âlem-i gaybdan verdiği haberlerin bir kısmını nur-u
velâyetle müşahede etmeleri; ve umumunu, nur-u iman ile, ya ilmelyakîn veya
aynelyakîn veya hakkalyakîn suretinde itikad ve tasdik etmeleri, üstadları olan
bu zâtın derece-i hakkaniyet ve sadıkıyetini güneş gibi gösterdiğini gördü.

Altıncısı: Bu zâtın, ümmîliğiyle beraber,
getirdiği hakaik-i kudsiye ve ihtirâ ettiği ulûm-u âliye ve keşfettiği mârifet-i
İlâhiyenin dersiyle ve talimiyle mertebe-i ilmiyede en yüksek makama yetişen
milyonlar asfiya-yı müdakkikîn ve sıddîkîn-i muhakkikîn ve dâhi hükema-i
mü’minîn bu zâtın üssül’esas dâvâsı olan vahdâniyeti kuvvetli bürhanlarıyla
bil’ittifak ispat ve tasdik ettikleri gibi, bu muallim-i ekberin ve bu üstad-ı
âzamın hakkaniyetine ve sözlerinin hakikat olduğuna ittifakla şehadetleri,
gündüz gibi bir hüccet-i risaleti ve sadıkıyetidir. Meselâ, Risale-i Nur, yüz
parçasıyla, bu zâtın sadakatının birtek bürhanıdır.

Yedincisi: âl ve Ashâb namında ve nev-i
beşerin enbiyadan sonra feraset ve dirayet ve kemâlâtla en meşhuru ve en
muhterem ve en namdarı ve dindar ve keskin nazarlı taife-i azîmesi, kemâl-i
merakla ve gayet dikkat ve nihayet ciddiyetle bu zâtın bütün gizli ve âşikâr
hallerini ve fikirlerini, vaziyetlerini taharrî ve teftiş ve tetkik etmeleri
neticesinde, bu zâtın dünyada en sadık ve en yüksek ve en haklı ve hakikatli
olduğuna ittifakla ve icmâ ile sarsılmaz tasdikleri ve kuvvetli imanları,
güneşin ziyasına delâlet eden gündüz gibi bir delildir diye anladı.

Sekizincisi: Bu kâinat, nasıl ki kendini
icad ve idare ve tertip eden ve tasvir ve takdir ve tedbir ile bir saray gibi,
bir kitap gibi, bir sergi gibi, bir temâşâgâh gibi tasarruf eden Sâniine ve
Kâtibine ve Nakkaşına delâlet eder. Öyle de, kâinatın hilkatindeki makasıd-ı
İlâhiyeyi bilecek ve bildirecek ve tahavvülâtındaki Rabbânî hikmetlerini talim
edecek ve vazifedarâne harekâtındaki neticeleri ders verecek ve mahiyetindeki
kıymetini ve içindeki mevcudatın kemâlâtını ilân edecek ve o kitab-ı kebîrin
mânâlarını ifade edecek bir yüksek dellâl, bir doğru keşşaf, bir muhakkik üstad,
bir sadık muallim istediği ve iktiza ettiği ve herhalde bulunmasına delâlet
ettiği cihetiyle, elbette bu vazifeleri herkesten ziyade yapan bu zâtın
hakkaniyetine ve bu kâinat Hâlıkının en yüksek ve sadık bir memuru olduğuna
şehadet ettiğini bildi.

Dokuzuncusu: Madem bu san’atlı ve hikmetli masnuatıyla
kendi hünerlerini ve san’atkârlığının kemâlâtını teşhir etmek; ve bu süslü
ziynetli nihayetsiz mahlûkatıyla kendini tanıttırmak ve sevdirmek; ve bu
lezzetli ve kıymetli hesapsız nimetleriyle kendine teşekkür ve hamd ettirmek; ve
bu şefkatli ve himayetli umumî terbiye ve iaşe ile, hattâ ağızların en ince
zevklerini ve iştahların her nev’ini tatmin edecek bir surette ihzar edilen
Rabbânî it’amlar ve ziyafetlerle kendi rubûbiyetine karşı minnettarâne ve
müteşekkirâne ve perestişkârâne ibadet ettirmek; ve mevsimlerin tebdili ve
gece-gündüzün tahvili ve ihtilâfı gibi azametli ve haşmetli tasarrufat ve icraat
ve dehşetli ve hikmetli faaliyet ve hallâkıyetle kendi ulûhiyetini izhar ederek,
o ulûhiyetine karşı iman ve teslim ve inkıyad ve itaat ettirmek; ve her vakit
iyiliği ve iyileri himaye, fenalığı ve fenaları izale ve semâvî tokatlarla
zalimleri ve yalancıları imha etmek cihetiyle, hakkaniyet ve adaletini göstermek
isteyen perde arkasında birisi var. Elbette ve herhalde, o gaybî Zâtın yanında
en sevgili mahlûku ve en doğru abdi ve onun mezkûr maksatlarına tam hizmet
ederek, hilkat-i kâinatın tılsımını ve muammâsını hall ve keşfeden ve daima o
Hâlıkının namına hareket eden ve Ondan istimdat eden ve muvaffakiyet isteyen ve
Onun tarafından imdada ve tevfike mazhar olan ve Muhammed-i Kureyşî denilen bu
zât (a.s.m.) olacak.

Hem aklına dedi: Madem bu mezkûr dokuz hakikatler bu zâtın
sıdkına şehadet ederler. Elbette bu âdem, benî âdemin medar-ı şerefi ve bu
âlemin medar-ı iftiharıdır. Ve ona "Fahr-i âlem" ve "Şeref-i Benî âdem"
denilmesi pek lâyıktır. Ve onun elinde bulunan ferman-ı Rahmân olan Kur’ân-ı
Mucizü’l-Beyanın haşmet-i saltanat-ı mâneviyesinin nısf-ı arzı istilâsı ve şahsî
kemâlâtı ve yüksek hasletleri gösteriyor ki, bu âlemde en mühim zât budur;
Hâlıkımız hakkında en mühim söz onundur.

İşte gel, bak? Bu harika zâtın yüzer zâhir ve bâhir kat’î
mucizelerinin kuvvetine ve dinindeki binler ali ve esaslı hakikatlerine
istinaden, bütün dâvâlarının esası ve bütün hayatının gayesi, Vâcibü’l-Vücudun
vücuduna ve vahdetine ve sıfâtına ve esmâsına delâlet ve şehadet ve o
Vâcibü’l-Vücudu ispat ve ilân ve i’lâm etmektir.

Demek bu kâinatın mânevî güneşi ve Hâlıkımızın en parlak bir
bürhanı, bu Habibullah denilen zattır ki, onun şehadetini teyid ve tasdik ve
imza eden aldanmaz ve aldatmaz üç büyük icmâ var.

Birincisi: "Eğer perde-i gayb açılsa
yakînim ziyadeleşmeyecek" diyen İmam-ı Ali (radıyallahu anh) ve yerde iken Arş-ı
âzamı ve İsrafil’in azamet-i heykelini temâşâ eden Gavs-ı âzam (k.s.) gibi
keskin nazar ve gayb-bîn gözleri bulunan binler aktâb ve evliya-yı azîmeyi câmi
ve âl-i Muhammed nâmıyla şöhretşiâr-ı âlem olan cemaat-i nuraniyenin icmâ ile
tasdikleridir.

İkincisi: Bedevî bir kavim ve ümmî bir
muhitte, hayat-ı içtimaiyeden ve efkâr-ı siyasiyeden hâli ve kitapsız ve fetret
asrının karanlıklarında bulunan ve pek az bir zamanda en medenî ve malûmatlı ve
hayat-ı içtimaiyede ve siyasiyede en ileri olan milletlere ve hükümetlere üstad
ve rehber ve diplomat ve hâkim-i âdil olarak, şarktan garba kadar cihanpesendane
idare eden ve Sahabe nâmıyla dünyada namdar olan cemaat-ı meşhurenin, ittifakla,
can ve mallarını, peder ve aşiretlerini feda ettiren ve kuvvetli imanla
tasdikleridir.

Üçüncüsü: Her asırda binlerle efradı bulunan ve her
fende dâhiyâne ileri giden ve muhtelif mesleklerde çalışan, ümmetinde yetişen
hadsiz muhakkik ve mütebahhir ulemasının cemaat-ı uzmâsının, tevafukla ve
ilmelyakîn derecesinde tasdikleridir. Demek bu zâtın vahdâniyete şehadeti, şahsî
ve cüz’î değil; belki, umumî ve küllî ve sarsılmaz ve bütün şeytanlar toplansa
karşısına hiç bir cihetle çıkamaz bir şehadettir diye hükmetti.

İşte, Asr-ı Saadette aklıyla beraber seyahat eden dünya misafiri
ve hayat yolcusunun o medrese-i nuraniyeden aldığı derse kısa bir işaret olarak,
Birinci Makamın On Altıncı Mertebesinde, böyle
5 denilmiştir.

Sonra, bu dünyada hayatın gayesi ve hayatın hayatı iman olduğunu
bilen bu yorulmaz ve tok olmaz yolcu, kendi kalbine dedi ki:

"Aradığımız zâtın sözü ve kelâmı denilen, bu dünyada en meşhur
ve en parlak ve en hâkim; ve ona teslim olmayan herkese, her asırda meydan
okuyan Kur’an-ı Mucizü’l-Beyan namındaki kitaba müracaat edip, o ne diyor
bilelim. Fakat en evvel, bu kitap bizim Hâlıkımızın kitabı olduğunu ispat etmek
lâzımdır" diye taharrîye başladı.

Bu seyyah, bu zamanda bulunduğu münasebetiyle, en evvel, mânevî i’câz-ı
Kur’âniyenin lem’aları olan Risale-i Nur’a baktı ve onun yüz otuz risaleleri,
âyât-ı Furkaniyenin nükteleri ve ışıkları ve esaslı tefsirleri olduğunu gördü.
Ve Risale-i Nur, bu kadar muannid ve mülhid bir asırda, her tarafa hakaik-i
Kur’âniyeyi mücahidâne neşrettiği halde, karşısına kimse çıkamadığından ispat
eder ki, onun üstadı ve menbaı ve mercii ve güneşi olan Kur’ân, semâvîdir, beşer
kelâmı değildir. Hattâ, Resâilü’n-Nur’un yüzer hüccetlerinden birtek hüccet-i
Kur’âniyesi olan Yirmi Beşinci Söz ile On Dokuzuncu Mektubun âhiri, Kur’ân’ın
kırk vecihle mu’cize

olduğunu öyle ispat etmiş ki, kim görmüşse, değil tenkit ve
itiraz etmek, belki ispatlarına hayran olmuş, takdir ederek çok senâ etmiş.

Kur’ân’ın vech-i i’câzını ve hak kelâmullah olduğunu ispat etmek
cihetini Risaletü’n-Nur’a havale ederek, yalnız bir kısa işaretle, büyüklüğünü
gösteren birkaç noktaya dikkat etti.

Birinci Nokta: Nasıl ki Kur’ân, bütün
mu’cizâtıyla ve hakkaniyetine delil olan bütün hakaikiyle, Muhammed
Aleyhissalâtü Vesselâmın bir mucizesidir. Öyle de, Muhammed Aleyhissalâtü
Vesselâm da, bütün mu’cizâtıyla ve delâil-i nübüvvetiyle ve kemâlât-ı
ilmiyesiyle, Kur’ân’ın bir mucizesidir ve Kur’ân kelâmullah olduğuna bir
hüccet-i kàtıasıdır.

İkinci Nokta: Kur’ân, bu dünyada, öyle
nuranî ve saadetli ve hakikatli bir surette bir tebdil-i hayat-ı içtimaiye ile
beraber, insanların hem nefislerinde, hem kalblerinde, hem ruhlarında, hem
akıllarında, hem hayat-ı şahsiyelerinde ve hem hayat-ı içtimaiyelerinde, hem
hayat-ı siyasiyelerinde öyle bir inkılâp yapmış ve idame etmiş ve idare etmiş
ki, on dört asır müddetinde, her dakikada, altı bin altı yüz altmış altı
âyetleri kemâl-i ihtiramla, hiç olmazsa yüz milyondan ziyade insanların
dilleriyle okunuyor ve insanları terbiye ve nefislerini tezkiye ve kalblerini
tasfiye ediyor, ruhlara inkişaf ve terakki ve akıllara istikamet ve nur ve
hayata hayat ve saadet veriyor. Elbette böyle bir kitabın misli yoktur,
harikadır, fevkalâdedir, mucizedir.

Üçüncü Nokta: Kur’ân, o asırdan tâ şimdiye
kadar öyle bir belâgat göstermiş ki, Kâbe’nin duvarında altınla yazılan en
meşhur ediplerin "Muallâkat-ı Seb’a" nâmıyla şöhretşiar kasidelerini o dereceye
indirdi ki, Lebid’in kızı, babasının kasidesini Kâbe’den indirirken demiş:
"âyâta karşı bunun kıymeti kalmadı."

Hem bedevî bir edip

6
âyeti okunurken işittiği vakit secdeye kapanmış. Ona
demişler: "Sen Müslüman mı oldun?" O demiş: "Hayır, ben bu âyetin belâgatine
secde ettim."

Hem ilm-i belâgatın dâhilerinden Abdülkahir-i Cürcanî ve Sekkâkî
ve Zemahşerî gibi binlerle dâhi imamlar ve mütefennin edipler, icmâ ve ittifakla
karar vermişler ki, "Kur’ân’ın belâgatı tâkat-i beşerin fevkindedir;
yetişilmez."

Hem o zamandan beri, mütemadiyen meydan-ı muarazaya davet edip, mağrur ve
enaniyetli ediplerin ve belîğlerin damarlarına dokundurup, gururlarını kıracak
bir tarzda der: "Ya birtek sûrenin mislini getiriniz, veyahut dünyada ve
âhirette helâket ve zilleti kabul ediniz" diye ilân ettiği halde, o asrın
muannid beliğleri birtek sûrenin mislini getirmekle kısa bir yol olan muarazayı
bırakıp, uzun olan, can ve

mallarını tehlikeye atan muharebe yolunu ihtiyar etmeleri ispat
eder ki, o kısa yolda gitmek mümkün değildir.

Hem Kur’ân’ın dostları, Kur’ân’a benzemek ve taklit etmek
şevkiyle; ve düşmanları dahi, Kur’ân’a mukabele ve tenkit etmek sevkiyle o
vakitten beri yazdıkları ve yazılan ve telâhuk-u efkâr ile terakki eden
milyonlarla Arabî kitaplar ortada geziyor. Hiçbirisinin ona yetişemediğini,
hattâ en âdi adam dahi dinlese, elbette diyecek: "Bu Kur’ân, bunlara benzemez ve
onların mertebesinde değil. Ya onların altında veya umumunun fevkinde olacak."
Umumunun altında olduğunu, dünyada hiçbir fert, hiçbir kâfir, hattâ hiçbir ahmak
diyemez. Demek, mertebe-i belâğati, umumun fevkındedir.

Hattâ bir adam,
7 âyetini okudu. Dedi ki: "Bu âyetin harika telâkki
edilen belâgatını göremiyorum."

Ona denildi: "Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada
dinle."

O da, kendini Kur’ân’dan evvel orada tahayyül ederken gördü ki,
mevcudat-ı âlem perişan, karanlık, câmid ve şuursuz ve vazifesiz olarak, hâli,
hadsiz, hudutsuz bir fezada, kararsız fâni bir dünyada bulunuyorlar. Birden,
Kur’ân’ın lisanından bu âyeti dinlerken gördü:

Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ve
ışıklandırdı ki, bu ezelî nutuk ve bu sermedî ferman, asırlar sıralarında
dizilen zîşuurlara ders verip gösteriyor ki, bu kâinat, bir cami-i kebîr
hükmünde, başta semavat ve arz olarak umum mahlûkatı hayattarâne zikir ve
tesbihte ve vazife başında cûş-u huruşla mes’udâne ve memnunâne bir vaziyette
bulunduruyor, diye müşahede etti. Ve bu âyetin derece-i belâgatini zevk ederek,
sair âyetleri buna kıyasla, Kur’ân’ın zemzeme-i belâgati arzın nısfını ve nev-i
beşerin humsunu istilâ ederek, haşmet-i saltanatı kemâl-i ihtiramla on dört asır
bilâfasıla idame ettiğinin binler hikmetlerinden bir hikmetini anladı.

Dördüncü Nokta: Kur’ân öyle hakikatli bir
halâvet göstermiş ki, en tatlı bir şeyden dahi usandıran çok tekrar, Kur’ân’ı
tilâvet edenler için değil usandırmak, belki kalbi çürümemiş ve zevki bozulmamış
adamlara tekrar-ı tilâveti halâvetini ziyadeleştirdiği, eski zamandan beri
herkesçe müsellem olup darb-ı mesel hükmüne geçmiş.

Hem öyle bir tazelik ve gençlik ve şebâbet ve garabet göstermiş ki, on dört
asır yaşadığı ve herkesin eline kolayca girdiği halde, şimdi nazil olmuş gibi
tazeliğini muhafaza ediyor. Her asır, kendine hitap ediyor gibi bir gençlikte
görmüş. Her taife-i ilmiye, ondan her vakit istifade etmek için kesretle ve
mebzuliyetle yanlarında bulundurdukları ve üslûb-u ifadesine ittiba ve iktida
ettikleri halde, o, üslûbundaki ve tarz-ı beyanındaki garabetini aynen muhafaza
ediyor.

Beşincisi: Kur’ân’ın bir cenahı mazide,
bir cenahı müstakbelde, kökü ve bir kanadı eski peygamberlerin ittifaklı
hakikatleri olduğu ve bu onları tasdik ve teyid ettiği ve onlar dahi tevafukun
lisan-ı haliyle bunu tasdik ettikleri gibi; öyle de, evliya ve asfiya gibi ondan
hayat alan semereleri ve hayattar tekemmülleriyle şecere-i mübarekelerinin
hayattar, feyizdar ve hakikatmedar olduğuna delâlet eden ve ikinci kanadının
himayesi altında yetişen ve yaşayan velâyetin bütün hak tarikatleri ve
İslâmiyetin bütün hakikatli ilimleri, Kur’ân’ın ayn-ı hak ve mecma-i hakaik ve
câmiiyette misilsiz bir harika olduğuna şehadet eder.

Dipnotlar

1. Sözün Allah tarafından insanların akıllarının anlayacağı
seviyeye indirilmesi.

2. De ki: Rabbimin sözlerini yazmak için bütün
denizler mürekkep olsa, Rabbimin sözleri tükenmeden o denizler tükenirdi." Kehf
Sûresi, 18:109.

3. Allah’tan başka ilâh yoktur. O
Vâcibü’l-Vücud ve Vâhid-i Ehad ki, tenezzülât-ı İlâhiyeyi ve mükâlemât-ı
Sübhâniyeyi ve taarrüfât-ı Rabbâniyeyi ve kullarının münâcâtına mukabelât-ı
Rahmâniyeyi ve mahlûkatına vücudunu ihsas eden iş’ârât-ı Samedâniyeyi mutazammın
bütün hak vahiylerin icmâı, Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder.
Kezâ, teveddüd-ü İlâhiyeyi ve mahlûkatının duâlarına icâbât-ı Rahmâniyeyi ve
kullarının istiğaselerine imdadat-ı Rabbâniyeyi ve masnuatına vücudunu bildiren
ihsasat-ı Sübhâniyeyi mutazammın sadık ilhamların ittifakı, Onun vahdet içindeki
vücub-u vücuduna delâlet eder.

4. Ay yarıldı." Kamer Sûresi, 54:1. Attığın
zaman da sen atmadın, ancak Allah attı." Enfâl Sûresi, 8:17.

5. Allah’tan başka ilâh yoktur. O
Vâcibü’l-Vücud ve Vâhid-i Ehad ki, Kur’ân’ının azamet-i saltanatı ve dininin
haşmet-i vüs’ati ve kemâlâtının kesreti ve hattâ düşmanlarının tasdikiyle dahi
ahlâkının ulviyetiyle, fahr-i âlem ve şeref-i nev-i benî âdem olan zât (a.s.m.),
Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder. Kezâ, o zât (a.s.m.), zâhir
ve bâhir ve musaddık ve musaddak yüzlerce mucizâtının kuvvetiyle ve dininin
sâtı’ ve kàtı’ binlerce hakaik-i diniyesinin kuvvetiyle ve Ehl-i Beytinin
icmâıyla ve basar sahibi Ashabının ittifakıyla ve ümmetinden burhan ve nuranî
basiret sahibi muhakkiklerin tevafukuyla, Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna
şehadet ve onu ispat eder.

6. Artık emrolunduğun şeyi açıkla." Hicr
Sûresi, 15:94.

7. Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ı tesbih
eder." Hadîd Sûresi, 57:1.