İslâmî
hareketlerin, ekonomik açıdan Liberalizmle buluştuklarını görüyoruz. Ancak
siyasî yönden farklılaşıyorlar. Liberalizm, kimi zaman "Batı
Demokrasisi," kimi zaman da "Parlamenter Demokrasi" ifadesiyle
gündeme geliyor..

İslâmî
hareketlerle Liberalizmin, tam olarak buluştuklarını söylemek mümkün değildir.
Ekonomik Liberalizmin tek tanrısı, kârdır. Oysa bizim Rabb’imiz, Allah’tır. Tek
tanrısı kâr olan Liberalizm için kâra ulaştıran her şey helâldir. Bu uğurda
yalan söylemek, halkların kültürlerini yok etmek, kanlarını emmek birkaç seçkin
aile için mübahtır. Bütün dünyada, bir kaç millet değil, bir kaç kartelin daha
fazla zenginleşmesi için diğer halklar sömürülmektedir. Bu vahşi liberalizmin
kurucu ve teorisyenleri, yine Batılı ekonomistlerdir. Dünya, bu liberalizmin
hâkimiyeti altında, yıkım, sömürü, savaş yoksullaştırma, aile ve toplumları
dejenere etme gibi kötülüklerden başka bir şey görmemiştir. Bütün bu
gelişmeler, Batılı rejimleri geri adım atmaya ve en azından kendi varlıklarını
teminat altına alabilmek için bazı değişiklikler yapmaya zorlamıştır. Aslında,
Liberalizm’in özünde böyle bir olgu mevcut değildir. Liberalizm, uğradığı
birçok cerrahi müdahalelere rağmen günümüzde de dünyayı tehdit etmekte, büyük
felâketlerin haberciliğini yapmaktadır. Liberalizmin hakim olduğu ülkelere
bile, cinsel hastalıklar, uyuşturucu, aile hayatının bitişi, artan işsizlik ve
ekonomik durgunluk gibi önemli tehditlerle karşı karşıya bulunmaktadır. Bu
Liberalizm, dünyayı her şeyden kâr eden bir zümre ile, her şeyini yığınlar
olarak iki kısma ayırmaktadır. Böyle bir Liberalizm, İslâm’la nasıl
bağdaşabilir? Tam olarak bağdaşması asla mümkün değildir. Ama şurası var ki,
Liberalizm, özellikle sosyalizmin ve yaşanan vakıanın doğurduğu baskılarla,
İslâm’a doğru yaklaşım sürecine girmek zorunda kalmıştır. Bunu da tam bir
yaklaşma olarak görmemek gerekir. Örneğin sosyal güvenlik düşüncesini
kabullenmesi, bu çerçevede değerlendirilebilecek bir adımdır. Ama bireyselliği
ön plânda tutan bir sistem oluşu bugün de aynen sürmektedir. Liberalizmin,
bütün bireyleri ve toplumu, bireyin hizmetinde gören yaklaşımı hâlâ geçerlidir.
Oysa İslâm’da aslolan, toplumun halkların ve çoğunluğun çıkarlarıdır. Azınlığın
çıkarlarıyla çeliştiği zaman, kesinlikle çoğunluğun çıkarı göz önünde
bulundurulur. Bu nedenledir ki, İslâm, ekonomik bakımdan da Liberalizmle
çatışmaktadır. Her şey bir yana İslâm, ne suret ve kılıfta olursa olsun, faizi
yasaklamıştır. Bu da İslâm’la Liberalizmin belkemiği arasında büyük bir zıtlık
bulunduğunu gösterir. Faizin yasaklanması, tamamen farklı bir yaklaşımın
sonucudur. Bu felsefeye göre, kazancın aslı ve dayanağı, çalışmaktır. Buna
göre, büyük sermaye sahiplerinin, duran sermayelerinden elde ettikleri sembolik
kazançlar, faiz olmaktadır.

Öyleyse İslâm,
sosyalizmle buluşmaktadır!

Evet. Ne yazık ki
birtakım çalıntı değerlerden dolayı, İslâm ile sosyalizm arasında benzerlikler
bulmak, mümkündür. Uğruna ter döken ve çabalayan sahiplerinden çalınan bazı
değerler nedeniyle aralarında bir benzerlikten bahsetmek gerekirse, bunu yapmak
mümkündür. İslâm ile sosyalizm arasındaki benzerlik, İslâm ile liberalizm
arasında karşılaştırmadan daha kolaydır. Çünkü sosyalizm, çoğunluğun çıkarını,
her şeyin önüne koymaktadır. Çünkü ona göre kazanç, çalışmayla irtibatlıdır.
Sosyalizmde faiz geliri diye bir şeyden bahsetmek mümkün değildir. İslâm’ın
ekonomik felsefesi de bunu gerektirmektedir. Ancak sosyalizm, bizzat kendi
amacıyla çatışan bir sistemdir. Zira, bireyin mülkiyet edinmesini yasaklayarak,
mülkiyeti tamamen devlete vermektedir. Dolayısıyla bireysel kapitalizmi
yasaklayan sistem, devlet kapitalizmini dayatmaktadır. Sosyalist ülkelerde
bugün gördüğümüz manzara, gerçekte yoğun bir kapitalizm ve yoğun bir
diktatörlüktür. İslâm’a göre mülkiyet, özgürlüğün karındaşıdır. İslâm’da
aslolan, sermayenin biriktirilmesi değil, dağıtılmasıdır. İslâm’ın hedefi,
mülkiyet sahiplerini azaltarak en sonunda, herşeye sahip olan bir devlet
çıkarmak değildir. Aksine mülkiyetin adil bir şekilde dağıtılması ve herkesin,
kendi mülkü üzerinde çalışır hale getirilmesidir. Ücretli sistemi, hedeflenen
ana sistem değil, istisnai bir durumdur. Aslolan, insanın kendi mülkü, kendi
şirketi içinde çalışmasıdır. Çünkü ücretlilik sistemi de nihayetinde bir tür
köleliktir. Sonuç olarak liberalist ideallerin, İslâmî ideallerle uzaktan
yakından hiçbir ilişkisinin olmadığı ortadadır. Bireysel mülkiyeti tanıma ve
girişimciliği teşvik etme gibi bazı noktalarda benzese de İslâm ile Liberalizm,
öz bakımından tamamen farklı görüşlerdir. Felsefi ve ahlâki çerçevede, İslâm
önceliği, bireye değil çoğunluğa, kâra değil ahlâka vermektedir.

Ekonomik açıdan
durum bu. Peki, ya siyasî açıdan?

Siyasî açıdan,
aralarında daha fazla yakınlık ve benzerlik bulunduğunu söyleyebiliriz. Yani
siyasal açıdan liberalizmin ideali ile İslâmi değerler arasında daha çok
benzerlik vardır. Dolayısıyla liberalizm ile İslâm arasındaki benzerlik
noktalarının ekonomik alandan çok siyasi alanda olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin
liberal sistemde, siyasî karar mekanizmasını oluşturan demokrasi, bizce de
uygun bir araçtır. Çünkü demokrasinin ideali, otoritenin bir merkezde
toplanması değil, dağıtılmasıdır. Diğer bir ifadeyle, kararın bireysel olarak
değil, ortak olarak alınmasıdır. Kur’ân’da da "onların kararları,
aralarındaki şura–danışma–iledir" buyrulmaktadır. Siyasi karara katılım ne
kadar fazla olursa, siyasi kararın dayandığı zemin de o kadar geniş olur.
İslami düzen de, bu açıdan demokrasi gibi, katılımın genişliğini hedefler.
İslâm’ın ve demokrasinin bu noktadaki düşmanları aynıdır; diktatörlük ve
istibdat. Aralarındaki farklılıklar ise, mekanizmayla değil, içerikle
ilgilidir. Demokrasinin kullandığı araçlar da İslâmi açıdan uygun bulunacak
araçlardır; seçimler, halkoylamaları, parlamento, çoğunluk ve iktidarın el
değiştirme yolları.. Bunlar, İslâm’ın da açıkça onaya koyduğu ve benimsediği
yönetim araçlarıdır.

Bu teziniz,
İslâmî tezle çelişiyor!

Aradaki farklılık
yine değerlerde ortayı çıkmaktadır. Batı demokrasileri, yalanı mübah görmekte,
kamuoyunu yalanlarla saptırmakta ve sermayenin, kamuoyunu üzerinde egemenlik
kurmasına izin vermektedir. Batı demokrasileri, seçmenlerin oyları üzerinde
oyunlar oynamayı mübah görerek, ahlâk denen olguyu, siyaset dünyasından kovmaktadır. Sonuçta da siyaset dünyası, ahlâksız bir dünya haline gelmektedir.
Liberalist siyasal düzenin en büyük virüsü işte budur. Düzenin araçları
sağlıklı olmasına rağmen, düzene yön veren değerlerde büyük çarpıklıklar
vardır. Bu değerlerin arkasında da materyalist bir felsefe olan laiklik yer
almakta· dır. Materyalist düşünce, insana da maddi olarak yaklaşır. İnsana
yönelen ekonomik bakış, onun değerini sahip olduğu senetle ölçer. Hastalık da
tam buradadır. İslâmcılar arasında demokrasiyi eleştiren ve onu küfür olarak
değerlendirenlerin hiçbir düşünceleri yoktur. Bana göre onlar, anayasal ve
hukuksal bir kültüre sahip olmayan insanlardır. Felsefi ve siyasal bir
kültürleri olsa, onu kullanarak bir karar mekanizması olarak Demokrasi ile,
Batı demokrasilerinin içeriğini birbirinden ayırabilirler, liberal felsefeyle
materyalist felsefeyi ayrıştırabilirlerdi. Bunların, sürekli birlikte
bulunmaları, şart değildir. Bu nedenledir ki, demokrasi denen karar aracını,
diğer uygulamalarından bağımsız hale getirebiliriz. Demokrasi, çoğunluğun
otoritesini tanıması, karar almada baskıcı bir azınlığa değil, çoğunluğun
görüsüne itibar etmesi bakımından sağlıklı bir araçtır. Bu araç sayesinde,
iktidarın kansız ve devrimsiz olarak el değiştirmesi mümkün olmaktadır. Bu
aracı, materyalist felsefi içeriğinden soyutlayabilir ve iman değerleriyle
donatırsak ve onda takvanın esas olmasını sağlayabilirsek, işte o zaman
Demokrasinin aslında bize ait olan bir sermaye olduğunu söyleyebiliriz. Aslında
o, İslâm’daki ifadesiyle Şura’dan başka bir şey değildir. Şura, İslâm tarihinin
büyük bölümünde sadece Cuma hutbelerinde vaaz ve irşad için anlatılan, ancak
bir türlü siyasi bir. Düzene dönüşemeyen önemli bir sistemdir. Oysa Batılılar,
Şura düzenini bizden aldıktan sonra geliştirmiş ve siyasal bir düzen haline
getirmişlerdir. Çünkü günümüzde hakim olan Demokrasi anlayışı ile Atina’da
yaşayan Yunan Demokrasisi arasında en ufak bir ilişki yoktur. Aralarındaki tek
ortak yan, ismindedir. Zira Yunan Demokrasisi, çoğunluğun değil azınlığın
sözüne itibar eden bir sistemdi. Bunlarda Yunanistan’da yaşayan ve küçük bir
azınlığa sahip kimselerden oluşmaktaydı. Köleler, kadınlar ve yoksulların oy
kullanma hakları yoktu. Oysa İslâm’ın getirdiği Şura sisteminde herkes
katılımda bulunmakta ve çoğunluğun yani bütün ümmetin düşüncesi alınmaktaydı. .
Allah Resulünün (a.s.m.) ifadesiyle "Ümmet, dalalet üzerinde
birleşmezdi" ve "Müslümanların güzel gördükleri bir şey, Allah
katında da güzeldi." Çoğunluk, Ümmet gibi nüfusun tamamına yakınının
katılımının istenmesi, siyaset sahasına İslâm’ın taşıdığı bir yenilikti. Ne var
ki, demokratik olarak adlandırılan devlet ve rejimler tarafından halkımız
üzerinde uygulanan baskı ve sömürü faaliyetleri bir tepki olarak ve İslâmî
hareketin bazı kesimlerinde bulunan siyasal düşünce eksikliği ve zaaflardan
dolayı, aracın kendi ve işleyiş şekli arasındaki herhangi bir ayrım
yapılmaksızın demokrasiyi inkar edenler çıkmıştır. Demokrasinin reddedilmesi,
İslâm düşüncesi hakkında çok kötü bir imaj yaratmaktadır. Çünkü böyle bir
tavır, bir şeye karşı olmanın onun karşısındakini kabullenme eğiliminin
bulunduğunu çağrıştırması yüzünden, Müslümanların diktatörlük yanlıları olduğu
gibi bir yanlış anlama gündeme gelmektedir. Oysa hiç kimse Müslümanlar kadar,
diktatörlük ve istibdat düşmanı olamaz. Müslüman milletleri ezen ve öğüten
demokrasi değil, diktatörlük ve totaliterizmdir. Beni şaşkına çeviren;
diktatörlüklerden en çok çeken ve istibdat rejimlerinin baskıları altında
kıvranan Müslümanlardan bazılarının, gerçek düşmanları olan diktatörlükle mücadele
yerine, demokrasiyle didiştiklerini görmektir. Bu insanlar, sanki şöyle
demektedirler: Ezilenler, baskıya uğrayanlar biziz. Ama fırsatını bulur ve
iktidara gelirsek, biz de onları ezeceğiz.

Ama bu
mekanizmaları kabul edip de sonra Demokrasinin varlığından dolayı ortaya
çıkacak birtakım karşıt düşünceleri reddetmek nasıl mümkün olacaktır. Çünkü şu
an üzerinde konuştuğumuz Demokrasi, çoğunluğun görüşünün uygulandığı bir
yönetim biçimidir. Dolayısıyla iktidar, el değiştirebilecektir. Bu rejimin
gölgesinde, laik ve materyalist olarak nitelediğiniz düşünceler de
bulunacaktır. Azınlıkta kalmaları halinde bunlar, sahneden kovularak imha mı
edileceklerdir?

Ben, demokratik
mekanizmalardan sözettim. Bu mekanizmalar, insanlar arasında diyalog
kurulmasını ve uzlaşıya gidilmesini mümkün kılmaktadır. Aynı şekilde iktidarın
el değiştirmesi de mümkündür. Burada çoğunluk da bulunabilecektir. Ancak
demokrasi mekanizması, çoğunluğa iktidar olma hakkını veriren, azınlığa da
muhalefet etme hakkını vermektedir. Ancak bu mekanizmanın işleyişi de mutlak
yani kayıtsız değildir. Aksine belli bir kültürel ortamda işleyecektir. Örneğin
şu günlerde Fransa’da başörtüsüyle ilgili yoğun sorunlar yaşanmaktadır. Çünkü
Fransızlar, başörtüsü olgusunun Fransız değerlerini tehdit ettiğini düşünmektedirler.
Fransız kimliği, belli değerler üzerine kuruludur. Demokrasi çerçevesinde
tanınacak özgürlük de, bu değerler dairesini ihlal edecek boyutta olmamalıdır.
Gerçi bu meselede Fransız kamuoyu tarafından işlenen büyük bir hata söz
konusudur. Evet, Fransızların düşünceleri, ilke olarak doğrudur. Ancak bu,
bireysel hürriyete engel olmamalıdır. Evet, Demokrasi; belli bir kültürel
çerçevede gösterilen hürriyettir. Ama Fransızlar bu konuda, siyasal düzenle
bireysel davranış arasındaki ayırımı yapmama hatasına düşmektedirler.
Fransızlar, çoğulcu demokratik ortamda, örneğin monarşiyi savunan bir partiye
izin vermeyebilirler. Çünkü ülkede egemen olan siyasal düzenin dayanağı,
çoğulcul demokrasidir ve bu bir değerdir. Aynı şekilde, ırkçılığa dayalı bir partinin
kurtulmasına engel olabilirler. Yine seçme ve seçilmede, kadın-erkek eşitliğini
düzenin temellerinden biri yaptıktan sonra, kadınların oy kullanmasını
engellemek isteyen bir partinin kurtuluşuna izin vermeyebilirler. Bizler de
demokratik özgürlüklere inanıyoruz. Ancak demokrasimizin işleyeceği kültürel
çerçeve, Batı değerlerinden oluşmayacaktır. Fransa’da demokrasinin dayandığı
çerçeve, laiklik ve Hıristiyan kültürü olabilir. Ama başka bir ülkede bu
çerçeve oranın yerel şartları göz önünde bulundurularak oluşacaktır. Bizim
kültürel alt yapımız da Batınınkinden farklıdır. Sonuç olarak bizde uygulanacak
demokrasinin işlediği zemin, İslâm-Arap kültürü olacaktır.

Peki, örneğin
Tunus’la ilgili tanımınız nedir?

Bu konuda neden
tepkisel davrandığınızı bilemiyorum. Demokrasi mekanizması Batı’da süzülerek
ortaya çıkmış ve zaman içerisinde hayli geliştirilmiştir. Müslümanlar olarak,
bizim dinimiz de, bünyemize uygun mekanizmalardan yararlanmamızı
engellemektedir. Örneğin Batı teknolojisinden hala yararlanmakta, ama bunların
doğurduğu kültürden kurtulmaya çalışmaktayız. Muhakkak ki, teknoloji de diğer
bilimler gibi, felsefenin ürünüdür. Ama Batı felsefesini kabul etmememize
rağmen, teknolojisini yerleştirmek için elimizden geleni yapmaktayız. Örneğin
arabaya binmekle, Allah’ı inkâr etmemekte, Rabb’imizi unutmamaktayız. Arabaya
binmek, kültürümüzü de unutturmamaktadır. Peki sistemin hareket ettiği zemin
İslâm olduğu sürece demokrasi mekanizmasını kullanmamızı engelleyen nedir?
Demokrasi de, mükemmel veya mutlak bir mekanizma değildir. Ancak geliştirilmesi
mümkün olan bir sistemdir. Sosyal olaylar, gerçekten de girift konulardır.
Örneğin Demokrasi dediğimiz zaman, üzerinde farklı düşünülmeyen belli bir
siyasal düzen anlaşılmamalıdır. Çünkü, günümüzde yaşayan bir değil, birçok
demokrasi vardır. Aynı şekilde seçimlerde izlenen metotlar da büyük
farklılıklar göstermektedir. Sosyal olayları basite indirgemek, kültür
hayatımızı geliştirecek değil, onu sınırlayacak ve bütün akımları, çatışmaya
sevk edecek bir çabadır.

Tunus
halkı arasında, sizin sahip olduğunuz siyasal bilincin, İslâmî hareketin
genelinde bulunmadığı gibi bir kaygı var. Bu kaygıyı taşıyanlara göre, İslâmî
hareket iktidara ulaşması halinde, diğer azınlıklara hayat hakkı tanımayacak,
onların siyasal ve sosyal açıdan İslâmî hareketle farklı düşündüklerini ifade
etmelerine izin verilmeyecektir. Bu konuda görüşünüz nedir? Örneğin Komünist
parti şu anda faaliyetlerini sürdürüyor. Feminist dernekler de calışmalarına
devam ediyorlar. İktidara gelmeniz halinde, bunları yasaklamanız mümkün mü?

Biz diyoruz ki
yasaklamayacağız. İslâmî akım, hiç kuşkusuz, belli tepkisellikler ve
tereddütlerden sonra özellikle seksenli yıllarda düşünce olarak netleşmeye
başlamıştır. Bu dönemde, ülkede ve üniversitede herkesçe özgürlük sloganı
telaffuz edilmeye başlanmış ve fiilen uygulanır hale gelmiştir. Hareketimiz,
kuruluşunu ilan ettiği 1991 yılında, halk üzerindeki hiç kimsenin vesayet iddia
edemeyeceğini ve nihai karan, terör ve kaba kuvvetin değil, kamuoyunun vermesi
gerektiğini ilan etmişti. Biz, yıllardan beri sadece Tunus’ta değil gittiğimiz
bütün ülkelerde katıldığımız bütün toplantı ve konferanslarda üstte anlattığım
görüş ve ilkelerin savunuculuğunu yapıyor ve gerek İslâm düşüncesinden gerekse
Allah Resulünün hayatından bunları delillendirmeye çalışıyoruz. Gittiğimiz her
yerde, İslâm toplumunun daha ilk günlerinden itibaren, çok sesli bir toplum
olduğunu ifade ediyoruz. Bu toplumda, Hıristiyan Yahudi veya müşrik herkesin
vatandaşlık hakkı tanınıyor ve toplumu oluşturan unsurlardan hiçbiri, vatandaşlık
konusunda ayrımcılına uğramıyordu. İslâm toplumu, vatandaşlık hakkı üzerine
kurulu bir toplumdu. Ama bu, çoğunluğu oluşturan Müslümanların özelliklerinin
belirgin olarak görülmesini engellemiyordu. Fakat Müslüman ve gayr-i müslim bütün
bireyler vatandaşlık haklarından istifade ediyorlardı. Dinle ilgili çok dar bir
alan dışında, bütün vatandaşlar arısında eşitlik ilkesine riayet ediliyordu.
Tabii ki, çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu bir ülkeyi, Müslüman olmayan
birinin yönetmesi düşünülemez. Böyle bir toplumda, elbette İslâm hakim
olacaktır. Bu açıdan bakıldığında, böyle bir toplumda yöneticinin Müslüman
olmasının, aynı zamanda demokrasinin de gereği olduğunu görürüz. Çünkü hem
çoğunluğu Müslümanların oluşturması, hem de toplumun kültürel ve düşünsel
altyapısı bunu gerektirmektedir. Tarihimizin bütün kesitlerinin İslâm
düşüncesini temsil ettiğini söylemesek de, geçmişte azınlıkların sahip
oldukları haklara, çağdaş demokrasilerde hile rastlanamadığı bir gerçektir.
Batı Avrupa’da on milyonu askın Müslüman yaşamasına rağmen, parlamentolarında
bir tane bile Müslüman milletvekili bulunmadığını görmekteyiz. Müslüman bir
elçi ya da bakanları hiç olmamıştır. Bunu da bırakın, sözde ileri bu
demokrasilerde, Müslüman kızların başlarına bağladıkları bir parça kumaş bile
büyük sorunlara yol açabilmektedir. Oysa bizim toplumumuzda, ne bir din adamı,
ne bir rahibe, dininin gereklerini yapmaktan alıkonmamıştır. İslâm’ın şeytan
işi pisliklerden saydığı şarap bile yüzyıllardır üretilmekte ve Hıristiyanlar
tarafından kullanılmaktadır. Kiliseler, dimdik durmakta ve çanları gerektiği
zaman çalabilmektedir. Durum bununla da kalmamış ve devlet daireleri, kültür ve
tercüme merkezleri Hıristiyanlarla dolmuştur. Hıristiyan vezirler bile
olmuştur. Reynold, "ed-Da’vet" adlı kitabında, İslâm devletinin
değişik birimlerinde gayr-i müslim memurların fazlalılığından hayranlıkla söz
etmektedir.

Muaviye döneminde
valiler bile bulunduğunu görüyoruz.

Sadece valiler ve
müsteşarlar değil vezirler bile çıkmıştır. Şu halde tolerans konusunda Batıdan
ders almaya ihtiyacımız yoktur. Ama bugün Batıyla ilişkimiz, karmaşık, kompleks
ve çok dallı bir ilişkidir.

Diğer bir
ifadeyle şunu söyleyebilirim: Eğer toplumumuzun bir kimlik arayışında olduğunu
düşünüyorsak, kendimizi bir otele yerleşen yolcular olarak görebiliriz. Bu
yolcuları, bir araya getiren tek öğenin, birarada yaşama zorunlulukları
olduğunu düşünelim. Yolcuların otelin idaresiyle ilgili kararları, çoğunluğun
kararına dayanmak zorunda olacaktır. Azınlığın kararlarına da saygı duyulmak
şanıyla, otel çoğunluğunun istekleri doğrultusunda yönetilecektir. Eğer
kendimizi, aynı otelde uzun süre birlikte yaşamış, ortak bir dile, belli bir
kamuoyuna, belli değerleri ve kimliği olan bir topluma dönüşmüş olarak kabul
edersek bu durumda da aynı otelin, söz konusu değerler doğrultusunda
yönetilmesi gerekecektir. Ama orada yaşayan diğerlerinin haklarına da saygı
göstermek gerekecektir. Bu çerçevede, Tunus toplumunu istediğiniz kategoriye
sokabilirsiniz. Eğer toplumumuzun hala kimlik arayışı içinde olduğunu
düşünüyorsak, o zaman demokrasiyi uygulamamız gerekir. Ama bu, Batı tarzı bir
demokrasi olmamalıdır. Çünkü Batı demokrasileri, belli bir kimliğe dayanan
demokrasilerdir. Çünkü Batı toplumlarının, kimlik sorunları yoktur. Buna göre otelin
Fransa olduğunu düşünürsek, birinin çıkıp kraliyet yönetimi istediğini söyleme
hakkı yoktur. Çünkü bu otelin sakinleri, artık cumhuriyet rejimini benimsemiş
ve bu değere inanan bir kimliğe sahip olmuş kimselerdir.

Böyle bir hakkı
var. Çünkü Fransa’da monarşiyi isteyen bir hareket var!

Ancak,
yasadışıdır.

Fakat miting
düzenleyebiliyorlar…

Batıda belirgin
ve oturmuş bir kimlik vardır. Demokrasi de bu kimlik çerçevesinde hareket eder.
Örneğin Fransız demokrasisini oluşturan, kimliğin unsurlarına baktığımızda;
insan hakları, cumhuriyet rejimi ve Fransızca gibi unsurlarla karşılaşırız.
Evet ikincil güçler de vardır; monarşistler ve diğerleri gibi. Ama Fransız
demokrasisi, bunlara pek önem vermez. Bunlara karşı hoşgörülü davranır. Çünkü
bu gibi hareketlerin asla etkin olmayacakları varsayımından hareket eder. Aynı
şekilde biz de Müslüman bir toplumda İslâmî olmayan güçleri, ikincil güçler
olarak görmekteyiz. Toplumumuz belli bir bilinç düzeyine ulaştığı zaman, biz de
demokrasinin bu ortamda icra edilmesi gerektiğini söyleriz. Ancak ikincil
güçler de fikir ve ifade hakkına sahip olacaklardır. Ama iktidar sonuçta kime
kalacaktır?

Demokrasilerde
iktidar, çoğunluğundur

Ama iktidar, bu
kimliği paylaşan güçlerin olacaktır. Örneğin komünist toplumda, toplum kimliği
komünist olacaktır. Dolayısıyla iktidar da komünistlerin olacaktır. Bunun
dışında, muhaliflerin isteyecekleri ancak bazı haklarla sınırlı kalacaktır.

O zaman demokrasi
olmaz ki…

Neden olmasın?
Biz bunu şu anda söylüyoruz. Çünkü bu demokrasi, liberal demokrasiye karşı
çıkmış ve zorlamaya gitmiştir. Liberal demokrasi belli bir kalıpta işler.
Örneğin Batı’da, uyulması gereken bir takım insan hakları layihaları vardır.
Siyasi faaliyetler, ancak bu layihalar içerisinde yürütülebilir. Bu nedenledir
ki, Batı demokrasileri, ırkçılık propagandası yapan bir partiye izin vermezler.
Tezi, siyahları öldürmek olan bir pani yasal olarak bulunamaz. Burada şunu
ifade etmek istiyorum ki, İslâm toplumunun da belli bir kişiliği vardır. Bu,
sadece inançlardan oluşan bir kimlik değildir. İnançlar, kalplerde bulunur.
İslâmî kişiliği oluşturan bir takım değerler ve kültür birikimi vardır. Liberal
demokrasinin hakim olduğu Batı ülkelerinde de böyle bir kişilik vardır ve bu
kişiliği oluşturan unsurların başında da insan haklarıyla ilgili layihalar
gelir. Batı ülkeleri, bu layihaları çiğneyecek siyasal örgütlere izin
vermezler. Örneğin ırkçı partiler yasaktır. Bununla söylemeye çalıştığım şudur;
demokrasi, belli değerler tarafından yönlendirilmek durumundadır. Bu değerlere
örnek olarak, siyasi mücadelede kaba kuvvete başvurmama ve yabancı güçlere
hizmet etmemeyi, zikredebiliriz. Biz, demokrasinin sadece böyle bir zeminde
icra edilmesini kabul ediyoruz. Demokratik bir ortamda, ümmetin düşmanları
hesabına çalışanlar bulunmamalıdır. Bir devlet kurduğumuzda, hepimiz bu devlete
sadık olmalıyız. Bu devletin gölgesi altında mücadele de edebiliriz. Ama bunu
yaparken kesinlikle güç kullanımına gitmememiz gerekir. Çoğunluğun iradesine
devamlı saygılı olmamız icap eder. Çoğunluk ne yönde karar verirse versin, bu
karara saygılı olacağız ve olmamız gerekir. İster iktidarda, ister muhalefette
olalım, mücadelemizi devamlı barışçıl yollarla gerçekleştireceğiz.

İslâm adına
demokrasiyle savaşanlardan bazıları, demokrasiyi İslâm karşıtı olarak görüyorlar.
Bu konuda ne dersiniz?

Korkarım bu
insanlar, ya İslâm ve demokrasiyi ya da bunlardan birini pek iyi
anlamamaktadırlar. Onlar, zorlu ve girift meseleleri basite indirgemektedirler.
Beşerî ilimleri ve bunlardan bir bölümünü oluşturan siyasi bilimler, son derece
girift konuları ele alırlar. Bu gibi karmaşık sorunların, vaaz ve irşad
meclislerinde ele alınması, tabii ki, çok basite indirgenmelerini
gerektirmektedir. Sonuçta da gerçekler çarpıtılmakta ve yanlış kararlara
varılmaktadır. Bu tür basite indirgeme yanlışları, davetimiz için de önemli
sorunlar doğurmaktadır. Oysa bizim sorunlarımız, zaten bize yetmektedir. Vaaz
işiyle uğraşan görevliler, eğer köklü bir din bilgisine sahip olsalar ve çağı
çok iyi tanısalardı, birçok konuda meseleyi ele alış ve sorunlara yaklaşım
biçimleri değişirdi. Bunların başında İslâmî yönetimle ilgili sonınlar
gelmektedir. Bu konu, çok önemli bir konu olduğu için, bununla ilgili olarak
değişmez dini kurallardan çok genel değerlere sahip bulunuyoruz. Bu da, islâmî
yönetimin siyasi uygulama olarak birden fazla modele uyarlanabilmesini mümkün
kılmaktadır. "İslâm’da Yönetim" adlı eserinde merhum Seyyid Kutub da
bunu vurgulamıştır. Hangi yönetim şekli olursa, olsun, İslâm’ın istediği halkın
istibdada maruz kalmamasıdır. Şu âyetlerde de bunu açıkça görmekteyiz:
"Sen onlar üzerinde hegemonya kuracak değilsin". "Sen onlar
üzerinde zorlayıcı değilsin", "Dinde zorlama yoktur." İslâm’ın
istediği ikinci önemli husus, halkın bozulmadan çok düzgünlüğe yakın bir konuma
oturtulmasıdır. Böylece dini hükümleri kabullenmesi daha kolay olacaktır.
İyiliği yapmak kolay olacak, ama dileyen kimse yapmayabilecek, kötülük yapmak
ise, zor fakat mümkün olacaktır.

Bu durumda
camilerde vaaz veren vaizlerin durumu ne olacak? Siyasi konuların girmemeleri
sizce çözüm olabilir mi?

İslâmî yönetimi
gerçekleştirecek siyasi yönetim biçimleri, tabii ki insanların durumlarına ve
gelişme seviyelerine bağlı olarak farklılık gösterebilir. Ancak şurası kesindir
ki, İslâmî değerlerin iyice anlaşılması halinde, demokrasiyle İslâm arasında
herhangi bir çelişki bulunmadığı görülecektir. Demokrasi, siyasi kararların
alınmasında, halkın iradesini ifade etme aracı olmaktan başka bir şey değildir.
Demokrasi azınlığın muhalefet hakkını saklı tutmakla birlikte, kararın alınmasında,
çoğunluğu öne çıkaran bir sistemdir. Demokrasi bize, iktidarın kansız olarak el
değiştirebilmesini mümkün kılan bir seçenek sunmaktadır. Demokrasi, kamu
politikalarının oluşturulmasında ve iktidarın tekelciliği önleyecek biçimde
dağıtılmasını sağlayan, bunların yanısıra barışçıl muhalefete de izin veren bir
sistemdir. Demokrasi, düşünsel ve siyasî mücadelelerde kan akıtılmaksızın ve
toplumu parçalamaksızın yürütmemizi sağlayan bir araçtır. Demokrasinin
organları olan, seçim, iktidarın el değiştirmesi, çoğunluğun karar alma,
azınlığın muhalefet etme, kamuoyunun, dernekler, sendikalar, siyasal örgütler,
kültürel etkinlikler, sosyal hizmetler ve medya bazında örgütlenmesine izin
vermek gibi unsurların hangisi İslâm tarafından gayr-ı meşru sayılmıştır.
Aslında Müslümanlar tarafından demokrasiye gösterilen tepkilere baktığımızda,
sura değerinde bir yönetim biçimi olan demokrasi ve çoğunluğun iktidarı
(cumhuriyet) ile çağdaş demokrasinin doğuşuna beşiklik eden liberal felsefe ve
bu felsefenin dayandığı materyalist bakış arasında ayırım yapılamaması olduğunu
görürüz. Bildiğimiz gibi, materyalist düşüncenin beslediği liberal demokrasi,
topluma rağmen bireye, ahlâka rağmen çıkara öncelik vermekte kâr, hegemonya ve
gücü, bütün değerlerin üstüne çıkarmaktadır. Liberal demokrasi bunu, hem birey,
hem de ulus bazında çok rahatlıkla yapabilmektedir. Liberal demokrasi, bütün
dünyayı yerle bir etme pahasını da olsa, belli bir zümrenin çıkarı için her
şeyi mübah görür. Su halde bir araç olarak demokrasi ile, yaklaşık iki asırdır,
liberallik kisvesine büründürülerek ícerik olarak bu hayat felsefesini tasıyan
liberal demokrasi arasında gerekli ayırımı yapamamak, birçok İslâm davetçisini,
hatta bazı âlimleri demokrasi konusunda bu ilginç karmaşaya düşürmüştür.
Sonuçta ümmetimiz de iktidarın el değiştirmesi konusunda sonu gelmek bilmeyen
çatışmalara sürüklenmistir. Bunlar, bilerek veya bilmeyerek istibdat
yönetimlerine İslâmî yönetim etiketi yapıştırmışlardır. Aslında demokrasi
düşmanı dendiği zaman, ilk anda akla istibdat taraftarı gelmektedir. Gerçek şu
ki, İslâm kadar demokrasiye ve genel olarak özgürlüğe yakın başka bir din
olamaz. Tarih boyunca da İslâm’ın bizar olduğu belaların belki de en büyükleri,
istibdat ve baskılardan kaynaklanan belalar olmuştur. İslâm, kendine inanan bir
kalpten, ülkeden veya müesseseden çıkmışsa bunun arkasında muhakkak istibdat
vardır. İslâm ve İslâm davetçileri için, isbibdattan daha acımasız ve daha kindar
bir düşman olabilir mi? Çağdaş davetçilerden olan Mevdudi ve Seyyid Kutub’un
tarif ettikleri gibi, en büyük ve en kapsamlı özgürlük mücadelesi olan bu dine
neden haksızlık ediyoruz? Bazı davetçilerimiz, neden haksızca bu dini istibdat
taraftarı olarak gösterecek sözler sarfediyor ve onun demokrasi düşmanı
olduğunu söylüyorlar? Neden ona iftira ederek kadına özgürlük tanımadığını,
inanç ve ifade hürriyetine yer vermediğini söylüyorlar? Allah rahmet etsin,
Malik b. Nebi’nin son günlerinde şöyle dediğini duymuştuk.

"Beşeriyetin
âlemlerin Rabb’ine teslim olması sürecinde önüne çıkan ve O’nu, dinsizlik,
küfür, zulüm ve fesat ateşiyle kavuran en büyük engel kesinlikle biz
Müslümanlarız "

İnsan hak ve
hürriyetleri

Başka bir hususa
geçiyoruz. O da Raşid Halife’ler ve özellikle de Ömer Bin Hattab dönemi. Cesur
Halife ve güzide Sahabî Hattab oğlu Ömer, İslâm cezalarından birini dondurmuş
ve başka bir ifadeyle askıya almıştı. Bunun kanun ve içtihadın İslâm çağdaş
asrın velilerine göre yorumlama kapısını açtığına inanıyor musunuz?

Şüphesiz müçtehid
Halife Ömer Bin Hattab’ın bu uygulaması, müçtehidin İslâm düşüncesine sabit
nass ile gelişen ve değişen vakıa arasında etkileşimi gerçekleştirmesi yönünde
büyük imkanlar kazandırmıştır. İslâm vakıaya kuru kuruya uygulanan kanunlar
manzumesi indirmemiştir. Şeriatın Müslüman hukukçular tarafından gözönünde
bulundurmaları gereken gayeleri vardır. Dinin tamamı kulların menfaatini
sağlamak amacıyla gelmiştir. Allah’a itaat etmemizin Ona hiçbir yararı yoktur.
Ona itaat etmemizin Kendisine bir fayda sağlamadığı gibi Ona isyan etmemizin de
O’na hiçbir zararı dokunmaz. Fayda ve zararın tamamı bizim içindir.

İşte burada,
Şeriat kanunları, insanların maslahatını gerçekleştiriyor mu, gerçekleştirmiyor
mu? Ona bakmalıyız. Bunun içindir ki İbni Teymiyye, İbni Kayyım gibi büyük
İslâm âlimleri Allah şeriatının maslahata göre olduğunu açıkça söylemişlerdir.
Bunun anlamı şeriatın topyekün iptal edilmesi ve aklın belli şartlarda
öngördüğü hükmün esası sayılması değildir. Müslüman’ın öngördüğü hükmün esas
sayılması da değildir. Müslüman’a göre şeriatın belli zamanlarda gerçekleşen bir
gücü vardır. Ve Ömer Bin Hattab’ın kıtlık yılında uygulamadığı hırsızlık haddi
gibi şeriatın da bu gibi durumlara göre değişiklik gösteren amaçları vardır.
Hattab oğlu Ömer, bu cezanın zenginleri himâye etmek amacıyla değil, genel
çıkarlara gözetmek amacıyla geldiğini anlamıştır. Genel çıkarların
gerçekleştiğini gören Hattab oğlu Ömer, hırsızlık cezasını dondurmuştur.

Hırsızlık suçunun
şer’i cezası zayıf ve yoksullara uygulamak değil, halkın sermayesi üzerinde
oturan, kazanmak için gayret sarfetmeyen suçlu tabakayı kontrol etmektir. Eğer
ortada toplumsal bir şartın zorunlu olarak beraberinde getirdiği kıtlık
yaşanıyorsa, insanlar ihtiyaçlarını buldukları yerden karşılıyorlarsa, İslâm’ın
bu insanlardan alacağı bir intikamı yoktur ve onları zor durumda bırakmaz. Ömer
Bin Hattab’ın kıtlık yılında hırsızlık cezasını uygulamamasında şaşılacak bir
durum yoktur. Aksine toprak sahibi bir ağa, kendisine devesini çalıp kesen ve
yiyen hizmetçilerini şikâyete geldiğinde, Ömer Bin Hattab olaya el koymuş ve
araştırmıştır. Araştırma neticesinde bu ağanın hizmetçilerin parasını ödemediği
için hizmetçilerin böyle bir işe giriştiklerini görünce şeriatı gerçek olarak
uyguladı ve ağaya hizmetçilerini hırsızlıkla suçladığı için iftira atmak suçuyla
had uyguladı. Hizmetçiler ağa taráfından sömürülüyor ve bu da yetmiyormuş gibi
ağa onlara hırsızlık haddinin uygulanmasını istiyordu. Cezalandırılması gereken
mülk sahibiydi ve Ömer ona şöyle dedi: "Eğer hizmetçilerin, ikinci kez
kendilerine haklarınca yeterince ödemediğin veya hiç ödemediğin için hırsızlık
yaparlar ve bana gelirlerse, senin elini keseceğim."

İbni Teymiye ve
İbni Hazm gibi büyük akılıcılar, bu türden olayları esas almışlardır. İbni
Hazm, buna dayanarak "Aç kalan bir insanın, açlığını fırsat bulduğu yerde
karşılaması hakkı olduğu bir görevidir" der. "Eğer engellenirse
mücadele verir. Bu mücadele sonucunda engelleyen ölürse, Allah’ın lânetine
gitmiş olur" demektedir. Aç insana hiçbir ceza verilmez.

Şatibi’nin
belirttiği gibi şeriatın gayesi nefsi korumak, dini korumaktır hemen sonra
gelir. Malı korumak ise, nefsi korumadan sonra gelir. Bunun içindir ki,
nefisleri korumak uğruna mallar feda edilir. Bir şahsın aç olduğunu, hasta
olduğunu ve çaresini bulamadığını gören kimse, bu şahsın derdine deva için mal
harcamazsa, hukuken suçlu sayılır. Aynı şekilde İslâm devleti, toplumda servet
sahipleri dururken, o toplumda giyecek bulamayan bir çıplak, barınak, gıda ve
ilaç bulamayan bir insan bulunduğu sürece hukuken suçlu sayılır. Tüm mallar,
kişinin barınak, sağlık ve eğitim hizmetleri için harcanır. Burada sorunun
cevabına gelelim. Hattab oğlu Ömer’in söz konusu uygulaması; Müslüman’ın
düşüncesi önünde, dini nass ile değişken ortam arasında sekli değil, öz olarak
bir iletişim kurma alanını açmaktadır.

Gayecilikten yola
çıkarak cezaları uygulamaktaki gaye veya asıl hedefin cezada, eğitimde ve
güveni gerçekleştirmedeki fonksiyona geçelim…

…Aynı şekilde
hadlerin bir gayesi de alnının teriyle, normal kazanç yollarıyla ve elinin
emeğiyle değil de, insanların mallarına haksız yere el koyan ve rızkını
böylelikle sağlayan suçluları ortadan kaldırmaktır. Bugün bir tavuk çalan veya
asli ihtiyacını gidermek için bir malı alan kişi hapse atılır. Ve bugünkü
hapishanelerin yoksul ve zayıf insanlarla dolap taştığını görüyoruz. Ama devletin
ve fakirlerin malını çarçur edip zimmetine geçiren büyük suçlular, hükümette,
yargıda ve çeşitli düzeydeki makamlarda oturuyorlar. İşte zulmün en büyüğü
budur.

Kurumların,
çağdaş toplumların, caydırma ve önleme üsluplarının çokça geliştiği günümüzde
haddin gayesini gerçekleştirdiği sürece mesela kol kesme cezasının başka bir
cezayla değiştirilmesi sizce mümkün müdür?

Gelişen vakıa ile
dinin nassları arasındaki iletişim ve etkileşimi sağlamanın çeşitli ve geniş
uygulama alanları vardır. Ortamımızda, dinimizde ve yasadığımız asrımızda olan
ilişkilerimizde kültürel ve kişisel etkilenmeye kapılmadan, başkasını taklit
etmeden, başkasına kuyruk olmadan, kendimize, dinimize ve kültürümüze samimi
bir şekilde bağlı kaldığımız sürece sorunlarımıza dinimizin ilkeleriyle,
halkımızın çıkarlarıyla ve asrımızın mantığıyla çelişmeyen çözüm yolları
buluruz.

Geçen
konuşmalarımızın birinde kişisel olarak idam suçuna karşı olduğunuzu
söylediniz. Buna bağlı olarak İslâmî hareketler, İslâmi uyanış çerçevesinde
insan hakları için yeni bir savunma yapabilirler mi?

Dinin açık olarak
getirdiklerine kesin olarak inanıyorum. Kur’ân, şunu teyid etmiştir. "Ey
akıl sahipleri sizin için kısasta hayat vardır." Ancak bu bir prensiptir.
Bu prensibin vakıaya uygulanması titizlik ister. Öldürme olayından kesinlikle
emin olmamız gerekir. Olayda hiçbir şüphe bulunmamalıdır. Şüphe bulunması
durumunda ceza uygulanmaz. Cezalandırılacak katilin cinayeti haklı kılan bir
sebebi de olmamalıdır. Eğer malını, canını ve ırzını koruma uğruna öldürmüşse bu
meşrudur. Bugün işlenen cinayetlerin birçoğu boşu boşuna işlenen cinayetlerdir.
Cinayeti işleyecek olan kişi, bir eve giriyor, bir cocuğu kaçırıyor veya
parçalıyor ya da kadına tecavüz ediyor veya haksız yere bir cinayet işliyor.
Genellikle işlenen cinayetlerin çoğunluğu bu türdendir.

Öyle inanıyorum
ki, idam etme ve öldürme cezalan, temelde bu tür suçlular için geçerlidir. Aynı
şekilde hırsızlık cezası da mala gerçekten ihtiyacı bulunmayan, insanlar
içindir. Gerçekten ihtiyaç içerisinde olasılar İslâm onlara şu hadisi uygular:
"Şüphelerle hadleri uygulamayın" Cinayete yeltenen kişi malı, namusu,
canı ve vatanını savunma uğruna cinayet işlememiştir. Yani onun cinayeti için
böyle bir şüphe söz konusu değildir. O, cinayeti haksız yere işlemiştir. Tıpkı
ortada meşru kazanç yolları dururken cinayet işlemek suretiyle mal elde eden
kimseler gibi. Meşru kazanç yollarına başvurmadan cinayeti meslek edinmek
suretiyle kazanç elde etmeye çalışanlara karşı idam hükmünün verilmesi
taraftarıyım. Adam öldürenler, hırsızlık yapanlar, ya yakalanmayacaklarından ve
hukuka teslim edilmeyeceklerinden veya yakalandıklarında bile
öldürülmeyeceklerinden eminler. Kişisel olarak genellikle geri kalmış ülkelerde
işlenen suçların, özellikle de siyasi suçların öldürme cezası içerisinde
değerlendirilmemesine inanıyorum. Siyasi suçların ölümle cezalandırılmasına
karşıyım. Siyasi suçlarda şüphe vardır. Çünkü suçlu gerçekten suçlu olmayıp bir
kahraman olabilir. Aynı şekilde öldürme cezası muhalefet tarafından değil,
iktidar tarafından verilmektedir. Bu ceza, iktidarın elinde muhalefeti
bastırmak için bir silah olmaktadır. Bunu, muhalefette olan biri olarak değil,
prensip sahibi biri olarak söylüyorum. Siyasi suçlar gerçekte kuşkulu
suçlardır. Çünkü, devlet, muhaliflerinden kurtulmak için idam hükmünü devreye
sokmaktadır. Muhalefetteki bu insanlar da, aslında suç ve cinayet işlemiyorlar.
Suçlu değil kahramandırlar. Zaten çoğunlukla onlar öldürmemekte,
öldürülmektedirler.

Bunlar İslâm’ın
hükmüne muhalefet etseler de mi?

İslâm’ın hükmüne
muhalefet etmek mümkündür. Hatta bunun İslâm hükmünde en azından bir takım
güvenceleri vardır. Raşid Halife Ali Bin Ebi Talib’in bir uygulaması bunu
gösteriyor. Hariciler ondan ayrılıp bir mescitte toplandıklarında ve bağımsız
kaldıklarında Ali Bin Ebi Talib, amcasının oğlu Abdullah Bin Abbas’ı onlarla
anlaşmak amacıyla bir araya gelmeyi teklif için göndermiş ve bu muhalefete üç
konuda güvence vermiştir. Hz. Ali, Abdullah Bin Abbas’a şunları söylemişti: Onları
mescitlerden menetmeyeceğiz ve ekomomik ambargo uygulamayacağız, kendi
görüşlerini açıklama hürriyeti vereceğiz ve onlara açlıkla başbaşa bırakan bir
savaş açmayacağız. Üçüncü olarak da şunu söylemiştir. Onlar bizimle savaşmayana
kadar onlarla savaşmayacağız. Dördüncü Raşid halifenin bu uygulamasına göre
muhalefet eden kimse, muhalefet için bütün haklara sahiptir. Hatta iktidara
karşı kullanmamak şartıyla silah edinme hakkına bile sahiptir. Çünkü İslâm
devletinde silah edinmek normal bir durumdur. Şahsi silah bulundurmak,
alışılagelmiş bir hadisedir. Önemli olan silahı kullanmamaktır. Eğer muhalefet,
halk ve barış muhalefetiyse öldürme olayı onun tarafından gelmediği sürece
muhalif eden öldürülemez. Ama muhalefet siyasi ise, İslâm eleştiriliyorsa hele
hele devlet ve devlet başkanı eleştiriliyor ve değişmesi isteniyorsa, iktidar
yargıyı devreye sokamaz. Bu, ancak müslüman düşünürlerin ve alimlerin muhalefet
edenin silahı olan fikirle karşı koyacakları bir durumdur.

İzninle
anlayamadığım bir konuda açıklık getirmeni rica ediyorum. İslâmi olmayan
herhangi bir rejime muhalefet eden kimse, cinayet suçu işlediğinde idam
ediliyor. Açıklamalarını bu şekilde mi anlatmalıyım?

Siyasi anlayışım
gereği; şiddet ve silahın hem devlet, hem de muhalefet tarafından
kullanılmasına karşıyım. Muhalefet gerek İslâmî, gerek laik sisteme karşı olsun
sözkonusu sistemlerin ondan kurtulmak için idama başvurmasını kabul etmiyorum.
Siyasi suçların gerçek suç olup olmadığı şüphelidir. Çünkü bunlar cani kimseler
değildir. Muhalefet, başka seçenekler varolduğu sürece suikastı bir metot
olarak benimserse idam cezası verilir, aksi takdirde idam cezasına başvurulmaz.

Tekrar idam
cezasıyla ilgili bir konuya gelelim. Batı’da psikolojinin gelişmesiyle birlikte
cinayet suçlarını işleyenlerden çoğunun ruh hastası olduğu ortaya çıkmıştır.
Diğer durumlarda da katil tövbe ediyor. Meselenin diğer bir yönü de İnsan
Hakları Örgütlerinden idam hükmüne karşı çıkanların, idam cezasının toplumsal
bir intikam olduğunu söylemeleridir. Ya da toplumsal kurumların bireye karşı
intikam alışıdır. Durum ne olursa olsun kurumların hayatı korumaları gerekir.
Sanırım tüm dinler de hayatın korumasını esas alınmışlardır.

Evet, İslâm’ın
ilkelerini topluca uyguladığımızda idam hükmünün kapısını topyekün kapatmasak
bile iyice daraltmış oluruz. "Hadleri şüphelerle gideriniz" hükmünü,
"sizin için kısasta hayat vardır" hükmüyle beraber
değerlendirdiğimizde, cinayet suçlarından bir çoğunun idamla değil aksine kısas
hükmüyle çözümlendiğini görürüz. Cinayeti işleyen insanın, aç olduğu, gerekli
eğitim ve öğretimi almadığı, kişisel ve sağlıkla ilgili sorunları olduğu ve
nefsi bir çöküntü yaşadığı ihtimali varolabilir. Psikoloji, sosyal sağlık ve
eğitim yönünden araştırmaya konu olan söz konusu sorunlar incelendiğinde bu
cinayetlerin bilinerek işlenen cinayetler olmadığı görülür. Cinayeti işleyen
kişi de büyük olasılıkla ruhsal bunalım ya da sosyal hayatın zor şartlarının
kurbanıdır.

İdam hükmünün,
meselâ Selman Rüşdi gibi bir kişiye uygulanmasını doğru buluyor musunuz?

Bu kişinin içinde
bulunduğu durumu incelemek gerekir. İslâm hakkındaki eğitimi, ruhen hasta olup
olmadığı gibi İslâm yargısının izleyeceği ilkeleri konuşuyoruz. Çünkü İslâm
yargı sistemi cinâyeti hemen gören ve anında idam cezasını veren bir yargı
mekanizması değildir. Aksine araştırma gerekir. Yargı kurumunun idama kesin
karar vermek ve bundan sonra emin olmak için eğitim, sağlık, sosyoloji
kurumlarının verilerine ve ülkenin genel sosyal ve kültürel durumuna bakmak
gerekir. Bunları yapmadan idamla cezalandırmak tehlikeli ve yanlıştır. Çünkü İslâm’da
insanın bir kutsallığı vardır. Kesinlik kazanmamış bir kuşkuyla, bir kutsallık
çiğnenemez. Aslolan, toplumdaki bunalım ve bozukluklarla mücadele etmektir.
Fakirlerin bulunması gibi sosyal bir sorun, toplumdaki bozukluk, veya eğitim,
sağlık ya da psikolojik olarak ona da bulunan sorunlar ve bozukluklar yargı
yoluyla halledilemez. Bu sorunların psikoloji, eğitim ve ekonomi sahalarında
ele alınıp çözümlenmesi gerekir. Yargıcın toplumda sağlık, eğitim ve ekonomik
alanlarında bulunan boşlukları kapatması gerekir.

Batılı
gazetecilerden, Raşid Gannuşi’nin Selman Rüşdi’nin öldürülmesi veya idam
edilmesi konusunda görüşünü açıkça belirtmekten kaçtığını duydum.

Ben yargıç
değilim. Düşünsel meselelerin yargı yoluyla değil, fikir yoluyla
halledileceğini daha önce de açıkladım. İslâm medeniyeti sınırlı değildir. Aynı
zamanda İslâm medeniyeti, siyasi, itikadi ve düşünsel mücadeleyi yapmayacak
kadar aciz de değildir. Aksine itikadın en ince noktaları üzerinde
Müslüman’ların meclislerinde ve padişahların saraylarında İslâm bilginleri
Hıristiyanlık, Yahudilik, zındıklık ve zerdüştlüğün temsilcileriyle münazaralar
yapıyorlardı. Münazaralar yapılırken işin içine kadılar sokulmuyordu. Çünkü bu
hadise İslâm âlimlerinin görevidir. İtikada dair tartışmalar, yargı sistemi işin
içine sokulmadan yapılıyordu. İslâm medeniyetinin; itikadi, fikri ve dini
tartışmalarda hoşgörülü ve özgür olması gerekir, şeklindeki sözlere ihtiyacı
yoktur. Ancak Kur’ân’ın öğretileri ve İslâmî münazara ilkeleri, düşünsel ve
ideolojik tartışmaların seviye kaybetmesini engellemektedir. Düşünsel ve
ideolojik konuların olgunlukla tartışılması karşılıklı saygının gösterilmesi ve
hataların ortaya konulmasıyla, seviyesiz atışma ve suçlamalar farklı farklı
hususlardır.

Medya alanındaki
ciddi ve olgun basınla, seviyesiz ve düşük basını birbirinden ayırdetmeliyiz.
Ciddi düşünsel ve ideolojik tartışmalardan yana olduğumuz gibi ciddi basınla da
beraberiz. Ama ne yazık ki ülkemizde basın adına birçok seviyesizlik
sergileniyor. Meselâ "el-İ’lan" isimli gazete hapiste bulunan Şeyh
Ali el-Arid gibi İslâmi hareketin ileri gelenleri hakkında iftira dolu
ahlâksızlık skandallarına yer vermiştir. Bu gazete saygın insanların özel
hayatlarında ahlâksız olduklarını gösteren video kasetler elde ettiğini
söylemiştir. Bir defasında da Abdul Fettah Moro aleyhinde böyle bir kampanya
başlatmış ve onun güya ahlâksızca davranışlar içerisinde olduğunu gösteren bir
video kasetine sahip olduğunu söylemiştir. Tüm bu iftiralar birer düzmeceden
ibaret olup aslı astarı bulunmayan yalanlardır. Tunus’taki siyasal ve kültürel
çevreler bu tür olayları kınamışlardır. Gazeteciler Cemiyeti de bu yayınları
yapan gazeteciyi kovmuştur. Çünkü o, yaşanan krizi kötüye kullanmıştı. Bu
yayınlardan sonra Şeyh Moro hastaneye yatmıştı. Bir defasında gazetecinin biri
Şeyh Moro’ya iktidar ile muhalefet arasındaki diyaloğu hakkında soru yöneltmiş,
o da "Sağlık durumum siyasi meselelerle uğraşmama el vermiyor"
cevabını vermişti. Şeyh Moro bu konumuyla bir nevi siyaset hayatından elini
eteğini çekiyordu. Biz siyasi hürriyetten yanayız. Siyasi bir lideri veya
herhangi bir hareketi eleştirmek hakkındır, hatta bazen de zorunlu olarak
yapman gereken bir sorumluluktur. Ancak unutulmamalıdır ki, ciddi ve olgun
işle, adice bir is arasında fark vardır. Kısaca düşünce özgürlüğünü ve akademik
tanışma serbestliğini savunuyorum.

Düşünce önüne
konulan tüm engelleride reddediyorum. Müslüman olarak inanıyorum ki, Allah bana
her alana dalmam için bir akıl vermiştir. İslâm’da düşünmeyi bastırmak,
engellemek yoktur. Ama İslâm düşünce özgürlüğünü ve gerçeği titizlikle koruduğu
gibi ahlâk ve iyilik değerlerini de savunur. İnanıyorum ki, çağdaş medeniyetin
bir çıkmazı da doğruların ahlâk değerlerine bağlı olmayışıdır. Yani ekonomi,
politika ve genel hayatın ahlâk değerlerinden ayrılmasıdır. Bu da Batı Politik
hayatının çökmesine zemin hazırlamaktadır. Dünyadaki politik hayatın tamamı da
bu yönde gitmektedir. Batı’da en azından zarar görenler bazı haklara
sahiptirler. Bizim ülkemizde bu tür güvencelerin hiçbiri yoktur.

Batıda bazı konular
vardır ki, ekonomi ve basın dünyasında etkin olan kişiler vasıtasıyla bir
dokunulmazlık kazanmıştır. Düşünsel olarak bu konuları sorgulamak bile mümkün
değildir. Örneğin Fransa’daki Milliyetçiler Derneği, Almanya’da Yahudilere
karşı girişilen kıyımdan dolayı bir yasa çıkartmıstır. Bu yasaya göre altı
milyon Yahudi bu kıyımdan etkilendiği için bu konu dokunulmaz kılınmıştır. Bu
dokunulmazlık nedeniyle, konuyu akademi ve basın çevrelerinin ele alması
yasaklanmıştır. Batı düşüncesi, kilise ve kralların düşünceyi baskı altına
almalarına karşı çıkan Batı devrimlerine ve düşünce özgürlüğüne saygı
duymaktadır. Anladığım kadarıyla laikliğin Batı’daki anlamı, düşünce
özgürlüğünün engellenmemesidir. Laikliğin bu anlamını ben de kabul ediyorum.
Hiçbir düşünce ve düşünme özgürlüğü hiçbir suretleri engellenmemelidir. Allah
bana akıl vermiş ki karşılaştığım her sorunu çözeyim ve bu evrende ihtiyaç
duyduğum hususları inceleyeyim. Bununla beraber Batı düşüncesi bazı konulara
sınır çizilmesini kabul etmiştir. Niçin birbirimizin inancını ilgilendiren
hassas konuları birbirimize karşı saygılı olarak ve mantıklı bir sekilde ele
almayalım?

Kur’ân, biz
Müslümanlara şunu açıkça bildirmektedir: "Onların, Allah dışında
taptıkları (putlar)ına sövmeyiniz, onlar da bilgisizce Allah’a
söverler…" (En’am:108.) Bu âyetle söylenmek istenen şudur: Siz, ey
Müslümanlar! Başka inançlara sahip olan insanlarla tanışmaya giriştiğinizde
onlara sövmemeniz gerekir? Hatta onlar, putlara bile tapıyor olsalar onların
putlarına sövmeyiniz ve onlarla en güzel bir şekilde mücadele ediniz. Bunu,
böyle yapmadığınız takdirde sonuç itibariyle diyalog süreci topyekün sona erer
ve onlar da kendi kurallarıyla size söverler. O halde ben, öz olarak
birbirimizin ve tüm insanların inançlarına saygılı olunduğu müddetçe sınırsız
ve kesintisiz fikir özgürlüğünden yanayım. Belirli bir dine veya bir ırka
mensup kışkırtıcı bir kitabın yazılmasını, siyah ırka, beyaz ırka veya yalnızca
Kürd olduğu için Kürde ya da, Arap olduğu için Arap’a karşı tavır alınmasını
kabul etmemiz mümkün müdür?

Bu, idamı
gerektirmez ki!

Yargı makamında
olmadığını söyledim. Ama bir davetçi ve bir düşünür olarak yargının düşünce
alanında kullanılmasına karsıyım. Aynı zamanda düşünce, ideolojì ve tartışma
alanlarında, insanların duygu ve düşünceleriyle alay etme, hor görme ve
seviyesizlik göstermeye de karşıyım.

Sayın Gannuşi
çağdaş İslâmî söylemde Batıya doğal bir Müslümanlık görüyoruz. Batıyı dünyanın
kötülük kaynağı kabul edip onların daima Araplara ve Müslümanlara karşı kötülük
beslediklerine inanılıyor. Bu doğru bir şey midir? Yoksa Müslümanlar tarih
içerisinde Batıya gerçek bir direniş gösterip onları olumlu yönde etkilemişler
midir? Başka bir açıdan da teknolojinin ilerlemesi Batı düşüncesinin ve siyasi
demokratik düzenlerin oluşturulmasıyla birlikte karşılıklı bir etkileşim mi
olmuştur? Batılılaşma düşüncesi ve Batılı olan her şeye düşmanlık
beslenilmesine nasıl bakıyorsunuz? Bu konudaki tavrınız nedir?

Sanırım bu
ilişkilerin karşılıklı birbirinden etkilenmesi doğal bir durumdur ve Haçlı
savaşlarından beri gelen tarihsel bir gelişimin sonucudur. Ayrıca birçok
hususun üstü örtülmüş ve ideolojik bir kılıf geçirilmiştir. Bu savaşlar,
servetin elde edilmesi için yapıldığı halde basın buna karşı kılıflar
bulmaktadır. Bu ilişkiler hala askeri saldırıların, askeri savaşların ve
ekonomik sömürünün esiri konumundadır. Bu ilişki sürecinde zayıf taraf da
İslâmî kesimdir. Bu kesimi kendisini savunmaya, savunma mekanizmasını
kullanmaya iten sebep de başkasını reddetmek suretiyle kendisini korumaya çalışması
ve ondan uzak durup tüm ilişkilerini kesmesidir. Böylece kendisini bu tür
güvence altına almak istemesidir. Batının Filistin sorununda olumuz bir tavır
takınması Müslümanların Batıya olan düşmanlığını ve Batının Müslümanlar için
sadece kötülük istediği Müslümanların başına gelen her belânın altında Batı’nın
olduğu ve onlardan hayır gelmeyeceği düşüncesini teyid etmiştir.

Bu tavrın nedeni,
Batının işgalci, savaşcı, sömürgeci ve aldatıcı görünümlere bürünerek, ardı
arkası kesilmeyen savaşlar çıkarmasıdır. Batı budur. Fakat yalnızca bu da
değildir. Batı, özgürlük düşüncesi, özgürlük mücadelesi deneyimini, bilimsel
gelişmişliği, sağlık ve insanın evren hakkındaki bilgisini de ortaya
koymaktadır. Aynı zamanda Cezayir devriminin ve halen Filistin direnişinin
yanında yer alan gerçek özgürlük hareketleri vardır. Yine Batıda öyle insanî
örgütler vardır ki, Müslümanlar neredeyse onlardan başka yardımcı
bulamamaktadır. Batı’da temel özgürlükler ve siyasî sığınma imkanları da
vardır. Zulme uğrayan Müslümanlar İslâm dünyasının genişliğine rağmen Batı
ülkelerinde siyasal sığınma hakkını elele etmektedirler. Batı’da yalnızca
tarihsel ve günümüzde askeri, basın, teşhir ve ekonomik yönlerden bakmakla
beraber onun insani ve özgürlükçü yönlerini de gözardı etmemeliyiz.

Batı aynı zamanda
düşünce ekolleridir…

Batı, bir tek şey
değildir. Uluslararası ve özellikle de medeniyetler arası ilişkilerde bir
boşluk söz konusudur. Müslümanların yüzeysel olarak Batıya askeri saldırılar,
savaşlar, ekonomik sömürü gözüyle baktığı gibi Batı da Müslümanları yüzeysel
olarak değerlendirmektedir. Batı, materyalist ve ateist olmakla beraber Batıda
dinsel, düşünsel, hümanist ve özgürlükçü güçler de vardır. Batı cephesinde,
İslâm’ı basit ve yüzeysel olarak ele almak vardır. İslâm’a tarihsel olarak
bakılmamakta aksine, tutucu, tüm insan hak ve özgürlüklerine karşı çıkan,
kadına düşmanlık besleyen, kadını vahşice değerlendiren bir din gözüyle
bakılmaktadır.

İslâmî söylemin,
avami ve yüzeysel konumu bu durumun doğmasına vesile olmamış mıdır? Batı’da
meselâ Fransa’da Morias Begear, Kaptan Kusto, R. Garaudy, gibi büyük düşünürler,
sanatçılar ve tanınmış kişilikler İslâm’a girmişler veya İslâm’a yakınlık
göstermişlerdir. İslâm’ın bu şekilde gösterilmesinin sorumlusu Batı mı, yoksa
tabir-i caizse yüzeysel, basit, kuru bir anlayışla İslâm’ı sunan Müslümanların
bizzat kendileri midir?

Kim sorumludur?
mantığıyla olaya baktığımızda sorumluluk ortaktır ve sonuç herkes için
geçerlidir. Karşılıklı olarak, potansiyel düşman gözüyle bakılması, her kesimin
yine karşılıklı olarak oluşturduğu olumsuz imaj, sonuç itibariyle her iki
tarafa da yansımaktadır. Bu da gerçek dışı, objektif olmayan bir imajdır. Bu
taraflar, birbiriyle savaşmak istediğinde hemen gerçek dışı olan bu imajı
ortaya sürer. Batının istediği de budur. Kendi güçlerini Müslümanlara karşı
savaştırmak için Müslümanları basit, yüzeysel, tutucu, medeniyet karşıtı,
tehlikeli, teknoloji düşmanı, insanları kaçıran bir topluluk olarak lanse
ediyorlar. Diğer tarafta Müslümanlar da, Batının bu suçlamalarını haklı
çıkaracak faaliyetleri bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde sergiliyor ve Batıya
kullanıp etkilemesi ve haklılığını kanıtlaması için koz veriyorlar. Batı bütün
bu olumsuzlukları bir araya getiriyor, onları şişiriyor, abartıyor ve
"işte İslâm budur!" diyor. Müslümanlar da Batının yalnızca düşmanlık
duygusu taşıyan askeri kurumları, eğitim ve misyonerlik kurumlarından ibaret
olduğuna inanıyorlar. Ve sanki bunları elde etmekle kendilerini korumuş
olacaklar ve Batının kendilerini sömürmesini engelleyecekler! Şu halde
taraflardan her ikisi de diğerini basit ve yüzeysel olarak değerlendirmektedir.
Bu iki medeniyet birbirine olumsuz yönden bakmaktadır. Oysa ki Batının ve
İslâm’ın tarihsel, sosyal ve medeniyet gerçekleri farklı farklıdır. Batı
Batıdır, Doğu Doğudur. Bunların birleşmesi mümkün değildir. Buna göre ya
Batıcı…

Peki, Haçlı
Savaşları…

Gelecek, savaştan
başkasını vaadetmiyor, savaş kaçınılmazdır. Bu dünya, iki medeniyetten yalnızca
birisine boyun eğmelidir ve tüm dünyanın boyun eğececeği tek medeniyeti esas
alan merkeziyetçi düşünce gibi fikirler ve görüşler çok sesliliğin temeli olan
demokrasi ilkesiyle bağdaşmaz. Çeşitliliğin ve çok sesliliğin manası, yalnızca
tek ulus içerisinde birçok partinin bulunması olmayıp aynı zamanda bakış
açılarının, görüşlerin medeniyetlerin ve medeniyet merkezlerinin de çeşitli ve
birden fazla olmasıdır. Demokrasinin bu temel anlamının uluslararası ve
medeniyetler arası ilişkilerde de uygulanması gerekir.

Dünya tek
medeniyet merkeziyetçiliğini kaldıramaz. Batı ve Avrupa medeniyetinin veya
İslâm medeniyetinin tek merkez kabul edilmesinde ısrar etmek dünyayı krize
sürükler. Demokrasi ilkesinin yani dünyada çoksesli medeniyet merkezlerinin
kabul edilip uygulanması gerekir. Her taraf, birbirine karşıt düşman gözüyle bakmayıp
karşı tarafı bir kültürel zenginlik ve çeşitlilik olarak değerlendirmelidir.

Diğer açıdan,
düşmanlığın takdir edilmis olduğuna, kainatın ve eşyanın tabiatında
bulunduğuna, Batı ile Doğu arasında ezelî ve ebedî düşmanlığın varolduğuna
inanmak, doğru bir düşünce değildir ve dünyanın geleceğini de olumlu yönden
etkilemez. Bu düşünce, tarihin objektiflik ilkesine de aykırıdır. Çünkü
birbirine en yakın iki medeniyeti, Batı medeniyeti ile İslâm medeniyetini
karşılaştırdığımda karşıma çok farklı bir dünya çıkıyor.

Özellikle de Batı
medeniyetinin Yahudilik ve Hıristiyanlık dinlerine dayandığını
düşündüğümüzde… Ki bu iki din aynı zamanda Doğu dinleridir.

İslâm ve Batı
medeniyetleri, ortak dini köklere dayanmaktadır. Allah’ın birliğine, ahiret
gününe ve peygamberlik kurumuna inanmak.

Bu dinlerin
yayıldığı yerler…

Bu
dinlerin yayıldığı yerlere gelince, Arabistan’ın doğusu, bu dinlerin çıkış
noktasıdır. Kök buradadır. İsmail Faruki’nin "müşterek dini kök" veya
"İbrahimî dinler" diye nitelediği husus budur. Medeniyetin beşiği
medeniyetin çıkış yeri ve medeniyet düşüncesi burada İbrahim’in Tevhid
düşüncesinden doğmuştur. Ve diğer dinler de bu düşüncenin bir koludur. Aynı
zamanda Batı kültürü olduğuna inanılan aklî kültürün kaynağı da burasıdır.
Gerçekte ise bu kültür, Doğu ve Batının ortak kültürüdür? Bu kültür Firavun ve
Babil medeniyetleri diye isimlendirilen Eski Doğudan, Yunan ve Roma medeniyetin
taşınmıştır. Bu akli kültür daha sonraları İslâm medeniyetinin parlak olduğu
dönemlerde Müslümanlara geçmiş, onlardan Batı’ya geçerek Batının gelişmesini
sağlanmıştır. Bu aklî kültürün gelişimini sağlayan tek bir bağ vardır. Akli
kültürün temelini Asya’da, Çin’de, Japonya’da ve Eski Medeniyetlerde
göremiyoruz. Aklî (düşünsel) kültür, İslâm medeniyetiyle Batı medeniyetinin
ortak kültürüdür. Bunun içindir ki Müslümanların Yunan kültürüyle objektif bir
şekilde ilişkiye geçtiklerini görüyoruz. Örneğin İbni Rüşd, Aristo’nun ve Yunan
filozoflarının felsefesini amansız bir şekilde savunmuştur. Avrupa’nın uyanışı
başladığında ibni Rüşd, İbni Sina, el-Harezmi ve Razi bu uyanışın sembolleri
konumundaydı. İslâm’ın bilgi, felsefe ve düşünce kültürü Batıya geçmiştir. Bu
iki medeniyetin birbiriyle çeliştiği, önlerindeki tek seçeneğin birbiriyle
savaşmak olduğu şeklindeki düşüncenin mantıklı bir açıklaması ve olumlu bir
dayanağı yoktur. Aksine tarihte birbirine en yakın iki medeniyet, İslâm
medeniyeti ile Batı medeniyetidir. Her iki kesimin de akıllı insanları, ister
düşünsel, ister dini olsun bu ortak zemini akıllıca değerlendirmelidir. Başka
bir ifadeyle her iki medeniyetin akademisyenleri, düşünürleri ve din adamları,
dünyanın yeni bunalımlara, krizlere düşmemesi için diyalog ve ortak zeminin
oluşturulup geliştirilmesine iki medeniyetin ortak yönlerinden hareketle
birbirlerini tamamlamasına katkıda bulunacak ciddi ve önemli stratejik
çalışmalar yapmak zorundadır. Batı medeniyeti, ahlâki ve manevî değerleri elde
edip, aile mefhumunu ortadan kaldıran, uyuşturucu bağımlılığı ve diğer suçları
artıran, ekonomik hayattan maneviyatı silip süpüren ahlâk ve maneviyat
yoksunluğuna son vermek için İslâm’a muhtaçtır. İslâm, din-siyaset ve din-bilim
arasında kurduğu bütünsellik sayesinde, din-bilim ve bilim-ahlâk arasındaki
kopukluk neticesinde söz konusu sorunları yasayan Batıyı kurtarmaya muktedirdir.
Öte yandan, siyasal hayatını demokrasiyle, idarî hayatını Batılı idare
sistemleriyle, ekonomik hayatını da Batıdan alacağı üretim ve teknoloji
bilgisiyle aklileştirme şansına sahiptir.

Şu halde sonuç
itibarıyla İslâm’la Batı arasındaki ilişkileri kötü gösteren bu düşünce,
tarihsel objektiflik gerçeğine dayanmadığı gibi ne yakın, ne de uzak vadede
hiçbir yarar da sağlamayacaktır. Ancak bu düşünce durup dururken ortaya
çıkmamıştır. Aksine Batının İslam’a karşı arka arkaya giriştiği çeşitli savaşların
verdiği acı deneyimlerden doğmuştur. Bu düşmanlık duygularını körüklemek ve iki
medeniyetin yalnızca bu olumsuz yanını görmek, İslâm medeniyetinin kadın,
demokrasi, insan hakları ve dini tutuculuk konularında katı davrandığını sürekli
vurgulamak hiç kimseye fayda sağlamayacaktır. Bunlara neden olanlar, biz
değiliz. Bunlar bir istisnadır, gelip geçici durumlardır ve sürekli kalıcı
gerçeklerimiz değildir. Aynı zamanda Batıda da zorba güçler vardır ve
Müslümanların hayatında büyük bir yıkım gerçekleştirmişlerdir. Batı da yalnızca
bunlar değildir. Batıda insanî kuruluşlar ve dinî güçler de vardır. Biz ve
medeniyetin geleceği bu gibi güçlere muhtacız. Her iki kesimde de bulunan
tutuculuk ve bilgisizliğin giderilmesi gerekir. Aksi takdirde siyonistler
bunları kullanarak İslâm’ı, Hıristiyanlığı ve bu iki dine bağlı insanları,
medeniyetleri yok edecek ve tüm dünyada tek bir siyonist yönetim
gerçekleştireceklerdir. Herkes uyanık olsun.

Bu söylediklerin
çok önemli. Özellikle de milyonlarca Müslüman’ın Batıda yaşandığı bu zamanda.
Ne yazık ki, bu Müslümanlar Batı ile İslâm âlemi arasında bir köprü olacakları
yerde şu sıralar gündemde olan İslâmi söylem nedeniyle engel olmaktadırlar.
Özellikle Batı basınının İslâm’ı başka şekillerde göstermesi bu Müslümanlar’ın
Batı toplumuna kendi dini ve kültürel kimliklerini koruyarak uyum sağlamalarını
zorlaştırmaktadır.

Milyonlarca
Müslüman’ın Batıda bulunması, İslâm’la Batı arasındaki ilişkilerin ve diyaloğun
bir labaratuvarı konumundadır. Olması gereken de budur. İslâm ve Müslümanlar
hakkındaki olumsuz görünüm de bu konumdan kaynaklanmaktadır. Buradaki
sorumluluk bir yönüyle Müslüman düşünürlere ve İslâm devletlerine, diğer
yönüyle de Batı ülkeleri ve düşünürlerine aittir. Bu azınlık topluluk İslâm
medeniyetini en iyi şekilde temsil etme fırsatını bulamamıştır. İslâm
medeniyetini ve İslâm’ı ortaya koymak için ekonomik, sosyal ve düşünsel ortam
onlar için sağlanmamıştır. Aksine çoğu zaman zor ve olumsuz şartlar sonucunda
İslâm medeniyeti hakkında çirkin bir görüntü sergilemişlerdir. Batıda Batı
medeniyetine uyum sağlamak; siyasal, kültürel ve eğitim kurumlarına tepki
göstermek değildir. Müslümanlar’ın yaşadıkları bu ülkelerin çıkarlarını
kollayıp gözetmeleriyle dinin gayesiyle çalıştıklarını sanmıyorum. Batı
ülkelerinde yaşayan Müslümanlar dinlerine, oradaki vatandaşlara, kendilerini
kabul eden bu ülkelere iyi davranıp çıkarlarını koruma sorumluluğunun
bilincinde olmalıdırlar. Kendilerini buralarda beşinci sınıf gibi
hissetmemelidirler. Kendilerini birer vatandaş gibi kabul edip hak ve
sorumluluklarının bilincinde olmalıdırlar. Zorunlu olmadığı sürece Batının
adetleriyle çelişen geleneklerine sım sıkı sarılmaları kendileri için faydalı
değildir. İslâm topyekün gelenek ve görenek değildir. Örneğin görünüş
itibariyle farklı olmaya çalışmak İslâmî bir zorunluluk değildir. Aksine İslâm
dış görünüş olarak farklı olmanızı değil ahlâkî insanî ve tutarlı konumlarla
farklı ve seçkin olmamızı ister. İslâmın âlemlere rahmet ortaya koymamız
gerekir. Bu ülkelerde yaşayan hicret ehlinin Los Angeles’daki merkezde
sergilenen tavırları ortaya koymalarını temenni ediyoruz. Bu merkezde çalışan
bazı kardeşlerimiz, Müslüman zenginlerden topladıkları yardımlarla Müslüman
olmayan uyuşturucu bağımlılarına bundan kurtulmaları, evsiz kalanların
ihtiyaçlarının karşılanması için harcadıklarını söylemişlerdi. Yani İslâm’ın
yardımlaşma dini olduğunu, Batı toplumlarında felâkete uğramışlara yardım elini
uzattığını ortaya koymak gerekiyor. İslâm rahmetini sergilemenin en uygun yolu
da budur. Batıdaki insanların hastalığa düşmelerine, suç işlemelerine, işsiz
kalmalarına, uyuşturucu bağımlısı olmalarına ve ekonomik olarak çökmelerine
sevinmediğimizi ve böyle hallere düşmelerini temenni etmediğimizi ortaya
koymamız gerekir. İslâm medeniyetini, Batı medeniyetinin enkazı üzerine
kurabileceğimizi sanmıyorum. İslâm’ın çıkış noktası, İslâm ahlâkı ve stratejisi
yıkmak değil, yapmaktır. Allah Resûlü (a.s.m.) geri kalmış Cahiliyye toplumuna
geldiğinde bu toplumun temellerini yıkmamış ve bunu görev olarak da görmeyerek,
"Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim" Buyurmuştur. Aynı
şekilde bir Müslüman da Batıdaki ilerlemiş yönleri tamamlamalıdır. Eğer Batıda
bazı açılardan gelişmişlik varsa, biz niçin oralarda bulunmuyoruz?

İlim öğrenmek
isteyen, özgürlük arayan ve hatta devletine muhalefet eden insan niçin Batı’ya
gidiyor? Bunun nedeni, gelişmişlik dönemlerinde medeniyetimizde
gercekleştirilen güzelliklerden bazılarının buralarda varolmasıdır. Gelişmiş
Batılılara göre biz geri kalmışız. Onların medeniyetinde bazı hastalıklar vardır.
Ama bu hastalıklar onlara alternatif karşıt olarak ortaya çıkmamızı gerektirmez.
Bu medeniyette bulunan güzellikleri ve gelişmiş yönleri özümsememiz ve
toplumlarında bulunan musibet ve sorunlarla mücadelelerinde onlara rahmet
sunmamız gerekir.

"Her icad
edilen yeni şey bid’attır ve her bidat’ta sapıklıktır" diyen, Batıya ait
olan herşeyin helâka sürüklediğine inanan insanlara kulak vermeye devam eden
Batıdaki Müslüman muhacirlerin bu söylediklerini uygulamaları mümkün müdür?

Bu dediğinin bir
kural olduğunu ve İslâm’ın mesajında Batının getirdiği her şeyin bid’at ve
sapıklık olarak değerlendirildiğini sanmıyorum. Araba, uçak, telefon, telsiz,
bilgisayar, tarım ve sanayi makinaları, eğitim araçları, basın ve diğer
özgürlükleri düzenleyen demokrasi ilkesi daha önceleri yokken sonradan icad
edilmiş şeylerdir ancak bid’at değildirler. Başka bir deyişle yukarıdaki
Hadiste sözkonusu olan "her icad edilen şey" dünyadaki yenilikler
için değil, "Dinde yapılan yenilikler içindir," şeklinde yorumlanmıştır.
Yasaklanan yenilikler "yeni bir dünya icad etmemiz" değil, "yeni
bir din icad etmemizdir. İslâm bu dünyanızla ilgili, gelişmenizle ilgili bir
husustur, ancak yeni bir namaz uydurmanız mümkün değildir," diyor. Beş
vakit namaz vardır. Altıncı bir vakit namazı icad etmek bid’attır sapıklıktır
ve cezası ateştir. Eğer oruç bir aysa bunu eksiltmek veya arttırmak bid’attır.
Oruç ayında yapılan eksiltme ve artırma bir yeniliktir ve bid’attır. Dinin
belirlediği her husus böyledir. Din, ilkeleri, ahlâki değerleri ve toplum için
yüce değer yargılarını, esasları ve itikadi konulan belirtmiştir.
Değiştirmekten alıkonduğunuz alanlar bunlardır. Sanayi ve tarım teknolojisi,
ulaşım, siyasi çalışmalar, idare yapısının oluşturulması, uluslararası
ilişkilerin düzene konulması dünyamızla ilgili konulardır. Sürekli ilerlemeye,
adalete, özgürlüğe, insanların birliğine, amaç ortaklığına, sürekli yenilenmeye
çağıran "düşünmüyorlar mı? akletmiyorlar mı? ibret almıyorlar mı?"
şeklinde ifadesini bulan İslâmi ilkeler çerçevesinde yeni görüş ve fikirler
üretmek gerekir.

Kılık-kıyâfet
hakkında neler düşünüyorsun?

İslâm bize,
sınırlı bir kılık-kıyafet şekli sunmuyor. İslâm kılık-kıyafete ve estetiğe
karşı değildir. İslâm yüce değerler ve ahlâki ilkeler manzumesidir. Bizi
örtünmeye çağırır ama sınırlı bir kılık-kıyafet tarzını dayatmamıştır.
Örtünmenin genel vasıflarını belirtmiştir. Ama Pakistan, Mısır veya Fransız ya
da Amerikan kıyafet tarzını benimsemeniz gerekir, demiyor. Bunlar, tamamen
dünyamızı ilgilendiren hususlardır. İslâm’ın önemsediği konu, namusluluk ve
vakar değerleriyle donanmamızdır.

Not: Bu söyleşi,
Birleşik Dağıtım tarafından yayınlanan "Raşid Gannuşi ile Söyleşiler"
isimli kitaptan alınmıştır.