Künyesine nisbetle anılan mezhebin kurucusu olup, asıl adı
Nu’man bin Sabit’tir. İmâm-ı A’zam lakabı ile tanınmaktadır. Aslen İran’lı olan
Nu’man bin Sabit, ilk önce Kûfe’de Kur’an’ı hıfzetti; Arapçanın o zaman henüz
kurulmakta olan sarf ve nahiv ile şiir ve edebiyatını öğrendi. Kûfe, Basra ve
bütün Irak’ın en ileri gelen üstadlarından hadis dinledi ve fıkıh meselelerini
öğrendi. O zamanlar Kûfe ve Basra’da çok ilerlemiş olan cedel ve Kelam’ı elde
etti. Önemli zatlarla sohbetlerle de bu bilgilerini ilerletti.

Yaşı yirminin üstünde olduğu halde, o devirde Irak’ın en ileri
gelen fakihi Hammad b. Abi Süleyman’ın Kûfe camiindeki halkasına uzun seneler
fasılasız devam etmiş ve aynı zamanda oranın başka alim, fakih ve
muhaddislerinden de ders dinlemiştir.

Ebû Hanife, Hammad b. Süleyman’ın 120 senesine doğru vefatı
üzerine, 40 yaşlarında iken halkının ileri gelen tilmizlerinin ve kendi
arkadaşlarının çok ısrarlı ricaları üzerine, üstaddan boş kalan kürsüyü tutmuş
ve halkayı devam ettirmeye başlamıştır. Kendisini öteden beri sevdirmiş ve
bilgisini aktardığı tatlı tarzla halkasını pek az bir zamanda doldurmuştu.

Ebû Hanife, kitap ve sünnette ve sünnet olması muhtemel
sahabelerin fetva ve kazalarında bir merci bulamayınca kıyas ve istihsana
müracaat ederdi. Ebû Hanife nasslarda şariin, sahâbelerin ve kendisinden evvel
gelen müçtehid müftülerin tahlili ile bunun tâbi olduğu unsur ve asılları bulmuş
olduğundan, onun için kıyas, şuurlu olarak icra edilen tesirli mantıklı bir
görüş yolu olmuş idi. Bu sebepten imam kıyaslarını gayet kolaylıkla yapar ve bu
yol ile hükümlerini bulmakta hiçbir zorluğa uğramazdı.1 Ebû Hanife bu
metodu sıkça kullanmıştır. Çünkü bulunduğu bölge karmaşık birçok olayın meydana
geldiği ve çözümün arandığı bir yerdi. Fıkhî meseleleri çeşitli yönleriyle ele
alıp tartıştığı için farklı ihtimal ve durumlara göre fikir ve çözümler üretmiş,
bunun sonucu olarak ehl-i hadîsin aksine bir tutumla henüz vuku bulmamış farazî
meselelerin hükümlerini de içtihadına konu etmiştir.

Bir meselenin hükmünü önce Kur’an’da arayan Ebû Hanife, nassın
her türlü lafzî delâletini, umum-husus, itlak-takyid, nâsih-mensuh gibi lâfızlar
arası metodolojik ilişkiyi göz önünde bulundurmuş, aksine bir delil ve gerekçe
olmadığı sürece ayetlerin açık genel ve doğrudan ifadelerini esas almıştır. Eğer
Kur’an’da konuyla ilgili bir nas bulamamışsa sünnete müracaat etmiştir.

Ebû Hanife ilminin bütün hadislerini ihata etmemeştir. Ancak
onun hadislerin nâsih ve mensuhunu çok iyi bildiği, Hz. Peygamber’in hayatını ve
hadisleri öncelik sonralık açısından inceleyerek özellikle son dönemde söylenen
hadisleri esas aldığı belirtilir. Bu anlayış, hayatın değişmesi ve fıkhî
hükümlerin bu değişikliğe belli ölçüde uyum sağlaması gerektiği fikrinin
sonucudur. Ebû Hanife’nin, birbiriyle çatışan hadisleri uzlaştırmaya çalışmaktan
çok nesih fikrinin tercih etmesi de bu anlayışın ürünüdür. Onun kıyası hadise
takdim etmediği, aksine hadisi kıyasa takdim ettiğine dair içtihadlarında pek
çok örnek bulmak mümkündür. Ebû Hanife haber-i vâhidleri delil almış, zayıf da
olsa hadisi tercih etmiş, ancak nas bulunmayan yerde kıyasa gitmiştir.

Ebû Hanife, hocaları ve önceki nesiller tarafndan kendisine
intikal ettirilen fıkhî kuralları, görüşleri, ayet ve hadislerle ilgili
yorumları içinde bulunduğu ortam, insanların ihtiyacı ve dinin genel ilke ve
amaçları açısından yeniden değerlendirme, sınırlu naslarla sınırsız olaylar,
naklin hükmü ile aklın yorumu, hedisle rey arasında mâkul bir ahenk kurma
imkânını yakalamıştır.2

Ebû Hanife’nin birçok eseri bulunmaktaysa da kendisine doğrudan
nisbet edilen eserleri şunlardır:

l) el-Müsned, 2) el-Fıkhû’l-ebsat, 3) el-Âlim ve’l-müte’allim,
4) er-Risâle, 5) el-Vasiyye 6) el-Fıkhû’l ekber.3

Ebû Hanife, el-Fıkhû’l Ekber adlı ünlü eserinde, diğer
fırkaların doktrinleri karşısında Sunni bakış açısını ortaya koyan ilk şahıs
oldu. Eserde cevaplandırılan ilk soru, Raşid Halifelerin konumlarıyla ilgiliydi.
Bu halifelerden bazılarının Hilâfet makamına haklı olarak çıkıp çıkmadıkları,
seçilme tarzları, birbirlerine üstünlükleri, Halife olarak adlandılıp
adlandırılmadıkları, mü’min olup olmadıkları gibi sorular son derece önemli olan
bir başka soruyu ortaya çıkarıyordu: Allah’ın Resulü’nün doğrudan gözetiminde
terbiye edilmiş, Kur’an’ın, Peygamber’in sünnetinin ve İslâm fıkhının
vasıtasıyla sonraki nesillere aktarıldığı başlangıç dönemindeki İslâm toplumunun
mensuplarına ve müşterek kararlarına daha sonraki müslümanlar itimad
edebilirmiydi?

İkinci soru Peygamber’in ashabının konumuyla ilgiliydi. Bazı
fırkalar Sahabe’yi günahkâr olarak niteliyordu. Bu da, salt tarihi bir mesele
değildi. Zira doğal olarak, samimiyeti şüpheli olan kimseler tarafından sonraki
nesile aktarılan hüküm ve hadislerin islam fıkhının güvenilir kaynakları olarak
kabul edilip edilemeyeceği sorusunu beraberinde getiriyordu.

Eserde ele alınan üçüncü mesele imanın tanımı ve küfürden
farkıyla ilgiliydi. Ayrıca, Hâriciler, mürcie ve mutezile arasında günah
işlemenin neticeleri gibi konular şiddetle tartışılıyordu. Bu da müslüman
toplumun teşekkülüyle yakından ilgiliydi. Bu sorunun cevabı müslümanların medeni
haklarını ve sosyal ilişkilerini doğrudan etkiliyordu. Bu sorunun hemen ardından
günahkâr ya da fâsık biri tarafından yönetilen bir müslüman devlette cuma ve
diğer namazlar gibi dinî vecibelerin ya da adaletin tevzîi ve savaşa iştirak
gibi siyasi görevlerin sağlıklı bir şekilde icra edilip edilemeyeceği sorusu
geliyordu.

Ebû Hanife’nin bu sorulara verdiği ehl-i sünnet itikadını da
ortaya koyan cevaplar şöyleydi:

1) "Allah’ın Resûlü’nden (s.a.v.) sonra insanların en üstünü
Ebûbekir’dir. (r.a) Ondan sonra Ömer (r.a.), sonra Osman (r.a) sonra da Ali
(r.a.) gelmektedir. Hepsi âdildirler ve hak üzeredirler."

2) "Peygamber’in ashabı hakkında konuşurken saygıda kusur
edilmez" Ebû Hanife sahabeler arasındaki savaşlar konusunda da görüşünü
belirtmiş, Hz.Ali ile muhalifleri arasındaki savaşlarda Hz.Ali’nin ötekilere
nazaran daha haklı olduğunu açıkça ifade etmiş, ancak diğer tarafı kınamaktan da
açıkça kaçınmıştır.

3) "İman (kalple) tasdik etmek ve inanmakla eş anlamlıdır. İman
etmek, (Allah’a ve Resulü’ne) inanmak ve onları tasdik etmek demektir."

Ebû Hanife amelin imandan bir cüz olduğu, dolayısıyla günahın
küfürle eş anlamlı olduğu ya da bir başka deyişle günah işlemenin zorunlu olarak
dinden çokma anlamına geldiği şeklindeki Haricî teoriyi reddetmiştir.

4) "İnkâr etmedikçe ne kadar şiddetli olursa olsun herhangi bir
günahtan dolayı bir müslümanı tekfir etmeyiz. Onu iman dairesinin dışına
çıkarmayız. Onu Mümin olarak adlandırırız. Bir fâsık kâfir olmadıkça mümin
sayılır".

5) "Fâsık olsun, salih olsun herhangi bir müminin arkasında
namaz kılınabilir."

6) "Günahın mümine hiçbir zarar vermediğini söylemiyoruz. Bir
müminin cehenneme asla gitmeyeceğini, ya da eğer fâsıksa ebedi olarak cehennemde
kalacağını da söylemiyoruz. Mürcie gibi iyi amellerinizin mutlaka
mükâfatlandırılacağını ve kötü amellerimizin kesinlikle bağışlanacağını da
söylemiyoruz".4

Resmi vazifelerden ve devlet kapısından uzak durmağa çalışmış
olan Ebû Hanife’nin Emevilere olduğu gibi, Abbasi halifelerine de yakın değildi.
O, onlardan çekiniyor ve beşeri ilişkilerinde mesafeli davranıyordu. Hicri 150
senesinde Halife Ebû Cafer’in vâlisine bildirilen emir üzerine, imam Bağdad’a
gönderilerek 15 gün hapiste kaldıktan sonra, 70 yaşında oradan cenazesi
çıkmıştır. İşkence edilip, zehirlendiği söyleniyor. Cenazesi güya kendisinin
vasiyeti ile Hayzuran mezarlığının şark tarafına gömülmüştür.

İmam vefat etmişti. Fakat onun uzun tahsil ve incelemelerden
sonra, yine uzun süren tedris ve itfa hayatı boyunca, fıkıh münferit meseleler
halinden kurtularak, kanunları ve asılları bulunan bir ilim haline gelmiş
bulunuyordu. İctimâî hayatın ikası ile kaynakların ışığı altında imamın çalışma
ve arama yoluna kanaatle bağlı tilmizleri, imamın yolunu devam ettirdiler. Bu
yol artık bir mezhep idi.5

Dipnotlar

1. İslam Ansiklopedisi, MEB Yayınları, İstanbul 1977, Cilt
4, s.20-23.

2. İslam Ansiklopedisi, Türkiye Dinayet Vakfı, İstanbul
1994, Cilt 10, s. 135-137.

3. a.g.e. s.134.

4. M.M.Şerif, İslam Düşüncesi Tarihi, İnsan Yayınları,
İstanbul 1990, Cilt 2, s.304-307.

5. İslam Ansiklopedisi, MEB Yayınları, İstanbul. 1977, Cilt
4, s.24-25.