"Direnme hakkı" konusu ülkemizde fazla incelenmeyen ve
tartışılmayan konulardan biridir. Buna karşılık bu tip konular Batılı düşünürler
tarafından ciddi şekilde araştırılan, üzerinde önemli ölçüde tartışılan ve son
derece önemli sonuçlar üretilen oldukça verimli bir konudur. Batılı düşünürlerin
çoğu, Doğu toplumlarında "devrimlerin yokluğu" tezine bu toplumlarda "direnme
hakkı"nın olmaması veya bu hakkın fiili olarak kullanılmamasından kaynaklandığı
düşüncesiyle ulaşır. İtiraf etmeliyim ki, yakın zamana kadar ben de konunun
yabancısı idim. Bryan S. Turner’in Oryantalizm, Kapitalizm ve İslam adlı
kitabını okurken sık sık "direnme hakkı"ndan söz ediliyor ve Doğu (bu arada
İslam) toplumlarında "devrimlerin yokluğu"ndan bu toplumların kapitalizm
aşamasına geçemedikleri sonucuna ulaşılıyordu. İslâm toplumları ekseninde
"direnme hakkı" konusunda B. Lewis’e göndermede bulunuyor ve sözü edilen kitapta
Lewis’in tezi çürütülmeye çalışılıyordu. Lewis ise gerçekten tipik bir
oryantaliste yakışır şekilde İslâm tarihinde "direnme hakkı"nı tüm yönleriyle
ciddi bir analize tabi tutuyordu. Lewis’in tezini Bediüzzaman’ın düşünceleriyle
test ederken Bediüzzaman’ın "direnme hakkı" ile ilgili tavrı gündeme geliyor ve
bu tavrın doğmadan "selef’in tavrıyla paralellik arz ettiği ortaya çıkıyordu. Bu
arada Batı ve değerlerine adeta taparcasına sahip çıkan ve savunan Lewis’in
ileri sürdüğü gibi Batı düşüncesinde "direnme hakkı"nın olup olmadığı sorusuna
cevap aramak gerekiyordu.

Bu çalışmada; ilk olarak Batı siyasal düşüncesinde
"direnme hakkı" ile ilgili yaklaşımlar, izleyen bahiste İslâm siyasal
düşüncesinde bu konuyla ilgili tezler, en son bahiste de Bediüzzaman’ın
direnmeyle ilgili tavrı ele alınacaktır.

"Direnme Hakkı" ve Çeşitleri

Zalim,
baskıcı ve dikta eğilimli bir iktidar insan hak ve hürriyetlerini ayaklar altına
alıp, bunlarla ilgili müesseseleri sistemli bir şekilde teker teker işlemez hale
getirebilir. Yasaların koyduğu yetki sınırlarını aşabilir ve kamu hürriyetlerini
alabildiğine kısarak bir baskı rejimi kurabilir. Aynı şekilde belli bir ideoloji
ve doktrini toplumun fertlerine zorla dayatabilir. Hatta toplum fertlerini açık
veya örtülü bir şekilde din değiştirmeye zorlayabilir. Bu takdirde fertlerin
yönetime karşı tavrı ne olacaktır. Fertler böyle bir baskı rejimine boyun eğmek
zorunda mıdırlar? Her türlü hukukî engellerin yıkılması ve devre dısı
bırakılması karşısında hürriyetleri korumak için başka hiç bir çare, hiç bir yol
yok mudur?

İşte bu noktada "baskıya karşı direnme" sorunu ile karşılaşıyoruz.
Doktrin çoğunlukla fertlere baskı ve zulüm karsısında hürriyetleri korumak için
son çare olarak "direnme" hakkını verir. Bu sadece basit ve etkisiz muhalefeti
değil, aynı zamanda ve gerektiğinde zor ve kuvvet kullanmayı da içine alır.

Pratikte baskıya ve zulme karşı direnme çeşitli şekiller
alabilir. Çeşitli yazarlar direnmenin çeşitli şekilleri üzerinde durmuş ve belli
bir tasnif yapmaya çalışmışlardır. Bu tasniften en klasik şekli "pasif direnme"
ve "aktif direnme" şeklindeki tasniftir.

Zalim ve baskı rejimine karşı şiddete
başvurmadan karşı koymanın en kolay yolu olan "pasif direnme" en fazla
başvurulan bir direnme yöntemidir. Yöneticinin emirlerini açık olarak tutmamak,
açlık grevi yapmak, resmi makam ve mansıpları kabul etmemek, inzivaya çekilmek,
resmi kıyafet ve ritüelleri boykot etmek gibi eylemler pasif direnme
örneklerinden bazılarıdır.

Aktif direnme ise; baskıcı ve dikta rejim ve
idaresini kuvvet ve gerekirse, şiddet yoluna başvurarak devirme hedefini güden
bir direnme şeklidir. Genel olarak isyan ya da ihtilal hareketi olarak
adlandırılan bu "saldırıcı direnme," pratik bakımdan bir "savaş" ve "kuvvet
çatışması" niteliğini taşır. (Bu konuda geniş bilgi için bkz.: Münci Kapani, ss.
313-314.)

Direnme problemine bağlı olarak cevaplandırılması hiç de kolay olmayan
bazı sorular vardır: ne zaman baskı veya zulüm vardır? Bunu objektif olarak
belirlemek mümkün müdür? Direnme gerçekten bir hak mıdır? Fenler bunu ne zaman
meşru olarak kullanabilirler? Direnme hakkının normatif değeri nedir? Bu hak
nereye kadar gider ve pratikte ne gibi şekiller alır? Bu soruların cevaplarını
araştırmak, direnme probleminin Batı siyasal doktrininde ve İslâm siyasal
doktrininde konumunun ne olduğunu kısaca incelemek gerekir.

Batı Siyasal
Doktrininde Direnme Hakkı

Siyasal düşünce alanında, zulme karşı direnme
konusunun tanışılması hayli eskidir. Bununla beraber, eski çağda bu konuda belli
bir doktrine rastlanmaz. Eski Yunan ve Roma’lı filozoflar çeşitli siyasal
konular üzerinde durdukları halde direnme sorunu üzerinde durmamışlardır.

Zulme
karşı direnme problemi bir siyasal görüş olarak ilk defa İslâmi siyasal
düşüncede işlenmiş ve geniş ölçüde ele alınmıştır. Daha sonra Ortaçağ Hıristiyan
felsefecileri islâmi boyutta olmasa da direnme hakkını belli ölçüde gündeme
getirmeye başlamışlardır. Aslında Hıristiyanlık, başlangıçtaki saf şekliyle
bizzat Hz. İsa’nın ağzından, "Sezar’ın hakkının Sezar’a verilmesi"ni istemişti.
Gene Hz. İsa, "kendi ülkesinin bu yeryüzü"nde olmadığını, dünyevî otoriteye
karşı gelinmemesini telkin ediyor ve her türlü direnme fikrini bir kenara
itiyordu. Fakat sonraları, Orta Çağ’da kilise ile krallar arasında üstünlük
mücadelelerinin başlamasıyla birlikte, Hıristiyan teolojisi zalim hükümdarlara
karşı direnme hakkını bir silah olarak kullanmıştır. İlk olarak İngiltere’de 12.
yy’da John of Salisbuty tarafından zalimlerin katlinin teorik alanda tanışıldığı
ve bunun meşruluğunun savunulduğu görülür. Daha sonraki yüzyıllarda papalık ile
krallar arasında çatışma alevlendikçe aynı tema Jean Petit, Boucher ve Mariana
gibi Katolik yazarlar tarafından işlenmiştir. Bunlar da yazılarında, zulme karşı
direnme olgusunu, toplu ve bilinçli bir halk hareketi değil de sadece
"zalimlerin öldürülmesi" açısından ele almışlardır (Batıda Direnme Hakkı için
bkz: Münci Kapani, 1981, s. 313 vd.; Bryn S. Turner, s. 63 vd; B. Russel.)

Orta
Çağda zulme karşı direnme konusunu en ciddi ve sistemli şekilde inceleyen Thomas
Aquinas olmuştur. Daha öncede gördüğümüz gibi özellikle siyasal iktidarlann
kullanılması ile ilgili olarak Hıristiyan doğmalar üzerinde demokratik yönde
bazı rötüşlar yapan Saint Thomas zalimlerin öldürülmesi görüşünü benimsemez,
fakat buna karşılık zulme karşı direnme hakkını açıkça tanır. Tomas Aquinas’a
göre halk, iktidarı zorbalıkla ele geçiren veya meşru yoldan gelmekle beraber
sonradan zulüm yoluna sapan hükümdara karşı ayaklanmak ve onu devirmek hakkına
sahiptir.

Beklenenin aksine Reform hareketinden sonra, direnme problemi hak
ettiği ölçüde ele alınıp incelenmediği gibi, aksine reformcu filozoflar
topluma kayıtsız "itaat" ve "teslimiyet"i tavsiye etmişlerdir. Gerçekten
reformun öncüleri olan Luther ve Calvin’in herhangi bir direnme fikrini
desteklemiş oldukları ileri sürülemez. Tam aksine her ikisi de hükümdarların
iktidarlarının meşruluğunu, yerleşmiş otorite ve düzene her halükarda itaatin
gerektiğini savunmuşlardır. Burada önemine binaen Calvin’in konumuz ile ilgili
düşüncelerini kısaca inceleyelím:

Calvin’de Direnme Yaklaşımı

Bilindiği gibi
Calvin, Batının yeniden şekillenmesinde son derece önemli yeri olan bir
düşünürdür. Geliştirdiği düşünce sistemiyle Batı dünyasını derinden
etkilemiştir. Zalim ve baskıcı yönetime karşı tutumu ise beklendiği gibi aktif
değil, aksine son derece "uysal"dır. Düşünür bu konudaki düşüncelerini
geliştirirken doğal olarak dini metin ve olaylara dayanır. Bu konudaki
yaklaşımını ünlü eseri Hıristiyan Dininin Öğretisı’nden özetleyelim (J. Calvin,
s. 89 vd)

Petrus’un "Tanrı’ya ve krala saygı gösterin" sözü ve Hz. Süleyman’ın
(a.s.), "Oğlum, Tanrı’dan ve kraldan kork" sözüne dayanarak Calvin, bu kutsal
ifadelerle kralların Tanrı ile birlikte zikredildiği, dolayısıyla onların da
kutsal olduğu sonucuna ulaşır. Hatta kraldan sadece korktukları için değil,
gösterdikleri itaatin gerçekte Tanrı’ya itaat olduğunu bilerek boyun eğmeleri
gerektiği sonucunu çıkarır. Düşünüre göre "Çünkü prensler ve yöneticilerin
iktidarı Tanrı’dan gelir."

Calvin’e göre toplum fertlerinin kralın tüm
emirlerine uyarak, vergi ödeyerek, yurt savunmasına iştirak ederek itaat
vecibesini yerine getirmesi gerekir. Pavlos’un, "Herkes en yüce erklere bağlı
olsun" emrini hatırlatarak krala karşı gelmenin sadece bir dünyevî suç değil,
aynı zamanda bir günah da olduğunu vurgular: "Şu halde her kim hükümete karşı
gelirse Tanrı’nın düzenine karşı gelmiş olur. Calvin’in öngördüğü ve arzuladığı
toplum son derece pasif ve uysal bir toplumdur: "İtaat kavramı altında şu
unsurları görüyorum: bireylerin kamu meselelerinde kendi kendilerine yetki
tanımamaları, devlet işlerine karışmama, yöneticilerin yetkisine giren işlere
burun sokmama ve genel olarak kamuyu ilgilendiren herhangi bir girişime
kalkışmama." Yönetilenlerin kamu düzenindeki bozulmalara karşı tepkileri ve
muhalefetleri gereksiz ve anlamsızdır: "Kamu düzeninde düzeltilmesi gerekli olan
bir bozukluk varsa kargaşalık çıkarmasınlar; ellerinin bağlı olduğunu
hissetmeleri gereken bir işe kendilerini sokmasınlar. Bu alanda tek eli kolu
bağlı olmayan kişi yöneticidir."

Ünlü düşünür, kralların emirlerine uymayanların
normal insan sayılamayacağını ileri sürecek kadar işi ileri götürür. Yani ona
göre kralların emirlerine karşı gelmek veya muhalefet etmek "delilik"tir.
Calvin’in kendisinden dinleyelim:

"Ülkesinin babası, halkının çobanı, barışın
koruyucusu, adaletin başkanı, suçsuzların savunucusu olan yöneticinin yetkisini
kabul etmeyen kişi, haklı olarak deli sayılmalıdır."

Şâyet kral talancı,
vurguncu, zalim, mütecâviz, ahlâksız ve imansız olur; toplumu şeref ve
haysiyetten yoksun bir şekilde yönetmek isterse ne olacaktır? Halâ toplum krala
itaat etmeye, kralın yaptıklarını sineye çekmeye devam edecek midir? Düşünür bu
soruya da "Evet" demekte, nasıl olursa olsun yönetimin "Tanrısal bir haşmet"e
sahip bulunduğu, dolayısıyla mutlaka itaat edilmesi gerektiğini vurgulamaktadır:

"… bazı prenslerin endişesizce lüks içinde yaşadıklarını; yalnız kendi
çıkarların düşünerek bütün hakların, ayrıcalıklarını, kararlarını ve yasalarını
rüşvet karşılığında kötüye kullandıklarını; yoksul insanların paralarını yağma
ettiklerini ve sonra bunu bahşişlerle boş yere israf ettiklerini; başkalarının
evlerini yağmalayarak, evli kadınlara tecavüz ederek, günahsız insanları
öldürürerek adi soyguncular gibi davrandıklarını görürüz. Pek çok insana böyle
kimseler, uysal olduğu sürece buyruklanna uyulması zorunlu prensler olarak kabul
ettiremez." Ancak düşünüre göre böyle düşünen insanlar korkunç bir yanılgı
içerisindedirler:

"Fakat eğer Tanrı’nın emirlerine saygımız varsa, bu bizi daha
ilerlere götürecek ve bizi sadece bize karşı olan ödevlerini dürüstlükle ve
içtenlikle yerine getiren prenslere düşen görevi yerine getiremiyor olsalar da
bütün prenslere uyruk yapacaktır. Öte yandan, adaletsizce ve diktatörce
hükmedenler de yine Tanrı tarafından insanları günahkârlıklarından dolayı
cezalandırmak için görevlendirmişlerdir. Yine de onlarda yasal erki Tanrı’dan
aldıklarını gösteren o kutsal haşmet vardır… Bütün şereften yoksun en kötü
karakterli bir kimse bile, eğer kamu yetkisine sahipse Tanrı’nın kendi
buyrultusuyla adaletinin ve yargısının bakanlarına havale ettiği o görkemli
kutsal iktidarla donatmıştır ve dolayısıyla, halkına itaat bakımından kralların
en iyisi kadar şerefe ve saygı görmeye lâyıktır."

"Karakterleri ne olursa olsun
bu saygıyı, hatta bu dindarca bağlılığı bütün yöneticilerimize sonuna kadar
göstermek zorundayız… İtaatın sadece adil yöneticilere gösterileceği sonucunu
çıkartıyorsanız yanlış düşünüyorsunuz."

Calvin açıkça ne ölçüde zalim ve despot
olursa olsun, krala karşı toplumun "isyan hakkı"nın bulunmadığını net bir
şekilde ifade eder: "Tanrı sınırsız tahakkümden her zaman intikam aldığı halde,
bu intikam alma işinin bize verildiğini düşünmeyelim. Bize, itaat etmek ve
katlanmaktan başka bir emir verilmemiştir," der.

Spinoza’da Direnme Yaklaşımı

17. yy’da yaşamış bir düşünür olan Spinoza, B. Russel’in deyimiyle, "sevimli" ve
"dürüst" bir filozoftur. Aslen Musevî olan düşünürün yaklaşımları da son derece
önemlidir. Çünkü Spinoza da Batıyı derinden etkileyen düşünürlerden biridir.

Calvin gibi Spinoza da kral veya hükümdar ne kadar zalim, hatta dinsiz de olsa
toplumun krala itaat etme zorunda olduğu; dolayısıyla "isyan hakkı"nın
bulunmadığı görüşündedir. Ünlü filozofun yaklaşımını kısaca inceleyelim. (B. D.
Spinoza, s. 273.)

Düşünür yönetimle ilgili çeşitli konulan tartıştıktan sonra
yönetimin Allah (c.c.) ve dine karşı cephe alarak Allah’ın emirleri dışında veya
aksine emirlerle insanlara dayatmalarda bulunursa ne yapılması gerektiği
problemini inceler. Ulaştığı sonuç Calvin’inkinden bazı farklılıklar taşısa da
nihai olarak aynı eğilimi taşır: zalim, hatta kâfir de olsa hükümdara itaat
etmenin zorunlu bir görev olduğu. Filozofun kendi ifadelerinden izleyelim:

"…egemen, dine ve Tanrı’ya karşı kesinlikle bağlanmış olduğumuz itaat borcuna
aykırı bir buyruk verirse ne yapacağımız sonılabilir. Tanrısal yasaya mı, insan
yasasına mı itaat etmeliyiz? …Şimdi elimizde iradesinin ne yönde olduğunu
belirten kesin ve tartışma götürmez bir vahiy olduğu zaman, her şeyden önce
Tanrı’ya itaat etmemiz gerektiğini söylemekle yetineceğim" diyerek görüşünü
ortaya koyar.

Bir konuyla ilgili yaklaşımda Spinoza haklı olarak bazı
endişelerini gündeme getirir. İnsanlar genellikle kesin vahye dayanmayan çok
sayıda saçma kuruntu ve batıl inanca sahiptirler. Bunların da çoğu hükümdarın
emirleriyle çatışabilir nitelikte olabilir. Bu durum şayet tercih söz konusu ise
hükümdarın emrinin tercih edilmesi inancındadır. Ancak batıl inanç değil de,
doğrudan kesin vahye dayanan emirler konusunda hükümdarın değil, Allah’ın
"buyruk"unun tercih edilmesi gerekir. Bununla birlikte düşünür sanki biraz,
"takiyye" yapar izlenimi uyandırarak her ne suretle olursa olsun hükümdarla
"sözleşme" imzaladıktan sonra mutlak itaatı tavsiye eder.

"…(hükümdar)
Tanrıtanımaz olursa, ya onunla hiçbir sözleşmeye girişmememiz ve ona herhangi
bir hakkımızı devretmektense canımızı vermemiz, ya da anlaşma daha önce zaten
yapılmış ve haklarımız devredilmiş ise bu anlaşmaya sadık kalmamız ve sözümüzü
tutmamız gerekir. Tanrı’nın kuşkuya yer bırakmayan vahyi ile, tiranlığa karşı
özel yardımını vadettiği veya bizi özel olarak itaatten affettiği durumlar bir
yana, hatta haklı olarak böyle yapmak zorunda olabiliriz." Spinoza bu
ifadeleriyle toplumların her halükarda krala itaate mecbur bulunduğu sonucuna
ulaşır. Görüşünü de ilk dindar Yahudilerin davranış ve kararlarına dayandırır:
"Bu bağlamda görüyoruz ki, Babil’deki bütün Yahudi’lerin içinde Tanrı’nın
kendilerine yardım edeceğinden emin olan, bunun için de Nabukadnezar’a itaat
etmeyi reddeden ancak üç genç vardı. Geri kalanların hepsi, belki de Tanrı’nın
kendilerini kralın emirlerine emanet ettiğini, kralın da egemenliğine Tanrı’nın
yazgısı sonunda sahip olduğunu ve koruduğunu düşünerek bir tek, kralı çok
sevdiği Danyal bir yana, hiç kuskusuz haklı olarak itaat etmek zorunda
kalmışlardı."

Düşünür, sadece ilk dindar Yahudiler değil, çağdaş Hıristiyan
devletlerin bile bu tip kararlar aldığı; bu devletlerin bırakın
Tanrıtanımazlarla sözleşmeler imzalamayı "Türkler"le bile siyasi ve ticari
sözleşmeler imzaladığını ileri sürerek Tanrıtanımaz krallarla "akdedilen"
sözleşmenin geçerli ve meşru olacağını savunur:

"…Hıristiyan ülkelerin
yöneticileri, egemenliklerini güçlendirmek amacıyla, Türkler ve
Tanrıtanımazlarla anlaşmalar yapmakta ve bu halklar arasına yerleşen uyruklarına
gerek dünyasal gerekse, dinsel konularda anlaşmada gösterilen veya o yabancı
devlete izin verilenden daha ileri bir özgürlük istemelerini buyurmaktan
kaçınmamaktadırlar."

Sonuç olarak Batının dev düşünürlerinden Spinoza da krala
mutlak olarak itaatı, "vacip" görmekte, direnme ve isyan hakkının olmadığı
görüşünü savunmaktadır.

J. Locke’de Direnme Yaklaşımı

Reform hareketlerinin ilk
dönemlerinde Batılı düşünürlerin genellikle her ne şekilde olursa olsun krala
itaatin zorunlu olduğunu ileri sürerken daha sonraları özellikle Protestanların
Katolik kralların baskı ve zulmüne uğramaya başlamasıyla durum değişmiştir.
Özellikle, Fransa’da bir gece içinde binlerce Prostestanın boğazlandığı korkunç
Saint Barthelemy Kıyımı (23 Ağustos 1572) bu konuya yaklaşımda bir dönüm noktası
teşkil eder. Bundan sonra Protestan yazarlar toplu bir kampanyaya girişerek
birbiri arkasına yayınladıkları kitap ve broşürlerle zulme karşı her türlü
yoldan direnmenin meşruluğu tezini işlemişlerdir.

Krallar ve kilise arasındaki
üstünlük kavgaları ve onun arkasından din savaşları da yatıştıktan sonra direnme
problemi güncelliğini kaybetmiş ve uzun bir süre gölgede kalmıştır. Bu sorunun
tekrar su yüzüne çıkışı 17. yy’ın sonlarına rastlar. Bu dönemden sonra da artık
din açısından değil, tamamen seküler düzeyde olaya yaklaşılır.

Yeni çağdaş
direnme hakkının baş savunucusu Locke’tur. Locke halkın direnme hakkını toplum
sözleşmesinin tabii ve mantıklı bir sonucu olarak görür. Siyasal iktidarı
kullanan (kral veya kanun koyucu) toplum sözleşmesinin temel hükmüne saygı
göstermezse kendisine tanınan yetki sınırlarını aşmış ve sözleşmeyi bozmuş olur.
O zaman halkın da ona itaat etmek zorunluluğu ortadan kalkar. Bu durumda iktidar
tarafından itaate zorlanmak istenirse, buna karşı direnmek halkın en tabü
hakkıdır.

Düşünürü kendi ifadelerinden izleyelim: (John Locke, s. 243.) "Her kim
yasanın kendisine verdiği yetkiyi aşar ve buyruğu altındaki erki yasanın izin
vermediği bir yerde kullanırsa, yönetmen olmaktan çıkar ve yetkisiz olarak
hareket ettiği için, kendisine herhangi bir başkası gibi karşı konabilir.
Yetkinin sınırlarını aşmak, küçük bir memur için nasıl bir hak değilse, aynı
şekilde büyük bir memur için de hak değildir; (böyle bir yolsuzluk) bir zaptiye
neferinde nasıl hoşgörülmezse bir kralda da öylece hoşgörülmez, hatta onun için
daha da kötüdür, çünkü ona daha büyük bir güven gösterildiği için öteki
hemcinslerinden zaten daha büyük bir yetki payını elinde tutmaktadır ve
eğitiminden, işinden, danışmanlarından ileri gelen üstünlüklere bakarak, haklı
ve haksızın ölçülerini daha iyi bildiği varsayılmaktadır."

18. yy’ın büyük
şöhretleri Rousseau ve Montesquieu direnme konusu üzerinde hiç durmamışlardır:

Doktrinde genel olarak mahiyeti ve hukuki değeri tartışmalı olmakla beraber
kabul edilen direnme prensibinin 18. yy’ın sonlarından itibaren bazı hukuki
metinlerde de yer aldığını görüyoruz. Amerikan ve Fransız ihtilalleri bu
prensibi pratik alanda uyguladıktan sonra yayınladıkları beyannamelerde onu
siyasal felsefelerinin temel dayanaklarından biri olarak ilan etmişlerdir.

Zulme
karşı direnme hakkının ilk defa, resmen kabul ve açıklanışı 4 Temmuz 1776
tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirisinde görülür. Bildiriye göre, "Hükümetler
fertlerin hayat, hürriyet ve mutluluğa erişmek gibi tabii ve devredilmez
haklarını sağlamak için kurulmuştur. Eğer bir hükümet bu kuruluş amacını yıkıcı
bir yön tutacak olursa halk onu değiştirmek veya devirmek hakkına sahiptir." Bu
prensip daha sonra bağımsızlıklarına yeni kavuşan konfederasyon üyesi Amerikan
devletleri tarafından kendi bildirilerine ve anayasalarına aktarılmıştır.

Fransız ihtilalinin bu konuda çok daha ileri gittiğine şüphe yoktur. Gerçekten
direnme hakkı en geniş ve en parlak ifadesini Fransız İhtilalinin metinlerinde
bulur. 1789 Bildirisi bu hakkı hürriyet, mülkiyet ve güvenlikle birlikte insanın
tabii ve zaman asımına uğramaz haklarından sayıyordu. Fakat 1793 Haklar
Bildirisinin dili daha acık ve çok daha kesindir. Önce "direnme hakkının" diğer
insan haklarının bir sonucu olduğu belirtiliyor ve arkasından şöyle deniyordu:
"Hükümet halkın haklarını çiğnendiği zaman isyan etmek halk için ve halkın her
kesimi için hakların en kutsalı ve ödevlerin en gereklisidir." (Münci Kapani, s.
307 vd.) Gerçi bu metinlerde zulmün tam bir tanımı verilmiş değildir. Fakat bu
en geniş anlamda anlaşılmaktadır: "Toplumun tek bir üyesine zulüm yapıldığı
zaman bütün topluma zulüm yapılmış demektir. Topluma zulüm yapıldığı zaman da
onun her üyesine zulüm yapılmış sayılır."

Direnme hakkının resmî metinlerde bu
derece açık, katı ve kesin bir formülle ifade edilişine artık bir daha Batılı
literatürlerde rastlanmayacaktır. Fransız ihtilalinden bu yana bazı anayasalarda
direnme prensibinin özüne yer verilmiş olduğu söylenebilir; fakat kullanılan
formüller çok daha yumuşak ve üstü örtülüdür.

İkinci Dünya Savaşından sonra,
nasyonal sosyalist ve faşist zulümlerin uyandırdığı tepkinin, direnme prensibine
yeniden önem kazandırdığını görüyoruz. Bununla beraber bu prensibin 18. yy’daki
"mistik" denebilecek saygınlığına tekrar kavuşmuş olduğu söylenemez.

İslâmî
Doktrinde Direnme Hakkı

İslâm siyasal doktrininde esas olan ilke ümmetin
"kendilerinden olan" yönetime itaat etme ilkesidir. Direnme problemi tali bir
sorundur. İslâmi anlayışa göre hem yönetenler, hem de yönetilenler kutsal
hukukun yüklediği belli mecburiyetlerle hem Allah’a (c.c.) hem de birbirlerine
karsı sorumludurlar. Yönetilenlerin yönetenlere karşı birincil ve en önemli
görevi itaat etmektir. İslâmi literatürün dini, hukukî ve siyasî yazılarında bu
konu üzerindeki fikir birliği karşı çıkılamayacak kadar açıktır. Meşru otoriteye
itaat etme gereği, sadece siyasî çıkar amacına yönelik değildir. Bu, aynı
zamanda kutsal hukukun tanımladığı ve yüklediği vahye dayalı dini bir
yükümlülüktür de. Meşru otoriteye itaatsizlik bir suç olduğu kadar bir günahtır
da.

Fakat ne yönetimin otoritesi ne de yönetilenlerin itaati sınırsız değildir.
Her ikisi de bunları belirleyen, tanımlayan ve düzenleyen hukuka bağımlıdır.
Müslüman yönetici Şeriata uygun hareket etmek zorunda olduğundan kesinlikle bir
despot olamaz. Genel olarak ümmetin uymakla yükümlü olduğu kanunlar düzenlendiği
ve belirlendiği gibi yöneticilerin yönetim konusundaki tasarruf hakkı da kanunda
saklanmış ve düzenlenmiştir. Başka bir otorite tarafından düzenlenen bu
kanunlara o da en azından sıradan bir birey kadar uymak zorundadır. Burjuva
yasama sisteminden farklı olarak, İslâmi sistemde yönetici başka bir otorite
tarafından yapılmış kanunu değiştiremez; hatta ilke olarak onu izah etmek ve
yorumlamak da onun görevi değildir. Onun görevi kanunu muhafaza etmek, adalet ve
şefkat gibi ilkeler istikametinde icra etmektir. Eğer bunları başaramazsa ve
dahası bu kanunlara karsı gelirse o zaman bir yönetici olarak ümmetin itaat
etmesini sağlayan Müslüman ve cemaatle anlaşmayı ve görevini ihlal ediyor
demektir. Bu ise beraberinde belli sonuçlar doğurur. Diğerleri bir yana bu durum
en başta tebaanın itaat görevini etkileyecektir.

İtaate lâyık olabilmek için
devlet başkanının klasik hukuk uzmanlarına (müçtehidler) göre iki şartı yerine
getirmesi gerekir. Bunlardan biri meşru bir şekilde başa geçmeli ve ikincisi
adaletle hükmetmelidir. Eğer hükümdarın idaresi gayri meşru ve icraatları
adaletsiz ise karşılığında ümmetin kendisine itaat iddiasını kaybedecektir.
(Bernard Lewis, s. 141 vd; Ziyaüddin Rayyis, 141 vd; Münir Şefik, s.123; İbrahim
Canan, s. 254 vd; Nevin A. Mustafa, s. 183; Abdülkerim Zeydan, s. 107; Harun
Şirvani, s.136.)

Müslüman bir hükümdara Müslüman tebaanın tam ve doğrudan itaate
borcu vardır. Eğer bu hükümdar meşruiyetten yoksunsa veya meşruluğunu kaybederse
ve adalet dışı icraatlarda bulunursa tebaanın itaat görevi düşer, hatta bunun
yerini itaat etmeme görevi alabilir. İşte "direnme hakkı" denilen hak burada
onaya çıkar.

İlk dönemde hukukçular adalet ve meşruluk üzerinde önemle
durmuşlardır. Meşruluk, hükümdarın elinde tuttuğu makam için yeterli olması ve
bu makamı hak ederek hukuk çerçevesinde ele geçirmesi demektir. Adalet ise
hükümdarın İslâm’ın kutsal hukukuna uygun bir idare ortaya koymasıdır. Yani tüm
icraatını adalet temeli üzerinde gerçekleştirmesidir. Bir hükümdar eğer meşru
değilse gaspçıdır; eğer adil değilse zalimdir.

Zaman içinde pratikten
kaynaklanan dayatmalar yüzünden adalet ve meşruluğun tanımlarında önemli
farklılık ortaya çıkmış, bunun sonucu olarak da gerek belirleyicilikleri,
gerekse tanımlarında belli ölçüde kaymalar olmuştur. Hilafetten saltanata geçiş süreci yapısallaştıkça yönetimde ilk sart olan meşruluk zaman süreci içinde
etkinliğini önemli ölçüde kaybetmiştir. Vurgu geniş ölçüde zorunlu olarak
adalet ilkesine kaymıştır. Hükümdarın iktidarı elinde tutmaya yetecek kadar bir
silahlı güce sahip olması ve ismen dahi olsa Müslüman olman yeterli görülmeye
kadar gidilmiştir. Hatta pratik hayatın dayatmaları ve zaruretleri Müslüman
hukukçuları öyle çaresiz bırakmış ki, bazı hukukçuların itaat sınırını iyice
genişletmeleri ve esnetmelerini sağlamıştır. (Bernard Lewis, s.153.)

İslâm
siyasal doktrinler tarihinde zalim ve baskıcı rejim ve yönetime karşı "direnme
hakkı" ile ilgili genel olarak iki yaklaşıma şahit olmaktayız. Bunlardan
birincisine "devrimci yaklaşım", ikincisine de "ıslahçı yaklaşım" dememiz
mümkündür. Her iki yaklaşım da kendilerine İslâm’ın temel kaynakları olan
Kur’ân-ı Kerim ve hadis-i şerif’ten bol miktarda dayanak bulabilmektedir. Bu
yaklaşımlardan "devrimci yaklaşım" zalim ve baskıcı yönetime karşı "isyan
hakkı"nın meşru olduğu ve bu hakkın kullanılarak savaşmanın gerekliliği üzerinde
durmakta, ümmeti zalim yönetimle savaşmaya çağırmaktadır. "Islahçı Yaklaşım" ise
fayda-zarar muhasebesi yapmanın gerekliliğini ön plana alarak, verilen kararın
sonucunda zararın ağır basması söz konusu ise zulme karşı "sabır" etmenin, fakat
bunun yanında tüm ıslah mekanizmalarını kullanarak irşad ve tebliğ faaliyetine
girişmenin gerekliliğini vurgularlar. Burada her iki yaklaşımın Kitap ve
Sünnet’ten dayandıkları nasları kısaca gözden geçirelim:

Devrimci Yaklaşımın
Dayandıkları

Devrimci yaklaşım düşüncelerinin meşruluğunu Kur’ân’ın dayanışma
yoluyla ümmete "iyiliği emredip, kötülükten alıkoyma"yı vacip kıldığı deliline
dayandırır. Söz konusu ekole göre kötülüğü düzeltmenin ilk ve en etkin yolu;
kötülüğü emreden, iyilikten alıkoyan yönetime karşı "kuvvet kullanma"dır.

Devrimci görüşün taraftarları şu âyetlere dayanırlar: "Sizden hayra çağıran,
iyiliği emreden ve kötülükten alıkoyan bir topluluk bulunsun" (Âl-i İmran,
3/104); "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz, iyiliği emreder,
kötülükten alıkoyarsınız." (Âl-i İmran, 3/110.) Her iki âyette de Cenâb-ı Hakkın
ümmete "iyiliği emretme ve kötülüğü önleme" görevini yüklendiği, dolayısıyla
ümmetin bu görevi yerine getirmek zorunda olduğunu ileri sürerler. Aynı şekilde
görüşlerini destekleyen şu hadisleri de zikrederler: "Sizden bir kötülük gören,
onu eliyle düzeltsin, gücü yetmezse diliyle düzeltsin, buna da gücü yetmezse
kalbiyle buğz etsin, bu imanın en zayıfıdır." (Müslim, İman, 20.) Diğerleri gibi
bu hadiste de kötülüğün "elle," yani fiil ve kuvvetle düzeltilmesi, diğer
araçlardan önce yer almıştır. Dolayısyla ümmetin ilk görevi "kötülük"ü eliyle
düzeltmektir. Söz konusu ekolün dayandığı bir diğer Hadis de şudur: "İyiliği
emredin, kötülükten alıkoyun, zalimin elini yakalayın, onu doğru yola getirin,
yoksa Allah kalplerinizi birbirinize vurur." (Tirmizî, Tefsiru’s-Sure, 67.) Yine
zalim yönetici ile ilgili başka bir hadis: "Zalimi görür de onun ellerini
yakalamazsanız, katımdan gelecek azabı Allah neredeyse size umumi kılar." (İbni
Mace, Fiten, 20.) Aynı zamanda bu yaklaşıma göre en etkin "cihad" da zalim ve
despot yönetimle mücadele şeklinde olan "cihad"tır. Bu konuda da şu hadislere
dayanırlar: "Cihadın en faziletlisi, zalim sultan yanındaki hak sözdür." (Ebu
Davud, Melahim, 17.) "Şehidlerin efendisi Hz. Hamza’dır, sonradan zalim bir
imama gelerek ona iyiliği emredip, kötülükten alıkoyması üzerine sultanın
katlettiği kişidir." (Tirmizi, Ahkam, 4.) (Z. Nevin A. Mustafa, Islâm Siyasi
Düşüncesinde Muhalefet, ç. Vecdi Akyüz, tz Yay., tst.: 1998, ss. 191-192.) Zalim
ve tiran yönetime karşı fiili olarak nasıl hareket edilmesi gerektiğini de
Huzeyfe b. Yeman’ın Hz. Peygamberden rivayet ettiği şu Hadis’ten çıkarırlar:
"Dedim ki; ‘Ey Allah’ın elçisi şu verilen iyilikten sonra kötülük olacak mı?’
Resûlullah, ‘Evet’ dedi. ‘(Peki, o zaman) neye sarılacağız?’ diye sordum.
‘Kılıca’ buyurdu." (Muhammed Ammara, s. 24.)

Islahçı Yaklaşımın Kitabî
Dayanakları

Islahçı yaklaşıma aynı zamanda "sabır ekolü" de denmektedir. Bu
yaklaşımın temeli, ümmetin daha büyük sıkıntıya düşmesini önlemek amacıyla
yapılabilecek her türlü "ıslah," "ikaz" ve "irşad" faaliyetini yapmak; buna
rağmen yönetim, zulüm ve baskıya devam ediyorsa, buna karşı da "sabr" etmektir.
Bu yaklaşım Ehl-i Sünnet çoğunluğunun görüşüdür. Bu konuda kriterleri zulme
karşı onaya konulan hareketin "alternatif maliyeti"nin bu harekete değip
değmediğidir. Zulme, baskıya ve haksızlığa karşı direnirken onaya çıkacak veya
çıkması muhtemel gelişmeler zulmü ortadan kaldırma sonucu elde edilecek hayırlı
işlerden fazla değilse ehvenü’ş-şer tercih edilerek mevcut zulme ve baskıya
sabretmek gerekir. Ulemanın bu konudaki yaklaşımı, yöneticiye günah, mü’mine
sabır düştüğü istikametindedir. Bu görüşü Hz. Peygamberin bazı hadislerine
dayandırırlar: "Benden sonra kayırmalar ve hoşlanmadığınız işler olacak,"
buyurunca, "Buna erişene ne emredersiniz?" diye sordular? Bunun üzerine, "Size
düşen borcu yerine getirir, hakkınızı Allah’tan istersiniz" buyurdu. (Tirmizi,
Fiten, 25.) "Emirinden hoşlanmadığı bir şey gören sabretsin, çünkü sultana bir
karış karşı çıkan, cahiliyye ölümü üzere ölür." (Buhari, Fiten, 2.) "İtaat
ediniz, onların sorumluluğu kendine sizinki kendinizedir." (Buhari, Enbiya, 50.)

İslâm ulemasından Cüveyni’nin bu konudaki görüşü şöyledir: Görevden alınmak
istenen imamın görevden uzaklaştırılması ümmet içinde fitne doğmasına, kan
dökülmesine hukukun çiğnenmesi ve malların kaybolmasına sebep oluyorsa, bu
durumda kazanılacak hayırla kaybedilen fayda arasında mukayese yapmak gerekir.
Şayet beklenen iyilik ve hayır ortaya çıkan zarardan az ise mevcut duruma
sabretmek gerekir. İcî de bu görüşü destekliyor: "Gerektiren bir sebep
dolayısıyla ümmet imamı görevden alabilir. Şâyet fitneye sebep oluyorsa
zararların daha hafifine katlanılır." (Cuveyni, Gıyasü’l-ümem, s. 271.)

İslâm
tarihinde Ehl-i Sünnet ulemasının büyük ekseriyeti "sabır" yolunu tercih
etmişlerdir; ümmetin ilave zarar ve felâketlere düşmesini arzu etmemişlerdir.
Hasan-ı Basri’nin, İmam-ı Malik’in, imam-ı Şafi’nin ve İmam-ı Azam’ın yaklaşım
ve içtihatları bu merkezdedir.

Onların bu tutumu, korkularından veya başka maddi
endişelerden kaynaklanmış değildir. Ümmetin yararını gözeten ve gerçeklesen
mevcut zararla beklenen zararı karşılastıran felsefenin bir ifadesidir. Aynı
zamanda onlar herhangi bir fitneye çağırmaksızın veya bir ayaklanmaya
katılmaksızın, hakkı savunmak üzere kendilerini feda etmekte tereddüt etmezler.
Bu konuda ehl-i sünnete mensup seçkin fukahanın hayatlarından pek çok örnek
verebiliriz.

İslâm hukukçu ve yazarları hükümdar ve memurların kötü idare
ihtimaline karşı çok uyanık davranmışlar ve bunu önlemek için bütün zekâlarını
kullanmışlarsa da isyan ve anarşinin daha büyük kötülüklerinden sakınmak için
zalim hükümdarı bile itaat etmenin bir görev olduğu hususunda ısrar etmişlerdir.
Adaletli bir idare uygulaması için hükümdarın uyarı ve öğütlerle ikna
edilebileceği çeşitli tedbirler önermişler ve devlet memurları için de dürüstlük
ve dindarlığın gerekliliğini sürekli vurgulayan dini tehlikelerde
bulunmuşlardır. Hanefi mezhebinin kurucusu İmam-ı Azam’ın öğrencisi büyük
müçtehid İmam-ı Yusuf’a vasiyeti de bu merkezdedir.

"Sultana saygılı ol. Kendi
vakarını da muhafaza et. Onun makamı ve mevkiine de tazim et (saygılı ol). İlmi
bir mesele veya bir ihtiyaç dolayısı ile seni çağırmadıkça huzuruna girmekten
kaçın. Çünkü onun huzuruna luzumlu luzumsuz girip çıkarsan sana itibar etmez,
kıymet vermez, onun indinde (yanında) değerin düşer. Mevkiin sarsılır.

"Sultan
ile ilişkilerinde ateşten faydalandığın gibi faydalan; uzakça dur; ona çok
yaklaşma. Ateş çok yaklaşanı yakar, uzakta kalana fayda sağlamaz. Sultan da ateş
gibidir. Her şeyi kendisinde görür; kendisinde gördüğünü de başka kimsede
görmez.

"…Sultanla buluşmak için onun adamlarını ve etrafındaki kişileri
vasıta olarak kullanma. Sultanla doğrudan doğruya kendin buluş, görüş.
Etrafındakilerden uzaklaş ki, sultan indinde şerefin ve merteben yerinde kalsın.

"…Sultana yakın olmak için vesile ve aracı arama. Sultanın senin yakınları
arasına almasını da arzu etme. Şâyet sultan kendiliğinden seni yakınları arasına
alırsa, bu durumu da halka açıklama. Çünkü bu durumu halka açıklarsan sana bir
takım işler havale ederler. Bu işleri takip edip üzerinde durusan sultan seni
hoş karşılamaz. Bu işleri takip etmez ve üzerinde durmazsan bu sefer de halk
seni ayıplar. Her iki hal de senin için küçüklüktür.

"… Sultanından ve
amirinden dine uymayan bir hal ve davranış gördüğün zaman kendisine itaat
etmekle beraber onu bu hususta münasip bir dille ikaz et. Çünkü o iktidar
cihetiyle senden kuvvetlidir. Meselâ ona şöyle diyebilirsin: ‘Siz benim amirim
ve sultanımsınız. Bundan dolayı emrinize itaat ederim. Su kadar var ki, dine
uymayan hal ve davranışlarınızı size haber vermekten kendimi alamıyorum. Bu
ikazı bir defa yapman yeterlidir ikazını tekrarlar ve bu hususta ileri gidip
aşırı davranırsan sultan seni azarlar ve müşkül durumda bırakır. Netice
itibariyle bu ikaz hususundaki tekrar ve ısrarın şahsınla birlikte
dinin—tatbikatta—alçalıp, zayıflamasına sebep olabilir. Eğer, o sultan veya amir
dine aykırı hal ve hareketini bir kaç defa tekrarlarsa bizzat kendin o yalnızken
huzuruna çık ve din konusunda kendisine nasihatte bulun. Eğer, o sultan veya
amir, bidatçi (kanun dışıcı) veya tevilci ise onunla çekinmeden ilmi münazara ve
tartışmada bulun." (Kitabül-Haraç, s. 60 vd.)

Yönetimin otoritesinin sınırlarını
gevşetmek veya ümmetin itaatinin sınırlarını genişletme hususunda ulema çok
isteksiz davranmışlardır. Ancak "zaruret"in "haramı helâl kılabileceği"
gerçeğini de unutmamışlardı. Aslında son derece aşkın dürüstlük ve fazilet
sahibi ulema için zalime teslimiyet doktrinini kabul etmek hiç de kolay
olmamıştır. Zaten bu kabulün ifade edildiği terimler çoğunlukla büyük bir
ıstırapla yüklüdür. Bernard Lewis’in haklı tespitiyle, "Kutsal hukukun bu büyük
uzmanları büyük bir dini inanç ve derin bir ahlâki amaçla donatılmış kimselerdi,
bunların zalime teslim anlayışları saraylıların dalkavukluluğundan,
bürokratların pragmatizminden veya resmi din adamlarını kariyer endişelerinden
farklı kendine özgü bir mantığa sahipti. Din alimleri zalim hükümete dahi itaat
edilmelidir derler, çünkü diğer seçenekler daha kötüdür, ancak bu yolla İslâm’ın
temel dini ve kanuni emirleri sürdürülebilir." (Bemard Lewis, s.155).

Zamanla
yönetimlerin baskı ve zulümleri yaygınlaşıp, ulemanın nasihat ve irşadlarına
kulaklarını kapayınca ulema bütün vurguyu Müslüman bireyin kendi âleminde
"kâmil" ve "müttaki" olabilmesine kaydırmıştır. İnsan Allah’ın karşısında sadece
kendi hesabını vereceğine göre yönetimin zalim ve adil olmasına bakmadan "en
iyi" olmamaları gerekir. Yönetim ne kadar adil de olsa birey günahkâr ve
isyankârsa yönetimin adalet ve hikmet üzere olması o kadar önem taşımaz. Önemli
olan kişinin ahlakî ve dinî yaşantısıdır. Nitekim 10. yy’da yaşayan bir hukukçu
olan İbni Batta bu konuda şunları söyler: "Bütün ulema Cuma namazlarının,
bayramların, Mina ve Arafat’taki törenlerin, kâfirlere karşı savaş ilânının,
haccın ve kurbanların adil veya kötü olsun bütün âmirler üzerine farz olduğu
hususunda oy birliği ile mutabıktırlar; öyle ki, onlara vergi, kanuni sadakalar
ve asar vergisi ödemek inşa ettikleri muhteşem camilerde namaz kılmak ve
köprülerde yürümek meşrudur. Benzer şekilde alım-satım ve diğer ticâret türleri,
ziraat ve zanaat her dönemde ve her amirin yönetimi altında Kitaba ve Sünnete
uygun olmak kaydıyla meşrudur. Zalimleri zulmü ve zorbanın istibdadı dini
koruyan ve Hz. Peygamberin sünnetine bağlı kalan kişiye bir zarar vermez, velev
ki, Kitaba ve Sünnete uygun olarak hareket etsin; aynı şekilde bir kişi adil bir
imamın idaresi altındayken Kitaba ve Sünnete aykırı bir satış yaparsa imamın
adaleti ona bir fayda sağlamayacaktır." (zik. Bernard Lewis, s. 155-156.)

Aynı
temel düşünce bir din alimi ve felsefeci olan el-Gazali tarafından da 11. yy’ın
sonlarına doğru daha güçlü bir vurguyla dile getirilir: "bizim bundan dolayı
teslimiyetimiz gönüllü değildir, fakat zorunluluk yasaklananları bile yasal
kılabilir. Bildiğiniz gibi leş yiyen hayvanların yenmesi yasaktır, fakat
açlıktan ölmek daha kötü bir durumdur. Eğer bir kimse buna razı olmaz da
imametin günümüzde ölü olduğunu çünkü gerekli niteliklerinin bulunmadığını
söylerse bu görüşte ısrar ederse imameti tekrar yerine koymaya gücü yetmez,
gerekli niteliklere sahip kişiye vermezse, o zaman şu soru sorulmalıdır:
"Hangisi daha iyidir; kadıların yasal olmadığını, bütün yetkilerin geçersiz
olduğunu, evlilik anlaşmalarının yasal olmadığını, hükümetin her yerdeki bütün
icraatlarının boş ve faydasız olduğunu ilan etmek ve böylece herkesi günah
içinde yaşamaya terk etmek mi veya gerçekte imametin var olduğunu ve böylece
muamele ve idari faaliyetlerin, bu zamanın şanları ve gereklilikleri göz önüne
alındığında, geçerli olduğunu kabul etmek mi?" (zik. Bernard Lewis, Gazali,
İktisat, Kahire, h. 1320, s. 107-108.)

"Direnme" olayı sadece Müslüman fakat
zalim hükümdara nasıl davranılacak problemiyle bitmemekte, zamanla ortaya çıkan
yeni pratiklerle kâfir hükümdar altında nasıl davranılması gerekeceği problemine
kadar dayanmaktadır. Gerçekten de İslâmi yayılışın belli bir dönemden sonra daha
önce Müslümanlar tarafından feth edilen bölgeler zamanla kâfir yönetimlerin
eline geçmiş; oralarda yaşayan milyonlarca Müslüman yerli kâfir hükümdarların
yönetimi altında kalmıştır. Bu defa problem kafir hükümdara karşı nasıl
davranması gerektiği etrafında yoğunlaşmaya başlamıştır. Müslümanlar
"daru’l-harb" olan yeni yerlerinden "hicret" mi edecekler? yoksa topraklarını
terk etmeyip kafir yönetimin emrine mi gireceklerdi? Ayrıca kâfir olan bir
hükümdar aynı zamanda adil de olabilirdi. Hatta Müslümanlara Müslüman’ca bir
yaşayışı bile sağlayabilirdi. Bu durumda Müslümanların tavrı ve kararı nasıl
olacaktı? Pratikten kaynaklanan bütün bu problemler yoğun olarak ulemanın
gündemine giriyor ve ciddi tanışmalara konu oluyordu.

Bu büyük bir sorun olarak
ilk kez 11. yy’da Hıristiyanların Avrupa’daki Müslüman topraklarını ele
geçirmeleriyle baş gösterdi. Normanlar 1061’de Messina’yı aldıklarında
Sicilya’nın büyük bir kesimi iki asırdır Müslüman idaresi altında bulunuyordu ve
Normanların adayı işgalinde, kültür sahibi şehirli bir nüfus Hıristiyanların
idaresi altına girdi. Buna paralel olarak, Hıristiyanların İspanya ve
Portekiz’de de ilerlemeleri neticesinde büyük bir Müslüman nüfus Hıristiyan
egemenliğine girdi. Bu asrın sonlarında haçlıların Doğu Akdeniz kıyılarına
ulaşmasıyla sorun bu sefer de İslâm’ın doğduğu topraklara taşındı. Bu problem
sadece, Batı ile sınırlı kalmadı. O dönemde Müslümanlar’ın giderek zayıflaması,
Kafkasya’daki Hıristiyanlara yeniden bağımsızlık kazanma ve hatta Müslüman
topraklara girme imkânı sağladı.

Bu olayların bir sonucu olarak milyonlarca
yerleşik ve artık kentleşmiş Müslüman kitle kendilerini birden bire gayri müslim
hükümdarların yönetimi altında buldular.

Gerçi İspanya ve İtalya Hıristiyanları
son derece insani(!) bir operasyonla Müslüman nüfusu da imha etti ya da
Avrupa’dan sürdü, fakat gelişmeler sadece İspanya ve İtalya’yla sınırlı kalmadı.

Özellikle İslâm topraklarının büyük bir kesimini kapsayan Moğol işgali, bu
toprakları yabancı ve putperest işgalcilerin egemenliği altında bıraktı. Zaman
içinde Moğol hanedanları İslâm’ı seçtiklerinde bile Moğol hukuk düzenini tamamen
terk etmediler ve Şeriatın uygulama alanını kısıtlı tuttular. Öte yandan
Müslüman topraklan Moğol saldırılarından tam kurtulmak üzere iken ve ayakta
kalan Moğol hükümdar ve askerleri tam İslâm’a dönecek ve İslâm’ın bünyesinde
eritilecekken bu defa da Avrupa’dan gelen çok daha büyük bir tehlike baş
gösterdi.

Avrupa’nın emperyalist yayılımı ile islâm dünyasının önemli bir bölümü
Hıristiyanların yönetimi altına girdi. Sadece Türkiye ve İran bağımsızlıklarını
korumayı başarabildiler.

Bu gelişmelerin ortaya çıkardığı sorunların ilk hukukî
tanışmaları Sicilya ve İberya yarımadasının kaybedilmesiyle başladı. Yeniden ele
geçirilen bölgelerdeki Hıristiyan hükümdarlar daha henüz kendi Müslüman
tebaalarının ihracını kararlaştırmadıkları bir zamanda bu insanlar güç, fakat
zorunlu bir tercihle karşı karşıya kaldılar. Müslüman ülkelere gitmek mi veya bu
yeni hükümdarların idaresi altında kalmak mı? Eğer ikinci seçenek seçilecekse bu
neye dayandırılacaktı?

Hukukçuların bu sorulara verdikleri cevaplar birbirinden
çok farklı idi. Bir fikir ekolüne göre gayri müslim idare altında kalmak
Allah’ın kanunlarına aykırı olduğu için erkek, kadın ve çocuk her Müslüman’ın bu
topraklan terk etmesi bir görevdi. Böyle bir idare, onların Müslüman olarak
kutsal hukuk altındaki görevlerini yerine getirmelerini imkânsız kılacak ve
dahası onları ve çocuklarını irtidat tehlikesine maruz bırakacaktı. Eğer kafir
hükümdar adil ve hoşgörülü biri değil ise, bu tehlike daha da büyüyecek ve
buraları terk etmek ihtiyacı daha da acil hale gelecekti. Bu yaklaşımı
benimseyenler izlenecek yolu göstermesi nedeniyle Hz. Peygamberin hicret
hareketini örnek olarak vurgulamaktaydılar.

Diğer bir hukuk ekolü yukarıdaki
görüşe tamamen karşı bir çözüm öneriyordu. Bu ekole göre buralar İslam yurdu idi
ve cari durum geçici idi. Müslümanlar doğdukları toprakları terk etmemeli,
bulundukları yerlerde İslâm’ı yaşamaya ve yaymaya gayret göstermeliydiler. Bu
arada zorunlu olarak kâfir hükümdara itaat etme durumu ortaya çıkıyor; bu da
"zaruretler haramı helal kılar" ilkesiyle çözülmeye çalışılıyordu. (Bernard
Lewis, s. 163.)

Sonuc olarak ulema ve İslâm hukukçuların ümmetin maslahat ve
huzurunu ön planda tutarak ümmeti sıkıntıya sokacak fikir ve içtihatlardan uzak
durmuşlar; yönetimle ilişkilerinde genellikle "iyiliği tavsiye etme" yolunu
seçmişlerdir. Zalim ve baskıcı yönetime karşı genellikle "pasif direnme" yolunu
tercih etmişlerdir. Bunun yanında sürekli olarak yönetime hakkı, adaleti ve
Allah’ın yanında hesap vermeyi hatırlatarak yönetimlerin icraatlarını mümkün
olduğu kadar meşru bir zemine kaydırmaya çalışmışlardır.

Bediüzzaman’da "Direnme
Hakkı" ve "Siyaset" İlişkisi

Bediüzzaman’ın zulüm ve haksızlığa karşı tavrı
ve direnişi Ehl-i Sünnet’in büyük müçtehid ve mücedditleri olan Hasan-ı Basri,
İmam-ı Malik, İmam-ı Şafi, İmam-ı Âzam, İmam-ı Gazali ve İmam-ı Rabbâni’nin
tavrından farklı değildir. Birinci plânda ümmetin huzur ve sükununu garanti
altına almak; ikinci plânda da tek tek ümmet fertlerinin kendi iç dünyalarını
iman, ihlas, samimiyet, sadakat, sebat ve dinamizm vasıflarıyla donatmaktır.

"İsyan" Anlamındaki "Siyaset"

Konunun alt başlığı okunduğunda "direnme hakkı"
veya "direnme hakkı"nın en sert tarzı olan "isyan hakkı"yla "siyasete
katılma"nın ne ilişkisi olduğu sorulabilir. Burada ilk olarak Bediüzzaman’ın tek
parti döneminde "siyasete girme" olayını "isyan hakkı" anlamında kullandığına
dikkati çekelim. Gerek İttihat ve Terakki döneminde, gerekse çok partili dönem
olan 1950 sonrası dönemde siyasete yüklediği anların benim "adi siyaset"
dediğim Makyavelist siyasettir. Buna karşılık tek parti dönemi olan 1920-1950
arasında kullandığı "siyaset" ve "siyasete katılma" ise doğrudan doğruya baskıcı
ve zulüm rejimine karşı "güç kullanma" ve "isyan" anlamındadır. Aksi durumda
aşağılarda da inceleyeceğimiz gibi "siyasete girme"yi vicdan, hak, hakikat gibi
kudsî değerlerin engellediğinden söz edilmesi abes olurdu. Bu çalışmada biz de
yalana, tarafgirliğe ve menfaate dayalı "adi siyaset" anlamındaki siyasetle
değil, doğrudan rejimi yıkmaya yönelik "isyan" anlamındaki siyasetle
ilgileneceğiz.

Hemen burada başka bir noktayı vurgulamak gerekir. Bediüzzaman’ın
rejime karşı tutumu "pasif direnme" diyebileceğimiz bir tutumu yansıtıyor.
"Sizin dünyanız sizin olsun," deyip dünyadan geniş ölçüde uzaklaşması başlı
başına bir direnme tavrını ifade eder. Ayrıca, sadece "aktif direnme"
stratejisini tercih etmemiş olması da arzuladığı "nihai sonuç"tan tamamen
vazgeçtiği veya bu sonucun elde edilemez olduğu anlamına da gelmez. "Nihai
sonuç"un nasıl olacağını tarih gösterecektir. Bu çalışmada Bediüzzaman’ın sadece
"isyan hakkı"nı neden kullanmadığı olgusu çözümlenmeye çalışılacaktır.

Bediüzzaman "siyaset" konusunda genel strateji olarak "devrimci yaklaşımı"ı
değil, "ıslahçı yaklaşımını benimsemiştir. Bir ömür boyu tüm himmet, gayret ve
enerjisini "ıslah," "ikaz" ve "irşad" faaliyetine tahsis etmiştir. Düşünürün bu
tip bir stratejiyi tercih etmesinin çeşitli nedenleri vardır. Bunlardan
birincisi; muhatap olduğu topluluğun "cehalet," "gaflet" ve "ihmal"den
kaynaklanan bilgisizlikten dolayı yoğun ölçüde "irşad" ve "ıslah"a muhtaç
olmalarıdır. Genel olarak gaflet, cehalet, fısk, hatta zulüm içinde bulunan
topluluk aslında bin yıldır İslâm’ın bayraktarlığını yapan ve yerkürenin önemli
bir bölümünde İla-i Kelimetullah görevini ifa eden bir ecdadın torunlarıdır.
"Cibilliyeten" de Müslüman’dır. Sanki İslâm onların genlerine kodlanmıştır.
Zamanı geldiğinde yine onlar dedeleri gibi İslam ve Kur’ân için hayatlarını
feda edip şehit olacaklar ve "evliya" mertebesine çıkacaklardır.

Bu bakımdan
Anadolu insanına Bediüzzaman bu perspektiften yaklaşmış, onları, "şehid torunu"
ve "şehid namzedi" olarak görmüştür.

İsyan hakkını kullanmaya engel olan
unsurlardan biri: Kur’ân hizmetini hiçbir şeye âlet yapmamak.

Bediüzzaman "aktif
direnme"nin en kesin ve sert şeklini oluşturan "isyan hakkı"nın kullanılmasının
bir zamanda doğru olmamasını ümmetin içinde bulunduğu ortama bağlar. Ona göre
uzun zamandan beri Batıdan kaynaklanan materyalist ve ateist cereyanlar ve
fikirlerle ümmet (özellikle aydın kesimi) geniş ölçüde mânevî bakımdan
yaralanmış, iman ve ahlâkında geniş tahribatlar olmuştur; dolayısıyla Kur’ân
hakikatlarını sağlıklı bir sekilde anlamakta zorluk çekmektedirler. Bu bakımdan
ümmete bu zamanda daha değişik yaklaşılmalı ve yaralarını daha şefkatli bir
şekilde tedavi etmelidir. Bu ortamda acilen yapılması gereken şey; birinci
plânda iman ve Kur’ân hakikatlari her türlü menfaat ve "garaz"dan arınmış olarak
topluma sunmak ve toplumla samimiyet ve sadakat zemininde buluşmaktır. Bu
bakımdan seçilecek motodoloji de bu yaklaşımı vurgular nitelikte olmalıdır. Bu
çerçevede İman ve Kur’ân hizmeti hiçbir şeye âlet ve basamak yapılmadığı gibi
böyle bir izlenimin ortaya çıkmasına bile izin verilmemelidir. Aksi durumda
ahlâki ve imani açıdan yozlaşan ve her şeyi belli menfaatlerine basamak
yapmaktan çekinmeyen kesimler "Kur’ân şakirtlerini"nin İman ve Kur’ân hizmetini
maddi ve siyasi emellerine âlet ve basamak yaptıklarını sanacak ve çevresine de
bu yönde propaganda yapacaklardır. Böyle bir izlenimin doğması bile son derece
tehlikeli ve sakıncalıdır. Çünkü bu durumda ortaya çıkacak böyle bir propaganda
"halk İslâmı" dediğimiz "avam" kesiminin yanılmasına ve İslâm’dan uzaklaşmasına
neden olacaktır. Böyle bir ortamda Bediüzzaman’a göre "aktif direnme" hakkını
kullanmak bir yana zalimlere bile beddua etmemek gerekir. Çünkü öyle bir
toplumsal ortamda yaşıyoruz ki zalim-mazlum, suçlu-masum bir arada yaşamakta;
zalime gelecek bir belâdan geniş ölçüde masumlar da etkileneceklerdir.

"Benim ve
Risâle-i Nur’un mesleğinin esası ve otuz seneden beri bir düsturu… olan şefkat
itibariyle bir masuma zarar gelmemek için bana zulmeden canilere değil ilişmek,
belki beddua ile de mukabele edemiyorum. Hatta en şiddetli bir garaz ile bana
zulmeden bazı fasık, belki dinsiz zalimlere hiddet ettiğim halde değil maddi
(mukabele) belki beddua ile mukabeleden beni o şefkat men ediyor. Çünkü o zalim
gaddarın peder ve validesi gibi ihtiyar biçarelere veya evladı gibi masumlara
maddi zarar gelmemek için o dört beş masumların hatırına binaen o zalim gaddara
ilişmiyorum, bazan da hakkımı helal ediyorum." (Şualar, ss. 372-373.)

Bediüzzaman’ın tüm cabası sanki "fetret devri" niteliğine sahip olan bir çağın
insanlarına Kur’ân hakikatlerini doğrudan ve perdesiz sunabilmektir. Bu takdimi
engelleyecek her türlü davranış ve plândan şiddetle kaçınmaktır. Bediüzzaman bu
konudaki yaklaşımını daha çarpıcı olarak şöyle ifade eder:

"Kur’ân bizi
siyasetten menetmiş; ta ki, elmas gibi hakikatler ehli dünyanın nazarında cam
parçalarına inmesin." "Amma Kur’ân ve iman hizmeti ne için (siyasetten) men
ediyor?" dersen; ben de derim ki, "Hakaik-ı imaniyye ve Kur’âniye birer elmas
hükmünde olduğu halde, siyaset ile alude olsa idim, elimdeki o elmaslar iğfal
olunabilen (kandırılabilen) avam tarafından ‘Acaba taraftar kazanmak için bir
propaganda-ı siyaset değil mi?’ diye düşünürler. Bu elmaslara adi şişeler
nazarıyla bakabilirler. O halde ben o siyasete temas etmekle o elmaslara zulm
ederim ve (bu davranışım) kıymetlerini tenzil etmek hükmüne geçer." (Emirdağ
Lahikası,1:38)

Başka bir yerde ise bu konuda şu gerekceleri ileri sürer:

"…Mesleğimizin esası olan "ihlas" bizi (siyasetten) men ediyor.
Çünkü bir
gaflet zamanında, hususan tarafgirane mefkureler sahibi (olanlar) her şeyi kendi
mesleğine alet ederek, hatta dinini ve uhrevi harekatını da o dünyevî mesleğe
bir nevi alet hükmüne getiriyor. Halbuki hakaik-i imaniyye ve hizmet-i nuriyye-i
kudsiyye kainatta hiçbir şeye alet olamaz. Rıza-i İlâhiden başka bir gayesi
olamaz. Halbuki şimdiki cereyanların çarpışmaları hengamında bu sırr-ı ihlası
muhafaza etmek, dinini dünyaya alet etmemek müşkülleşmiş. En iyi çare,
cereyanların kuvveti yerine inayet ve tevfik-i İlâhiyeye dayanmaktadır."

Toplumsal ortamın bu olumsuz niteliklerinden dolayı:

"…Nur şakirtleri hiç
siyasete karışmadılar, hiçbir partiye girmediler, çünkü iman mal-ı umumidir, her
taifede muhtaçları ve sahipleri vardır. Tarafgirlik giremez. Yalnız küfre,
zındıkaya, dalalete karşı cephe alır, nur mesleğinde mü’minlerin uhuvveti
esastır." (Emirdağ Lahikası,1:177.)

"İsyan" anlamındaki "siyaset"e yaklaşırken
Bediüzzaman aynı zamanda elindeki beşeri materyallerin niteliğini rasyonel
olarak değerlendirir.

Bediüzzaman "kısa dönem" ve "uzun dönem" stratejilerini
belirlerken ilk olarak mevcut ümmetin ahlâk ve iman durumunun derinliğine tahlil
ve analizini yapar. Ulaştığı sonuç ise umut kırıcıdır. Bu toplumun "maddi
cihad"ı yapacak gücü, dinamizmi ve niyeti yoktur. Böyle olunca birer birer
fertlerin iman, ihlas, samimíyet ve takvaya ihtiyacı vardır. Kendisinden
dinleyelim:

"Kafile-i beşer bir yolculuktur. Şu zamanda Kur’ân’ın nuruyla gördüm
ki o yol bir bataklığa girdi. Mülevves (pis) ve ufunetli bir çamur içinde
kafile-i beşer düşe kalka gidiyor. Bir kısmı, selametli bir yolda gider, bir
kısmı, mümkün olduğu kadar çamurdan bataklıktan kurtulmak için bazı vasıtaları
bulmuş. Bir kısm-ı ekseri, o ufunetli pis, çamurlu bataklık içinde karanlıkta
gidiyor. Yüzde yirmisi sarhoşluk sebebiyle o pis çamuru misk ü amber zannederek
yüzüne gözüne bulaştırıyor, düşerek kalkarak gider "ve sonunda" boğulur. Yüzde
sekseni ise; bataklığı anlar, ufunetli ve pis olduğunu hisseder; fakat
mütehayyirdirler, selâmetli yolu göremiyorlar…" (Mektubat, ss. 50-51.)

Bediüzzaman’a göre ümmetin içinde bulunduğu durumdan kurtarılabilmesi için iki
yol ve metod vardır; bunlardan biri, "topuz"la kafalarına vura vura yüzde
yirmilik sarhoşları ayıltmak; ikincisi ise "bir nur göstererek" yolunu şaşırmış
yüzde sekseni "doğru yola götürmektir.

"Ben bakıyorum ki," der, "yirmiye karşı
seksen adam elinde topuz tutuyor. Halbuki o biçare ve mütehayyir olan seksene
karsı hakkıyla nur gösterilmiyor? Gösterilse de; bir elinde hem sopa hem nur
olduğu için emniyetsiz oluyor. Mütehayyir adam, "Acaba beni nurla celb edip
topuzla dövmek mi istiyor?" diye telâş eder. Hem de bazen arızalarla topuz
kırıldığı vakit nur dahi uçar veya söner." (Mektubat, s. 51.) Bediüzzaman "iki
eli olduğunu, yüz eli de olsa" "hepsiyle nur tutacağını" topuz tutmayacağını,
çünkü bu zamanda topuza değil, nura ihtiyacın olduğunu ısrarla vurgular.

Bediüzzaman asrın birey bazında kültürel çöküntüsünü tahlil etmeye devam eder:
"Bu asrın bir hassası şudur ki; nasıl bir uzvu insani hastalansa, yaralansa sair
aza vazifelerini kısmen bırakıp onun imdadına koşar; öyle de, hırs-ı hayat ve
hıfzı, zevk-ı hayat ve aşkı tanıyan ve fıtrat-ı insaniyede derc edilen bir
cihaz-ı insaniye çok esbap ile yaralanmıs, sair letaifi kendisiyle meşgul edip
sükut ettirmeye başlamış; vazife-i hakikiyelerini onlara unutturmaya çalışıyor."
(Kastamonu Lahikası, s. 70.)

Bediüzzaman’a göre böyle kültürel bir ortamda
kitlelerin ihlas, samimiyet, sadakat, iman ve fedakârlık gibi "sahih" İslâm’ın
nitelikleriyle donatılabilmesi için Kur’ân ve iman hizmetinde maddi ve manevi
hiç bir şeÿi âlet ve basamak yapmadan doğrudan doğruya Kur’ân hakikatlerini
tebliğ edilmesi gerekir.

İsyan hakkını kullanmaya engel olan bir diğer
unsur:şefkat.

Hayatı ve düşünce setinden anlaşıldığına göre Bediüzzaman’ın plân,
karar ve eylemleri geniş ölçüde taşıdığı engin "şefkat" duygusunun etkisi
altında şekillenmektedir. Genel hareket stratejisini belirlerken şefkatin ne
ölçüde etkili olduğunu aşağıdaki satırlardan görmek mümkündür:

"Binler haysiyet
ve şerefimi bu vatandaki biçarelerin istirahatı ve onlardan belâların define
(kalkmasına) feda etmek için (Cenâb-ı Hak) bana bir halet-i ruhiyeyi ihsan
eylemiş ki; ben de onların (zalim yöneticilerin) yaptığı ve niyetinde
bulundukları tahkirat (aşağılama) ve ihanetlerine karşı tahammülle karar
vermişim. Bu milletin asayişine, hususan masum çocukların ve muhterem
ihtiyarların ve biçãre hastaların ve fakirlerin dünyevî istirahatlarına ve
uhrevî saadetlerine binler hayatımı ve binler şerefimi feda etmeye hazırım."
(Emirdağ Lahikası,1:29.)

Benzer soylu duyguları Bediüzzaman masum gayri
müslimler için de taşır:

"Şiddet-i şefkat ve rikkatten, bu kışın şiddetli
soğuğuyla beraber, manevî ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden
biçarelere gelen felâketler, helâketler, sefaletler; açlıklar şiddetle rikkatime
dokundu. Birden ihtar edildi ki: böyle musibetlerde kafir de olsa hakkında bir
nevi merhamet ve mükafat vardır ki, o musibet ona nisbeten çok ucuz düşer. Böyle
musibet-i semaviye masumlar hakkında bir nevi şehadet (şehidlik) hükmüne
geçiyor."

"Üç-dört aydır ki, dünyanın vaziyeti ve harbinden hiçbir haberim
yokken Avrupa’da (ve) Rusya’daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim
(hatırladım). O mânevî ihtarın beyan ettiği taksimat bu elini şefkate bir merhem
oldu…" (Kastamonu Lahikası, s. 76.)

Bediüzzaman, yukarıda da ifade edildiği
gibi Anadolu insanına son derece derin ve engin şefkat beslemekte, adeta onların
kılına bile dokunulmasını arzu etmemektedir. İnsanımıza yaklaşımını çarpıcı bir
şekilde yansıtan bir olayı kendisinden dinleyelim:

"Eski Harb-i Umumiden
(Birinci Dünya Savaşı) biraz evvel ben Van’da iken bazı dindar ve müttaki zatlar
yanıma geldiler; dediler ki, bazı kumandanlarda dinsizlik oluyor, gel bize
iştirak et biz bu reislere isyan edeceğiz. Ben de dedim: ‘O fenâlıklar ve o
dinsizlik o gibi kumandanlara mahsustur. Ordu onun ile mes’ul olmaz, bu Osmanlı
ordusunda belki yüz bin evliya var. Ben bu orduya karşı kılınç çekmem ve size
iştirak etmem. O zatlar benden ayrıldılar, kılınç çektiler, neticesiz Bitlis
hadisesi vücuda geldi. Az zaman sonra Harb-i Umumi patladı. O ordu din namına
iştirak etti, cihada girdi. O ordudan yüz bin şehitler evliya mertebesine çıkıp
beni o davamda tasdik edip, kanlarıyla velâyet fermanlarını imzaladılar."
(Şualar, s. 360-31.)

Bediüzzaman aynı tutumunu cumhuriyet sonrası patlak veren
Şeyh Said İsyanında da sürdürmüştür. Kendisini isyana iştirak etmek üzere davet
eden kişiye; bin yıldır İslâm’ın bayraktarlığını yapan bir milletin evladına
kılınç çekemeyeceğini; bunların sadece irşad ve ıslaha ihtiyacı olduğunu
anlatarak davetini kabul etmez.

Bediüzzaman’ın Anadolu insanına yaklaşımı bu
istikamettedir. Siyasi rejim ve kadrolar değişse, Müslümanlara siyasi rejimin
bakımı farklılaşsa da Bediüzzaman’ın Anadolu insanına karşı taşıdığı şefkat ve
merhamet duygulan değişmemiştir. Anadolu insanına yaklaşım tarzı bu olunca
Bediüzzaman zalim ve baskı rejimlerine karşı isyan etmeyi düşünmemiştir.

Bediüzzaman, isyan anlamındaki siyasete yaklaşırken bir taraftan isyana katılan
ümmet fertlerinin uğrayabileceği zarar ve zulmü, diğer taraftan da karşı
taraftaki mazlumların karşılaşabilecekleri zulmü dikkate alır. Bu anlamda;
"Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım" derken; iki genel olumsuz sonuçtan
kaçınmaya çalışır. Bunlardan biri gücü ele geçirip karşıdaki zalimlerin
hakkından gelirken onların sayısının çok çok üzerinde olan masum ve mazlumların
hakkına tecavüz etmek, onların, kanlarının akmasına sebep olmaktır. Bediüzzaman
Kur’ân’dan aldığı "şefkat" düsturunun kendisini bu tip bir siyasete talip
olmaktan men ettiğini ifade eder ve bu tip hareketin şeytan kadar "iğrenç"
olacağını vurgular. Aynı zamanda böyle bir karar ve harekette bulunmaktan
Allah’a sığınır. İkincisi; elindeki gücü oluşturan ümmeti "maddi cihad"a
sürdüğünde onların ileri derecede zulüm, yıkım ve tahribe manız kalmalarına
sebep olmaktır. Bu yıkımın doğuracağı acı, ıstırap, gözyaşı ve kandan da Allah’a
sığınır.

Ayrıca Üstad, neden siyaset yoluyla hizmet yapılamayacağını incelerken,
siyaset metodunun tercih edilmesi durumunda sonucun ne olacağını iyice hesap
eder:

"Şefkat-i vicdan, hakikat bizi siyasetten men ediyor. Çünkü tokada
müstehak dinsiz münafıklar onda iki ise, onlara müteallik yedi sekiz masum,
biçare çoluk çocuk, zaif, hasta ve ihtiyarlar var. Belâ ve musibet gelse
masumlar belâya düşecekler. Belki o iki münafık dinsiz daha az zarar görecek."
(Kastamonu Lahikası, s. 155.) Dikkat edileceği gibi, siyasetle amaca
ulaşılmasının seçilmesi durumunda hem sonucun alınması kesin olmayacak, hem de
harekat esnasında karşı taraftan zarar görenler yine masumlar olacaktır. Esas
zarar görmesi gereken bozguncular ve zalimler ise ya hiç zarar görmeyecek ya da
çok az bir zararla kurtulacaklardır."

Öte yandan bu dönemde dikta rejimleri son
derece gelişmiş silâh teknolojilerine de sahip olduklarından
gerçekleştirecekleri yıkım ve zararın boyutu eski dönemlere göre çok daha
şiddetli ve sert olacaktır. Emperyalist Batı uygarlığının ürettiği insan tipi
öyle egocentrist, ırkçı, militarist ve zalimdir ki, belli hedefleri
gerçekleştirme uğruna dünyayı ateşe verebilir.

"…(içinde yaşadığımız) asırda
gaddar medeniyetten neşet eden hodgamlık ve asabiyet-i unsuriye (ırkçılık
damarı) ve umumi harpten gelen istibdad-ı askeriye (militarist baskı) ve
dalaletten çıkan merhametsizlik cihetinde öyle bir eşşedd-i zulüm ve eşedd-i
istibdadat meydan almış ki, ehl-i hak hakkını kuvvet-i maddiye (güç kullanarak)
i1e müdafaa etse ya eşedd-i zulüm ile tarafgirlik bahanesiyle çok biçareleri
yakacak… çünkü mezkur hissiyatla hareket ve taarruz eden insanlar bir iki
adamın hatasıyla yirnıi otuz adamı adi bahanelerle vurur, perişan eder."
(Şualar, s. 292.)

Zulüm ve baskı rejimleri "vatanın birliği" ve "bölünmezliği"
gibi ilkeleri esas alarak ve sanki bu ilkelere taparak insanların hak ve
hürriyetlerini çiğner.

"Siyaseti beşeriyenin en esaslı bir kanun-u esasisi
(anayasa maddesi) olan "selâmet-i millet için fenler feda edilir. Cemaatın
selâmeti için eşhas kurban edilir, vatan için her şey feda edilir."

"Bütün nev-i
beşerdeki şimdiye kadar dehşetli cinayetler bu kanunun su-i istimalinden,"
kaynaklanmıştır. "Bu kanun-u esasiye-i beşeriye, bir hadd-i muayyenesi (belli
bir sınırı) olmadığı için çok su-i istimale yol açmış. İki harbi umumi bu gaddar
kanun-u esasinin su-i istimalinden çıkıp bin sene(lik) beşerin terakkiyatını
zir-u zeber ettiği gibi, on cani yüzünden doksan masumun mahvına (da) fetva
verdi. Bir menfaat-ı umumi (kamu yararı) perdesi altında şahsi garazlar, bir
cani yüzünden bir kasabayı harap etti…" Dolayısıyla bu zamandaki zalim ve
despotlara karsı maddi güç kullanmak son derece tehlikeli ve sakıncalıdır. Bir
kere tercih edilecek seçenekler İslâmi değildir.

Emperyalist, militarist ve
vandalist duygular ve eğilimlerle hareket eden zalimlere karsı Müslümanlar nasıl
davranmalıdır? "Mukabele-i bil’misil" zalim ilkesiyle onlar gibi vandalist
duygularla masum ve mazlumları da yakıp yıkmalı mı? Yoksa bu konuda ehl-i hakkı
bağlayan, sınırlayan engelleri dikkate alarak daha değişik strateji mi
izlemelidir? Bediüzzaman’dan dinleyelim:

"Eğer ehl-i hak, adalet yolunda yalnız
vuranı vursa, otuz zayiata mukabil yalnız (ca) biri kazanır (ve böylece) mağlup
vaziyetinde kalır. Eğer mukabele-i bil’misil kaide-i zalimanesiyle (aynıyla
karşılık verme kaidesi) o ehl-i hak dahi bir ikinin hatasıyla yirmi otuz
biçareleri ezse, o vakit hak nanıma dehşetli bir haksızlık ederler. İşte
Kur’ân’ın emriyle gayet şiddetle ve nefretle siyasetten ve idareye karışmaktan
kaçındığımızın hakiki hikmeti ve sebebi budur. Yoksa bizde öyle bir hak kuvveti
var ki, hakkımızı tam müdafaa edebilirdik…" (Şualar, s. 292.)

Yukarıdaki satırlardan da anlaşılacağı gibi, Bediüzzaman ilginç
bir hesap tekniğiyle menfi hareketin sonunda "ehl-i hakkın" aleyhine
sonuçlanacağı neticesine varır. Karşı cephede olan zalimler gibi hareket edilip,
masum-zalim farkı gözetmeden "vurulsa" bu defa kesinlikle İslâmî olmayan zalim
bir fiilin içine girilmiş olur. Oysa masum ve mazlumun hakkı İslâm’da garanti altına alınmıstır. Hatta
Kur’ân’ın en önemli esas ve ilkelerinden biri bir masumun hakkını ihlal etmeyi
tüm insanlığın hakkının ihlaliyle özdes saymasıdır:

"(Emperyalizmin zulüm
rejimine karşı) Arş-ı Azam’dan gelen Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan’daki bu gelen kanunu
esasiyi buldum. O kanunu da şu ayet ifade ediyor: "Vela teziru…" ve "Men
gatele nefsen…" yani bu iki ayet bu esası ders veriyor ki: "Bir adamın
cinayeti ile başkaları mes’ul olmaz. Hem bir masum, rızası olmadan bütün
insanlara da feda edilmez. Kendi ihtiyariyle kendi rızasıyla kendini feda etse o
fedakarlık bir şehadettir ki, o başka meseledir." (Emirdağ Lahikası, c. II, s.
97.)

İtaat ve sabrın sınırı: açıktan imansızlık

Bediüzzaman itaat ve sabrın da
bir sınırı olduğunu, bu sınıra ulaşıldıktan sonra "sabır taşının çatlayacağını"
ifade ederek bu sınırı onaya koyar: yönetimin açıktan imansızlık ve dinsizlik
hesabına çalışmaya başlaması. Artık bu ortama gelindikten sonra kalbinde iman
kırıntısı bulunan her Müslüman’ın kendilerinin imanını boğmaya azmetmiş kafir ve
zalim yönetime karşı savaşmak zorundadır.

"Yirmi beş senedir hayat-ı siyasiye ve
içtimaiyeden çekilmişim. Hükümet-i cumhuriye ne hal kastettiğini bilmiyorum.
El’iyazü billah, eğer dinsizlik hesabına, iman ve ahiretine çalışanları mes’ul
edecek kanunları yapan ve kabul eden bir dehşetli şekle girmiş ise, bunu size
bila perva ilan ve ihtar ederim ki, bin canım olsa, iman ve ahiretime feda
etmeye hazırım." (Şualar, s. 363-364.)

Sonuç:

Sonuç olarak zalim ve baskıcı
yönetime karşı gerek Batı gerekse İslâm siyasal doktrininde "direnme hakkı" ile
ilgili belli doktrinler geliştirilmiş ve toplum zalim ve tiran yönetimlerin
karşısında korunmaya çalışılmıştır. Ancak pratik hayatta genellikle güç zalim ve
tiranın elinde olduğundan doktrindeki ilkeler pek uygulama alanına
konulamamıştır. Bu konuda en acı ve ıstırap verici çıkmazı İslâm hukukçuları ve
uleması yaşamıştır. Zalim ve despot rejimler karşısında zaman zaman öyle çaresiz
kalmışlardır ki, ya şiddet ve yeni zulümlere başvurmak ya da açık adaletsizlik,
iffetsizlik, talan ve savurganlık yönetimini sineye çekmek tercihine
zorlanmışlardır. Genellikle ulema ikinci yolu tercih etmek zorunda kalmıştır.
Bediüzzaman da geleneksel Ehl-i Sünnet ulemasının seçtiği yolu seçmiş; ümmetin
gaflet, cehalet ve "hayret" içinde olduğunu dikkate alarak; bunlara "kılınç
çekme" yerine "ıslah ve irşad" etmenin gerekli olduğunu düşünerek stratejisini
"tamir" ve "irşad" üzerine bina etmiştir.

Yararlanılan Kaynaklar

Abdülkerim Zeydan, İslâm’da Fert ve Devlet Münasebetleri:
(Çev. Mehmet Akif Ersoy, sadeleştiren: Burhaneddin Kayhan), Kayıhan
Yayınlan,1978.

B. D. Spinoza, Din ve Siyaset Üstüne, (Derleyen. Mete Tuncay)
Batı’da Siyasat Düşünceler Tarihi, c. II, Teori Yayınları, Ankara,1986.

Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, Envar Neşriyat, İstanbul,1994·

Bediüzzaman Said
Nursî, Mektubat, Sinan Matbaası, İstanbul,1985.

Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ
Lahikası, Sinan Matbaası, İstanbul 1959.

Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu
Lahikası, Doğu Ltd. Şirketi Matbaası, Ankara,1985.

Bernard Lewis, İslâm’ın
Siyasal Dili, (çev.: Fatih Taşar), Rey Yayınlan, İstanbul, 1992.

Bertrant Russel,
Batı Felsefe Tarihi, (çev.: Muammer Sencer), Say Kitap Pazarlama,1983).

Bryan S.
Turner, Oryantalizm, Kapitalizm ve İslam, (Ter.: Ahmet Demirhan) İnsan
Yayınları, İstanbul,1991·

Harun H. Şirvani, Siyasi Düşünce ve İdare, (çev.:
Kemal Kuşçu), Nur Yayınlan, Ankara,1965.

İbrahim Canan, İslâm Işığında Anarşi,
Cihan Yayınları,1984.

İmam-ı Ebu Yusuf, Kitabü’l Haraç, (Sadeleştiren İsmail
Karakaya) Akçağ Yayınları, Ankara,1982.

J. Calvin, Hıristiyan Dininin Öğretisi, (Derleyen Mete
Tuncay), Batı’da Siyasal Düşünceler Tarihi, Teori Yayınları, Ankara 1986.

John Locke, Uygar Yönetim, (Derleyen Mete Tuncay) Batı’da
Siyasal Düşünceler Tarihi, c. II, Teori Yayınları, Ankara, 1986.

Mümtaz Soysal,
Anayasanın Anlamı, Gerçek Yayınevi, İstanbul, 1986

Münci Kapani, Kamu Hürriyetleri,
Ankara Ün. Hukuk Fak. Yay., 1981.

Münir Şefik, Çağdaş İslâm Düşüncesi, (çev.:
Esat Pınarbaşı), Dünya Yayıncılık, İstanbul, 1991.

Nevin A. Mustafa, İslâm Siyasi
Düşüncesinde Muhalefet. (Cev.: Vecdi Akyüz) İz Yayıncılık, İstanbul 1990.

Ziyauddin Rayyıs, İslâm’da Siyasi Düşünce Tarihi, çev.: Ahmet Sarıkaya Nehir
Yayınları, İstanbul 1990.