Bedîüzzaman’ın tevhid görüşü üzerinde ısrarla durulması
gerektiği düşüncesindeyim. Profesör Şerif Mardin hocayla başlayan Bedîüzzaman’a
Newtoncu Mekaniği İslamileştirme misyonu yükleme eğilimi yeni taraftarlarla
yaygınlaşmaktadır. Boğaziçi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Kulübü
öğrencilerinin düzenlediği “Özgün Bir Düşünür Olarak Bedîüzzaman Paneli”inde
değerli araştırmacı yazar sayın Etyen Mahçupyan’ın Mardin hocanın Bedîüzzaman’la
ilgili yaklaşımından biraz daha ileri giderek İbn-i Sina felsefesini 12.yy’ın
sonlarına doğru canlandıran Suhreverdî gibi sanki Bedîüzzaman’ın da aynı
felsefeyi çağımızda yeniden canlandıran bir feylesof olduğunu ileri sürmesi
Bedîüzzaman üzerinde dikkatle durulması gerektiğini bir kere daha ortaya koydu.
Önümüzdeki dönemde Bedîüzzaman’ın modern bilim, modern teknoloji, tabiat
kanunları, sebep-sonuç ilişkisi, “İlahî İrade”,”İlahî Kudret”, “İlahî Hikmet”,
“İlahî Adalet”, “Kayyumiyet”.. gibi kavramlarla ilgili yaklaşımlarının
derinlemesine tartışılacağı anlaşılmaktadır. Bana göre bu alanda acilen
yapılması gereken şey; gerek İbn-i Sina, İbn-i Rüşd gibi feylozofların, gerek
İmam-ı Gazali, Taftazani, Fahreddin-i Razî gibi kelamcıların, gerekse İbn-i
Arabî ve Sirhindî gibi ariflerin konuyla ilgili yaklaşımlarıyla Bedîüzzaman’ın
yaklaşımlarının karşılaştırılması, kesişme noktalarının ve farklılıkların
belirlenmeye çalışılmasıdır. Bu alanda kafa yorma ayrıca, günümüzde giderek
yoğunlaşan alternatif bilim arayışlarına belkide yeni bir ufuk kazandıracaktır.

Bu bağlamda, üzerinde çalışmakta olduğumuz “Farabî’den
Bedîüzzaman’a Tabiat ve Tevhid” projesinin bir bölümünü oluşturan bu çalışmada
ünlü düşünür ve feylosof İbn-i Rüşd’ün tevhid yaklaşımı ile Bedîüzzaman’ın
tevhid yaklaşımı üzerinde kısaca durulacaktır.

İbn-i Rüşd ve hayatı

Ebu’l-Velîd Muhammed Ibn-i Ahmed Ibn-i Muhammed Ibn-i Rüşd
1126’da Kurtuba’da doğdu. Ailesi fıkıh sahasındaki derin bilgisiyle tanınıyordu,
babası ile dedesi Endülüs başkadılığı (Kâdıu’1-kudât) gürevinde bulunmuşlardı.
Bu dindar sülale ona İslami araştırmalarda yüksek bir seviyeye ulaşma fırsatı
verdi. Bir alimden aldığı derslerle Kur’an ,tefsir, hadis, fıkıh arap dili ve
edebiyatına dair ilimleri öğrenen İbn-i Rüşd, babasından Malikilerin kitabı
Muvatta’yı okuyarak ezberledi. Ayrıca matematik, fizik, astronomi, mantık,
felsef ve tıp gibi sahalarda ilmî araştırmalarını sürdürdü. (El-Ehvani, 1990,
s.163-64).

İbn-i Rûşd siyasal şartların oldukça karışık olduğu bir ortamda
yaşadı. Düşünür Murâbıtların hükümranlığı sırasında doğmuştu ve hanedan 1148’de
Kurtuba’yı ele geçirecek olan Muvahhidler tarafından 1147’de Marrâkuş’ta
devrilmişti.

Ebû Yakûb emir olduğu zaman İbn Rüşd’e, Aristo’nun eserlerine
şerhler yazmasını emretti. Marrâkuşî’nin verdiği bilgilere göre İbn Rüşd emirle
tanışmasını şöyle anlatır:

“Müminlerin emiri Ebû Ya’kûb’un huzuruna çıktığımda, onu Ebu
Bekr İbn-i Tufeyl ile başbaşa buldum. Ebû Ya’kûb ailem ve cedlerimden bahisle
beni övmeye başladı. Mü’minlerin Emiri’nin bana söylediği ilk şey filozofarın
görüşüne gönderme yaparak şu oldu:’Felekler hakkında ne dersin? Kadîm midir?
Yaratılmış mı?’ Beni bir korku ve bocalama sardı… Fakat Mü’minlerin emiri
benim bu korku ve bocalayışımı anlayışla karşılayıp İbn Tufeyl’e döndü ve
Aristo, Eflatun ve öteki filozofların fikirlerini zikrederek bana sorduğu soru
hakkında onunla konuşmaya başladı…” (zikr:El-Ehvani, 1990, s.165)

Böylece İbn-i Rüşd Aristo’nun eserlerine şerhler yazmaya aşladı.
Bu onun “Şarih” ünvanını almasını sağladı ve Ortaçağ Avrupa’sında da bu
özelliğiyle tanındı.( El-Ehvani, s.165)

İbn-i Rüşd, Emir tarafından İşbiliye’ye kadı olarak atandı.
Düşünür hayatının bu bölümünde resmi görevin yanında Aristo felsefesiyle de
yoğun şekilde ilgilenmeye başladı. Önce Aristo felsefesinin özünü ve esasını
bulmak ve sonra da bunu şerh ve tefsir etmek için araştırmalara koyuldu. O sene
Aristo’nun Kitabu’1-hayávan’ını telhis etti. 1171’ de ise terfi ederek
Kurtuba’ya kadı tayin edildi. On seneden fazla bu görevde kaldı. Aristo’nun
kitaplarını búrada şerh etti. 1182’de Emir onu Merakeş’e çağırdı ve Baştabiblik
görevine getirdi. Daha sonra kadı’l-kudat görevi ile tekrar Kurtuba’ya
gönderildi.

Emir Yusuf’un vefatından sonra onun yerine geçen Emir Yayub b.
Mansur da İbn-i Rüşd’e itibar gösterdi. Ancak daha sonra çekemeyen çevrelerin
israrlı baskıları üzerine İbn-i Rüşd Yahudilerle meskün bir kasaba olan
Elisana’ya sürüldü

İbn-i Rüşd’ün sürgündéki hayatı çok sürmemiş, İşbiliÿe’nin ileri
gélénlérinden bir grubun İbn-i Rüşd hakkında ricaları üzerine, Emir yaptığına
pişman olmùş, onu affetmiş, ancak bu hådiseden çok geçmeden İbn-i Rüşd 1198
yılında vefat etmiştir.(Uludağ,1985, s.15 vd;Fahri, 1987, s.215)

İbn-i Rüşd ölümünden sonra İslam dünyasından ziyade Batı’da
tanındı. Düşünür yeni felsefesiyle Batı’da “İbn-i Rüşdcü Latin Okulu”nun
kurulmasına ortam hazırladı. XII. yüzyılların sonlarına doğru Aristoculuğun
Avrupa’da canlanmasıyla birlikte İbn-i Rüşd kısa zamanda Yahudi ve Hristiyanlar
arasında şüphe götürmez bir lider olarak kabul edildi. Musa b. Meymûn
(Maimonides öl: 1204) ve öğrencisi Yusuf b. Yahûda tarafından ona duyulan büyük
saygı, O’nun önde gelen bir Aristo müfesiri olarak Yahudiler arasında şöhretini
sağlamlaştırdı. XII. yüzyılın bitiminden önce İbn-i Rüşd’ün eserleri, felsefï
kültürleri, Renán’ın ifådesiyle “İslam kültürünün yansımasından başka bir şey
olmayan” Yahudi âlimlerce Arapça olarak okunuyordu. Bununla birlikte XIII.
yüzyılın başlarında Yahudilerin Prene’lerin ötesine ve Ákdeniz sahili boyunca
dağılması O’nun eserlerinin Ibranice’ye tercüme edilmesini geréktirdi. Moses ben
Tibbon, Jacob ben Abba Mari, Simeon Anatoli, Solomon ben Joseph ben Job,
Zeráchía ben Isaac ve Joseph ben Machis O’nun XIII. yüzyıllardaki en tanınmış
mütercímleridir; Calonymus ben Calonymus, Calónymus ben Todros ve Samuel ben
Judah ben Meshullan O’nun XIV.yy’daki mütercimleri arasındadırlar. XIV.yy’ın
belirgin bir özelliği İbn-i Rüşd’ün şerhleri üzerinde tam bír süper şerh
dalgãsının yükselmesidir.

Yahudilerle Hristiyanlar arasında kültürel bağların yakınlığı ve
Batı Avrupa’da İbranice’nin óldukça yaygın olárak biliniyor olması sebebiyle,
Roger Bacon (öl:1294) ve Raymond Martin (öl : 1284’ten sonra)’in durumlarında
görüldüğü gibi genellikle Ibranice yoluyla Arapça felsefi eserlerin Lâtincé’ye
tercüme edilmesi XIII.yy’ın başlarında yúksekce bir seviyeye ulaşmıstı.
1217-1230 yılları arasında Michael te Scot, İbn-i Rüşd’ün eserlerinden çoğunu
Lâtince’ye tercüme etti. Öte yandan Hermann the German 1240-1256 yılları
arasında Poetica ve Ethica Nicomachea’nın özetlerini çevirdi. Toplam olarák
İbn-i Rüşd’ün otuz sekiz şerhinden 15 tanesi Arapça’dán Lâtince’ye XIII. asırda
tercüme edildi.

Ancak Ibn-i Rüşd’ün Islâm åleminde hemen hemen hiç bir öğrencisi
yàhut halefi olmamıştır. Hatta O’nun münekkitleri bile yok denecek kadar azdır.
İbn-i Teymiye (öl : 1327) istisnã edildiğínde, onlardan hiç biri İbn-i Sina’nın
büyük münekkidi Gazâlî mesâbesinde değ’ildi..Ne var ki O’nun Batı’daki
münekkitleri parlak bir galaksi teşkìl ederler : Máimonides, Siger de Brabant,
Moses ben Tibbon, Levi ben Gerson; AIbert the Great, St. Thomas Aquinas
bazılarıdır.(Fahri,1987, s.215 vd)

Onun İslam felsefesiyle ilgili en önemli eseri İmam-ı Gazali’nin
Tahafütü’l-Felasifesine karşı yazdığı Tehafütu’t-Tehafüt ve genellikle
kendisinin tevhid anlayışını ortaya koyduğu Faslu’l-Makal ile el-Keşf an
minhaci’l edille adlı risalaeleridir. (bkz: Leaman,1992, Uludağ,1985)

İbn-i Rüşd’e Göre Eşarilerin Tevhid Yaklaşımı

İbn-i Rüşd’e göre Eş’ariler, mübarek ve muteâl Allah’ın
varlığının sadece akılla tasdik ve kabul edileceği görüşündedirler. Lakin bu
hususta tutmuş oldukları yollar Allah’ın kitabında sürekli dikkatimizi çektiği
ve insanları o cihetten imana davet ettiği şer’î yollar değildir. Çünkü
Eş’arilerin meşhur yolu “Alem Hâdistir”, temeli üzerine bina kılınmıştır.Onlara
göre alemin hâdis oluşu cisimlerin bölünmeyen parçalardan mürekkep
olduğunu,bölünmeyen parçaların muhdes (yaratılmış) olduğunu onun hudusu ile
cisimlerin de muhdes olduğunu kabul etme esasına dayanmaktadır.

Bölünmeyen parça konusunda tutmuş oldukları yol da o kadar
anlaşılmaz bir yoldur ki halkın büyük çoğunluğu bir yana kelam ve mantık
biliminde uzman olanlar dahi bu yolda zor yürür. Bununla beraber bu yol ne
burhan yoludur ne de Bârî Taalanın varlığı hususunda yakîne ve kesin bilgiye
ulaştıran bir yoldur. Şöyle ki; Alemi muhdes (sonradan yaratılmış) farz etsek
onun için mutlaka muhdis yaratıcı) bir fail lazım gelir.Lakin böyle muhdisin
varlığına kelam sanatındaki kuvvetin önüne geçemeyeceği ve ortadan
kaldıramayacağı bir şüphe arız olmaktadır. “Allah muhdistir”,denilmesi halinde
ortaya çıkan şüphe ve tereddüdü izale etmeye kelam ilminin kuvveti
yetmemektedir. Şunun için: Biz bu muhdisi ne ezelî ne de muhdes (yaratılmış)
farz edemeyiz. Çünkü muhdes(yaratılımış) kabul edersek bir muhdise
(yaratıcıya)ihtiyaç göstermiş olur. o muhdis de diğer bir muhdise ihtiyaç
göstermiş olur.O muhdis de diğer bir muhdise muhtaç olur ve bu silsile sonsuza
dek devam edip gider. Bu ise imkansızdır. Ezelî telakki edersek, mahluk
(yaratılmış) şeylerle ilgili fiilinin de ezelî olması icab eder. Bu takdirde de
mahlukatın ezelî olması lazım gelir. Halbuki, hâdis bir şeyin varlığının hâdis
bir fiille alakalı olması icab eder. Ancak Eş’ariler kadîm ve ezelî bir failden
hâdis bir fiilin meydana gelebileceğini kabul ederlerse, o zaman iş değişir.
Halbuki Eş’ariler bunu kabul ve teslim etmezler. Zira hâdis şeylerle birlikte
bulunan şeylerin de hâdis olması Eş’ariliğin esaslarındandır. Ayrıca şayet fail
bazen iş yapıyor, bazen de yapmıyorsa o takdirde failin iki halden daha iyi
olanı tercih etmesini sağlayan bir illetin ve sebebin bulunması icab eder.
Böylece o illet hakkında da bu soru gibi bir soru sorulur, illetin illeti için
de sorulur. Ve durum sonsuza kadar sürüp gider.

Buna cevap olmak üzere kelamcıların “hadis fiil kadîm ve ezelî
irade ile vaki olur” demeleri de bu şüpheden kurtulmak ve çıkmak için bir yol
değildir. Çünkü irade mefule tealluk eden fiilden başka bir şeydir. Mef’ul hadis
olunca onun icadı ile ilgili olan fiilin de hadis olması zaruri olur. İster
iradeyi kadim ve ezelî sayalım, ister fiilden önce gelmek veya fiille beraber
bulunmak üzere hâdis farz edelim, durum nasıl olursa olsun Eş’arilerin kadim
hakkında şu üç halden birini caiz görmeleri lazım gelir:

1. Ya irade de hâdistir, fiil de hadistir,

2. Veya fiil hâdistir, irade kadimdir,

3. Veyahut fiil kadimdir, irade hadistir.

Halbuki Eşarilerin “hâdis bir şey kadim bir şeyden meydana
gelebilir” demelerini kabul etsek bile kadim bir fiilden hadis bir şeyin
vasıtasız olarak vücuda gelmesi mümkün olmaz. Bizzat iradenin kendisini mefulle
ilgili fiilin yerine koymak da anlaşılır bir şey değildir. Bu durum fâilsiz
meful farzetmek gibidir. Çünkü fiil fâilden de iradeden de mefulden de başka bir
şeydir. İrade bizzat fiil değil fillin şartıdır. Ancak hâdisin sonsuz bir süre
yok olduğu kabul edilince, bu kâdim ve ezelî iradenin sonsuz bir müddet zarfında
hadisin yokluğuna taalluk etmesi icab eder. Şu halde yaratılması icab ettiği
vakit, ancak sonsuz bir zaman geçtikten sonra kadim irade meksuda ve murada
taalluk edebilir. Halbuki sonsuz olan bir şey bitmez ve tükenmez. Onun için ya
bu maksud ve muradın fiil alanına çıkmaması veya sonsuz bir zamanın geçmesi -ki
bu da imkansızdır- icab eder.( (İbn-i Rüşd, 1985, s.192-194).

Dikkat edileceği gibi İbn-i Rüşd İlahî İrade, İlâhî Kudret ve
İlâhî İlim konularında Ehl-i Sünnet ve Eş’arî yolunu benimsememekte, yaratma ve
yaşatma olaylarını daha fazla Aristo felsefesiyle anlatmaya çalışmaktadır.
Gerçekten bu konular son derece mantık ve felsefe formasyonu gerektiren
konulardır. Bu konuların hepsine çok yüksek bir zeka ve mantık düzeyi ile Gazalî
cevap vermiştir. Ancak İbn-i Rüşd’ün geniş ölçüde Bedîüzzaman’la buluştuğu bir
düzlem vardır, o da tevhidî gerçekliğin insanlara hangi araç ve yöntemlerle
anlatılacağıdır. İbn-i Rüşd’e göre böyle yüksek mantık ve felsefe bilgisi ve
formasyonu isteyen usullerle avamî kitlelere tevhid anlatılamaz. Ona göre zaten
Kur’an da Allah (cc)’ü bu şekilde anlatmamıştır. Kur’anî yöntem en basit ve
kolay yöntemdir. Kur’an insanların sürekli haşir neşir olduğu tabiatın
görüngülerinden hareketle Allah’ı anlatır. Şimdi kısaca düşünürün bu konudaki
yaklaşımını inceleyelim.

İbn-i Rüşd’te Tevhid’e Ulaşma Yolları

Allahı tanıma yolları İbni Rüşd’e göre Eş’arilerin gösterdiği
yol değildir. Eş’ariler tarafından izlenen yol, ulemaya mahsus olan yakîn ve
katiyyet vermeyen yollardır. O’na göre son derece teknik esaslara dayanan, uzun
ve dolambaçlı yaklaşımlardan meydana gelen kelami ve felsefi yaklaşımlar
şeriatın seçtiği bir yol değildir. Şeriat sürekli en avamın da anlayacağı en
basit yolu ve metodu seçmiştir. Düşünüre göre böyle basit zihinlerin dahi
anlayabileceği bir yoldan uzaklaşıp en yüksek zekalara bile muğlak gelen yollara
sapmak hak yoldan uzaklaşmak demektir.

İbn-i Rüşd’e göre “bu konuda şeriatın izlediği yol, Kâinatın,
mübarek ve müteal olan Allah’ın bir eseri ve sanatı olduğunu esas alan yoldur.Bu
hususla ilgili Ayetler incelenirse bu yolların inayet delili olduğu görülür. Bu
delili şöyle anlatabiliriz: İnsan hissi ve maddi bir şeye bakınca görür ki, o
şey her hangi bir şekilde, her hangi bir miktarda ve her hangi bir vaziyette
olacak biçimde yaratılmıştır. Bütün bu hususlar o maddi şeyde mevcut olan
menfaate ve ondan beklenen gayeye uygundur. Hatta bu hissi ve maddî şey, bu
şekilden başka, bu vaziyetten farklı ve bu miktardan değişik bir halde mevcut
olsa (idi), kendisinde o menfaat mevcut olmaz, diye de itiraf eder. Bundan da şu
husus ortaya çıkar ki, o şeyi yapan bir Sâni ve sanatkar mevcuttur. O yüzden o
şeyin şekli, vaziyeti ve miktarı o menfaata muvafık düşmüştür. Belli bir
menfaatin mevcut olması için bütün bu şeylerin yekdiğerine uygunluğunun tesadüf
ile olması mümkün değildir. Bunun misali de şudur:

“Farz edelim ki bir insan yer yüzünde mevcut bir taş gördü, bu
taşın biçimini üzerinde oturulmaya elverişli bir halde buldu. Taşın vaziyetini
ve miktarını da bu nitelikte buldu. O vakit bilir ki bu taş olsa olsa bir sâni
ve usta tarafından yapılmıştır.”

“İşte bütün âlem için de durum budur. İnsan alemde mevcut olan
ve dört mevsimin, gecenin, gündüzün, yağmurun, suların, rüzgarın, arzda muhtelif
mamur yerlerin, insan varlığının, var olan sair bitki ve canlıların mevcut
oluşunun sebebi olan güneşe, aya ve diğer yıldızlara bakınca, aynı şekilde arzın
insanların ve diğer kara hayvanlarının meskeni olmaya uygun bir halde bulunuşuna
dikkat edince ve yine suların, sularda yaşayan canlılara, havanın uçan canlılara
muvafık geldiğini gözönüne getirince, bu hilkat ve bünyeden bir şeyin bozulması
halinde buradaki bütün mahlukatın varlığına halel geleceğini nazar-ı itibara
alınca, kesinlikle bilir ki,insan hayvan ve bitkiler için âlemin bütün parçaları
ve kısımlarında mevcut olan bu uygunluk tesadüfi değildir. Daha açıkcası, o,
onun böyle olmasını kasd eden bir kâsıddan ve irade eden bir müriddendir. O da
Aziz ve Celil olan Allah’tır. Ve yine kesin surette bilir ki, alem masnudur,
çünkü bir sâniden vücuda gelmemiş olsaydı, belki tesadüfen mevcut olsaydı, onda
bu uygunluğun mevcut olması mümkün olmazdı, diye kati olarak hükmeder.”(İbn-i
Rüşd, 1985,s.283-5).

Dikkat edileceği gibi düşünür Bedîüzzaman’ın tabiatın
görüngülerinden hareketle tevhide ulaşma yöntemini geniş ölçüde kullanmakta;
sulardan, yağmurdan, bulutttan, ay, güneş ve yıldızlardan, hayvanlardan ve
bitkilerden hareket ederek onların düzen ve intizamına dikkat çekerek onların
tesadüfen değil bir Sani tarafından yaratıldığı sonucuna ulaşmaktadır.

İbn-i Rüşd, bu yöntemin Kur’anî bir yöntem olduğu inancındadır.
Ona göre Kur’an “tevhid”i anlatmak için İnaye delili’ni geniş olarak kullanır.
Kendisinden izleyelim:

“Aziz Kitab bu çeşit istidlallerle doludur. Bunlardan biri şu
ayettir: “Biz arzı bir döşek,dağları da bir direk kılmadık mı? Geceyi bir elbise
uykuyu da bir istirahat kılmadık mı?”(Nebe,78/6-16)

“Bu ayete dikkat edilirse, bütün parça ve bölümleriyle alemin
insanın varlığına uygun olduğu hususunun tenbih edildiği ve işaret edildiği
görülür. Yani buna göre arz, üzerinde insanların ikamet edebileceği bir
nitelikte yaratılmıştır. Şayet arz ve dünyamız hareket halinde veya şimdiki
halinden başka bir şekilde veya şimdiki miktarı ve hacminden farklı bir
miktarada bulunmuş olsaydı, orada yaşamamız imkansız olurdu.”

Düşünür dünyanın döndüğünü bildiği halde burada sakin olduğundan
ve hareketsiz olduğundan söz etmektedir. Böyle bir yolu seçmesinin nedeni halkın
genel olarak dünyanın hareketsiz olduğuna olan inancına saygı duymak olabilir.
Düşünür Kur’ani yaklaşımı incelemeye devam eder:

“Dağları bir direk kılmadık mı?” ifadesini ele alalım: Allah bu
ayetle dağlar sebebiyle arzın sükun halinde mevcut olmasındaki faydalara dikkati
çekmiştir. Şayet arz olduğundan daha küçük takdir olunmuş olsaydı,dağsız
olacağından yerinde duramıyacaktı. Şu halde arzın sükün vaziyetinde bulunması
ile üzerindeki varlıklara uygun oluşunun tesadüfen otaya çıkan birşey
olmadığını, sadece bir kasdın ve iradenin eseri olduğunu gösterir.”(İbn-i Rüşd,
1985, s.286-7).

“Sonra ayet gece ile gündüzün varlığını canlılara muvafık
olduğuna da dikkati çekerek “geceyi bir elbise ve gündüzü de maişet vesilesi
kıldık”, demektedir. yani güneşin hararetine karşı,yer yüzündeki varlıklar için
geceyi bir sütre ve elbise gibi kıldık demek istiyor. Bu da şöyle oluyor: şayet
gece güneş kaybolmasa Allah’ın güneşle hayat vererek yarattığı varlılar yani
canlılar ve bitkiler mahvolurdu. Elbise, bir sütre olmakla beraber ısı
karşısdında varlığını muhafaza edebilmektedir. İşte bu iki mana, yani hem sütre
olma hem ısıya dayanma özelliği gecede de mecvut olduğu için Allah teala, ona
libas (elbise) adını vermiştir. Bu ise en çarpıcı ve göz kamaştırıcı bir
istiaredir. Gecede canlılar için mevcut olan diğer bir menfaat de şudur:canlılar
gece rahat ve sürekli olarak uyurlar. Çünkü hisleri bedenin zahirine doğru, yani
uyanık olma istikametinde harekete geçiren ışık gittiği için uyku derinleşmiş
olur.”

“Burada öyle bir ahenk mevcuttur ki semadaki cisimlerin tümünün
birlikte durması bir yana bir tanesinin bir lahza durması bile arzda bulunan
şeylerin düzeninin bozulmasına kafi gelir.”

“Sonra Allah güneşin özel faydasına ve yeryüzündeki varlıklara
dikkat çekerek “biz bir sirac-ı vehhac kıldık, yani ışık saçan bir meşale
yaptık” buyurmuştur. Güneşe siraç (meşale) denilmesi şundandır: asl olan
karanlıktır.Işık ve aydınlık,gecenin karanlığı üzerinde ârizi olarak mevcuttur.
Meşale olmasa insan görme duyusundan gece faydalanamzdı. Aynı şekilde güneş
olmasaydı canlılar hiç bir şekilde görme duyularından istifade edemezdi.”

“Sonra Allah Teala, yağmura da temas ederek sözkonusu inayete
dikkati çekmiştir. Yağmur sadece bitkiler ve canlılar için yağar. Ekinlerin
yetişmesi için sınırlı zamanlarda sınırlı miktarda yağmurun yağmasının,
tesadüfen vaki olması mümkün değildir.Bunun böyle oluşunun sebebi, buradaki
varlıklara gösterilen inayet ve ihtimamdan başka bir şey değildir.” (İbn-i Rüşd,
1985, s.192 vd)

Sonuç olarak İbn-i Rüşd, Kur’anî yönteme uygun olarak insanların
sürekli haşir neşir olduğu varlıklardaki nizam intizamdan hareket ederek
tevhid’e ulaşmaktadır. Aynu usülü çok daha geniş bir eksende Beîüzzaman
uygulamıştır. Şimdi kısaca Bedîüzzaman’ın bu konudaki yöntemini inceleyelim.

Bedîüzzaman’a Göre Kur’an’ın Tevhid’i Anlatma Yöntemi

Bedîüzzaman’a göre Kur’an “küllî bir nazar”la “tevhid”e baktığı
için “cüzî nazar”ların göremediği, kavra-yamadığı ve anlayamadığı bir çok
hakikati ve gerçekliği görmüş, anlamış ve kavramıştır. “…aksâm-ı tevhidin
bütün merâtibini, bütün lévâzımâtıyla muhafaza ederek beyan edip muvazenesini
bozmamış, muhafaza etmiş”tir. Ayrıca Kur’an tevhid’i anlatırken bütün yüce İlahî
hakikatlerin mahiyetine uygun bir uslup kullanmıştır. Aynı şekilde bütün “Esmâ-i
Hüsnâ”nın iktiza ettikleri hükümleri bünyesinde toplamış ve o hükümlerin
“tenasübünü muhafaza etmiş”tir. “..hem rububiyet ve ulûhiyetin şuunâtını kemâl-i
muvazene ile cem etmiştir.” Bedîüzzaman’a göre böyle bir yöntem “kat’iyen
beşerin eserinde mevcut değil”dir. “Ne melekûta geçen evliyânın eserlerinde, ne
umûrun bâtınlarına geçen İşrakıyyun’un kitaplarında, ne âlem-i gayba nüfuz eden
ruhânîlerin maârifinde..” bu yöntemi küllî anlamda bulmak mümkün değildir.
Kelamcıların, mutassavvıfların ve feylozofların usullleri belki bu küllî
yöntemin sadece bir bölümünü kapsamaktadır. Veya o kesimlerden her biri bu küllî
yöntemin sadece bir bölümünde uzman olmakta, meşreplerini o usül üzerine bina
etmektedirler. Bunlar da ya ifrat, ya da tefrite düşerek dengeyi
koruyamamaktadırlar.

“ İşte şu sırr-ı azîmdendir ki, ulemâ-i ilm-i kelâm, Kur’ân’ın
şakirtleri oldukları halde, (hatta) bir kısmı (her biri) onar cilt erkân-ı
imaniyeye dair binler eser yazdıkları halde, Mu’tezile gibi aklı nakle tercih
ettikleri için, Kur’ân’ın on âyeti kadar (tevhid’i) vuzuhla ifade ve kati ispat
ve ciddî ikna edememişler.” (Nursî, 1994, s.202)

Bedîüzzaman burada kelamcıların tevhidi anlatma yöntemleriyle
Kur’anî yöntemi karşılaştırmak için ilginç bir anolojide bulunur. Mesela bir
kentin su ihtiyacını karşılamak için iki proje üzerinde çalışılabilir. Biri,
uzak bölgelerde bulunan su kaynaklarından tüneller kazarak ve su boruları
döşe-yerek suyun kente getirilmesidir. İkincisi ise kentin çeşitli bölgelerine
kuyular kazarak suyun çıkarılması ve oradan dağıtılmasıdır. Bedîüzzaman’a göre
kelamcılar sanki kelamî yöntemlerle “tâ âlemin nihayetine kadar silsile-i
esbabla gidip orada silsileyi keser, sonra âb-ı hayat hükmünde olan marifet-i
İlâhiyeyi ve vücud-u Vâcibü’1-Vücud’u ispat ederler. Åyet-i kerime ise,
herbirisi birer âsâ-yı Müsâ gibi, her yerde suyu çıkarabilir, herşeyden bir
pencere açar, Sâni-i Zülcelâli tanıttırır.” (a.g.e.,s.202)

Düşünüre göre “Kur’ån’ın bahrinden tereşşuh eden” Risale-i Nur
Külliyatı da Kur’an’ın hakikî bir tefsiri olarak tevhid’i anlatma konusunda
benzer yöntemi benimsemiştir. (Nursî, 1994,c.I, s.202)

Gerçekten de Bedîüzzaman tevhid’i anlatma konusunda Kur’anî
yöntemi izler. Şimdi kısaca Bedîüzzaman’ın bu yöntemi nasıl kullandığı konusu
üzerinde duralım.

İbn-i Rüşd gibi Bedîüzzaman da genel olarak tabiatın
görüngülerinden hareket eder. Ancak ağırlıklı olarak vurgusu tabiat’a ve
tabiatın ünitelerine dğildir. Temel vurgu bizzat tevhid’e ve tevhid’in
unsurlarınadır. Bedîüzzaman genel olarak değerlendirildiğinde her şeyin tevhid
potası içinde eritildiği görülür.

Bedîüzzaman’da tabiatın tevhidî okunuşunun temel esası; İlahî
İlmin, İlahî İradenin, İlahî Kudretin, İlahî Hikmmetin ve İlahî Adaletin tüm
varlık düzeylerini kapsadığı ve her şeyin her an kesintisiz İlahî tecellilerle
belirlendiği inancına dayanır. Yoksa Allah evreni mükemmel bir makina şeklinde
yarattığı ve rasyonel kanunların işleyişine terk ettiği, şeklindeki deist inanca
değil. Tevhidî yaklaşımın temel ve mutlak ilkeleri olan İlahî İlim , İlahî
İrade, İlahî Kudret, İlahî Hikmet ve İlahî Adalet gerçekliklerinin Bedîüzzaman
tarafından değerlendirilişini sırasıyla kısaca inceleyelim.

Tevhidî Yaklaşımın Temel İlkeleri

Birinci İlke: İlahî İlim Herşeyi Kuşatmıştır

Bedîüzzaman, İlahî İlmin her şeyi kuşattığı gerçeğini fizik
dünyanın çok sayıda fenomenlerine atıfta bulunarak göstermeye çalışır. Bu
konudaki yaklaşımını şöyle özetleyebiliririz: Şu Kâinatta görülen umumi
fiillerle tasarruf eden Yaratıcı’nın her şeyi kapsayan bir ilmi vardır. İlim
Onun Zatı’nın ayrılmaz bir vasfıdır. İlahî ilim tarafından her şey kapsanmış ve
kuşatılmıştır. Hiç bir şeyin ondan gizlenmesi ve saklanması mümkün değildir.
Perdesiz ve bulutsuz her varlığın güneş ışınlarından saklanması ve gizlenmsi
mümkün olmadığı gibi Allah‘ın nurlu ilmi karşısında da hiç bir şey gizlenemez.
Camid güneş ve rontgen ışınları yaratılmış, sınırlanmış ve nakıs varlıklar
oldukları halde her şeye kolaylıkla nasıl nüfuz edebiliyorlarsa elbette vacip ,
muhit ve zatî olan ezelî ilim de her şeye öylenüfuz edebilir. Hiç bir şey ondan
gizlenip kaçamaz. Bu hakikata işaret eden Kâinatta sonsuz sayıda işaret ve âyet
vardır:

Varlıklarda görülen bütün hikmetler nizam ve intizamlar o İlâhî
ilme işaret eder. Her bir varlıkta müşahede edilen sanatkarane tasvir ve
mahirane tezyin ve binler muhtemel şekil ve modelden en mükemmel ve en güzelinin
tercihi, sonsuz derecede gelişmiş bir ilmi ve bilgiyi gösterir. Çünkü nizam ve
intizam ancak ilimle olur. Gelişmiş sanat, dakik ölçü ve ince simetri ancak
yüksek sanat ve geometri bilgisiyle olabilir. Gerçekten de fezanın
derinliklerine doğru ilerledikçe bilim adamları muhteşem bir geometrik düzen ve
ölçü ile karşılaşmaktadır. Bedîüzzaman’ın dikkatlere sunduğu nizam ve intizamla
donatılmış âleme Kopernik’in ünlü yorumcularından olan Giordano Bruno
(1548-1600)’nun kozmik anlayışını anlatırken Yates; “Bruno’nun evreni; bir
sihirbaz değil bir teknisyen ve matematikçi olan bir Tanrı’nın koyduğu kendi
yasalarıyla sonsuza dek hayret verici bir şekilde hareket eden…”
(Trusted,1995,s.73)bir evren diyecektir.

Bedîüzzaman’ın Kâinatta İlahî ilmin her keşi kuşattığı gerçeğini
anlatmaya devam eder:

Aynı şekilde bütün mevcudatta görünen veri miktarlar, ölçekler,
belli bir amaç ve maslahata göre biçilmiş modeller ve gelişmiş bir pergelden
çıkmış şekiller yine her şeyi kapsayan bir yüce ilmi gösterir ve ona işaret
eder. Keza mükemmel sanat eseri niteliğiyle birlikte varlıkların yaratılmasında
görülen kolaylık ve bolluk yine bir ilme işaret eder. (Nursî,1994, s.248-9)

Bedîüzzaman, “…küçük ve büyük ne varsa hepsi ap açık bir
kitapta yazılmıştır”(Sebe’34/3) ayet-i kerimesini tefsir ederken İlahî ilmin her
şeyi nasıl kuşattığını tabiattaki ünitelerin vucuda gelme, yaşama, çoğalma,
geride kendisi gibi nesiller bırakma süreçleriyle açıklar. Cenab-ı Hakk’ın
“rû-yi zeminin sayfasında, her mevsimde, bahusus baharda değiştirdiği nihayetsiz
muntazam mahlûkatın fihriste-i vücutlarını, tarihçe-i hayatlarını, desatir-i
hareketlerini çekirdeklerinde, tohumlarında, köklerinde, mânevî bir surette derc
ve muhafaza ettiğini; ve zevalden sonra, semerelerinde (meyvelerinde) aynen
kalem-i kaderiyle, mânevî bir tarzda, basit tohumcuklarında yazdığını; hattâ her
baharda, yaş kuru ne varsa, mahdut zerrecikler ve kemikler hükmünde olan
tohumlarda, ölmüş odunlarda kemâl-i intizamla muhafaza ettiğini..” dikkatlere
arz ederek İlahî ilmin milyonlarca varlığın sayısızca birimlerini unutmadan
ihata ettiğini anlatır. İlahî ilim o kadar kapsayıcı ve kucaklayıcıdır ki sanki
“her bir bahar, bir tek çiçek gibi, gayet muntazam ve mevzun olarak,zeminin
yüzüne bir Cemîl ve Celîlin eliyle takılıp koparılıyor, konup kaldırılıyor.”
(Nursî,1994,s.248 vd)

Bedîüzzaman İlahî İlmin her şeyi kuşatttına dair incelemesini
çeşitli varlıklar üzerinde sürdürmeye devam eder: Her varlığa niteliğine uygun
şekiller vermek, ummadıkları yerlerden ve tam vaktinde hiç bir şeyi unutmadan
istedikleri evsafta rızıklarını vermek yine sonsuz bir ilim ve şuur ile
olabilir. Bütün yavruların en gelişmiş besin maddesi olan sütle beslenmesi,
zeminin suya muhtaç nebatatının yağmur suyu ile sulanması ve hiç bir varlığın
rızıksız kalmasına müsade edilmemesi açık bir ilmin ve şuurun belirtisi ve
işaretidir.

Aynı şekilde her varlığın belli sınırlar içinde belirlenmiş
ölümleri ve ecelleri yine bir ilimi gösterir.

İlahî İlmin her şeyi kuşattığı ön-kabulünden hareket ederek
sürdürülecek bilimsel faaliyet Cenab-ı Hakk’ın “Alîm” isminin derinlik ve
kapsamlılığının aynel yakın müşahede edilmesini sağlayan bir faaliyet olacaktır.
Dolayısıyla böyle bir yaklaşımla bilim adamı bir taraftan bilimsel buluşlar
gerçekleştirerek insanın yararına teknolojilerin geliştirilmesine ortam
hazırlar, diğer yandan da başta kendisi olmak üzere tüm insanlığın marifet,
irfan ve imanını arttırmış olur.

İkinci İlke: İlahî İrede Her Şeyi Belirlemiştir

Tevhidî yaklaşımın diğer bir ilkesi İlahî İradenin her şeyi
kuşatması, İlahî İrade dışında hiç bir şeyin varlık sahnesine çıkamaması ve
varlık sahnesinden uzaklaşamamasıdır.

Bedîüzzaman, tabiattaki tüm değişim, dönüşüm, hareket ve
faaliyetin doğrudan İlahî iradenin tasarrufu ve müdahalesiyle olduğunu vurgular.
Ona göre bütün mevcudat her şeyi kapsayan bir İlahî ilmi gösterdiği gibi İlahî
iradeyi de gösterir. Şöyle ki: Kâinattaki her varlığa, özellikle canlılarda
sonsuz sayıda ihtimal ve seçenekten belli ve en optimal seçeneğin tercih
edilmesi, olması imkansız çok sayıda yollardan olabilir en kolay yolun
bulunması, her varlığa çok sayıda mümkün şekilller içinden en güzel şeklin
verilmesi doğrudan bir İlahî iradeyi gösterir. Çünkü her şeyin varlığını ihata
eden sonsuz ihtimaliyat ve imkanat içinde ve sel gibi akıp giden unsurlardan ve
sürekli dağılma ve savrulma eğiliminde olan zerrelerden hassas bir ölçü ve ince
bir tartı ile gerçekleştirilen terkip, oluşturulan şekil küllî bir irade ve
ihtiyarın müdahalesi olmadan olamaz. Mesela yüzer en gelişmiş techizat ve
organlara sahip olan insan vücudunun bir damla sudan ve son derece gelişmiş
teknolojik formasyona sahip bir kuşun basit bir yumurtadan, yüzlerce farklı
ünitelere sahip bir ağacın basit bir çekirdekten icadları İlahî bir kudret ve
ilme delalet ettikleri gibi bir İlahî iradeye de delalet ederler. Çünkü sonsuz
mümkün durum ve terkiplerden sadece bir terkip ve durumun seçilmesi, bir kast,
bir irade ve bir tercihle olabilir. Tercih, kast ve irade ise bir tercih eden,
bir kast eden ve bir irade edeni gerektirir.

Dikkat edileceği gibi burada Bedîüzzaman İlâhî iradeyi
anlatırken Endülüslü filozof İbn-i Rüşd’ün yöntemini izler. Ancak fizik
tabiattaki olgu ve fenomenlere Bedîüzzaman’ın vurgusu ve verdiği örnek çok daha
fazladır. Bununla birlikte İbn-i Rüşd ve benzeri filozoflardan ayrıldığı
noktaları da hemen ortaya koyar: Madem varlıkların hücreleri sayısınca İlâhî
iradeye delil ve işaret vardır, elbette bir kısım feylesofların, İlâhî iradeyi
inkar etmeleri ve bir kısım dalalet ehlinin kaderi ve Allah‘ın iradesinin
cüzlere (tekillere) nüfuz etmesini kabul etmemeleri ve varlıkların icad ve
devamını tabiat kanunlarına vermeleri varlıklar adedince bir yalan ve
divaneliktir,(Nursî, 22. Mektup, s.250-1)diyerek tevhid’e arız olabilecek
perdeleri ve gölgeleri birer birer yırtar.

Üçüncü İlke: İlahî Kudret’in Gücü Sonsuzdur

Bedîüzzaman İlahî Kudretin sonsuzluğu üzerinde israrla durur.
Kudret karşısında büyük-küçük, az-çok, kolay-zor farklılığı olmadığını çeşitli
misallerle anlatmaya çalışır. Ona göre varlıkların yaratılması iki şekilde
olmaktadır. Biri “ibda’“ denilen yoktan yaratma, diğeri “inşa” veya “terkib”
denilen mevcut unsurları bir araya getirmek suretiyle yaratmadır. İster ibda’
şeklinde ister inşa şeklinde olsun yaratma fiili eğer Allah’a verilmezse
imkansız olur. Allah’a verilmesi halinde ise son derece kolay ve basit olur.
Kâinattaki yaratma olaylarının son derece kolay,basit ve anında oldukları kesin
olarak bilinen gerçeklikler olduğuna göre yaratma doğrudan Allah’tan
kaynaklanmaktadır. Şayet varlıkların yaratılması Ferd-i Vâhid (Tek Bir)’e
verilse O, bir kiprit çakar gibi eşyayı birden ve anında icad eder. Çünkü O,
herşeyi kuşatan ilmiyle eşyanın plan ve programını ezelî bir zamanda
hazırlamıştır. İlim aynasındaki plan ve modele göre zerreler harekete geçer,
plan istikametinde değişir ve dönüşür o modelin öngördüğü şekli ve varlığı hemen
oluştururlar. Zaten İlahî emir ile sürekli hareket ve değişme halinde olan
zerreler sanki birer “emir eri” gibi kendilerine gösterilen yol ve seçeneğe
yönelerek İlahî İrade ve Meşietin arzu ettiği bileşim ve terkipleri hemen
gerçekleştiriler. Bu olay fotoğraf makinasının aynasındaki aksin kağıt üzerine
yansıtılması veya görünmeyen bir yazının kimyasal bir madde ile görünür hale
gelmesi gibi basit ve kolaydır. Ferd-i Vahid’in ezeli ilim aynasında plan ve
modelleri olan mevcudata İlâhî kudretin tecelli etmesiyle harici bir vücud
giymeleri son derece kolay ve basit bir iştir.

Şayet yaratma olayı Tek Bir’e verilmezse o zaman mesela bir
sineği yaratabilmek Kâinatı yaratmak kadar zor hatta imkansız olacaktır. Burada
sadece bir sineğin yaratılabilmesi için gerekli işlemlerin neler olabileceğine
bakalım: Bir kerre her molokül ve hücresinin yeniden kalıp ve modellerinin
yapılması ve bu modelleri gerçekleştirebilmek için ise Kâinatın her tarafına
dağılmış ve bir yerden bir yere sel gibi akıp çağlayan atomlardan sayısız sayıda
farklı farklı terkip ve bileşimlerin yaplması gerekir. Ayrıca olay sadece
moloküllerin ve bunların bir araya gelip belli terkipleri oluşturmalarıyla da
kalmaz, aynı zamanda ortaya çıkan organın akıl almaz derecede güzel, ölçülü ve
diğer organlarla uyumlu, veri ölçeği kesinlikle tutturan, aşmayan bir düzenlilik
içinde de olmaları gerekir. Buna ilaveten sadece maddi ve kimyevi terkipler
yaratma olayının tamamlanmasını sağlamıyor, aynı zamanda tam bu vücuda uygun ruh
ve diğer sayısız duyguyu manevi alemlerden bulup getirmek gerekiyor. Anlaşılıyor
ki, bir tek sineğin bile icadı Vâhid-i Ehad’e verilmezse o sineğin yaratılması
Kâinatın yaratılması kadar zor hatta imkansız olacaktır. (Nursî, 1994, s.806
vd).

Bir Tek Zat’a verildiğinde ise yaratma olayı son derece basit,
maliyetsiz, güzel ve kolay olabilir. Bu olayı “İlahî Kudret”in niteliği,
varlıkların kudrete muhatap olan yüzünün niteliği ve varlıkların tâbi olduğu
kanunlar çerçvesinde inceleyebiliriz.

Bir kerre Ezelî Kudret Cenab-ı Hakkın Zatı’nın ayrılmaz bir
vasfıdır. O zaman kudretin dereceleri sözkonusu olamaz. Yani kudrete karşı
kolay, daha kolay, veya zor, daha zor gibi sınırlamalar olamaz. Buna göre İlâhî
Kudret karşısında bir gezegenin yaratılması bir atom parçasının, bir cennetin
yaratılması bir çiçeğin, tüm insanların yeniden yaratılması bir insanın
yaratılması kadar kolay ve basit olur. Bunun nedeni İlâhî Kudret’in eşyanın
melekut cephesine tecelli etmsidir. Bilindiği gibi eşyanın biri mülk, diğeri
melekût olmak üzere iki cephesi vardır. Mülk cephesi aynanın arka yüzüne
,melekut cephesi ise ön yüzüne benzer. Eşyanın mülk cephesi güzellik, çirkinlik,
büyüklük, küçüklük, ağırlık, hafiflik gibi olguların bulunduğu ve toplandığı
cephedir. Bu nedenden dolayı Cenab-ı Hak, eşyanın bu cephesinde bir sepepler
perdesi icad etmiştir. Her şey belli sebeplerin müdahalesi ile olur gibidir.
Ancak bu sebepler sadece bir perdedir. Esas yaratıcı yine Kudret-i İlâhîdir.
Sebeplerin yaratılması ise İlâhî İzzet ve Azamet’in basit ve âdi şeylerle
beraber düşünülmesini istememesidir. Eşyanın melekut cephesi ise parlak, temiz,
şeffaf ve nurludur. O cephede sebep-sonuç ilişkisi işlemez. O cephede
büyüklük-küçüklük, ağırlık-hafiflik, güzellik-çirkinlik, zorluk-kolaylık yoktur.
İlâhî Kudret doğrudan bu cepheye tecelli eder. Buna göre Kudret’e karşı
büyük-küçük, zor-kolay sınırlaması sözkonusu değildir. Kudretin karşısında
güneşin icadı bir zerrenin icadı kadar basit ve kolaydır. (Nursî, 1994,s.237 vd)

Kudret karşısında büyük-küçük farklılığının olmamasının bir
diğer nedeni de Kudret’in tecellisinin kanunî olmasıdır. Yani azın-çoğun,
büyüğün-küçüğün kudret karşısında eşit seviyede bulunmasıdır. Bu kanunları
“Şeffafıyet”, ”Muvazene”, ”Mukabele”, “İntizam “, “Tecerrüd”, ve “İtaat”
kanunları başlığı altında inceleyebiliriz:

“Şeffafiyet Kanunu”na en güzel misal güneşin şeffaf maddelerle
ilişkisidir. Güneş doğduğu zaman aksi deniz yüzünde, ırmaklrda, asfaltlarda,
pencerelerde, cam parçalarında, yağmur damlacıklarında ayni anda eksiksiz ve
engelsiz şekilde yansır. Büyük ve hacimli varlıklarda daha zor, küçük ve basit
varlıklarda daha kolay yansıması diye bir şey sozkonusu olmaz. Birindeki yansıma
diğerindeki yansımayı da engellemez. Bir yağmur tanesine hangi kolaylık ve
basitlikte yansıyorsa ay yüzüne de aynı kolaylık ve basitlikte yansır. Küçük bir
cam parçasına hangi kolaylıkta yansıyorsa, okyonus yüzüne de aynı kolaylıkta
yansır.

Güneş ve yansıdığı varlıkların irade, güç ve bilgi sahip
olduğunu varsaysak güneş aynı anda ve aynı basitlik ve kolaylıkta hem ayla, hem
deniz yüzüyle, hem de su zerrecikleriyle konuşabilir, onlara çeşitli direktifler
verebilirdi. Güneşin yaratma gücü olsa idi hepsini bir anda yaratabilirdi. Çünkü
o varlıkların herbirinin cephesinde yedi rengi, ısısı ve ışığıyla bir güneş
bulunmakta ve tecelli etmektedir. Yaratma olayında büyükş-küçük, zor-kolay farkı
ortadan kalkardı. (Nursî, 1994, s.237)

“Muvazene Kanunu” ise hassasiyet niteliğini esas alır. Mesela
son derece duyarlı ve sıfıra yakın farkları bile yansıtabililen bir tartı aracı
bulunduğunu varsayalım, öyle ki ,bu araçla iki güneş, iki dağ, iki yumurta ve
iki atom parçası tartılabilsin. Bu düzeyde hassas olan teraziyle birbirine eşit
iki yumurtayı tartarken terazinin bir gözüne bir atom parçasının ilavesiyle
denge bozulacağı gibi, iki dağı tartarken de bozulur, iki güneşi tartarken de
bozulur. Böyle bir tartı aracı için küçükşbüyük, ağırşhafif farkı yoktur.
Hassasiyet derecelerinin en gelişmiş ve en mükemmeli olan İlâhî Kudret
karşısında zerre ile güneş arasında fary yoktur.

Diğer bir kanun “İntizam Kanunu”dur. Daha fazla mekanik
olaylarda gözlenir. Son derece gelişmiş bir mekanik teknoloji ile çalışan iki
araç düşünelim. Bunlardan biri çocuk oyuncağı, diğeri milyonlarca ton
kapasitesinde bir gemi olsun. Mekanik teknoloji yoluyla cocuk oyuncağının yönünü
bir yerden başka bir yere çevirme kolaylığında geminin yönünü çevirmek de
mümkündür. Bir kilogramlık oyuncak için bir klogramlık enerji, milyonlarca
tonluk gemi için milyonlarca ton enerji sarf etmek gerekmez. Yaklaşık aynı
enerji miktarıyla aynı olay gerçekleştirilebilir. Her iki araç da belli bir
teknolojiyle çalıştığından büyüklükşküçüklük, hafiflikşağırlık etkili ve
belirleyici olmaz.

Kâinatta son derece hassas, gelişmiş ve birbirine entegre bir
mekanik teknolojiyi andırır intizam, ahenk ve düzen olduğundan bir atomun
idaresi, yönlendirilmesi, yaratılması ile bir güneşin yönlendirilmesi ve
yaratılması arasında fark yoktur.

Başka bir kanun “İtaat Kanunu”dur. İtaat çerçevesi ve sınırı
içine giren olgularda parçalanma olamaz. Bir komutan “arş” emrini verip tek bir
“nefer”i koşturduğu gibi, bir bölüğü de taburu da hatta tugayı da koşturabilir.
Tüm birimler “itaat” şemsiyesi altında bulunduklarından emre itaat bakımından
azın-çoğun bir farkı olmaz.

Kâinatta zerrelerden güneş sistemlerine kadar her şey Cenab-ı
Hakk‘ın emrine kayıtsız itaat ettiklerinden onların yaratılmaları, veya bir
yerden başka bir yere sevkedilmelerinde fark yoktur.(Nursî, 29. Söz, s.495).

Yaratma olayını anlama ve anlatma konusunda büyük İslam
feylofozofları olan İbn-i Sina ve İbn-i Rüşd gibi düşünürler son derece
dolambaçlı ve geniş ölçüde de tevhidi gölgeler ve perdeler yollar ve
yaklaşımlara başvurmuşlardır. “İlk Akıl” nazariyesi,”Sudur” nazariyesi, “Birden
ancak bir çıkar” nazariyesi bu çabanın bir ürünüdür. Ancak Bedîüzzaman bu tip
zorlamalara ve tevhid dışı yaklaşımlara iltifat etmeden yaratma olayını anlamış
ve en amiye de anlatma başarısını göstermiştir denilebilir.

Dördüncü İlke:İlâhî Hikmet Her Şeye Şamildir

Bedîüzzaman “Rabbinin yoluna hikmetle çağır” (Nahl, 16/125)
ayetinden hareket ederek İlâhî hikmetin Kâinatı kuşatan umumi bir kanun olduğunu
anlatır:

Cenab-ı Hakkın Hakem isminin tecellisiyle şu Kâinat kitabının
her sayfasında yüzer kitap, her satırında yüzer sayfa, ve her kelimesinde yüzer
satır ve her noktasında muhtasar bir fihriste yazılmıştır. Mesela bu Kâinatın
bir sayfsı “zemin yüzü”dür. O sayfada her bahar mevsiminde nebatat ve hayvanat
nevileri sayısınca kitaplar birbiri içinde, aynı anda, yanlışsız ve eksiksiz
gayet mükemmel bir surette yazılıyor. Kâinat kitabında her bahar bir sayfa, her
bahçe bir satır ve her ağaç bir kelimedir. İşte bir kelime hükmünde olan ağaç,
son derece ölçülü, simetrik, estetik, sanatlı, nakışlı çiçek ve yapraklara
sahiptir. Gerçkten her bir çiçek ve meyvede çok ince bir mizan ve ölçü vardır. O
ölçü dakik bir intizam içindedir. O intizam sürekli yenilenen ve tazelenen bir
yeniden tanzim içindedir. O tanzim son derece güzel bir zinet ve sanat
içindedir. O zinet ve sanat en güzel kokular, renkler ve desenler içindedir. Her
an ve her saniye yeniden yaratılmakta ve nazarlara teşhir edilmektdir. Nasıl her
kitabın sayfaları, satırları ve kelimeleri o kitabın yazarını tanıtır,
hatırlatırsa bu Kâinat kitabının sayfaları, satırları ve harfleri olan yeryüzü,
bahar mevsimi, bağ ve bahçeler ve teker teker ağaçlar da kendi yaratıcı ve
yazarını tanıtır ve onun varlığına ve gücüne delalet ederler.

Her ağacın yaprak, çiçek ve meyveleri onların yaratıcısına karşı
medhü sena için birer anlamlı fıkralardır. Sanki çiçek açmış her ağaç üzerindeki
yaprak, çiçek ve meyvelerler diliyle yaratıcısına teşekkür şarkıları
söylemektedir. Üzerine en süslü elbisesini giyerek, yakasına en değerli nişan ve
formalarını takarak, özel bir bayram olan bahar mevsiminde resmi geçide
katılmakta ve güzelliğini, mutluluk ve teşekkürünü yaratıcısına takdim ve arz
etmek istemektedir.

Kâinat kitabının bütün sayfaları, satırları, kelimeleri ve
noktaları birer mucizedir. Onların bir harfini yapabilmek için tüm kelimeleri,
satırları ve sayfaları yapabilecek irade, güç ve kuvvete sahip bulunmak gerekir.
Bunu da elbette serseri tesadüf, kör kuvvet,gayesiz, ve şuursuz tabiat yapamaz.
Bunu anacak her şeyin dizgini elinde olan Allah yapabilir. (Nursî, 1994, s.802
vd).

Sonsuz güzelliklere sahip bulunan bir Zat şüphesiz güzelliğini
görmek ve göstermek isteyecektir. İşte bu Kâinat kitabının yaratıcı ve müellifi
olan Cenab-ı Hak’da bu Kâinat kitabının her bir sayfası, satırı, kelimesi ve
harfiyle kendini tanıtmak, sonsuz kudret ve azametini hissettirmek ve en
önemlisi akılalmaz güzellik ve cemalini göstermek ve bu yolla kendini diğer
varlıklara sevdirmek arzu ediyor. O zaman madem Cenab-ı Hakk Kâinattaki tüm bu
güzelliklerle kendini bize sevdirmek istiyor biz de şuur ,idrak ve akıl sahibi
varlıklar olarak onu tanımak, iman, itaat, ve ibadet etmek durumundayız. (Nursî,
1994,s.804)

Kudret sahibi Yaratıcı Hâkim ve Hakem isimleriyle bu âlem içinde
binlerce muntazam âlemleri yaratmıştır. Bu âlemlerin merkezine ise insanı
yerleştirmiştir. Tüm âlem ve Kâinat insana dönüktür. İnsan dairesi içinde de
rızkı bir merkez olarak belirlemiştir. İnsanlık âleminde ekser hikmetler ve
maslahatlar rızka bakar ve onunla tezahür eder. İnsandaki şuur ve rızıktaki
lezzet Cenab-ı Hak‘ın Hakim isminin parlak birer tecellileridir. İnsanın şuur ve
aklı yoluyla geliştirilen ve keşfedilen bilimlerden her bilimsel disiplin Hakem
isminin bir cilvesidir. Meselâ tıp disiplininden “bu Kâinat nedir?” diye sorulsa
“içinde binlerce ilaç istif edilmiş gayet muntazam ve mükemmel büyük bir
eczehnedir” diyecektir. Kimya disiplinine sorulsa “mükemmel bir kimyahanedir”
diye cevap verecektir. Makina displini ise “hiç kusuru olamyan mükemmel bir
fabrikadır” şeklinde cevaplandıracak-tır. Ziraat disiplini ise “son derece
verimli ve her bitkiyi yetiştiren verimli bir tarla ve bahçedir” diyecektir.

Belli bir cepheden bakıldığında arz bir ordugah olarak görülür.
Öyle ki, her bahar mevsiminde dörtyüz bin farklı milletten milyarlarca nefer
silah altına alınmaktadır. Her birinin silahı, üniforması, talimi, beslenme
malzemeleri, terhis zamanları ayrı olduğu halde en ufak bir karışıklığın,
düzensizliğin ve israf ve savurukluğun olmadığı bir ordu görüntüsündedir.

Aynı şekilde başka bir açıdan bakıldığında bu muhteşem arz ;damı
gayet muazzam elektirik lambaları ile donatılmış bir saray şeklinde görünür. O
kadar harika ve muhteşem bir intizam içindedirler ki, dünyadan binlerce defa
daha büyük olan o lambalar mütemadiyen yandıkları halde dengeleri bozulmuyor,
patlayıp yangın çıkmasına neden olmuyorlar. Enerji tüketimleri sınırsız olduğu
halde enrji kaynakları tükenmiyor. Aydınlatma ve ısıtma düzenlerinde bir
dengesizlik orta çıkmayor. Küçük bir lamba bile muntazaman bakılıp, gazı konup,
camı temizlenmezse aydınlatma faaliyetini sürdüremez. Buna karşılık dünyadan
milyonlar defa daha büyük ve milyonlarca senedir yaşayan güneşimiz ve diğer
güneşleri bu şekilde faal tutan Allah‘ın kudreti karşısında ancak “Subhanellah”
demek gerekir. (Nursî, 1994, s.804)

Gerçekten feza o kadar muhteşem ve geniştir ki, bu azamet
karşısında insanoğlu hayretten hayrete yuvarlanmaktadır: Şubat 1987 günü sabah
saat 7’ yi 35 dakika 41 saniye geçe uzayda korkunç bir pátlama oldu. Dünyamızdan
170.000 ışık yılı ötede Samanyolu Galaksimize bağlı Büyük Maggelan
takımyıldızları içindeki bir Süpernová, Güneşimìzden tam bir milyár kat fazla
ışık saçarak infilak etti. Patlama o kadar şiddetliydi ki; Dünyamızın güney
Yarımküresinden çıplak gözlé dahi farkedildi.

Bu süpernova patlaması áslında zamanımızdan 170.000 yıl önce
gerçekleşmişti. Ama saniyede 300.000 kilometre yol alan ışınlar dünyamıza ancak
1987 yılında ulaşabilmişti. (Tuna, 1992, s.13)

Beşinci İlke:İlahî Adalet Her Şeyi İhata Etmiştir

““Hiç bir şey yoktur ki, hazineleri bizim yanımızda olmasın. Her
şeyi biz belirli bir miktarla indiririz” (Hicr, 15/21) ayetinden hareketle
Bedîüzzaman Kâinatta İlâhî Adaletin umumi bir kanun olarak hüküm sürdüğü ve her
şeyde bu yasa gereği ciddi bir denge ve ölçünün bulunduğunu anlatır. Konuyla
ilgili yaklaşımını kısaca özetleyelim: Şu Kâinat öyle bir saraydır ki, o sarayda
mütemadiyen tahrip ve tamir içinde çalkalanan bir şehir var…ve o şehirde her
vakit durmadan bir harp ve hicret içinde kaynaşan bir memleket var.. ve o
memlekettte her zaman mevt ve hayat içinde yuvarlanan bir alem var… Oysa o
sarayda, şehirde, memlekette, âlemde o derece mükemmel bir muvazene, bir denge
ve bir ölçülü süreç devam ediyor ki, bu dengeli ve anlamlı hayat ve süreçlerin
başıboş, tesadüfi olması mümkün değildir. Tam tersine tüm Kâinattaki tahavvülat
ve harekat bir anda herşeyi görebilir ve kontrol edebilir bir Zat’ın
mizanlarıyla ölçülerek ve tartılarak olmaktadır. Yoksa bir yerlerden biryerlere
sel gibi mütemadiyen akan unsurlar, tehavvülat ve değişikliklerin mevcut dengeyi
bozmaları an meselesi olacaktı. Mesela bir balık bin yumurta yaparak, haşhaş
gibi bir bitki yirmibin tohum üreterek Kâinattaki dengeyi altüst edeceklerdi.
Bütün bu olanlar başıboş sebeplere, serseri, mizansız ve kör tabiat kuvvetlerine
havale edilseydi Kâinattaki denge öyle bözulacaktı ki, bir senede belki bir
günde çökecekti. Deniz karma karışık maddelerle dolacak ve kokuşacaktı. Hava
zehirli gazlarla kirlenecek teneffüs edilmez hale gelecekti. Dünya genel olarak
bir çöplük, bir mezbeha ve bir bataklığa dönecekti.

İşte hayvanların cesetlerindeki hücrelerden, kandaki al ve
akyuvarlara, atomların nötron alışverişi ile başkalaşarak yepyeni atomlara
dönüşmesine ve yepyeni varlıkların yaratılmasına, varlıklarda görülen estetik,
simetri ve sanatttan denizlerin gelir ve giderlerine.. yeraltı su kaynaklarının
gelir ve giderlrine.. hayvanlar aleminin ölüm ve yeniden diriltilmelerine.. güz
ve baharın tahrip ve yeniden tamirlerine..yıldız ve gezegenlerin hareketlerine..
mevt ve hayatın, soğukluk ve sıcaklığın, aydınlık ve karanlığın değişmeleri,
döğüşmeleri ve çarpışmalarına kadar o derece hassas bir ölçü ve o derece
dikkatli planla ölçülür ve tartılır ki, gerçekten insanoğlu Kâinatın hiç bir
yerinde bir israf, abes görememektedir. Buna karşılık tüm bilimsel bulgular her
şeyde mükemmel bir intizam, ve en güzel ve optimum bir ölçülülük ve ölçek
görüyorlar. Belki de “hikmet-i insaniye” o intizam ve dengenin bir tezahürü, bir
tercümanıdır.

İşte gel güneş ve on iki gezegen arasındaki dengeye bak. Acaba
bu muvazene ve denge Adl ve Kadir olan Celal sahibi Zat’ı göstermiyor mu?
Özellikle kendi gemimiz olan dünyamıza bakalım. Bir senede yirmi dört bin
senelik bir dairede gezer. O harika süratına rağmen dünya yüzünde dizilmiş,
istif edilmiş eşyayı dağıtıp, etrafa fırlatmıyor. Şayet sürati biraz daha
arttırılmış ve ya azaltılmış olsaydı üzerindekileri fezaya fırlatıp, her şeyi
dağıtacaktı. Bir dakika belki bir saniye müvazenesini bozsa gezegenimizin
dengesi bozulacak belki başka gezegenlerle çarpışacak ve kıyametin kopmsına
neden olacaktı. Aynı şekilde dünyadaki dörtüz binden fazla nebat ve hayvan
nevilerinin doğum ve ölümleri, beslenme ve barınmaları o kadar dikkat, itina,
denge ve ölçü içinde olmaktadır ki bu denge, dikkat ve şefkat, ışığın güneşe
işaret etmesi gibi bir Rahmet ve Mizan sahibi olan Zat’a işaret eder. Özellikle
sayısız hayvan ve bitki nevi ve kolonilerinden her koloninin üyesi varlıkların
(hayvan veya nebat) azaları, organları, duyguları ne kadar mükemmel, sanatlı ve
birbiriyle uyum içinde yaratılmiş.. Bu estetik ve uyum apaçık bir şekilde
Adaletle ve Hikmetle yaratan bir Zat’ı gösterir. Ayni şekilde insan bedenindeki
hücrelerin ve kan kanalları olan damarların ve kandaki al ve akyuvarlrın gerek
insan bedenine faydalılığı, gerekse kendi içlerindeki uyum ve ahenk bakımından
öyle ince bir mizan ve ölçü içindedirler ki yine bu mizan, denge de her şeyin
dizginini elinde tutan bir Yaratıcıya işaret eder. (Nursî, 1994, s.800 vd)

Burada şunu hemen vurgulamak gerekir: Bedîüzzaman, tevhid
duyarlı yaklaşımlarında İmam-ı Gazalî ile geniş bir düzlemde buluşur. Ancak, iki
imam da kullandıkları yöntem ve seçtikleri çıkış noktası bakımından belli ölçüde
farklılaşırlar. Şerif Mardin hocanın da dikkat çektiği gibi Bedîüzzaman’da
geleneksel ilmihal ve ahlakî konulara verilen önem azalmakta fizik dünyaya ve
fizik dünyanın unsurlarına vurgu artmaktadır. Risaleler, yukarıda da kısmen
değinildiği gibi atomdan gezegenlere, çiçeklerden bahar mevsimlerine, yağmur
damlasından hava hareketlerine kadar fizik dünyanın temel unsurlarını konu alan
temalarla doludur. Gerçekten de Bedîüzzaman’da geleneksel İslamî usulllerde
görülen insan-Allah (cc) ilişkisinin ezici ağırlığı, yerini Allah-İnsan-Tabiat
ilişkisine bırakmıştır. Düşünürde tabiatın tüm alt birimleri sanki hiç birini
dışlamamacasına birer tevhid âyeti olarak ön-plana çıkarılmıştır. Ancak bu
usulde yine tüm vurgu Allah’ın yardımcıya, memura, icracı unsurlara ihtiyacının
olmamaması yönündedir. Yani her tabiat ünitesi birer birer değerlendirilerek
tevhidî bir potada eritilmektedir. Bedîüzzaman’ın külliyatını makro gözle
incelemeyen bir araştırmacı külliyatta fizik ünitelere yapılan aşırı vurguya
bakarak Bedîüzzaman’ın da bir pozitivist ve naturalist olduğunu rahatlıkla iddia
edebilir. Oysa Bedîüzzaman en az Gazalî kadar tevhid duyarlı bir düşünürdür.
Burada düşünürün tabiattan tevhid’e olan düşünce hareketini kısaca incelemek
yararlı olacaktır.

Bedîüzzaman Allah’ın ortağı olmadığını ifade eden ayeti tefsir
ederken çok sayıda tabiat görüngüsünü önemli bir tevhid unsuru olarak
değerlendirir. Öte yandan düşünür ilginç bir yöntem deneyerek atom parçasından
hücreye, bahar mevsiminden güneş sistemine kadar çok sayıda unsuru “nutka”
getirir ve hayali bir ateistle diyaloğa sokar:

Bütün tabiatperest, esbab perest ve müşrik gibi tüm şirk ve
küfür ehlini temsilen bir farazi şahıs Kâinattaki varlıklara kendisinin İlah
olduğunu, onları kendisinin yarattığını ileri sürerek onlarla diyalog kurmaya
çalışır. O adam ilk olarak varlıkların en küçük parçası olan zerreye rast gelir
ve zerreye İlahı olduğunu söyler. O zerre ona “hikmet-i İlâhî” diliyle : “ben
hadsiz vazifeleri görüyorum. Her varlığa girip, onun bünyesinde faaliyette
bulunuyorum. Ayrıca sadece kendi başıma değilim, benim gibi sonsuz sayıda
zerrelerle müşterek faaliyetlerimiz var. Bütün o zerreleri de emrin ve kontrolün
altına alabilecek güç ve kuvvete,ilim ve iradeye sahipsen, bana İlah
olabilirsin. Böyle bir güç ve iradeye sahip değilsen sus! Çünkü bizim
faaliyetlerimizde o kadar mükemmel bir intizam var ki, nihayetsiz bir hikmeti ve
herşeyi kapsayan bir ilim sahibi olmayan bize karışamaz.” diyerek onu huzurundan
kovar.

Bunun üzerine o şahıs, zerreye: “ öyleyse sen kendi kendine
malik ol. Neden başkasının hesabına çalışasın?” der. Bunun üzerine zerre: “eğer
güneş gibi bir kabiliyetim, ışığı gibi kapsamlı bir ilmim, ısısı gibi bir her
tarafı sarabilen bir kudretim, ışığındaki yedi rengi gibi sınırsız duygularım ve
gezdiğim her yere, işittiğim her varlığa müteveccih bir yüzüm, her şeyi görür
birer gözüm, her şeye geçer bir sözüm olsaydı senin dediğin gibi kendi kendime
malik olduğumu, başkasının hesabına çalışmadığımı söyleyebilirdim ama sahip
değilim” diyerek tabiatperestlerin temsilcisini aşağılayarak ve aptallıkla
vasıflandırarak yanından kovar.

Müşriklerin temsilcisi zerreden ümidini kesince belki
kandırabilirim ümidiyle kandaki alyuvarların kapısını çalar ve zerreye dediği
gibi ona malik olduğunu ve onu kendisinin yarattığını söyler. Alyuvarlar ise
ona: “ben yalnız değilim, benim de içinde bulunduğum organizasyonun diğer
üyelerine, ayrıca sürekli içinde çalıştığımız bedendeki tüm hücrelere ve
hücrenin tüm ünitelerine sahip olabilecek bir hikmet, kudretin varsa bana da
sahip olabilirsin. Oysa elindeki sağır tabiat ve kör kuvvetle değil sahip olman
ve yaratman bize zerre miktar karışamazsın bile. Çünkü bizim düzen ve sistemimiz
öyle mükemmeldir ki, ancak her şeyi aynı anda görebilir, işitebilir ve yapabilir
bir zat bize hükmedebilir ve bizi yaratabilir.” diyerek hücre de esbapperestin
sözünü dinlemez.

Bunun üzerine hücreye uğrar. Ona da: “zerre ve alyuvarlara söz
anlatamadım, belki sen sözümü dinlersin; çünkü sen çok basit şeylerden yapılmış
son derece küçük bir varlıksın, seni ben rahat yapabilir, yaratabilirim” der.
Hücre ise ona: “gerçi ben küçük bir varlığım, fakat unuttuğun bir şey var, benim
çok önemli vazifelerim, son derece ince münasebetlerim ve bedendeki tüm hücre ve
diğer üniteleriyle yakın ilgi ve alakalarım var. Mesela benim atar ve toplar
damarlarıyla, sinir sistemleriyle, bedenin son derece gelişmiş ve hassaslaşmış
maddi ve manevi duygularıyla ilişkilerim var. Eğer, bedendeki tüm bu sistemlere
sahip olabilirsen bana da sahip olabilirsin. Yoksa çek git!. Alyuvarlar bana
erzak getiriyor, akyuvarlar ise saldıran düşmanlara karşı beni savunuyor. Bizim
hepimize malik olamayan birimize malik olamaz” diyerek o da kovar.

Sonra o bir insan bedenine ilahlık iddiasında bulunur. İnsan
bedeni de ona: “ şayet her bir insanın yüzüne basılan ayrı ayrı mühürlere sahip
olabilecek bir kudret ve ilim, Kâinatın her tarafına dağılmış rızkımı toplayıp
tedarik edecek bir imkan, son derece basit bir kılıf olmama rağmen gayet
gelişmiş ruh, kalp, ve akıl gibi manevi latifeleri bedenime yerleştirip istihdam
edebilecek bir sistem bilgisi sende varsa göster ve “seni yaratabilir” de. Yoksa
daha fazla beni meşgul etme. Çünkü beni ve benim gibi sayısız insan bedenlerini
ancak bir anda her şeyi görebilir, bilebilir sonsuz ilim ve kudret sahibi bir
Zat yaratabilir.” diyerek o da kovar.

Sonra o müşriklerin vekili dünyaya giydirilmiş zinetli bahar
gömleğine uğrayarak “seni ben yarattım “der. Bahar ise ona: “eğer, kader
programıyla modelleri çıkartılan ve gelecek zamanın şeridine takılan asırlar,
seneler sayısınca dünyaya giydirilmiş sonra intizamla çıkartılarak geçmiş
zamanın ipina asılan bahar gömleklerini dokuyacak ve icad edecek bir kudret ve
sanatın varsa, aynı şekilde bizi giyen dünyayı idare ve kontrol edebilecek bir
imkanın varsa bizi de yaratabilirsin. Böyle bir gücün yoksa benim gibi bir
baharı değil, bir çiçeği bile yaratamazsın” diyerek reddeder.(Nursî, 1994, s.268
vd)

Sonra küre-i arz’a(dünya) gider ve aynı sözleri ona tekrarlar.
Küre-i Arz ise: “Eğer bir yılda gezdiğim yörüngenin tümüne malik ve sahip
olabilirsen, benim diğer arkadaşlarım olan gezegenleri ve güneş sistemini aynı
intizam ve düzen içinde devam ettirebilecek güç ve kuvvetin varsa bana rablık
dava edebilirsin. Yoksa defol git!. Bizim Rabbimiz öyle bir irade ve güce
sahiptir ki, bir ağacı meyveleriyle kolayca tanzim ve tezyin ettiği gibi güneş
ve güneş sistemini de tanzim edebilir.” diyerek o da reddeder.

En sonunda ise yıldızlara rablık ve ilahlık taslar. Yıldızlar
ise on cevaben: “ne kadar sersem ve akılsızsın ki, bizim yüzümüzdeki Birlik
mührünü anlamıyor ve bizim yüksek nizam ve kanunlarımızı bilmiyorsun. Bizi
intizamsız ve düzensiz sanıyorsun. Bizler öyle bir Zat’ın sanatı ve eseriyiz ki,
O Zat, denizimiz olan semavatı, şeceremiz olan Kâinatı ve yörüngemiz olan fezayı
tasarruf ve kontrolünde tutabilir bir güç ve kuvvete sahiptir. Bizler sadece
donanma elktirik lambaları gibi Onun Rububiyetinin kemal ve haşmetini gösteren
ışıklı tablolarız.

Evet her birimiz İlâhî kudretin birer mu’cizesi, yaratılış
ağacının birer tatlı meyvesi, tevhid‘in birer parlak delili, melaikelerin
meskeni, tayyaresi ve mescidi, yüksek alemlerin birer lambası ve güneşi, feza-i
alemin birer zineti ve çiçeği, sema denizinin birer nurani balığı ve gökyüzünün
birer gözüyüz Ayrıca sistemimiz içinde sükunet içinde bir sükut, hikmet içinde
bir hareket, haşmet içinde bir zinet, intizam içinde bir güzellik, denge içinde
bir harika sanat vardır. Vazifemiz Celal ve Cemal Sahibi Yaratıcışmızın
Ehadiyet,Samediyet, Güzellik ve Mükemmelliğini nihayetsiz dillerle bütün Kâinata
ilan etmektir.” diyeşrek müşrik, materyalist ve ateistlerin temsilcisini
huzurundan kovar. (Nursî, 1994, s.269)

Aynı şekilde düşünür sanki fizik dünyada hiç bir üniteyi devre
dışı bırakmamak üzere tevhide delil olarak zikretmeye devam eder. Bu bağlamda
Kâinatın çeşitli alt birimlerini ziyaret ederek Allah’ı arayan bir “seyyah”la bu
birimleri konuşturmaya devam eder:

Bu dünya misafirhanesine gelen her misafir gözünü açıp baktıkça
bu dünyayı gayet mükemmel bir ziyafetgah, gayet sanatkarane bir teşhirgah, gayet
haşmetkarane bir ordugah ve gayet hayretkarane bir temaşagah, gayet maniderane
ve hikmetperverane bir mütaalagah olarak görür ve bu muhteşem kitabın müellifini
ve bu muazzam memleketin sultanını tanımak ve bilmek ister. İlk olarak göklerin
nur yaldızı ile yazılan güzel yüzü görünür ve o misafire “Bana bak! ve beni
oku!” der. O misafir de yeryüzüne bakar görür ki:

Zemin ile asuman arasında bulunan bulut, gayet hikmetli ve
rahmetli bir şekilde dünya sakinlerinin tam ihtiyacına göre mükemmel bir ab-ı
hayat ikram eder ve maharetli bir bahçıvan gibi dünya bahçesini sular,
hararetten bunalan varlıkların ateşini düşürür. Görevini bitirir bitirmez ise
muntazam bir ordunun görünmesi ve ansızın gözden kaybolması gibi gözden
kaybolur, yerini berrak ve ışıl ışıl bir gökyüzüne terkeder. Sonra o yolcu
rüzgarı inceler ve anlar ki: hava unsuru o kadar çok vazifelerle istihdam
olunuyor ki, sanki o camid ve şuursuz hava atomlarından her bir atom Cenab-ı
Hak’tan gelen emirleri anlar ve harfiyyen yerine getirir. Mesela hava zerreleri
dünya yüzündeki tüm canlıların nefes almasından bitkilerin döllenmesine ve
büyümesine, bulutların sevk ve idaresinden yelkenli gemilerin deniz yüzünde
hareket etmesine, seslerin naklinden ışık, ısı ve elektirik gibi unsurların
nakline kadar yüzlerce faaliyeti karıştırmadan yapar. O misafir bütün bu işleri
camid ve şuursuz hava zerrelerinin yapamayacağını, bunları ancak her şeye gücü
yeten ve her şeyi bilen bir Allah (cc)’nun yapabileceğini düşündü.

Sonra yağmura bakar görür ki: Gaybi bir rahmet hazinesinden
gönderilen o latif,berrak,tatlı damla-cıklarda o kadar güzel ve şirin rahmani
hediyeler var ki, sanki İlâhî rahmet o şeffaf damlacıklarda şekillenmiş ve
kristalize olmuştur. O şirin damlacıklar özellikle dolu ve kar taneleri o kadar
muntazam ve güzel yaratılıyor ve yeryüzüne indiriliyorlar ki, her şeyi savurup
atan şiddetli rüzgarlar bile onları biriktirip, kartopu haline getirip
intizamlarını bozmuyor. Demek yağmur damlası şekline dönüşmüş İlâhî rahmet ancak
Rahman ve Rahim bir Zat’ın hazinesinden gönderiliyor.

Bütün bunları gördükten sonra o yolcu derin bir tefekküre dalar
ve şöyle düşünür: atılmış pamuk gibi camid ve şuursuz olan bu bulut ne bizi ne
de bizim suya olan ihtiyacımızı bilebilir. O zaman bunlar, hem bizi hem de bizim
ihtiyaçlarımızı bilen ve rahmet ve şefkat sıfatlarıyla düşünen bir merhametli ve
şefkatli Allah (cc)’nün emriyle rüzgara biner, tanklarına dağlar ağırlığında
rahmet hazinelerini yükler ve muhtaç olan yerlere tam zamanı ve mevsiminde
yetiştirir.

O mütefekkir yolcu Kâinatın sayfalarını okudukça imanı güçlenip
marifeti artar. Marifeti arttıkça da manevi zevk ve lezzetleri ziyadeleşir. Bu
yolculukta sadece gördükleriyle kanmaz ve “daha yokmu?” diye yeni marifet
alanları ararken karşısına denizler ve büyük nehirlerin cezbeye kapılmışcasına
zikirleri, hazin ve şirin seslerini işitir. Deniz ve nehirler hal dilleriyle
“bize de bak,bizi de oku!” derler. Bu defa seyyah deniz ve nehirleri incelemeye
ve tefekkür etmeye başlar ve şunları görür: dağılmak,her tarafı istila etmek
karekterinde olan denizler öfkeli bir şekilde sürekli çalkalandığı halde
etrafına dağılıp savrulmadan bir senede yirmi beş bin senelik bir daire
ekseninde dünya üzerinde uçarlar.

Sonra denizlerin içini inceler: denizin içinde ve
derinliklerinde gayet güzel,zinetli ve muntazam cevherlerden başka, binlerce
hayvanat ve bitki çeşitlerinin iaşe ve idareleri, doğum ve ölümleri o kadar
düzen içinde olmaktadır ki, bu düzen, apaçık bir şekilde İlâhî Kudret’in
idare,azamet ve haşmetini gösterir. Benzer şekilde nehirlerde görülen intizam ve
düzen akıllara durgunluk verecek boyuttadır. Bütün bunlar Cemâl sahibi bir
Zat’ın eseri olduğunu gösterir.(Nursî, 1994, s.898 vd)

Sonuç olarak Bedîüzzaman tam da çağımız insanının ihtiyacına
uygun olarak tabiat ve ünitelerini birer tevhid unsuru ve dürbünü olarak ele
alır ve değerlendirir. İbn-i Rüşd’ün kısmen yaptığını çok genel bir yöntem
olarak genişletir ve yaygınlaştırır. Ama Panteist bir yaklaşımdan da kaçınmak
için sonunda her şeyi tevhid potası içinde eritir.

Yararlanılan Kaynaklar

Ahmet Fuad el-Ehvanî, İbn-i Rüşd, İslam Düşünce Tarihi, c.2,
ç. İlhan Kutluer, 1990

Bedîüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur Külliyatı c.I, Yeni
Asya Yayınları, İstanbul 1994

Bedîüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur Külliyatı c.II, Yeni
Asya Yayınları, İstanbul, 1994

Henry Corbin, İslam Felsefesi Tarihi İletişim Yayınevi,
ç:Hüseyin Hatemi, 1994

İbn-i Rüşd, Faslu’l-Makal, h:Süleyman Uludağ, Dergah
Yayınları, 1985

Jennifer Trusted, Fizik ve Metafizik, ç: Seval Yılmaz, İnsan
Yayınları, 1995

Macit Fahri, İslam Felsefesi Tarihi,ç. Kasım Turan, 1987.

Oliver Leaman, Ortaçağ İslam Felsefesine Giriş, ç:Turan Koç,
Rey Yayıncılık, 1992.