Şeriat da, yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete
aittir. Yüzde bir nisbetinde siyasete mütealliktir; onu da ulü’l-emirlerimiz
düşünsünler.

Divan-ı Harb-ı Örfî, s. 28.

Sen her cihette siyaseti, dine, Şeriata
âlet ediyorsun ve dine hizmetkâr yapıyorsun ve yalnız Şeriat hesabına hürriyeti
kabul ediyorsun. Ve Meşrutiyeti de meşrûiyet suretinde beğeniyorsun. Demek
hürriyet ve meşrutiyet Şeriatsız olamaz.

Hutbe-i Şamiye, s. 79.

Ey kardeşlerim!
Kırk beş sene evvel Eski Said’in bu dersinden anlaşılıyor ki, o Said siyasetle
içtimaiyat-ı İslâmiye ile ziyade alâkadardır. Fakat sakın zannetmeyiniz ki, o,
dini siyasete âlet veya vesile yapmak mesleğinde gitmiş. Haşâ, belki o bütün
kuvvetiyle siyaseti dine âlet ediyormuş. Ve derdi ki: "Dinin bir hakikatını bin
siyasete tercih ederim." Evet, o zamanda kırk-elli sene evvel hissetmiş ki, bazı
münâfık zındıkların siyaseti dinsizliğe âlet etmeye teşebbüs niyetlerine ve
fikirlerine mukabil, o da bütün kuvvetiyle siyaseti İslâmiyetin hakaikına bir
hizmetkâr, bir âlet yapmaya çalışmış.

Fakat o zamandan yirmi sene sonra gördü
ki: O gizli münafık zındıkların garplılaşmak bahanesiyle, siyaseti dinsizliğe
âlet yapmalarına mukabil bir kısım dindar ehl-i siyaset dini siyaset-i
İslâmiyeye âlet etmeye çalışmışlardı. İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara âlet ve
tabi olamaz. Ve âlet yapmak İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir, büyük bir
cinayettir. Hattâ Eski Said o çeşit siyaset tarafgirliğinden gördü ki:

Bir sâlih
âlim kendi fikr-i siyasîsine muvafık bir münâfıkı hararetle senâ etti ve
siyasetine muhalif bir salih hocayı tenkid ve tefsik etti.

Eski Said ona dedi:
"Bir şeytan senin fikrine yardım etse rahmet okutacaksın. Senin fikr-i
siyasiyene muhalif bir melek olsa lânet edeceksin."

Bunun için Eski Said,
"Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım" dedi. Ve otuz beş seneden beri
siyaseti terk etti.Haşiye 1

Meşrutiyet; adalet, meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten
ibarettir.

Cihad-ı hariciyi, Şeriat-ı Garranın berahin-i katıasının kılınçlarına
havale edeceğiz. Zira, medenilere galebe çalmak, ikna iledir. Söz anlamayan
vahşiler gibi icbar ile değildir. Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz
yoktur. Cumhuriyet ki… Haşiye 2

Adâlet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten
ibarettir. On üç asır evvel Şeriat-ı Garra teessüs ettiğinden, ahkâmda Avrupa’ya
dilencilik etmek, din-i İslâma büyük bir cinayettir. Ve şimale müteveccihen
namaz kılmak gibidir. Kuvvet kanunda olmalı. Yoksa istibdat tevzi olunmuş olur.
(Şüphesiz ki Allah, kuvvet ve kudret sahibidir.) Hâkim ve âmir-i vicdanî olmalı.
O da; mârifet-i tam ve medeniyet-i âmm veyahut din-i İslâm namiyle olmalı. Yoksa
istibdat daima hükümfermâ olacaktır.

İttifak hüdâdadır, hevada ve hevesde değil.
İnsanlar hür oldular, ama yine abdullahdırlar. Her şey hür oldu. Şeriat da
hürdür, meşrutiyet de… Mesâil-i Şeriatı rüşvet vermeyeceğiz. Başkasının
kusuru, insanın kusuruna sened ve özür olamaz. Yeis mâni-i her kemaldir. "Neme
lâzım, başkası düşünsün" istibdadın yadigârıdır.

Divan-ı Harb-ı Örfî, ss 64-65.

Suâl: Dine zarar olmasın, ne olursa olsun?

Cevap: İslâmiyet güneş gibidir,
üflemekle sönmez; gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan,
yalnız kendine gece yapar. Hem de, mağlûp bîçare bir reise yahut müdâhin
memurlara veyahut mantıksız bir kısım zâbitlere îtimat edilirse ve dînin
himâyesi onlara bırakılırsa mı daha iyidir? Yoksa efkâr-ı âmme-i milletin
arkasındaki hissiyât-ı İslâmiyenin mâdeni olan-herkesin kalbindeki şefkat-i
îmâniye olan-envâr-ı İlâhînin lemeâtının içtimâlarından ve hamiyet-i İslâmiyenin
şerârât-ı neyyirânesinin imtizâcından hâsıl olan amûd-u nûrânînin ve o seyf-i
elmasın hamiyetine bırakılırsa mı daha iyidir? Siz muhâkeme ediniz.

Evet, şu
amûd-u nuranî, dînin himâyetini şehâmetinin başına, murâkabenin gözüne,
hamiyetinin omuzuna alacaktır. Görüyorsunuz ki, lemeât-ı müteferrika tele’lüe
başlamış, yavaş yavaş incizab ile imtizaç edecektir. Fenn-i hikmette takarrür
etmiştir ki, hiss-i dînî, bâhusus dîn-i hakk-ı fıtrînin sözü daha nâfiz, hükmü
daha âlî, tesiri daha şedittir.

Elhasıl: Başkasına îtimat etmeyen nefsiyle
teşebbüs eder. Size bir misâl söyleyeceğim:

Siz göçersiniz. Göçerin malı
koyundur; o işi bilirsiniz. Şimdi, herbiriniz bâzı koyunları bir çobanın
uhdesine vermişsiniz. Halbuki çoban tenbel ve muâvini kayıtsız, köpekleri
değersizdir. Tamamıyla ona îtimat etseniz, rahatla evlerinizde yatsanız, bîçâre
koyunları müstebit kurtlar ve hırsızlar ve belâlar içinde bıraksanız daha mı
iyidir; yoksa onun adem-i kifâyetini bilmekle, nevm-i gafleti terk edip
hânesinden herbiri bir kahraman gibi koşsun, koyunların etrâfında halka tutup,
bir çobana bedel bin muhâfız olmakla hiçbir kurt ve hırsız cesâret etmesin, daha
mı iyidir? Acaba Mâmehurân hırsızlarını tevbekâr ve sofî eden şu sır değil
midir? Evet, ruhları ağlamak istedi, biri bahane oldu, ağladılar.

Evet, evet!..
Neam, neam!.. Sivrisinek tantanasını kesse, bal arısı demdemesini bozsa, sizin
şevkiniz hiç bozulmasın, hiç teessüf etmeyiniz. Zîrâ, kâinatı nağamâtıyla raksa
getiren hakàikın esrârını ihtizâza veren mûsıka-i İlâhiye hiç durmuyor.
Mütemâdiyen güm güm eder.

Padişahların padişahı olan Sultân-ı Ezelî, Kur’ân
denilen mûsika-i İlâhiyesiyle umum âlemi doldurarak, kubbe-i âsumanda şiddetli
ses getirmekle sadef, mağara, kehf-misâl olan ulemâ ve meşâyih ve hutebânın
dimağ, kalb ve fehmlerine vurarak, aks-i sadâsı onların lisanlarından çıkıp seyr
ü seyelân ederek, çeşit çeşit sadâlarla dünyayı güm güm ile ihtizâza getiren o
sadânın tecessüm ve intıbaıyla umum kütüb-ü İslâmiyeyi bir tanbur ve kànûnun bir
teli ve bir şeridi hükmüne getiren ve herbir tel, bir neviyle onu îlân eden o
sadâ-i semâvî ve rûhânîyi kalbin kulağıyla işitmeyen veya dinlemeyen, acaba o
sadâya nisbeten sivrisinek gibi bir emîrin demdemelerini ve karasinekler gibi
bir hükûmetin adamlarının vızvızlarını işitecek midir?

Elhâsıl: İnkılâb-ı siyâsî
cihetiyle dîninden havf eden adamın dinde hissesi beytü’l-ankebût gibi zayıf
düşmüş cehâlettir, onu korkutur; taklittir onu telâşa düşürttürür. Zîrâ îtimâd-ı
nefsin fıkdânı ve aczin vücudu cihetiyle, saadetini yalnız hükûmetin cebinden
zannettiğinden, kalbini, aklını da hükûmetin kesesinden tahayyül eder, korkar.

Münazarat, s. 44-47.

Hangi şey vardır ki, her cihetle Şeriata muvâfık olsun;
hangi adam var ki, bütün ahvâli Şeriata mutâbık olsun? Öyle ise şahs-ı mânevî
olan hükûmet dahi mâsum olamaz; ancak Eflâtûn-i İlâhînin medîne-i fâzıla-i
hayâliyesinde mâsum olabilir.

Münazarat, s. 39.

Muhâli talep etmek, kendine
fenalık etmektir. Bir dağdan uçmak niyetiyle kendini havalandıran, parça parça
olur. Zîrâ, onların istedikleri şey, ya bir hükûmet-i mâsumedir. Halbuki, şimdi
şahs-ı vâhid bile mâsum olamaz. Nerede kaldı, zerrâtı günahkârlardan mürekkep
bir hükûmet, tamamıyla mâsum olsun. Demek, nokta-i nazar, hükûmetin hasenâtı
seyyiâtına tereccühüdür. Yoksa, seyyiesiz hükûmet muhâl-i âdidir. Ben öyle
adamlara anarşist nazarıyla bakıyorum. Zîrâ, onlardan birisi, Allah etmesin, bin
sene yaşayacak olsa, âdetâ mümkün hükûmetin hangi sûretini görse hülyâ ile yine
râzı olmayacak, şu hülyânın neticesi olan meylü’t-tahrip ile o sûreti bozmaya
çalışacak. Şu halde, böylelerin fena zannettikleri Jön Türklerin nazarlarında
dahi mel’un, anarşist ve iğtişaşcı fırkasından addolunurlar. İstedikleri şey
muhâl olduğundan, neticesi ihtilâl ve fesattır.

Münazarat, s. 51-52. Suâl:

Belki
onlar eski hâli istiyorlar?

Cevap: Size kısa bir söz söyleyeceğim; ezber
edebilirsiniz. İşte: "Eski hâl muhâl, ya yeni hâl veya izmihlâl."

Suâl: Acaba
daha Sultan Hamid gibi padişah tahta çıkmayacak mıdır? Eski hal olmayacak mıdır?

Cevap: Acaba sizin şu siyah çadırınız parça parça edilip yandırılırsa, külü
havaya savrulursa, o külden yeniden çadır edip içinde oturmak kàbil midir?

Münazarat, s. 52.

Bence, muhâlif-i hakîkat-i Şeriat olan şeyler, Meşrûtiyete
dahi muhâliftir, ya günahlarıdır veya ilcâ-i zarûrettir. Farz ediniz, şu siyâset
muhâlif olsun, yine telâşa mahâl yoktur. Zîrâ, Şeriat-ı Garrânın bin kısmından
bir kısmıdır ki, siyâsete taallûk eder. O kısmın ihmâliyle, Şeriat ihmâl
olunmaz.

Evet, imtisâl etmemek, inkâr etmek demek değildir. Hem de, Devlet-i
Osmâniyeye tâbî olan İslâmların on beş misli İslâmlar, sırf siyâset-i ecânib
altındadırlar. Onların dinlerine zarar gelmez; nerede kaldı ki, şu hükûmetteki;
kendisi İslâm, millet-i hâkimesi İslâm, üssü’l-esâs-ı siyâseti de şu düsturdur:
"Bu devletin dîni, dîn-i İslâmdır. Şu esâsı vikàye etmek vazifemizdir. Çünkü,
milletimizin mâye-i hayatiyesidir."

Suâl: Demek, hükûmet bundan sonra da
İslâmiyet ve din için hizmet edecek midir?

Cevap: Hay hay. Bâzı akılsız
dinsizler müstesnâ olmak şartıyla, hükûmetin hedef-i maksadı, velev gizli ve
uzak olsa bile, uhuvvet-i îmâniye sırrıyla, üç yüz milyonu bir vücut eden ve
nûrânî olan İslâmiyetin silsilesini takviye ve muhâfaza etmektir. Zîrâ, nokta-i
istinad ve nokta-i istimdat yalnız odur. Yağmurun katarâtı, nûrun lemeâtı
dağınık ve yayılmış kaldıkça çabuk kurur, çabuk söner. Fakat, sönmemek ve
mahvolmamak için, Cenâb-ı Feyyâz-ı Mutlak bize "Ayrılıklara düşüp dağılmayın."
(Şura Sûresi, 13.) ve "Ümidinizi kesmeyin." (Zümer Sûresi, 53.) ile ezel
cânibinden nidâ ediyor. Evet, şeş cihetten nağme-i "Ümidinizi kesmeyin" eyler
hurûş.

Evet, zarûret ve incizap ve temâyül ve tecârüb ve tecâvüb ve tevâtür, o
katarât ve lemeâtı musâfaha ettirerek ortalarındaki mesâfeyi tayyedip, bir
havz-ı âb-ı hayatı ve dünyayı ışıklandıracak bir elektrik-i nevvâreyi teşkil
edecektir. Zîrâ, kemâlin cemâli dindir. Hem, din saadetin ziyâsıdır, hissin
ulviyetidir, vicdânın selâmetidir.

Münazarat, s. 53-54.

Suâl: Şimdi Ermeniler
kaymakam ve vâli oluyorlar; nasıl olur?

Cevap: Saatçi ve makineci ve süpürgeci
oldukları gibi. Zîrâ, meşrûtiyet, hâkimiyet-i millettir; hükûmet hizmetkârdır.
Meşrûtiyet doğru olursa, kaymakam ve vâli reis değiller, belki ücretli
hizmetkârlardır. Gayr-i müslim, reis olamaz, fakat hizmetkâr olur. Farz ediniz
ki, memuriyet bir nevî riyâset ve bir ağalıktır. Gayr-i müslimlerden üç bin
adamı ağalığımıza, riyâsetimize şerik ettiğimiz vakitte, millet-i İslâmiyeden
aktâr-ı âlemde üç yüz bin adamın riyâsetine yol açılıyor. Biri zâyi edip, bini
kazanan zarar etmez.

Suâl: Şeriatın bâzı ahkâmı, meselâ vâlilerin vazifelerine
taallûku var.

Cevap: Bundan sonra, bizzarûre, hilâfeti temsil eden Meşihât-ı
İslâmiye ve diyânet dairesi hem âlî, hem mukaddes, hem ayrı, hem nezzâre
olacaktır. Şimdi hâkim, şahıs değil, efkâr-ı âmme olduğu için, onun nevinden
şahs-ı mânevî bir fetvâ emîni ister. İşte şu hâkimin fetvâ emîni, Meşîhatta
mezâhib-i erbaadan kırk elli ulemâ-i muhakkik bir meclis-i mebusân-ı ilmiye
teşkiliyle şahs-ı mânevîleri, öteki şahs-ı mânevîye fetvâ emînlik edecektir.
Yoksa, hâkim ve müfti bir cinsten olmazsa, birbirinin lisânını anlamazlar. Zîrâ
şahs-ı vâhid, şahs-ı mânevîyi kandıramaz ve tenvir edemez.

Münazarat, s. 79-80.

Saati yapmakta veyahut makineyi işletmekte, sanatkâr bir Haço ve Berham’ın reyi
mûteberdir; Şeriat reddetmediği gibi, Meclis-i Mebusândaki mesâlih-i siyâsiye ve
menâfi-i iktisâdiye dahi ekserî bu kàbilden olduğundan, reddetmemek lâzım gelir.
Ammâ ahkâm ve hukuk ise, zâten tebeddül etmez; tatbikat ve tercihâttır ki,
meşverete ihtiyaç gösterir. Mebusların vazifesi, o ahkâm ve hukùku sû-i istimâl
etmemek ve bâzı kadı ve müftülerin hilelerine meydan vermemek için bâzı
kànunları yapmak, etrâfına sur etmektir. Aslın tebdiline gitmek olamaz; gidilse,
intihardır.

Münazarat, s. 41-42.

Suâl: Eskiden beri işitiyoruz ki, bâzı Jön
Türkler masondurlar, dîne zarar ediyorlar.

Cevap: İstibdat, kendini ibkà etmek
için şu telkinâtı vermiştir.Haşiye 3 Bâzı lâubâlilik dahi, şu vehme kuvvet veriyor.
Fakat, emîn olunuz ki, onların masonluğa girmeyen kısmının maksatları dîne zarar
değildir, belki milletin selâmetini temin etmektir. Fakat, bâzıları dîne lâyık
olmayan bârid taassuba müfritâne ilişiyorlar. Demek, hürriyete ve meşrûtiyete
hizmetleri sebkat eden veyahut kabul eyleyenleri Jön Türk tesmiye ediyorsunuz.
İşte, onların bir kısmı İslâmiyet fedâileridir, bir kısmı da selâmet-i millet
fedâileridir. Onların ukde-i hayatiyelerini teşkil eden, mason olmayan ekseri,
İttihat ve Terakkîdir. Ve sizin şu aşâiriniz kadar ulemâ ve meşâyih, Jön Türkler
meyânında mevcuttur. Vâkıa onlarda bir takım edepsiz, çok sefih masonlar dahi
bulunur; lâkin yüzde ondur, yüzde doksanı sizin gibi mûtekid müslimlerdir.

Münazarat, s. 80-81.

Suâl: Neden sû-i zannımız onlara zarar versin?

Cevap:
Onların bir kısmı sizin gibi tahkiksiz, taklit ile İslâmiyetin zevâhirini
bilirler. Taklit ise, teşkîkàt ile yırtılır. O halde bâzılarına –bâhusus dinde
sathî, felsefe ile mütevaggıl olursa– dinsiz dediğiniz vakit, ihtimâl ki
tereddüte düşüp, meslek-i İslâmiyetten hariçmiş gibi vesveselerle,
"Herçi-bâd-âbâd" diyerek me’yusâne, belki muannidâne İslâmiyete münâfi harekâta
başlar. İşte ey bîinsaflar! Gördünüz, nasıl bâzı bîçarelerin dalâletine sebep
oluyorsunuz. Fena adama, "İyisin, iyisin" denilse iyileşmesi; ve iyi adama,
"Fenasın, fenasın" denildikçe fenalaşması çok vukù bulmuştur.

Suâl: Neden?

Cevap: Faraza, bâzılarının altında büyük
fenalıkları varsa da, hücum edilmemek gerektir. Zîrâ, çok fenâlık vardır ki,
iyilik perdesi altında kaldıkça ve perde yırtılmadıkça ve ondan tegàfül
edildikçe mahdut ve mahsur kaldığı gibi, sahibi de perde-i hicap ve hayâ altında
kendisinin ıslâhına çalışır. Lâkin, vaktâ ki perde yırtılsa, hayâ atılır; hücum
gösterilse, fenalık, fena tevessü eder. Ben Otuz Bir Mart Hâdisesinde şuna yakın
bir hal gördüm. Zîrâ, İslâmiyetin meşrûtiyetperver ve hamiyetli fedâileri,
cevher-i hayat makàmında bildikleri nîmet-i meşrûti-yeti, Şeriata tatbik ile,
ehl-i hükûmeti adâlet namazında kıbleye irşad ve nâm-ı mukaddes-i Şeriatı
Meşrûtiyet kuvvetiyle îlâ ve Meşrûtiyeti Şeriat kuvvetiyle ibkà ve bütün
seyyiât-ı sâbıkayı muhâlefet-i Şeriat üzerine ilkà etmek için bâzı telkinâtta ve
teferruâtın tatbikatında bulundular. Sonra, sağını solundan fark
edemeyenler –hâşâ– Şeriatı, istibdâda müsâit zannederek tûtî kuşları taklidi gibi
"Şeriat isteriz!" demekle, hakîki maksat ortada anlaşılmaz oldu. Zâten plânlar
serilmişti. İşte o zaman, yalan olarak hamiyet maskesini takınan bâzı herifler,
o ism-i mukaddese tecâvüz ettiler. İşte cây-ı ibret bir nokta-i siyah!..

Suâl:
Neden dinsiz zannettiğimiz bâzılarından bize zarar gelsin?

Cevap: Hayal perdesi
üstünde size bir timsâl manzarasını göstererek mazarrâtını anlatacağım:

İşte şu
sahrâda, gayet muhteşem bir bostan içinde, bir kasır var. Kasrın bir köşesinde,
sizin Beytüşşebap Kaplıcası gibi bir kaplıca olduğunu tahayyül ediniz. Siz,
dışarıda burûdetin tazyikiyle, karın tokatıyla, rüzgârın sillesiyle, ihtiyâren
veya ıztırâren saray içine girmeye mecbursunuz. Lâkin, kapıda bir iki kör ve
havuz içinde bâzı çıplak adamları görmüş veya işitmişsiniz. Bundan tevehhüm
ediyorsunuz ki, o saray körhâne veya çıplakhânedir. Siz girdiğinizde, onlar
gibi olmak için tâat libâsını çıkarıyorsunuz ve onların avretini görmemek için
akîde denilen hakîkat gözünü kapatıyorsunuz. Halbuki, onlar, muhteşem odalarda
gözleri açık ve avretleri mestûr olarak mütefekkirâne meşveret ve bâzı
köşelerdeki kör ve çıplakların setr ve tedâvisine hizmet ediyorlar. İşte sen, şu
sûret-i vahşiyâne ve eblehânede avretin açık, gözün kapalı olarak içlerine
girsen, acaba bundan daha büyük maskaralık ve zarar olabilir mi? Hakîkaten,
bence bir Müslüman neslinden gelen bir adamın akıl ve fikri İslâmiyetten
tecerrüd etse bile, fıtratı ve vicdanı hiçbir vakit İslâmiyetten vazgeçemez. En
ebleh, en sefih bile, sedd-i rasîn-i istinâdımız olan İslâmiyete bütün
mevcudiyetiyle taraftardır; lâsiyyemâ, siyâsetten haberdar olanlar.

Hem, Zaman-ı
Saadetten şimdiye kadar hiçbir tarih bize bildirmiyor ki, bir Müslüman
muhâkeme-i akliyesiyle başka bir dîni İslâmiyete tercih etmiş olsun ve delil ile
başka bir dîne dahil olmuş olsun. Dinden çıkanlar var, o başka mesele; taklit
ise ehemmiyetsizdir. Halbuki, edyân-ı sâire müntesipleri mutlaka fevc fevc
muhâkeme-i akliye ile ve bürhân-ı katî ile daire-i İslâmiyete dahil olmuşlar ve
olmaktadırlar. Eğer biz, doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu ve
istikàmeti göstersek, bundan sonra onlardan fevc fevc dahil olacaklardır.

Münazarat, s. 82-86.

Suâl: İnkılâptan on sene evvel, hükûmete nihayet derecede
mûteriz olduğun halde, hükûmete hücum edenlere dahi îtiraz ederdin. Hattâ
selâtin-i Osmâniyeyi ifratla senâ ederdin; hattâ derdin: ‘"Muhtemeldir,
Abdulhamid, muktedir değil ki dizgini gevşetsin, milletin saadetine yol versin.
Veyahut hatâ bir içtihad ile olabilir, bir gayr-i makbul özrü kendine bulsun.
Veyahut avanelerinin ve vehminin elinde mahpus gibidir." Sonra birden bütün
kabahati ona attın. Neden hem îtiraz, hem hücum ederdin; hem de bâzılara karşı
müdâfaa ederdin?

Cevap: İnkılâptan on altı sene evvel, Mardin cihetlerinde, beni
hakka irşad eden bir zâta rast geldim. Siyâsetteki muktesit mesleği bana
gösterdi. Hem, tâ o vakitte, meşhur Kemâl’in "Rüyâ"sıyla uyandım. Lâkin,
maatteessüf, sû-i tesâdüf ile hükûmete îtiraz edenlerden ehl-i ifrat ve ehl-i
tefrite rast geldim. Ehl-i ifratın bir kısmı, Araptan sonra İslâmiyetin kıvâmı
olan Etrâkı tadlîl ediyorlardı. Hattâ bir kısmı o derece tecâvüz etti ki, ehl-i
kànunu tekfir ederdi. Otuz sene evvel olan Kanun-u Esâsîyi ve hürriyetin îlânını
tekfire delil gösterdi, "Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse… (Mâide,
44-47.)" hüccet ederdi. Bîçare bilmezdi ki, "Kim hükmetmezse…" bilmânâ "Kim
tasdik etmezse"dir. Acaba sâbık istibdâdı, hürriyet zanneden ve Kanun-u Esâsîye
îtiraz eden adamlara nasıl îtiraz etmeyeceğim? Çendan, hükûmete îtiraz
ederlerdi; lâkin, onlar, istibdâdın daha dehşetlisini istediler. Bunun için
onları reddederdim. İşte, şimdi ehl-i hürriyeti tadlîl eden şu kısımdandır.

İkinci kısım olan ehl-i tefriti gördüm. Dîni bilmiyorlar, ehl-i İslâma
insafsızca îtiraz ediyorlar, taassubu delil gösteriyorlardı. İşte şimdi
Osmanlılıktan tecerrüd edip, tam tamına Avrupa’ya temessül etmek fikrinde
bulunanlar şu kısımdandır. Bununla beraber, istibdat kendini muhâfaza etmek için
herkese vesvese verdiği gibi, beni inkılâptan on sene evvel aldattı ki, ehl-i
ihtilâlin ekseri mâsumdur. Lillâhilhamd, o vesvese bir iki sene zarfında zâil
oldu. Tâ o vakitte anladım; bizim ekser ahrarımız, mûtekid Müslümanlardır.

Elhâsıl: Hükûmete hücum edenler, bâzıları "Haydo, Haydo" derlerdi, bâzıları
"Haydar Ağa, Haydar Ağa" derlerdi; ben "Haydar" derdim, şimdi de "Haydar"
diyorum, vesselâm.

Münazarat, s.123-125.

Sual: "Neden meşruti hükümete ve dinsiz
olmayan Jön Türklere mümkün olduğu kadar hüsn-ü zan ediyorsun?"

Cevap: Mümkün
olduğu derecede su-i zan ettiğiniz için, ben hüsn-ü zan ederim. Eğer öyle ise,
zaten iyi. Yoksa, ta öyle olsunlar; yol gösteriyorum.

Sual: "İttihat ve Terakki
hakkında reyin nedir?"

Cevap: Kıymetlerini takdir ile beraber,
siyasiyyunlarındaki şiddete muterizim. Memuldür ki, o şiddet nedamete ve şefkate
inkılap etsin. Lakin, onların iktisadi ve maarifi olan, bahusus, şarki
vilayetlerdeki şubelerini bir derece istihsan ve tebrik ederim.

Münazarat, s.
136

Usul-i müsellemedendir ki: Şerr-i cüz’î için hayr-ı kesiri tazammun eden
emri terk etmek, şerr-i kesîri işlemek demektir. "Ehvenüşşerri" ihtiyar
elzemdir.

Muhakemat, s. 23.

Aynı gün pür-ümid, başka ve dünyevî bir meclise
gittim. Dünyevîler dediler: "Neden geldin geleli siyasete karışmıyorsun?"

Dedim:
"Şeytandan ve siyasette Allah’a sığınırım."

"Evet, İstanbul siyaseti İspanyol
hastalığı gibi bir hastalıktır. Fikri hezeyanlaştırır. Biz müteharrik-i bizzat
değiliz, bilvasıta mütehharikiz. Avrupa üflüyor, biz burada oynuyoruz. O tenvim
ile telkin eder, biz kendimizden hayal edip, asammane tahribimizde eser-i
telkini icra ederiz. Mâdem ki menba Avrupa’dadır. Gelen cereyan ya menfî veya
müsbettir. Menfîye kapılan harf gibi, "Başkasındaki bir manaya delâlet eder"
yahut "Kendi kendine bir manaya delâlet etmez" tarif edilir. Demek bütün
harekâtı, bizzat hariç hesabına geçer. Çünkü iradesi hükümsüzdür. Hulûs-u niyeti
fayda vermez. Bahusus menfi iki cihet zaaf ile hariç cereyanının kuvvetine bir
âlet-i laya’kıl olur.

"Diğer müsbet cereyan ise ki, dahilden muvafık şeklini
giyer. İsim gibi ‘Kendinde bulunan bir manaya delâlet eder.’ Hareketi
kendinedir. Tebai haricedir. Lâzım-ı mezheb mezheb olmadığından, belki muahez
değil. Bahusus iki cihetle kuvveti, hariç cereyanın müsbet ve za’fına inzimam
etse, harici kendine âlet-i lâyeş’ur edebilir."

Dediler: "Dinsizliği
görmüyormusun, meydan alıyor. Din namına meydana çıkmak lâzım."

Dedim: "Evet,
lâzımdır. Fakat kat’î bir şart ile ki, muharrik, aşk-ı İslâmiyet ve hâmiyet-i
diniye olmalı. Eğer muharrik veya müreccih, siyasetçilik veya tarafgirlik ise,
tehlikelidir. Birincisi hata da etse, belki ma’fuvdur. İkincisi isabet de etse,
mes’uldür."

Denildi: "Nasıl anlarız?"

Dedim: "Kim fasık siyasetdaşını,
mütedeyyin muhalifine, su-i zan bahaneleriyle tercih etse, muharriki
siyasetçiliktir. Hem umumun mâl-i mukaddesi olan dini, inhisar zihniyetiyle
kendi meslekdaşlarına daha ziyade has göstermekle, kavi bir ekseriyette, dine
aleyhdarlık meyli uyandırmakla nazardan düşürmek ise, muharriki tarafgirliktir.

"Meselâ, iki adam döğüşürler. Biri, zaif düşeceğini hissederken, elindeki
Kur’ân’ı kaviye uzatmakla himayesini davet edip, kavi bir ele vermek lâzımdır.
Tâ beraber çamura düşmesin. Kur’ân’a muhabbetini, hürmetini göstersin. Kur’ân’ı,
Kur’ân olduğu için sevsin. Eğer kavinin karşısına siper etse, himayet damarını
tahrik etmeye bedel, hiddetini celb eder. Kur’ân’ı kavi bir hâdimden mahrum
bırakmakla, zaif bir elde beraber yere düşerse o, Kur’ân’ı kendi nefsi için
sever demektir.

"Evet, dine imale etmek ve iltizama teşvik etmek ve vazife-i
diniyelerini ihtar etmekle dine hizmet olur. Yoksa dinsizsiniz dese, onları
tecavüze sevk etmektir. Din dahilde menfi tarzda istimal edilmez. Otuz sene
halife olan bir zat, menfi siyaset namına istifade edildi zanniyle, Şeriata
gelen tecavüzü gördünüz. Avaba şimdiki menfî siyasetçilerin fetvalarından
istifade edecek kimdir, bilir misin? Bence İslâmın en şedit hasmıdır ki,
hançerini İslâmın ciğerine saplamıştır."

Dediler: "İttihada şedit bir muarız
idin, neden şimdi sükût ediyorsun?"

Dedim: "Düşmanların onlara şiddet-i
hücumundan; düşmanın hedef-i hücumu onların hasenesi olan azim ve sebatdır ve
İslâmiyet düşmanına vasıta-i tesmim olmaktan feragatıdır.

"Bence yol ikidir.
Mizanın iki kefesi gibi. Birinin hiffeti, ötekinin sıkletine geçer. Ben tokadımı
Antranik ile beraber Enver’e, Venizelos ile beraber Said Halim’e vurmam.
Nazarımda vuran da sefildir."

Dediler: "Fırkacılık lazım-ı meşrutiyettir."

Dedim: "Bizdekilerde hutut-u efkâr telâki için mütemayilen imtidada bedel,
münhariften gittiğinden nokta-i telâki vatanda, belki kürede görülmüyor. Vücud,
adem gibi, birinin vücudu ötekinin ademini ister.

"İnad bazan müfrit fırka
müteassıblarına, dalâl ve batılı iltizam ettirir. Şeytan birisine yardım etse,
melek der, rahmet okutur. Ötekinde melek görse, libasını değiştirmiştir der,
lanet eder. Su-i zan ve hüsn-ü zan nazariyle dürbinin iki tarafı gibi leh,
aleydar… Vâhi emareyi bürhan, bürhanı vâhi emare görür.

"İşte şu zulümdür
"İnsan ise, şüphesiz ki, çok zalimdir" (İbrahim Sûresi, 34.) sırrını gösterir.
Zira hayvanın aksine olarak kuva ve meyilleri fıtraten tahdit edilmemiş, meyl-i
zulüm hadsizdir. Lâsiyemma enenin eşkâl-i habisesi olan hodgâmlık, hodfikirlik,
hodbinlik, hodendişlik, gurur ve inad o meyle inzimam etse, öyle
ekberü’l-kebairi icar eder ki, daha beşer ona isim bulmamış. Cehennemin lüzumuna
delil olduğu gibi, cezası da yalnız Cehennem olabilir.

"Meselâ : Birisinin bir
sıfatından darılsa, mecma-ı evsafı mâsume olan şahsına, hattâ ehibbasına, hattâ
meslekdaşına zulmünü teşmil eder "Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez
(En’âm Sûresi, 164.)"e karşı temerrüd eder.

"Meselâ : Muhteris bir intikam veya
müntakim bir hilaf ile bir kere demiş: ‘İslâm mağlub olacak, kalbi
parçalanacak.’ Sırf o murai ruhtan gelen, yalancı fikirden çıkan meş’um sözünü
doğru göstermek için, İslâmın mağlubiyetini, İslâmın perişaniyetini arzu eder,
alkışlar. Hasmın darbesinden mütelezziz olur. İşte şu alkışı ve gaddar
telezzüzüdür ki, mecruh İslâmı müşkil mevkide bırakmış. Zira hançerini İslâmın
ciğerine saplamış olan hasım, "sükût et" demiyor. "Alkışla, mütelezziz ol, beni
sev." diyor, onları misâl gösteriyor.

İşte size dehşetli bir günah ve zulüm ki,
ancak haşirdeki mizan tartabilir. "Diğerini buna kıyasla."

Denildi: "Mağlûbiyet
mâlûmdu, biz bilirdik. Bilerek bizi belaya attılar."

Dedim: "Acaba Hindenburg
gibi dehşetli insanlar nazarına nazarî kalmış olan gaye-i harb, sizin gibi
acemilere nasıl mâlûm ve bedihi olabilir? Acaba fikir dediğiniz şey,
el’iyazübillah arzu olmasın. Bazan zâlimane intikam-ı şahsî, arzuya fikir
suretini giydirir.

"Yahu pis bir çamura düşmüşsünüz, misk ü anber diye yüzünüze
gözünüze bulaştırmaya ne mâna var.

İşte misâlîlerin münevver gece meclisinde ve
dünyevîlerin muzlim gündüz mahfelinde akıldan akma değil, kalbde çıkan
beyanatım; ister isen kabul et, ister isen etme; anlamak şartiyle:

İster al
gûş-i kabul-i câne, ister hiddet et.

Sünuhat, s. 64-70.

"Said, dini siyasete
âlet yapmak ister ve yapıyor." Halbuki bu dâvalarına otuz senelik musîbetli yeni
hayatımda ve otuz büyük mecmualarımda bu suça müsbet bir delil bulamadılar.
Halbuki böyle meselelerde bir mahkeme mâdem bulmadı ve mes’ul edemedi. Başka
mahkemelerin musırane aynı meseleyi esas tutmaları bütün bütün kanuna ve akla ve
âdalete muhalif bir hâlettir. Belki siyaseti dinsizliğe âlet edenler kısmı,
kendilerine bir perde olarak, bu ittihamı bizlere ediyorlar. Bununla beraber
dine hizmet itibariyle taallûk eden eski altmış senelik hayat-ı ilmiyyem kat’î
bir hüccet ve yakîn bir delildir ki; bütün hayatımda temas ettiğim siyaseti ve
dünyayı ve bütün içtimaî cereyanları, dine hizmetkâr ve âlet ve tâbi yapmak
düsturuyla hareket etmişim. Mahkemelerde de hem dâva, hem isbat etmişim ki,
değil dini siyasete âlet yapmak, belki birtek hakikat-ı îmaniyeyi dünya
saltanatına değiştirmediğimi kat’î delilerle isbat ettiğim halde, böyle yirmi
vecihle hakikata muhalif ve divanecesine büyük makamınızı işgal eden bir kısım
adliye memurları ve siyasî adamlar bu acib hurafe gibi meseleyi hakikat
zannedip, yirmi sekiz sene bana zulmettiklerinin hakikî sebebini bu günlerde
bildim.

Emirdağ Lahikası, c. II, s. 339.

Büyük memurlardan bir kaç zat sordular
ki: "Mustafa Kemal sana üç yüz lira maaş verip, Kürdistan’a ve Vilâyat-ı
Şarkiyeye, Şeyh Sünûsî yerine vâiz-i umumî yapmak teklifini neden kabul etmedin?
Eğer kabul etseydin, ihtilâl yüzünden kesilen yüz bin adamın hayatlarını
kurtarmaya sebep olurdun?" dediler.

Ben de onlara cevaben dedim ki:
"Yirmişer-otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma
bedel, yüz binler vatandaşa, herbirisine milyonlar sene uhrevî hayatı
kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur, o zâyiâtın yerine binler derece iş
görmüş. Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye âlet olamayan ve tâbi
olmayan ve sırr-ı ihlâsı taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi."

Tarihçe-i Hayat, s. 366.

Hizmet-i Kur’ân, beni hayat-ı
içtimâiye-i siyasiye-i beşeriyeyi düşünmekten menediyor. Şöyle ki: Hayât-ı
beşeriye bir yolculuktur. Şu zamanda, Kur’ân’ın nuriyle gördüm ki, o yol bir
bataklığa girdi. Mülevves ve ufûnetli bir yolda gider. Bir kısmı, mümkün olduğu
kadar çamurdan, bataklıktan kurtulmak için bâzı vasıtaları bulmuş. Bir kısm-ı
ekseri; o ufûnetli, pis, çamurlu bataklık içinde karanlıkta gidiyor. Yüzde
yirmisi, sarhoşluk sebebiyle, o pis çamuru misk ü amber zannederek yüzüne gözüne
bulaştırıyor; düşerek kalkarak gider, tâ boğulur. Yüzde sekseni ise; bataklığı
anlar, ufûnetli, pis olduğunu hisseder, fakat mütehayyirdirler, selâmetli yolu
göremiyorlar…

İşte bunlara karşı iki çare var:

Birisi: Topuz ile o sarhoş
yirmisini ayıltmaktır.

İkincisi: Bir nur göstermekle mütehayyirlere selâmet
yolunu irâe etmektir.

Ben bakıyorum ki, yirmiye karşı seksen adam, elinde topuz
tutuyor. Halbuki o bîcâre ve mütehayyir olan seksene karşı hakkıyle nur
gösterilmiyor; gösterilse de bir elinde hem sopa, hem nur olduğu için emniyetsiz
oluyor. Mütehayyir adam, "Acaba nurla beni celb edip topuzla dövmek mi istiyor?"
diye telâş eder. Hem de bâzan ârızalarla topuz kırıldığı vakit, nur dahi uçar
veya söner.

İşte o bataklık ise, gafletkârane ve dalâlet-pîşe olan sefihane
hayat-ı içtimâiye-i beşeriyedir. O sarhoşlar; dalâletle telezzüz eden
mütemerridlerdir. O mütehayyir olanlar, dalâletten nefret edenlerdir, fakat
çıkamıyorlar; kurtulmak istiyorlar, yol bulamıyorlar; mütehayyir insanlardır. O
topuzlar ise, siyaset cereyanlarıdır. O nurlar ise, hakaik-ı Kur’âniyedir. Nûra
karşı kavga edilmez, ona karşı adâvet edilmez. Sırf şeytân-ı racîmden başka
ondan nefret eden olmaz. İşte ben de Nûr-u Kur’ân’ı elde tutmak için, "Şeytandan
ve siyasetten Allah’a sığınırım" deyip, siyaset topuzunu atarak, iki elim ile
nûra sarıldım. Gördüm ki: Siyaset cereyanlarından; hem muvâfıkta, hem muhalifte
o nurların âşıkları var. Bütün siyaset cereyanlarının ve tarafgirliklerin çok
fevkınde ve onların garazkârane telâkkiyatlarından müberra ve sâfi olan bir
makamda verilen ders-i Kur’ân ve gösterilen envâr-ı Kur’âniyeden hiçbir taraf ve
hiçbir kısım çekinmemek ve ittiham etmemek gerektir. Meğer dinsizliği ve
zındıkayı siyaset zannedip ona tarafgirlik eden insan sûretinde şeytanlar ola
veya beşer kıyafetinde hayvanlar ola…

Elhamdülillâh, siyasetten tecerrüd
sebebiyle, Kur’ân’ın elmas gibi hakikatlarını propaganda-i siyaset ittihamı
altında cam parçalarının kıymetine indirmedim. Belki gittiçe o elmaslar
kıymetlerini her taifenin nazarında parlak bir tarzda ziyadeleştiriyor.

Mektubat, s. 52-53.

Denilmiş: "Ne için siyasetten çekildin? Hiç yanaşmıyorsun?"

Elcevap : Dokuz-on sene evveldeki Eski Said, bir miktar siyasete girdi. Belki
siyaset vasıtasiyle dine ve ilme hizmet edeceğim, diye beyhude yoruldu ve gördü
ki; o yol meşkûk ve müşkilâtlı ve bana nisbeten fuzuliyâne, hem en lüzumlu
hizmete mâni ve hatarlı bir yoldur. Çoğu yalancılık ve bilmeyerek ecnebi
parmağına âlet olmak ihtimali var. Hem siyasete giren, ya muvâfık olur veya
muhalif olur. Eğer muvâfık olsa; mâdem memur ve meb’us değilim, o halde
siyasetçilik bana fuzulî ve mâlâyâni bir şeydir. Bana ihtiyaç yok ki, beyhude
karışayım. Eğer muhalif siyasete girsem, ya fikirle veya kuvvetle karışacağım.
Eğer fikirle olsa, bana ihtiyaç yok. Çünkü mesâil tavazzuh etmiş; herkes benim
gibi bilir. Beyhude çene çalmak mânasızdır. Eğer kuvvet ile ve hâdise çıkarmak
ile muhalefet etsem, husulü meşkûk bir maksad için binler günaha girmek
ihtimali var. Birinin yüzünden çoklar belâya düşer. Hem on ihtimalden bir-iki
ihtimale binaen günahlara girmek, mâsumları günaha atmak; vicdanım kabûl
etmiyor, diye Eski Said, sigara ile beraber gazeteleri ve siyaseti ve sohbet-i
dünyeviye-i siyasiyeyi terk etti. Buna kat’î şâhid, o vakitten beri sekiz
senedir birtek gazete ne okudum ve ne dinledim. Okuduğumu ve dinlediğimi, biri
çıksın söylesin. Halbuki sekiz sene evvel, günde belki sekiz gazete Eski Said
okuyordu. Hem beş senedir bütün dikkat ile benim hâlime nezaret ediliyor.
Siyasetvâri bir tereşşuh gören söylesin. Halbuki benim gibi asabî ve "Gerçek
hile, hilesizliktedir" düsturiyle en büyük hileyi hilesizlikte bulan pervasız,
alâkasız bir insanın, değil sekiz sene; sekiz gün bir fikri gizli kalmaz.
Siyasete iştihası ve arzusu olsaydı; tedkikata, taharriyata lüzum bırakmayarak
top güllesi gibi sadâ verecekti.

"Kur’ân ve îmânın hizmeti ne için beni
men’ediyor?" dersen; ben de derim ki: "Hakaik-ı îmâniye ve Kur’âniye birer elmas
hükmünde olduğu halde, siyaset ile âlûde olsa idim; elimdeki o elmaslar iğfal
olunabilen avam tarafından, ‘Acaba taraftar kazanmak için bir propaganda-i
siyaset değil mi?’ diye düşünürler. O elmaslara, âdi şişeler nazariyle
bakabilirler. O halde ben o siyasete temas etmekle, o elmaslara zulmederim ve
kıymetlerini tenzil etmek hükmüne geçer.

İşte ey ehl-i dünya! Neden benim ile
uğraşıyorsunuz? Beni kendi hâlimde bırakmıyorsunuz?"

Mektubat, s. 64-66.

Eğer
siyaset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınca, o kâfirler münafık derecesine
iner. Münafık, kâfirden daha fenadır. Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslah
etmez. O vakit küfür kalbe girer, saklanır; nifaka inkılâb eder. Hem nur, hem
topuz; ikisini, bu zamanda benim gibi bir âciz yapamaz. Onun için bütün
kuvvetimle nura sarılmaya mecbur olduğumdan, siyaset topuzu ne şekilde olursa
olsun, bakmamak lâzım geliyor.

Lem’alar, s. 107.

İştigal etiğimiz ulûm-u
îmaniye, Rızâ-yı İlâhiyeden başka hiçbir şeye âlet olamaz. Evet, Güneş Kamere
peyk ve tâbi olmadığı gibi, saadet-i ebediyenin nuranî ve kudsî anahtarı ve
hayat-ı uhreviyenin bir güneşi olan îman dahi, hayat-ı içtimaiyyenin âleti
olamaz. Evet, bu kâinatın en muazzam mes’elesi ve şu hilkat-ı âlemin en büyük
muamması olan sırr-ı imandan daha ehemmiyetli bir mes’ele-i kâinat yoktur ki, bu
mes’ele-i sırr-ı iman ona âlet olsun.

Tarihçe -i Hayat, s. 194.

Âlem-i
insaniyette ve İslâmiyette üç muazzam mesele olan îman ve Şeriat ve hayattır.
İçlerinde en muazzamı îman hakikatları olduğundan bu hakâik-ı îmaniye-i
Kur’âniye başka cereyanlara, başka kuvvetlere tâbi ve âlet edilmemek ve elmas
gibi o Kur’ân’ın hakikatları, dini, dünyaya satan veya âlet eden adamların
nazarında cam parçalarına indirmemek ve en kudsî ve en büyük vazife olan îmanı
kurtarmak hizmetini tam yerine getirmek için, Risale-i Nur’un has ve sâdık
talebeleri, gayet şiddet-i nefretle siyasetten kaçıyorlar.

Kastamonu Lahikası,
s. 108.

Hem îman ve hakikat noktasında, bu çeşit merakların büyük zararları var.
Çünkü gaflet verecek ve dünyaya boğduracak ve hakikî vazife-i insaniyeti ve
âhireti unutturacak olan en geniş daire ise siyaset dairesidir. Hususan böyle
umumî ve mücadele suretindeki hâdiseler, kalbi de boğuyor. Güneş gibi bir îman
lâzım ki; her şeyde, her vaziyette, her bir harekette kader-i İlâhî ve kudret-i
Rabbaniyenin izini, eserini görsün, tâ o zulm-ü zulmette kalb boğulmasın, îman
sönmesin, akıl tabiat ve tesadüfe saplanmasın. Hattâ ehl-i hakikat, hakikat ve
mârifetullahı bulmak için, kesret dairelerini unutmaya çalışıyorlar, tâ kalb
dağılmasın ve lüzumlu ve kıymetli şey’e sarf etmek lâzımgelen merakı; zevki,
şevki, lüzumsuz fâni şeylerde telef olmasın. Hattâ bu ehemmiyetli sırdandır ki,
din düsturlarının bir hâdimi olmak cihetinde güneş gibi imanlar taşıyan bir
kısım Sahabeler ve onlara benzeyen mücahidînden, selef-i salihînden başka;
siyasetçi, ekserce tam müttakî dindar olamaz. Tam ve hakikî dindar müttakî
olanlar, siyasetçi olmazlar. Yâni, maksad-ı aslî siyasetini yapanlarda din,
ikinci derecede kalır; tebeî hükmüne geçer. Hakikî dindar ise, bütün kâinatın en
büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir, diye siyasete aşk-ı merak ile değil, ikinci
ücüncü mertebede onu dine ve hakikata âlet etmeye –eğer mümkünse– çalışabilir.
Yoksa, bâkî elmasları kırılacak âdî şişelere âlet yapar.

Elhasıl: Nasıl ki
sarhoşluk, hakikî vazifelerden gelen elemleri ve ihtiyaçları sarhoşlukla
muvakkaten unutturduğu cihetle menhus ve kısa bir zevk verir; öyle de: Böyle
fâni boğuşmaları ve hâdiseleri merakla tâkib etmek, bir nevi sarhoşluktur ki;
hakikî vazifelerden gelen ihtiyacat ve yapmamaktan gelen teellümatı muvakkaten
unutturduğu için, menhus bir zevk verir veya tehlikeli bir ye’se düşüp "Allah’ın
rahmetinden ümidinizi kesmeyin (Zümer Sûresi, 53.)" âyetindeki emr-i İlâhîye
muhalefet eder, tokada müstehak olur. Veya "Zulmedenlere en küçük bir meyil
göstermeyin; yoksa Cehennem ateşi size dokunur (Hûd Sûresi, 113.) olan şiddetli
tehdid-i İlâhî tokadına mazhar olur; zâlimlerin zulümlerine hasbî olarak mânen
iştirâk eder; bilistihkak cezasını da dünyada, âhirette çeker.

Emirdağ Lahikası,
c. I, s. 52-53.

Risale-i Nur’a, daha vatana, idareye zararı dokunmak bahanesiyle
tecavüz edilmez. Daha kimseyi o bahane ile inandıramazlar. Fakat, cepheyi
değiştirip, din perdesi altında bâzı safdil hocaları veya bid’a taraftarları
veya enaniyetli sofi meşreblileri, bâzı kurnazlıklar ile, Risale-i Nur’a karşı
iki sene evvel İstanbul’da ve Denizli civarında olduğu gibi istimal etmeye
münafıklar, belki çabalayacaklar. İnşâallah, muvaffak olamazlar.

Emirdağ
Lahikası, c. I, s. 110.

"Rejimi reddetmek; ne vazifemizdir, ne de kuvvetimiz
var, ne ne düşünüyoruz. Red başka, kabul etmemek başkadır, amel etmemek daha
başkadır. Hazret-i Ömer’in (r.a.) taht-ı hükmünde, kanun-u adalet-i şer’iyesini
reddetmeyen ve ilişmeyen Yahudilere, Nasârâya ilişmiyordular. Demek; kabul
etmemek, tasdik etmemek, idarece bir cünha, bir suç teşkil etmiyor ki; o çeşit
muhalifler ve münkirler, en kuvvetli padişahların idâresi ve siyaseti altında
bulunmuşlar. İşte, bu nokta-i nazardan, Risale-i Nur’un şakirtlerinden en müthiş
bir muhalif, rejim müessesesini tel’in de etse, bilfiil idareye ilişmese, onun
mefkûresine kanunen ilişilmez. Hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikir, onları
tebrie eder.

Kastamonu Lahikası, s. 206

Hakâik-ı îmaniye, herşeyden evvel bu
zamanda en birinci maksat olmak ve sâir şeyler ikinci, üçüncü, dördüncü derecede
kalmak; ve Risale-i Nur’la onlara hizmet etmek en birinci vazife ve medar-ı
merak ve maksud-u bizzat olmak lâzım iken; şimdiki hâl-i âlem hayat-ı
dünyeviyeyi, hususan hayat-ı içtimaiyeyi ve bilhassa hayat-ı siyasiyeyi ve
bilhassa medeniyetin sefahet ve dalâletine ceza olarak gelen gadab-ı İlâhînin
bir cilvesi olan harb-ı umumînin tarafgirane damarları ve âsabları tehyiç edip,
bâtın-ı kalbe kadar, hattâ hakâik-ı îmaniyenin elmasları derecesine o zararlı,
fâni arzuları yerleştirecek derecesinde bu meş’um asır öyle şırınga etmiş ve
ediyor ve öyle aşılamış ve aşılıyor ki; Risale-i Nur dâiresi haricinde bulunan
ulemâlar, belki de veliler; o siyasî ve içtimâî hayatın râbıtaları sebebiyle,
hakâik-ı îmaniyenin hükmünü ikinci, üçüncü derecede bırakıp, o cereyanların
hükmüne tâbi olarak hemfikri olan münafıkları sever. Kendine muhalif olan ehl-i
hakikatı belki ehl-i velâyeti tenkid ve adâvet eder, hattâ hissiyat-ı diniyeyi o
cereyanlara tâbi yaparlar.

İşte bu asrın bu acib tehlikesine karşı Risale-i
Nur’un hizmet ve meşgalesi, şimdiki siyaseti ve cereyanlarını o derece
nazarımdan ıskat etmiş ki; bu harb-ı umumîyi bu dört ayda merak etmedim,
sormadım.

Hem Risale-i Nur’un has talebeleri, bâki elmaslar hükmünde olan
hakâik-ı îmaniyenin vazifesi içinde iken zâlimlerin satranç oyunlarına bakmakla
vazife-i kudsiyelerine fütur vermemek ve fikirlerini onlar ile bulaştırmamak
gerektir.

Cenâb-ı Hak, bize, nur ve nurânî vazifeyi vermiş; onlara da, zulümlü
zulümatlı oyunları vermiş. Onlar bizden istiğna edip yardım etmedikleri ve
elimizdeki kudsî Nurlara müşteri olmadıkları halde, biz onların karanlıklı
oyunlarına vazifemizin zararına bakmaya tenezzül etmek hatâdır. Bize ve
merakımıza, dâiremiz içindeki ezvâk-ı mâneviye ve envar-ı îmaniye kâfi ve
vâfidir.

Kastamonu Lahikası, s. 84-85.

Eski dahiliye vekili, şimdiki parti katib-i umumisi Hilmi Bey!

Evvelâ: Yirmi sene zarfında bir tek istida dahiliye vekili iken sana yazdım.
Fakat yirmi senelik kaidemi bozmadım, vermedim. İstersen sana okuyacağım. Hem
eski dahiliye vekili, hem şimdi kâtib-i umumî sıfatlarıyla seninle konuşacağım.
Yirmi sene, hükûmetle konuşmayan, tek bir def’a yine hükûmet hesabına hükûmetin
büyük bir rüknü ile konuşan adam, on saat kadar söylese azdır. Onun için siz
benimle konuşmayı bir-iki saat müsaade ediniz.

Saniyen: Şimdi partinin kâtib-i
umumîsi itibariyle size bir hakikatı beyan etmeye kendimi mecbur biliyorum.
Hakikat da şudur:

Sen, kâtib-i umumî olduğun Halk Fırkasının millet karşısında
gayet ehemmiyetli bir vazifesi var. O da şudur:

Bin seneden beri âlem-i
İslâmiyeti kahramanlığı ile memnun eden ve vahdet-i İslâmiyeyi muhafaza eden ve
âlem-i beşeriyeti küfr-ü mutlaktan ve dalâletten şanlı bir surette kurtulmasına
büyük bir vesile olan Türk milleti ve Türkleşmiş olanların din kardeşleri! Eğer
şimdi, eski zaman gibi kahramancasına Kur’ân’a ve hakait-ı îmana sahib
çıkmazsanız ve sizler gibi ehl-i hamiyet eskide yanlış bir surette ve din
zararına medeniyetin propagandası yerinde doğrudan doğruya hakaik-ı Kur’âniye ve
îmaniyeyi tervice çalışmazsanız, size kat’iyyen haber veriyorum ve kat’î
hüccetlerle isbat ederim ki; âlem-i İslâmın muhabbet ve uhuvveti yerine,
dehşetli bir nefret; ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir
adavet ve şimdi âlem-i İslâmı mahva çalışan küfr-ü mutlak altındaki anarşiliğe
mağlûb olup, âlem-i İslâmın kal’ası ve şanlı ordusu olan bu Türk milletinin
parça parça olmasına ve şark-ı şimâlîden çıkan dehşetli ejderhanın istilâ
etmesine sebebiyet verecek.

Evet, hariçte iki dehşetli cereyana karşı bu
kahraman millet, Kur’ân kuvvetiyle dayanabilir. Yoksa, küfr-ü mutlakı, istibad-ı
mutlakı, sefahet-i mutlakı ve ehl-i namusun servetini serserilere ibahe etmesini
âlet ederek dehşetli bir kuvvetle gelen bir cereyanı durduracak, ancak İslâmiyet
hakikatiyle mezcolmuş, ittihad etmiş ve bütün mazideki şerefini İslâmiyette
bulmuş, bu millet dayanabilir. Bu milletin hamiyetperverleri ve
milliyetperverleri, herşeyden evvel bu mümteziç, müttehid milliyetin can damarı
hükmünde olan hakaik-ı Kur’âniyeyi terbiye-i medeniye yerine esas tutmak ve
düstur-u hareket yapmakla o cereyanı durdurur inşâallah.

İkinci cereyan: Âlem-i
İslâmdaki müstemlekâtlarını kendilerine ısındırmak ve tam bağlamak için bu
vatandaki kuvvetli merkeziyet-i İslâmiyeyi dinsizlikle ittiham etmekle bozmak ve
âlem-i İslâmın, irtibatını mânen kesmek ve uhuvvetlerini bu millete adavete
çevirmek gibi bir plânla şimdiye kadar bir derece muvaffak da olmuş. Eğer bu
cereyanın aklı başında olsa, bu dehşetli plânı değiştirip hariçdeki âlem-i
İslâmı okşadığı gibi; bu merkezdeki İslâmiyet dinini okşasa, hem o da çok
istifade eder, hem azîm fütühatını bir derece muhafaza eder, hem bu vatan ve
millet dehşetli belâdan kurtulur.

Eğer şimdi siz kâtib-i umumî olduğunuz
hamiyetperver, milliyetperver adamlar, şimdiye kadar cereyan eden ve medeniyet
hesabına mukaddesatı çiğneyen usulleri muhafazaya çalışıp, üç-dört şahsın
inkılâp namında yaptıkları icraatı esas tutarak mevcud haseneleri ve inkılâb
iyiliklerini onlara verip ve mevcud dehşetli kusurları millete verilse, o vakit
üç-dört adamın seyyiesi üç-dört milyon seyyie olup bu kahraman ve dindar milleti
ve İslâm ordusu olan Türk milletinin geçmiş asırlardaki milyarlar şerefli merhum
ordularına ve milyonlarla şehidlerine ve milletine büyük bir muhalefet ve
ervahına bir mânevî azab ve şerefsizlik olmakla beraber; o üç-dört inkılâpçı
adamın pek az hisseleri bulunan ve millet ve ordunun kuvvet ve himmetiyle vücud
bulan haseneleri o üç-dört adama verilse, o üç-dört milyon iyilikler, üç-dört
haseneye inhisar edip küçülür, hiçe iner; daha dehşetli kusurlara keffaret
olamaz.

Salisen: Size karşı elbette çok cihetlerde dahilî ve haricî muarızlar
var. Ben, dünya ve siyasetin haline bakmadığım için bilemiyorum. Fakat beni bu
sene de çok sıkıştırdıkları için mecburiyetle sebebine baktım ki, size karşı bir
muarız çıksa idi, birden sizi mağlûb ederdi. Çünkü bu milletin yüzde doksanı,
bin senedenberi an’ane-i İslâmiye ile ruh ve kalb ile bağlanmış. Zâhiren muhalif
fıtratındaki emre itaat cihetiyle serfürû etse de, kalben bağlanmaz.

Emirdağ
Lahikası, c. I, s. 190-191.

Biz, dini siyasete âlet değil, belki rıza-yı
İlâhîden başka hiçbir şeye, hattâ dünyaya ve saltanata âlet etmemek bizim esas
mesleğimiz olduğundan, düşmanlarımızca da tahakkuk etmiş ki: Üç senedir üç
çuvaldan ziyade dosyalarımızı garazkârâne tedkik ettikleri halde, bizi mahkûm
edemiyorlar. Verdikleri keyfî ve vicdanî hükümlerine de bir bahane bulamıyorlar
ki, Temyiz o hükmü bozdu. Evet, biz dini siyasete âlet değil, belki vatan ve
milletin dehşetli zararına siyaseti mutaassıbâne dinsizliğe âlet edenlere karşı;
bizim siyasete bakmamıza mecburiyet-i kat’iyye olduğu zaman, vazifemiz siyaseti
dine âlet ve dost yapmaktır ki, üç yüz elli milyon kardeşlerin uhuvvetini bu
vatandaki kardeşlere kazandırmaya sebeb olsun.

Elhâsıl: Bize işkence edenlere;
siyaseti, asabiyetle dinsizliğe âlet etmelerine mukabil; biz de siyaseti dine
âlet ve dost yapmakla ve vatan ve milletin saadetine çalışmışız.

Emirdağ
Lahikası, c. II, s. 264.

Otuz beş senedir ki, siyaseti bırakmıştım ve Nurculara
da "Bırakınız!" diyordum. Sebebi: Siyaset ihlası kırar. Fakat şimdi hissettim
ki, bazı münafıklar dindarları perde yapıp dini siyasete alet; sonra da siyaseti
dinsizliğe alet etmeye çalıştıklarından safdil dindarların hatırı için bir-iki
defa siyasete baktım, gördüm ki: Bizi bu üç-dört mahkemede, "Dini siyasete alet
ediyor" diye itham edenler kendileri dessasane dini tezyif etmek için kendileri,
sonra da siyaseti dinsizliğe alet etmek için dinsizlik düsturlarını kanuna
bağlamak gibi dünyada hiçbir şeddat, hiçbir zalimin yapmadığı bir dehşet gördüm.
Şiddetli bir me’yusiyetim içinde, hürriyet başında bizimle, yani İttihad-ı
Muhammedi (a.s.m.) Cemiyeti ile, İttihadçıların bir kısmındaki gizli
farmasonlara muarız ve manen bizimle, yani İttihad-ı Muhammedi ile müttefik olan
Ahrar Fırkası yine otuz beş sene sonra dirildi, yine uyandı. Birden şeair-i
İslamiyenin başında olan ezan-ı Muhammediyi farmasonların zincirlerini kırıp
ilân etmesiyle; siyasetten kat-ı alâka eden, eskide "İttihad-ı Muhammedi" şimdi
"Nurcular" namını alan ve İttihad-ı İslam içinde bulunan kardeşlerimiz yanlış
basmamak için bazı şeyleri söylemek isterdim. Fakat Risale-i Nur benim bedelime
konuşuyor dedim, yüzümü çevirdim.

Beyanat ve Tenvirler, s. 11-12.

Bu günlerde
hastalığım itibariyle kışın pek şiddetli hiddetine tahammül edemedim. Çok
tecrübelerimle umumî bir hatanın neticesinde hava ile zemin zelzele ile ve
fırtına ile gadab-ı İlahîyi haber vermek nevinden hiddet ediyorlar gibi, âdete
muhalif bir vaziyet gösterdiler. Ben de bundan bir mânevî fırtınaya alâmet
hissettim. Kalbime geldi ki: "Acaba yine İslâmiyet ve hakaik-ı îmaniye zararına
bir hatâ-yı umumî mi meydana geldi?" âdetim olmadığı halde ve dünya siyasetini
terk ettiğim halde bu nokta için sordum: "Ne var? Cerîdeler ne haber
veriyorlar?"

Bana dediler ki: "Din propagandasını yapan dindarların serbestiyet
kanunu geri kalmış. Fakat solcular hakkındaki kanunu ta’cil edip tasdik
etmişler."

Kalbime geldi ki: Bu vatan ve İslâmiyetin maslahatı, her şeyden evvel
dindarların serbestiyeti hakkındaki kanunun hem ta’cil, hem tasdik ve hem de
çabuk mekteplerde tatbik edilmesi elzemdir. Çünkü bu tasdik ile Rusya’daki kırk
milyona yakın Müslümanı, hem dört yüz milyon âlem-i İslâmın mânevî kuvvetini bir
ihtiyat kuvveti olarak bu vatan(a) kazandırmakla beraber komünistin mânevî
tahribatına karşı şimdiye kadar Rus’un Amerika ve İngilize karşı tecavüzünden
ziyade bin senelik adavetinden dolayı en evvel bize tecavüz etmesi adavetinin
muktezası iken, o tecavüzü durduran, şüphesiz hakâik-i Kur’âniye ve îmaniyedir.
Öyle ise, bu vatanda her şeyden evvel o acib kuvvete karşı hakâik-ı Kur’âniye ve
îmaniyeyi bilfiil elde tutup dinsizliğin önüne kuvvetli bir Sedd-i Zülkarneyn
gibi bir Sedd-i Kur’ânî yapılması lâzım ve elzemdir. Çünkü dinsizlik Rus’u,
şimdiye kadar yarı Çin’i ve yarı Avrupa’yı istila ettiği halde, bize karşı
tecavüz ettirmeyip tevkif ettiren, mânevî kuvvetlerine karşı adliyenin binden
birine maddî ceza vermesiyle; serserilere ve fakirlere, zenginlerin malını
peşkeş çeken ve hevesli gençlere ehl-i namusun kızlarını ve ailelerini mübah
kılan ve az bir zamanda Avrupa’nın yarısını elde eden bir kuvvete karşı ancak ve
ancak mânevî atom bombalar lâzım ki, o da hakâik-ı Kur’âniye ve îmaniye atom
bombası olup, o dehşetli solculuk cereyanını durdursun. Yoksa adliye vasıtasıyla
yüzden birine verilen maddî ceza ile bu küllî kuvvet tevkif edilmez.

Onun için,
dindar milletvekilleri bu ta’cili lâzım gelen hakikatı te’hir etmelerinden, çok
def’a tecrübelerle gördüğümüz gibi, bu def’a da küre-i hava şiddetli soğuğu ile
buna itiraz ediyor.

İki dehşetli Harb-i Umumînin neticesinde beşerde hâsıl olan
bir intibah-ı kavî ve beşerin tam uyanması cihetiyle kat’iyyen dinsiz bir millet
yaşamaz, Rus da dinsiz kalamaz. Geri dönüp Hıristiyan da olamaz. Olsa olsa
küfr-ü mutlakı kıran ve hak ve hakikata dayanan ve hüccet ve delile istinad eden
ve aklı ve kalbi ikna eden Kur’ân ile bir müsalâha veya tâbi olabilir. O vakit
dört yüz milyon ehl-i Kur’ân’a kılınç çekemez.

Emirdağ Lahikası, c. II, s.
310-311.

Sizce münasip ise Başvekile ve dindar meb’uslara verilmek üzere ihtâra
binaen yazdırılmış gayet ehemmiyetli bir hakikattır.

Mukaddime: Kırk seneye
yakın siyaseti terk ettiğimden ve ekser hayatım bir nevi inzivada geçtiğinden,
hayat-ı içtimaiye ve siyasiye ile meşgul olmadığımdan büyük bir tehlikeyi
göremiyordum. Bugünlerde o tehlikenin hem millet-i İslâmiyeye büyük bir zarar
vermeye zemin hazırlamakta olduğunu hissettim. Mecburiyetle, İslâmiyet milliyeti
ve hâkimiyeti ve memleketin selâmeti için çalışan ehl-i siyaset ve cem’iyet-i
beşeriyeye hamiyet ile çalışanlar için bana mânevî bir ihtar edildiğinden "Üç
Nokta"yı beyan edeceğim:

Birinci Nokta: Gazeteleri dinlemediğim halde bir-iki
senedir "irtica ile ittiham" kelimesi mütemadiyen tekrar edildiğini işitiyordum.
Eski Said kafasıyla dikkat ettim, kat’iyyen gördüm ki: Siyaseti dinsizliğe âlet
yapan ve beşerdeki en dehşetli vahşet ve bedevîliğin bir kanun-u esasîsine
irtica çalışan ve hamiyet maskesini başına geçiren gizli İslâmiyet düşmanları
gaddarâne bir ittiham ile ehl-i İslâmiyet ve hamiyet-i diniye ve kuvvet-i
îmaniye cihetiyle değil, dini siyasete âlet yapmak; belki de siyaseti dine âlet
ve tâbi yapmakla; tâ İslâmiyetin kuvvet-i mânevîyesinden bu hükûmet-i İslâmiyeyi
tam kuvvetlendirmek ve dört yüz milyon hakikî kardeşi arkasında ihtiyat kuvveti
bulundurmak ve bir kısım zâlim Avrupa’nın dilenciliğinden kurtulmak için
çalışanlara pek haksız olarak "irtica" damgasını vurup onları memlekete zararlı
tevehhüm etmeleri, yerden göğe kadar hadsiz bir haksızlıktır. Nümunelerinden
birinci nümunesi: Bu asrın dehşetli zulmüne karşı bir sed olarak İkinci Noktada
beyan etmek zamanı geldi. Menşe’leri iki kanun-u esasîye istinad eden iki irtica
var:

Biri: Siyasî ve içtimaî ki, hakikî irticadır. Onun kanun-u esasîsi çok
su’-i istimâle ve zulme medar olmuştur.

İkincisi: İrtica namı verilen hakikî bir
terakkî ve adaletin esasıdır.

İkinci Nokta: Beşerin vahşet ve bedevîlik
zamanlarındaki bir kanun-u esasîsine medeniyet namına dine hücum edenler, irtica
ile o vahşete ve bedevîliğe dönüyorlar. Beşerin selâmet, adalet ve sulh-i
umumîsini mahveden o dehşetli vahşiyane kanun-u esasî, şimdi bizim bu bîçâre
memleketimize girmek istiyor. Garazkârâne ve anûdâne particilik gibi bâzı
cereyanları aşılamağa başlaması gibi bir ihtilâf görülüyor. O kanun-u esasî de
budur:

Bir taifeden, bir cereyandan, bir aşiretten bir ferdin hatasıyla o
taifenin, o cereyanın, o aşiretin bütün fertleri mahkûm ve düşman ve mes’ul
tevehhüm ediliyor. Bir hata, binler hatâ hükmüne geçiriliyor. İttifak ve
ittihadın temel taşı olan kardeşlik ve vatandaşlık, muhabbet ve uhuvveti zir ü
zeber ediyor. Evet, birbirine karşı gelen muannid ve muarız kuvvetler, kuvvetsiz
oluyorlar. Bu kuvvetsizlikle zaiflendiği için millete ve memlekete ve vatana
âdilâne hizmete muvaffak olanamadığından maddî ve mânevî bir nevi rüşvet vermeye
mecbur oluyorlar ki, dinsizleri kendilerine taraftar yapmak için, o gaddar,
engizisyonâne ve bedeviyâne ve vahşiyâne bu mezkûr kanun-u esasîye karşı ayn-ı
adalet olan bu semavî ve kudsî (En’âm Sûresi, 164.) nass-ı kat’îsiyle Kur’ân’ın
bir kanun-u esasîsi muhabbet ve uhuvvet-i hakikiyeyi temin eden ve bu millet-i
İslâmiyeyi ve memleketi büyük tehlikeden kurtaran bu kanun-u esasî ki,
"Birisinin hatâsıyla başkası mes’ul olamaz." Kardeşi de olsa, aşireti ve taifesi
de olsa, partisi de olsa, o cinayete şerik sayılmaz. Olsa olsa, o cinayete bir
nevi tarafgirlikle yalnız mânevî günahkâr olup, âhirette mes’ul olur; dünyada
değil. Eğer bu kanun-u esasî çabuk düstur-u esasî yapılmazsa, hayat-ı
içtimâiye-i beşeriye iki harb-i umumînin gösterdiği tahribatın emsaliyle esfel-i
sâfilîn olan ve vahşî irticaa düşecek.

İşte Kur’ân’ın bu gibi kudsî kanun-u
esasîsine irtica namı veren bedbahtlar, vahşet ve bedevîliğin dehşetli bir
kanun-u esasîsi olarak kabûl ettikleri şimdiki öylelerinin siyasetinin bir
nokta-i istinadı şudur ki: "Cemaatin selâmeti için fert feda edilir. Vatanın
selâmet için, eşhâsın hukuku nazara alınmaz. Devletin siyasetinin selâmeti
için cüz’î zulümler nazara alınmaz," diye bir tek câni yüzünden bir köyü
mahvetmekle bin mâsumun hakkını nazara almaz. Bir tek câninin yüzünden bin
adamın kılınçtan geçmesini caiz görür. Bir adamın yaralanması ile binler mâsumu
sıkıntıya verdirir. Ve iki yüz adamı kurşuna dizilmesini o bahane ile nazara
almaz. Birinci Harb-i Umumîde üç bin adamın câniyâne siyaset hatalarıyla otuz
milyon bîçâre nev’-i beşer, aynı harpde mahvedildiği gibi, binler misaller var.
İşte bu vahşiyâne irticâın bu dehşetli zulümlerine karşı gelen Kur’ân
şâkirtlerinin Kur’ân’ın yüzer kanun-u esasîsinden (En’âm Sûresi, 164.) âyetinin
ders verdiği kanun-u esasîsi ile adâlet-i hakikîyeyi ve ittihadı ve uhuvveti
temin etmeye çalışan îman fedakârlarına "mürtecî" namını verip, onları müttehem
etmek, mel’un Yezid’in zulmünü, adalet-i Ömeriyeye tercih etmek misillû en vahşî
ve zâlimâne bir engizisiyon kanununu, beşerin en yüksek terakkiyatına ve
adaletine medar olan Kur’ân’ın mezkûr kanun-u esasîsine tercih etmek
hükmündedir. Hükûmet-i İslâmiye ile bu memleketin selâmetine çalışan ehl-i
siyasetin mezkûr hakikatı nazara alması lâzımdır. Yoksa, üç veya dört cereyanın
muannidâne muaraza etmeleriyle, o kuvvetler, muaraza sebebiyle zayıflar.
Memleketin menfaatine ve âsâyişine sarf edilecek o zayıf kuvvetle
hâkimiyetini –hattâ istibdad ile de olsa– âsâyiş ve emniyet-i umumîyeyi muhafazaya
kâfi gelmediğinden, Fransız İhtilâl-i Kebîrinin tohumlarının bu mübarek
memleket-i İslâmiyeye ekilmesine yok vermektir, diye telâş edilebilir.

Mâdem bu
ittifaksızlıktan gelen za’fiyet ve kuvvetsizlik sebebiyle ecnebilerin
politikasına ve ehemmiyetsiz, muvakkat yardımlarına karşı bu acib mânevî
rüşvetler veriliyor, dört yüz milyon kardeşin uhuvvetine, milyarlar ecdadın
mesleğine ehemmiyet verilmiyor, gibi bir mâna hükmediyor. Ve âsâyiş ve siyasete
zarar gelmemek için bu kadar israfât ile bol maaşlar suretinde kuvvet teminine
kendilerini mecbur zannederek, rüşvetler veriliyor; milletin fakr-u hâli nazara
alınmıyor. Elbette ve elbette ve kat’î olarak şimdi bu memleketteki ehl-i
siyaset, garba ve ecnebiye verdiği siyasî ve mânevî rüşvetin on mislini âlem-i
İslâmın ileride cemâhir-i müttefikası hükmünde olacak olan dört yüz milyon
Müslüman kardeşlere memleket ve milletin ve bu devlet-i İslâmiyenin selâmeti
için gayet azîm bir bahşiş ve zararsız rüşvet vermesi lâzım ve elzemdir.

İşte o
makbûl, lâzım ve çok menfaatli, câiz ve vâcib rüşvet ise, teavün-ü İslâmın esası
ve hediye-i Kur’ân’ın semavî bir düsturu ve rabıtası ve kudsî kanun-u esasîsi
olan "Mü’minler kardeştirler. (Hucûrat Sûresi, 10.) Allah’ın dinine ve Kur’ân’a,
hepbirlikte sım sıkı sarılır (âl-i İmran Sûresi, 103.) "Hiçbir günahkâr
başkasının günahını yüklenemez (En’âm Sûresi, 164.) "İhtilâfa düşmeyin, sonra
cesaretiniz kırılır; kuvvetiniz de elden gider" (Enfal Sûresi, 46.) kudsî, esasî
kanunlarını düstur-u hareket etmektir.

Üçüncü Nokta şimdilik te’hir edildi.

Emirdağ Lahikası, c. II, s. 318-321.

Demokratlara büyük bir hakikatı ihtar

Şimdi
Kur’ân, İslâmiyet ve bu vatan zararına üç cereyan var:

Birincisi: Komünist,
dinsizlik cereyanı. Bu cereyan, yüzde otuz-kırk adama zarar verebilir.

İkincisi:
Eskiden beri müstemlekâtların, Türlerle alâkalarını kesmek için, Türkiye
dâiresinde dinsizliği neşretmek için; ifsad komitesi namında bir komite. Bu da
yüzde on-yirmi adamı bozabilir.

Üçüncüsü: Garplılaşmak ve Hıristiyanlara
benzemek ve bir nev’i Şurutluk mezhebini İslâmlar içinde yerleştirmeye çalışan
ve dinde hissesi olmayan bir kısım siyasîler heyetidir. Bu cereyan yüzde, belki
binde birisini, Kur’ân ve İslâmiyet aleyhine çevirebilir.

Biz Kur’ân
hizmetkârları ve Nurcular, evvelki iki cereyana karşı daima Kur’ân hakikatlarını
muhafazaya çalışmışız. Mümkün olduğu kadar dünyaya ve siyasete bakmamaya
mesleğimiz bizi mecbur ediyormuş. Şimdi mecburiyetle bakmaya lüzum oldu. Gördük
ki, Demokratlar, evvelki iki mühtiş cereyana karşı bize (Nurculara) yardımcı
hükmünde olabilirler. Hem onların dindar kısmı daima o iki dehşetli cereyana
mesleklerince muarızdırlar. Yalnız dinde hissesi az olan bir kısım garplılışamak
ve garplılara tam benzemek mesleğini tâkip edenler ise, üçüncü cereyana bir
yardım ediyorlar. Mâdem o cereyanın yüzde ancak birisini, belki binden birisini
Şurutlar ve Hıristiyan gibi yapmaya çevirebilirler. Çünkü, İngiliz iki yüz sene
zarfında, tahakküm ettiği iki yüz milyon İslâmdan iki yüz adamı Şurutluğa
çevirememiş ve çeviremez. Hem hiçbir tarihte bir İslâm, Hıristiyan olduğunu ve
kanaatle başka bir dini İslâmiyete tercih etmiş olduğu işitilmediğiden, iktidar
partisinde bulunan az bir kısım, dinin zararına siyaset nâmiyle üçüncü cereyana
yardım etse de; mâdem o Demokrat Partisi, meslek itibariyle öteki iki cereyan-ı
azîmenin durmasında ve def’etmesinde mecburî vazifeleri olmasından, bu vatan ve
İslâmiyete büyük bir fâidesi dokunabilir. Bu cihetten biz, Demokratları iktidar
yerinde muhafaza etmeye Kur’ân menfaatına kendimizi mecbur biliyoruz. Onlardan
hayır beklemek değil; belki dehşetli, baştaki iki cereyana siyasetlerince muarız
oldukları için, onların az bir kısmı dine verdikleri zararı, vücudun
parçalanmasına bedel, yalnız bir parmağı kesmek gibi pek cüz’î bir zararla pek
küllî bir zarardan kurtulmamıza sebep oluyorlar bildiğimizden, o iktidar
partisinin lehinde ehl-i dini yardıma dâvet ediyoruz. Ve dinde lâubali kısmını
dahi cidden îkaz edip "Aman, çabuk hakikat-ı İslâmiyeye yapışınız" ihtar
ediyoruz ki, vatan ve millet ve onların hayatı ve saadeti, hakâik-ı Kur’âniyeye
dayanmak ve bütün âlem-i İslâmı arkasında ihtiyat kuvveti yapmak ve uhuvvet-i
İslâmiye ile dört yüz milyon kardeşi bulmak ve Amerika gibi, din lehinde ciddî
çalışan muazzam bir devleti kendine hakikî dost yapmak, îman ve İslâmiyetle
olabilir. Biz bütün Nurcular ve Kur’ân hizmetkârları onlara hem haber veriyoruz,
hem İslâmiyete hizmette muvaffakıyetlerine dua ediyoruz. Hem de rica ediyoruz
ki; bu memleketin bir ehemmiyetli mahsûlü ve vatanda ve şimdi âlem-i İslâmda pek
büyük fâidesi ve hizmeti bulunan Risale-i Nur’u, müsaderelerden kurtarıp neşrine
hizmet etsinler. Bu vatandaki dindarları kendine taraftar etsinler. Ve selâmeti
bulsunlar.

Emirdağ Lahikası, c. II, s. 423-424.

Asıl mesele bu zamanın cihad-ı
mânevîsidir. Mânevî tahribatına karşı sed çekmektir. Bununla dâhili âsâyişe
bütün kuvvetimizle yardım etmektir.

Evet, mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu
kuvvet, âsâyişi muhafaza etmek içindir. "Hiçbir günahkâr baskasının günahını
yüklenemez (En’âm Sûresi, 164.)" düsturu ile ki: "Bir câni yüzünden onun
kardeşi, hanedanı, çoluk-çocuğu mes’ul olamaz." İşte bunun içindir ki, bütün
hayatımda bütün kuvvetimle âsâyişi muhafazaya çalışmışım. Bu kuvvet dâhile karşı
değil, ancak hârici tecavüze karşı istimâl edilebilir. Mezkûr âyetin düsturu ile
vazifemiz, dâhildeki âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Onun içindir
ki, âlem-i İslâmda âsâyişi ihlâl edici dahilî muharebât ancak binde bir
olmuştur. O da, aradaki bir içtihad farkından ileri gelmiştir. Ve cihad-ı
mâneviyenin en büyük şartı da vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır ki, "Bizim
vazifemiz hizmettir; netice Cenâb-ı Hakka âittir; biz vazifemizi yapmakla mecbur
ve mükellefiz."

Ben de Celâleddin-i Harzemşah gibi, "Benim vazifem hizmet-i
îmaniyedir; muvaffak etmek veya etmemek Cenâb-ı Hakkın vazifesidir" deyip ihlâs
ile hareket etmeyi Kur’ân’dan ders almışım.

Haricî tecavüze karşı kuvvetle
mukabele edilir. Çünkü düşmanın malı, çoluk-çocuğu ganimet hükmüne geçer.
Dâhilde ise öyle değildir. Dâhildeki hareket müsbet bir şekilde mânevî tahribata
karşı mânevî, ihlâs sırrı ile hareket etmektir. Hâriçteki cihad başka, dâhildeki
cihad başkadır. Şimdi milyonlar hakikî talebeleri Cenâb-ı Hak bana vermiş. Biz
bütün kuvvetimizle dâhildeki ancak âsâyişi muhafaza için müsbet hareket
edeceğiz. Bu zamanda dahil ve hâriçteki cihad-ı mâneviyedeki fark pek azîmdir.

Biz dünyaya bakmıyoruz. Baktığımız vakit te onlara yardımcı olarak çalışıyoruz.
âsâyişi muhafazaya müsbet bir şekilde yardım ediyoruz. İşte bu gibi hakikatlar
itibariyle bize zulüm de etseler hoş görmeliyiz.

Risale-i Nur’un neşri her
tarafta kanaat-ı tâmme verdi ki, Demokratlar dine taraftardırlar. Şimdi bir
Risaleye ilişmek; vatan, millet maslahatına tamamen zıttır.

Şimdi Allah’a
şükrediyoruz ki, siyasî partiler içinde bir parti, bir parça bunu hissetti ki; o
eserlerin neşrine mâni olmadı; hakâik-ı îmaniyenin dünyada bir cennet-i
mâneviyeyi ehl-i îmana kazandırdığını isbat eden Risale-i Nur’a mümanaat etmedi,
neşrine müsaadekâr davrandı; nâşirlerine de tazyikattan vazgeçti.

Kardeşlerim!
Hastalığım pek şiddetli; belki pek yakında öleceğim veyahut bütün bütün
konuşmaktan –bâzan men’olduğum gibi– men’edileceğim. Onun için benim Nur âhiret
kardeşlerim, "Ehvenüşşer" deyip bâzı bîçâre yanlışçıların hatâlarına hücum
etmesinler. Dâima müsbet hareket etsinler. Menfî hareket vazifemiz değil…
Çünkü dâhilde hareket menfîce olmaz. Mâdem siyasetçilerin bir kısmı Risale-i
Nur’a zarar vermiyor, az müsaadekârdır; "Ehvenüşşer" olarak bakınız. Daha
azamüşşerden kurtulmak için onlara zararınız dokunmasın, onlara fâideniz
dokunsun.

Hem dâhildeki cihad-ı mânevî; mânevî tahribata karşı çalışmaktır ki,
maddî değil, mânevî hizmetler lâzımdır. Onun için ehl-i siyasete karışmadığımız
gibi, ehl-i siyaset de bizimle meşgul olmaya hiçbir hakları yok!..

Meselâ: Bir
parti bana binler vecihle sıkıntı verdiği halde, hattâ otuz senede hapisler de,
tazyikler de olduğu halde, hakkımı helâl ettim. Ve azablarına mukabil, o
bîçârelerin yüzde doksan beşini tezyif ve itirazlara, zulümlere mâruz kalmaktan
kurtulmaya vesile oldum ki, "En’âm Sûresi, 164." âyeti hükmünce kabahat ancak
yüzde beşe verildi. O aleyhimizdeki partinin şimdi hiçbir cihetle aleyhimizde
şekvâya hakları yoktur.

Hattâ bir mahkemede yanlış muhbirlerin ve casusların
evhamları ile; bizi, yetmiş kişiyi mahkûm etmek için su’-i fehmiyle,
dikkatsizliği ile Risale-i Nur’un bâzı kısımlarına yanlış mâna vererek seksen
yanlışla beni mahkûm etmeğe çalıştığı halde, mahkemelerde isbat edildiği gibi,
en ziyade hücuma mâruz bir kardeşiniz, mahpus iken pencereden o müdde-i
umumînin üç yaşındaki çocuğunu gördü, sordu, dediler: "Bu müdde-i umumînin
kızıdır." O mâsumun hâtırı için, o müddeîye bedua etmedi. Belki onun verdiği
zahmetler; o Risale-i Nur’un, o mu’cize-i mânevîyenin intişarına, ilânına bir
vesile olduğu için rahmetlere inkılâb etti.

Mâdem mesleğimiz âzâmî ihlâstır;
değil benlik, enaniyet; dünya saltanatı da verilse, bâkî bir mesele-i îmaniyeyi
o saltanata tercih etmek âzâmî ihlâsın iktizasıdır. Meselâ: Harb içinde, avcı
hattında, düşmanın top gülleleri arasında Kur’ân-ı Hakîm’in tek bir âyetinin,
tek bir harfinin, tek bir nüktesini tercih ederek, o gülleler içinde Habîb
kâtibine "Defteri çıkar!" diyerek at üstünde o nükteyi yazdırmış. Demek
Kur’ân’ın bir harfini, bir nüktesini; düşmanın güllelerine karşı terk etmemiş;
ruhunun kurtulmasına tercih etmiş.

O kardeşimize sorduk: "Bu acîb ihlâsı nereden
ders almışsın?" Demiş: "İki noktadan…

"Birisi: âlem-i İslâmiyetin en acib
harbi olan Bedir Harbinde namaz vaktinde cemaattan hissesiz kalmamak için,
düşmanın hücumu ile beraber mücahidlerin yarısı silâhını bırakıp cemaat hayrına
şerîk olmak, iki rek’at sonra onlar da hissedar olsun diye Fahr-i âlem
Aleyhissalâtü Vesselâm bir hadîs-i şerîfiyle emretmiş olmasıdır. Mâdem harpte bu
ruhsat var. Ve mâdem cemaat hayrı da sünnet olduğu halde, o sünnete riayet etmek
en büyük bir hâdise-i dünyeviyeye tercih edilmiş. Üstad-ı mutlakın böyle bir
işaretinden bir nüktecik alarak, biz de ruh ve canımızla ittiba’ ediyoruz.

"İkincisi: Kahraman-ı İslâm İmam-ı Ali Radiyallahü Anh Celcelûtiye’nin çok
yerlerinde ve âhirinde bir himayetçi istemiş ki, namaz içinde huzuruna gaflet
gelmesin. Düşmanları tarafından ona bir hücum mânası hâtırına gelmemek, sırf
namazdaki huzuruna pekçok olan düşmanları tarafından bir hücum tasavvuru ile
namazdaki huzuruna mâni olunmamak için bir muhafız ifriti dergâh-ı İlâhîden
niyaz etmiş.

İşte bu bîçâre, ömrü bu zamanda hodfüruşluk içinde yuvarlanan
bîçâre kardeşiniz de; hem sebeb-i hilkat-ı âlemden, hem kahraman-ı İslâmdan bu
iki küçük nükteyi ders aldım. Ve bu zamanda çok lâzım olan Kur’ân’ın esrarına
ehemmiyet vermekle harb içinde ruhunun muhafazasını dinlemeyerek, Kur’ân’ın bir
harfinin bir nüktesini beyan etmiş.

Emirdağ Lahikası, c. II, s. 455-460.

Biz Nur
Talebeleri, kat’iyyen siyasetle iştigal etmeyiz. Bizim yegâne emelimiz,
memlekette din hürriyetinin hakikî surette temini, dine ve din ehline ve Kur’ân
ehli olan Nurculara karşı çeyrek asırdan beri devam eden zulüm ve tazyikin
tamamiyla bertaraf olmasıdır. Demokrat kardeşlere tavsiye ederiz: Devr-i Sabıkın
şeytankârâne oyunlarına, hilelerine aldanmasınlar; onların düştükleri dalâlete
düşmesinler. Milletin ruhunu ve iradesini onlar gibi istihfaf etmesinler.
Komünizm ve dine karşı tuttukları doğru yolda azimle devam etsinler.

Tarihçe-i
Hayat, s. 553.

Evvelâ: Başta "Dinde zorlama yoktur; doğruluk sapıklıktan, iman
küfürden iyice ayrılmıştır (Bakara Sûresi, 256.)" cümlesi, makam-ı cifrî ve
ebcedî ile bin üç yüz elli (1350) tarihine parmak basar ve mânâ-yı işârî ile
der: Gerçi o tarihte, dini dünyadan tefrik ile dinde ikraha ve icbara ve
mücâhede-i dîniyeye ve din için silâhla cihâda muarız olan hürriyet-i vicdan,
hükûmetlerde bir kanun-u esasî, bir düstur-u siyasî oluyor ve hükûmet, "lâik
cumhuriyet"e döner. Fakat ona mukabil mânevî bir cihad-ı dinî, îman-ı tahkikî
kılıncıyla olacak. Çünkü, dindeki rüşd-ü irşad ve hak ve hakikatı gözlere
gösterecek derecede kuvvetli bürhanları izhar edip tebyîn ve tebeyyün eden bir
nur Kur’ân’dan çıkacak, diye haber verip bir lem’a-i i’caz gösterir.

Hem, tâ
"halidûne" kelimesine kadar Risale-i Nur’daki bütün muvazenelerin aslı, menbaı
olarak aynen o muvazeneler gibi mükerreren nur ve zulümât ve îman ve
karanlıkları karşılaştırmasıyla gizli bir emâredir ki, o tarihte bulunan cihad-ı
mânevî mübarezesinde büyük bir kahraman; Nur namında Risale-i Nur’dur ki, dinde
bulunan yüzer tılsımları keşfeden onun mânevî elması kılıncı, maddî kılınçlara
ihtiyaç bırakmıyor.

Evet, hadsiz şükürler olsun ki, yirmi senedir Risale-i Nur,
bu ihbar-ı gaybî ve lem’a-yı i’cazı bil’fiil göstermiştir. Ve bu sırr-ı azîm
içindir ki; Risale-i Nur Şakirdleri dünya siyasetine ve cereyanlarına ve maddî
mücadelelerine karışmıyorlar ve ehemmiyet vermiyorlar ve tenezzül etmiyorlar.

Şualar, s. 243.

[Eskişehir Mahkemesinde gizli kalmış ve resmen zapta geçmemiş ve
müdafaatımda dahi yazılmamış bir eski hâtırayı ve lâtif bir kıssa-i müdafaayı
beyan ediyorum.]

Orada benden sordular ki: "Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?"
Ben de dedim: Yaşlı mahkeme reisinden başka daha siz dünyaya gelmeden ben dindar
bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım isbat eder. Hulâsası
şudur ki: O zaman şimdiki gibi, hâli bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana
çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara veriyordum. Ekmeğimi onun suyu
ile yerdim. Benden sordular, ben dedim: Bu karınca ve arı milletleri
cumhuriyetçidirler. Cumhuriyetperverliklerine hürmeten, taneleri karıncalara
veriyorum. Sonra dediler: "Sen selef-i sâlihîne muhalefet ediyorsun." Cevaben
diyordum: Hulefa-i Râşidîn hem halife, hem reis-i cumhur idiler. Sıkkîk-ı ekber
(r.a.) Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur hükmünde
idi. Fakat mânasız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adaleti ve hürriyet-i
şer’iyeyi taşıyan mâna-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.

İşte ey müdde-i
umumî ve mahkeme âzaları! Elli seneden beri, bende olan bir fikrin aksiyle, beni
ittiham ediyorsunuz. Eğer lâik cumhuriyet soruyorsanız, ben biliyorum ki; lâik
mânası, bîtaraf kalmak, yâni hürriyet-i vicdan düsturiyle, dinsizlere ve
sefahetçilere ilişmediği gibi, dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükûmet
telâkki ederim. Yirmi beş senedir hayat-ı siyasiye ve içtimaiyeden çekilmişim.
Hükûmet-i cumhuriye ne hal kesbettiğini bilmiyorum. El’iyâzü billâh, eğer
dinsizlik hesabına îmana ve âhiretine çalışanları mes’ul edecek kanunları yapan
ve kabul eden bir dehşetli şekle girmiş ise, bunu size bilâ-perva ilân ve ihtar
ederim ki:

"Bin canım olsa, îmana ve âhiretime feda etmeye hazırım. Ne
yaparsanız yapınız, benim son sözüm: "Allah bize yeter. O ne güzel vekildir.
(Âl-i İmran Sûresi, 173.)" olarak sizin beni idam ve ağır ceza ile zulmen mahkûm
etmenize mukabil derim: Ben Risale-i Nur’un keşf-i kat’isiyle îdam olmuyorum,
belki terhis edilip, Nur ve saadet âlemine gidiyorum ve sizi, ey gizli
düşmanlarımız ve dalâlet hesabına bizi ezen bedbahtlar! İdam-ı ebedî ile ve
dâimî haps-i münferid ile mahkûm bildiğimden ve gördüğümden tamamiyle intikamımı
sizden alarak, kemâl-i rahat-ı kalb ile teslim-i ruh etmeye hazırım" onlara
demiştim.

Şualar, s. 317-318.

Nasıl ki Hükûmet-i Cumhuriye, "Dini dünyadan
tefrik edip bîtarafane kalmak" prensibini kabul etmiş; dinsizlere, dinsizlikleri
için ilişmediği gibi, dindarlara da, dindarlıkları için ilişmemesi o prensibin
icabatındandır. Öyle de; ben dahi bîtaraf ve hürriyetperver olması lâzım gelen
Hükû-met-i Cumhuriyeyi, dinsizliğe taraftar ve entrikaları çeviren ve hükûmetin
memurlarını iğfal eden gizli menfî komitelerden tefrik edip, hükûmetin onlardan
uzak olmasını istiyorum; o entrikacılarla mübareze ediyorum.

Tarihçe-i Hayat, s.
212.

Risale-i Nur’un hakikatiyle ve şâkirtlerinin şahs-ı mânevîsiyle tezahür
eden fevkalâde îmanî hizmetlerin ehemmiyetli bir kısmını bîçâre tercümanına
vermek ve ehl-i dünya ve ehl-i siyaset ve avamın nazarında birinci derece ve
hakikat nazarında, îmana nisbeten ancak onuncu derecede bulunan siyaset-i
İslâmiye ve hayat-ı içtimaiye-i ümmete dâir hizmeti, kâinatta en büyük mesele ve
vazife ve hizmet olan hakâit-ı îmaniyenin çalışmasına râcih gördüklerinden; o
tercümana karşı arkadaşlarının pek ziyade hüsn-ü zanları ehl-i siyasete,
inkılâpçı bir siyaset-i İslâmiye fikrini vermek cihetinde, Risale-i Nur’a karşı
hayat-ı içtimaiye noktasında cephe almak ve fütuhatına mâni olmak pek kuvvetli
ihtimali vardı. Bunda hem hata, hem zarar büyüktür.

Kastamonu Lahikası, s. 148.

Evet, şimalden gelen küfr-ü mutlak cerayanı durduracak, yalnız Risale-i Nur’dur.
Siyaset, diplomatlık, bu vazifeyi göremez. Onun için, vatanperver ve milliyetçi
ve siyasetçiler, Nurlara sarılmaya mecburiyet var.

Sual: Hilâfet-i İslâmiye
noktasında İmam-ı Ali’nin fevkalâde iktidarı, hârikulâde zekâsı ve yüksek
liyakatiyle beraber seleflerine nisbeten muvaffakıyetsizliği nedendir?

Elcevap:
O mübârek zât, siyaset ve saltanattan ziyade, daha çok mühim başka vazifelere
lâyık idi. Eğer tam muvaffakıyet-i siyasiye ve tamam saltanat olsaydı, "Şâh-ı
Velâyet" ünvan-ı mânidarını bihakkın kazanamayacaktı. Halbuki zâhirî ve siyasî
hilâfetin pek çok fevkınde mânevî bir saltanat kazandı ve Üstad-ı Küll hükmüne
geçti; hattâ kıyâmete kadar saltanat-ı mânevîsi bâki kaldı.

Ammâ Hazret-i İmam-ı
Ali’nin Vak’a-i Sıffîn’de, Hazret-i Muaviye’nin taraftarlariyle muharebesi ise,
hilâfet ve saltanatın muharebesidir. Yâni: Hazret-i İmam-ı Ali ahkâm-ı dîni ve
hakaik-ı İslâmiyeyi ve âhireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve
siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını onlara fedâ ediyordu. Hazret-i Muaviye ve
taraftarları ise, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi, saltanat siyasetleriyle
takviye etmek için azîmeti bırakıp, ruhsatı iltizam ettiler. siyaset âleminde
kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hatâya düştüler.

Mektubat,
ss. 57-58

Dipnotlar

Haşiye: Hem Üstadımızın yirmi senelik hayatı ve yüz otuz
parça kitabı ve mektupları, üç mahkeme* ve hükûmet memurları tarafından tam
tedkik edildiği ve aleyhinde çalışan zâlim mürted ve münafıklara karşı mecbur da
olduğu halde, hatta idamı için gizli emir verildiği halde, dini siyasete âlet
ettiğine dair en ufak bir emâre bulamamaları, dini siyasete âlet etmediğini
kat’i ispat ediyor. Ve hayatını yakından tanıyan biz Nur Şakirtleri ise, bu
fevkalâde hale karşı hayranlık duymakta ve Risale-i Nur dairesindeki hakiki
ihlâsa bir delil saymaktayız.

Haşiye 1: Siyaseti Yeni Said bütün bütün terk ettiği için
bakmadığından, Eski Said ‘in siyasete temas eden Hutbe-i Şamiye dersinin (onun
yerine) tercümesi yazıldı.

Haşiye 2: O zaman Meşrutiyet, şimdi o kelime yerine
cumhuriyet konulmuş.

Haşiye 3: Hüsn-ü zan ediniz; sû-i zan hem size, hem onlara
zarar verir.

* Şimdi yüz mahkeme Hutbe-i Şamiye, ss. 52-53.