Herkes güneşten bahseder, ama güneşi en iyi aynalar anlatır.
Aynalarda güneşten çok şey, aynaların kendilerinde ise az şey bulursunuz.1
Taş toprak, su da güneşi anlatır. Lâkin kendinden renkler ve kıvrımlar katarak
anlatırlar. Bu yüzden, çoğu kez taşlara baktığınızda –güneşi anlatıyor olsalar
bile– taşları görürsünüz. Aynaya bakarsanız, güneşi bulursunuz. Güneşi anlatan
her şey, güneşten bir şeyler taşıdığı oranda başarılıdır. Bu nedenle anlatma
iddiasındakileri, anlattıkları şeylerle taşıdıkları paralellikleri oranında
tartıya vurur, değerlendirme yaparız.
İste Risale-i Nur, Kur’ân güneşine çağımızda tutulmuş bir
aynadır. Risale-i Nur bir Kur’ân tefsiridir; Kur’ân’ı anlatır ve en önemlisi
Kur’ân’dandır. Bu yüzden Risale-i Nur, tefsir etmek istediği Kur’ân’la pek çok
noktada benzerlikler gösterir. Söz gelimi, Kur’ân’daki dört temel unsur olan
"Tevhid, nübüvvet, haşir ve âdalet"i Risale-i Nur’un bütününe yayılmış ana
temalar olarak bulabilirsiniz.
Hitab-ı Ezeli olan Kur’ân-ı Kerim’in bunca zamandır, bu kadar
insan tarafından, hem de defalarca okunmuş olmasına rağmen usanç vermediğine
hepimiz şahitlik edebiliriz. Zira her gün kırk kez Fatiha Sûresini okumamıza
rağmen bu Kur’ân sûresinin tekrarı bizi usandırmaz. Kur’ân kudsi ve semavidir.
Bir malumat kitabı gibi bir kez okumakla fonksiyonunu tamamlamış olmaz. Aynı
şekilde onun bir tefsiri olan Risale-i Nur, bu kadar insan tarafından bu kadar
çok okunuyor olmasına rağmen, kimse bu kadar tekrarın usanç verdiğini söylemiş
değildir. Çünkü Risale-i Nur Kur’ân’dan söz etmez, onu yaşar.
Kur’ân’ı dinleyen en âmi bir adam bile Kur’ân’ın diğer kitaplara
benzemediğini çok farklı bir usluba sahip olduğunu söyler. Hakikaten Kur’ân
diğer kitaplara benzemez. Bunu söyleyebilmek için diğer kitapların üstünde
olduğunu (yani dikeyde farklı olduğunu) bilmek gerekmez. Kısacası Kur’ân’ın
apayrı bir uslubu vardır. Herkes anlamasa bile, yine herkesin kendine göre
aldığı bir hisse vardır. Buna sadece kulaktan ibaret olan avam tabakasının
sadakati şahittir. İşte bu İlâhi kelâmın bir davetiyesi olan Risale-i Nur’da da
aynı türden ayrı bir tad vardır. Risale-i Nur diğer dini ve dini olmayan
eserlere benzemez. Risale-i Nur farklıdır. Kendine has bir uslubu vardır. Bu
konuda değişik çevrelerden insanların itiraflarını bulmak mümkündür.2
Aynı şekilde Kur’ân’ın nüzul süresi ile Risale-i Nur’un telif
süresi arasında da ilginç bir yakınlık vardır. Yine Kur’ân’ın "vahiy," onun
tefsiri Risale-i Nur’un "ilham" olması da dikkat çekicidir. Nitekim Kur’ân-ı
Kerim’i "ümmi" bir resûl; Risale-i Nuru da "yarı ümmi" bir müellif getirmiştir.
Okuyucularıma garip gelebilir, ama Resûl-i Ekrem’in tam ümmi olması ile vahiy
getirmesi ve Risale-i Nur müellifi Said Nursi’nin yarım ümmi olması ile vahyin
gölgesi olan ilhamdan beslenmesi bana önemli görünmektedir. Bu arada yeri
gelmişken Resûlullahın (a.s.m.) ümmiliğini nasıl anlaşılması gerektiği üzerinde
durmakta fayda vardır. Zira Hüseyin Hatemi gibi bir aydın Risale-i Nur’da çokça
atıfta bulunulan bir meselede zorlama bir tevile başvurmak zorunda
kalabilmiştir. Nitekim geçtiğimiz aylarda düzenlenen bir paneldeki konuşmasında,
Resûlullahın ümmiliğinin bilinen anlamdaki ümmilik değil, ümmete gelmişlik
anlamı taşıdığını –sanırım ümmiliğin Resûlullah için pek te olumlu bir şey
olmadığını düşündüğünden– beri sürmüştür. Halbuki elsiz bir böcek vasıtasıyla
bizlere usta bir elden çıkmış bir ipek kozası sunulurken, verilen ders kozayı
yapanın başkası olduğudur. Güneşten ışık taşıyan aynanın pilden hali olduğunu
söylemek, aynaya bir zarar vermez. Aksine ışığın güneşten geldiği –ki aynanın
yapmak istediği de budur– anlatılmış olur. Ama gün olur da güneşi inkâr etmek
isteyip aynadaki apaçık ışığı inkâr edemeyen bazıları, kalkıp aynanın el feneri
olduğunu söylerse, (Muhammed çok iyi bir düşünürdü.) o zaman hem aynaya, hem de
güneşe zarar verilmiş olur. Burada kötü bir niyet vardır. Fakat halisane aynayı
tazim maksadıyla, aynanın ışık kaynağı olduğunu söylemek böylesi kötü bir niyete
kapı açma tehlikesini barındırmaktadır. Bana göre Hatemi Hoca, bu hususta
Risale-i Nur’daki bu yaklaşımı gözönünde bulundurmalıdır.
Konumuza tekrar dönecek olursak, Risale-i Nur’un en önemli
özelliklerinden biri de dilidir. Risale-i Nur’un dili sadelestirilemeyecek ve
belli bir anlam içinde hapsedilemeyecek kadar yoğundur. Kur’ân-ı Hakim’in hiçbir
zaman ve mekâna bağlı olmadığı halde hepsini aydınlatan evrensellik özelliği
onun bu zamandaki tefsirinde de kendini belli etmiştir. Esasen Risale-i Nur bizi
Kur’ân’a hazırlar. Müslümanlar olarak yaşadığımız yabancılaşma karşısında
Risale-i Nur bizi Kur’ân’ın diline ve hitabına muhatap olabilecek bir düzeye
getirir. Müslüman milletlerin hemen ekseriyetinin dilinin harmanlandığı Risale-i
Nur ehl-i iman arasındaki yapay milli sınırları izale etmekten Kur’ân’ın kâinatı
bir mescid-i kebire çeviren İlâhi hitabına meydan açmaktadır. Risale-i Nur
okuyan biri, şayet başka yoldan öğrenmemişse hem lisan-ı Arabiye aşina olur, hem
de zaten fıtri olan bu lisandaki kelimelerin anlamlarını tahmin etme
kaabiliyetini edinir.Tüm bunların ötesinde en âmi insandan en âlim insana kadar
herkes Risale-i Nur’un, hakikaten farklı bir üsluba sahip olduğunu söyler. Tıpkı
kaynağı olan Kur’ân’daki gibi bol bol tekrarlar vardır.3 Yine aynı
şekilde bir yerden bir başka yere atlamak gibi Kur’ân’ın muhatap olduğu
itirazlardan çekinmeksizin ve onlara bu dersi fiilen verircesine Risale-i Nur’da
söz konusu atlamalara sıkça rastlamak mümkündür.
Dahası Risale-i Nur’un telifi, müellifinin ihtiyarı haricinde
gerçekleşmiştir. Bu, Risale-i Nur’un kutsiyetinin güçlü bir delilidir. Zira
müellifinin yarım ümmi olması ile telifatın harikulade bir sür’atle yapılmış
olması ihtiyar ve tasarrufu müellifinin elinden almış oluyor.4 Kaldı
ki, müellifin de çabası bu yöndedir.5
Batıda son birkaç yüzyılda cereyan eden gelişmelerin tamamen
dönüştürdüğü yer kürede yaşayan ve İslâm’ı, yaşadıkları "dehr" ile telif
hususunda mütehayyir kalan ehl-i imana yine Kur’ân’ın mucizevi bir imdadı olarak
uzanan bir el vardır. Risale-i Nur, kâinatı ve Müslümanların tasarrufa dışında
dönüşen dünyayı yeniden Kur’ân hesabına tanımlamıştır. Mü’minlerin yabancısı
oldukları için düşman kesildikleri her "alan," yine iman hesabına
zaptedilmiştir. Din-dünya ayırımının bulanıklaştığı, dünyayı terk etme
mesleğindeki bazı ehl-i imanın holdingleştiği, kâinatın Tevhid hesabına
tasvirini "çiçek-böcek edebiyatı" görüp kâinatı terk ile onun ecnebi tasvirine
düşman kesilenlerin İslâm’ı bir Üçüncü Dünya ideolojisi mesabesine indirdiği bir
zamanda, Risale-i Nur, ehl-i imana Sahabe mesleğini İslâm’ın bid’alardan ve
zamanın entellektüel marazlarından uzak sahici bir ubudiyet dersini verdiğini
görmemek mümkün değildir. Ama maalesef kimi "İslâmcı" aydınlar yeterince
okumadan –ki bu hayli üzücü bir durumdur– Risale-i Nur’u taşıdıkları
entellektüel marazlarla eleştirmeye girişebilmişlerdir. Söz gelimi, Risale-i
Nur’un "pozitiviz"den etkilendiği konjonktürel bir eser olduğu yolunda iddialar
serdedilmiştir. Ne var ki, Risale-i Nur gibi "ne Şarkın ulumundan ve ne de
Garbın fünunundan alınmış olan Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyanın bu zamana mahsus bir
i’caz-ı manevisini"6 Garbın fünunundan ilhamla edindikleri derme
çatma materyalle eleştirmek istemişlerdir. Karşısında şoka düştükleri modern
dünyayı" postmodern" teorilerle bilimi de yine aynı "paradigma" içindeki
anti-bilimle eleştiren sermayesi kendine –maalesef– yabancı olan "İslâmcı"
aydınların Risale-i Nur’un aşılabilirliğini iddia etmeleri bir hayli ilginçtir.
Çünkü Risale-i Nur yabancılaşmayı aşamamış insanların rahatlıkla aştığı bir
tefsirdir. Eğer Risale-i Nur "aşılabilir" olsaydı, onunla teması olanlar için
"talebelik" dışında başka makamlar da olurdu. Ne var ki Risale-i Nur’u kabul
eden ancak ona talebe olur. Ve talebe için "kaynağı aşmak" diye bir şey yoktur.
Olsa olsa "talebeliği aşmak" (yani talebelikten düşmek) olabilir. Risale-i Nur
dikeyde aşılamaz, ama yatayda –zaten temas etmemekle– aşma sorunu çözülmüş olur.
Öte tarafta Risale-i Nur pozitivizmden etkilenmiş değildir, ama
pozitivizmin varlığını "dikkate almıştır." Ki bu olması gereken bir şeydir. Bir
doktorun hastalığı tanıyıp ona göre muamele etmesini, doktorun hastalığına delil
göstermek ancak ve ancak hastalardan umulacak bir iddiadır.
Risale-i Nur dışındaki hareketlerin daha çok Müslümanları hitap
ediyor oluşu ile "İslâmi" veya İslâmcı olmaları; Risale-i Nur’un her insana
hitap ediyor oluşuyla imani bir hareket olması arasındaki münasebet önemlidir.
İhtida eden insanların hemen ekseriyetinin Risale-i Nur’la temas sayesinde böyle
bir neticeye ulaşmalarını iyi analiz etmek gerekmektedir. Yine Risale-i Nur
dairesi içerisindeki dini hassasiyetleri nisbeten kuvvetli Doğudaki insanların
daha çok "müdafaalar ve hitaplar" gibi Risale-i Nur’un Eski Said’e ait
telifatını okumasıyla, imanın nispeten sarsıldığı Batıda (büyük şehirlerde)
temayülün daha ziyade imani mevzulara yönelmiş olması da ilginçtir.
Kâinata Kur’ân hesabına sahip çıkmayan bazı ehl-i dinin
anti-bilim akımlar ve post- modern eleştirilere kucak açmalarıyla Risale-i Nur’u
bilime önem vermiş olmakla suçlamaları mucib-i hayrettir. Zira aynı insanlar
Risale-i Nur’un, söz gelimi bir devlet modeli yerine bir tepeciğin eteğinde
nazara ilişmiş bir sarı çiçekle meşguliyetini bir küçümseme nedeni olarak
görürler. Lâkin Risale-i Nur’un sağladığı tahkik-i iman ile İslâmiyet’in esası
olan kulluk şuuru olmazsa, bu insanların İslâmcılığı –en azından bu kadar kolay–
yapamayacaklarını görmeleri de mümkün değildir. Türkiye’de Risale-i Nur’un
intişar ve tenvirinden sonra tarikatların yeniden güçlenmiş olması da ilginçtir.
Risale-i Nur bir iman hareketidir.7 İman olmadan İslâm’ın
olamayacağı, yahut kup kuru bir ideolojiye dönüşeceği, gıda olmadan meyvenin bir
anlam ifade etmeyeceği kadar açıktır. Serserileştirilmek üzere bilinçleri
yaralanan bir toplumda insanlara askerliğin (ubudiyetin) dersini veren Risale-i
Nur’un direkt (Nur Talebesi olmakla) veya dolaylı (Risale-i Nur’un getirdiği
selabet-i diniye ve tahkik-i imanın verdiği kuvve-i maneviye gibi) yollarla
serserilikten askerliğe (mü’minliğe) yükselttiği insanları onbaşı (veli)
yapmanın öncelikle o insanın asker (mü’min) olmasına bağlı olduğu açıktır.
Türkiye’de tarikatların ve de İslâmcı akımların varlığı ve serpilmesi –bunun
farkında olunsun veya olunmasın– büyük ölçüde Risale-i Nur’un sağladığı imani
zeminde mümkün olmuştur.8 Ve bu iddianın sahibi olarak söz konusu
İslâmî cemaatların bunu kabul etmelerini katiyen beklemiyor, bunun Risale-i
Nur’un misyonu gereği bir durum olduğunu düşünüyorum.
Risale-i Nur mesleği tarikat değil hakikattir.9
Tarikatın "hakikat" olmadığı da açıktır. Ancak bu hakikatsiz olduğu anlamına
gelmez. Tarikat bir varsayımdır, bir tasavvurdur. Hakikat değildir. Hakikatin
götürdüğü hedefe varmak üzere "tasarlanmış" bir yoldur. Ve ilginçtir, tarikat
"aklın" çizdiği bir yolda kalp ayağı ile sülûk etmektir. Hakikatin bir yolu
olmakla beraber tarikatin Şeriatten ve hakikatten farklı bir şey olduğu
bilinegelmektedir. Tarikat, İslâmiyet dairesi içinde akılla10
çizilmiş ve ancak iman sahiplerine hitap edebilen bir yoldur. İnsanların
dünyalarında imanın tartışmasız kabul edildiği dönemlerde büyük bir vazife ifa
eden tasavvufun, artık imanın tartışma konusu olduğu İslâm’ın temellerinin
sarsıldığı bir zamanda hizmetini devam ettirmesi büyük ölçüde Risale-i Nur gibi
bir iman hareketinin temin ettiği manevi kuvvetle mümkün olmustur.11
Risale- Nur kâinatı terk etmez.12 Kâinata Kur’ân
hesabına sahip çıkar. Kâinat, bir kitab-ı kebir olarak sürekli okunmak üzere
gözlerimizin önündedir. Risale-i Nur’un huzur-u tammı temin için kâinata sırtını
dönenlerin aksine kâinattaki her bir parçacıktan huzura bir yol bulması bu
zamanın şartları –kâinatın terk edilemeyeceği, dünyanın terk edilemeyeceği,
fakat buna rağmen ubudiyetin yaşanması gerektiği gerçeği– göz önüne alındığında,
bu zamanın hastalıklarına bir ilâç olduğu görülmüş olur.
Risale-i Nur bir Kur’ân tefsiridir. Ancak geleneksel
tefsirlerden birçok noktalarda ayrılır.13 Risale-i Nur kendini
önceleyenlerden farklı olarak insanlara balık tutmaz, balık tutmayı öğretir.
Yani okuyucusuna imajlar sunmaz, onun yerine gözlükler ve perspektifler
kazandırır. (Bu özelliğin en güzel yansıması Risale-i Nur mesleğinde makam veya
hiyerarşilerin bulunmamasıdır.) Bu yüzdendir ki geleneksel tefsir beklentisi ile
Risale-i Nur’a bakanlar şaşırıverirler. Zira bir tefsir olduğu söylenen Risale-i
Nur’da âyetlerin tek tek açıklaması bulunmamaktadır. Hele hele sıra ile
açıklamak diye bir şey hiç yoktur. Bu haliyle Risale-i Nur farklı olduğunu
hemencecik onaya koymaktadır.
Bununla beraber, Risale-i Nur’da açıklanan her bir âyetin,
okuyucusuna kazandırdığı içgörü ezberden ziyade kavramaya yönelik bir anlayış
edindirir. Bir âyetin tefsirinin kazandırdığı gözlükle diğer âyetleri okumak
mümkündür.
Kısacası Risale-i Nur, bizleri Kur’ân iklimine müheyya bir ruhla
donatır. Böylesine fıtri bir tefsirdir. Ne akademik, ne de teknik bir esastır.
Ama küçük-büyük, kadın-erkek, okumuş-okumamış herkesin istifade edebildiği ve
ilginçtir, telif olduğu tarihten günümüze ilk taşıyıcılarının çoğunun çoban
yahut çiftçi olduğu bir tefsirdir. Hiç kimsenin hissesiz kalmadığı öylesine
fıtri bir tefsirdir ki, bütün zamanlar ve seviyelere rahatça nüfuz
edebilmektedir. Zira Hakim ve Rahim isimlerine mazhar olan Risale-i Nur şefkat
ve hikmetin, akıl ve kalbin buluştuğu bir tefsirdir.
Din ve
siyasete dair
küçük bir not
Köprü’nün bu sayısındaki "Dosya" konusuna etraflı bir çalışma
ile –çeşitli imkânsızlıklardan dolayı– katılamamakla birlikte yine de "Din ve
siyaset" gibi önemli bir konuya değinmenin yararlı olacağını düşünüyorum. Çok
önemli bir soruna, çok kısa ifadelerle bir cevap vermenin kendi içinde taşıdığı
riski de hesaba katarak, sanırım birşeyler söyleyebiliriz. Ancak, aşağıdaki
düşüncelerin, gerektiğinde detaylandırılıp daha etraflı bir argümana
dönüştürülmeye de açık ve hazır olduklarını şimdiden belirtmek gerekir.
Öncelikle din umumun malıdır. Din, hiçbir şekilde bir kutuplaşma
aygıtı olarak kullanılamaz. Allah’ın vazifesine karışma tehlikesinin yüksek
olduğu bir düzlem olarak siyaset, bir kavga meydanıdır. Tebliğe muhatap olmakla,
tebliği yapanın taraftarı olmaya başlamak arasında dinin öğretisi açısından çok
önemli bir ayırım vardır. İslam’ın büyük oranda temayüz etmiş bir birey modeli
olmakla birlikte temayüz etmiş bir devlet modeli yoktur. Nitekim Said Nursi,
saltanata da, demokrasiye de mü’minane yaklaşabiliyor. İslâm’da kölelik vardır,
ama asıl olan hürriyettir. Siyaset yatay bir teknikalitedir. Din ise dikey ve
nafiz bir hitaptır. Din evrensel ve zamanlarüstü iken siyaset zaman ve mekanla
mukayyettir (spatral ve temporal). Seyislikten gelen siyaset tıpkı seyislik gibi
teknik bir olaydır. Din ve siyaset iki ayrı alandır. Ancak bu alanların
etkileşim düzlemi "toplum"dur. Din, toplumla ilgilenir, yani din ve siyaset
arasında toplum (kişiler) vardır. İslâmiyet Habeşistan Melikliğiyle yahut Rum
Krallığıyla değil Habeş meliki ve Rum kralı ile uğraşmıştır. Siyaset toplumsal
yapının bir yansımasıdır. Dinin muhatabı siyaset değil, toplumdur. Dinin siyaset
üzerindeki dönüştürücü gücü, toplum üzerindeki dönüştürücü gücünden
kaynaklanmaktadır. Din fıtri olanı öğretir. Teknik açıdan da en verimli yol en
doğal olanıdır ki, bu dindeki genel kavramlar (hürriyet gibi) çevresinde
geliştirilebilecek, ancak ister istemez geliştirildiği zaman ve mekânın
özellikleriyle şekillenecek olan yoldur. Bu yüzden âdil bir sultanla âdil bir
cumhurbaşkanının ikisi de dini açıdan aynı iken, teknik açıdan farklı olurlar.
Çünkü saltanat ve demokrasi olguları insanlığın yaşı ile ilgili şeylerdir. Ve
son olarak Müslüman olmakla "İslâmcı" olmak çok farklı iki alanın (belki de din
ve siyasetin) öğeleridir. Bu ayırımın Said Nursi örneğindeki deneyimini,
sanırım, önümüzdeki dönemde "Said Nursi neden bir İslâmcı değildir?" başlıklı
bir çalışma ile paylaşmayı düşündüğümü de buradan duyurmak istiyorum.
Dipnotlar
* Bu yazı Risale-i Nur’la imanını kurtarma nimetine temas
etmiş biri tarafından yazıldığı için tarafsız değildir.
1. Sözler, s. 607.
2. Şerif Mardin’in "Şiirsellik"ten, anılarında Risalelerden
söz eden Zülfü Livaneli’nin "Çok farklı bir üslup"tan kastettikleri farklılık.
3. Kastamonu Lahikası, s. 11.
4. a.g.e. s. 117.
5. a.g.e. s. 101.
6. a.g.e. s. 150.
7. Bu ayrımın yansımaları için bkz. "Takva ve amel-i salih
meselesi," Kastamonu Lahikası, s. 106.
8. Şualar, s. 269 ve s. 275.
9. Kastamonu Lahikası, s. 150.
10. Tasavvufun kalp ayağı ile, ama "akıl" yoluyla gittiği
konusu için bkz. 24. Söz, İkinci Dal.
11. Kastamonu Lahikası, s. 10.
12. a.g.e. s. 112.
13. a.g.e. s. 133.