Kâf-Nûn Fabrikası İzlenimleri

Muazzam bir kâinatta yaşıyoruz. Mikroplardan dev gezegenlere,
katı ve yoğun maddelerden akışkan, şekilsiz ve latif maddelere, kadar her tür
mevcutla içiçeyiz. Şöyle bir etrafımızı gözlemlediğimizde çok farklı ve çok
renkli nesnelerle karşılaşırız İnsanlar, taşlar ve çiçekler herbirisinin farklı
özellikleri var ve biz onları sabit zannederiz. Dünkü ben işte bugünkü benim. Şu
suladığım çiçeği dün sabah da sulamıştım deriz. Nesneler düzeyinde baktığımızda
katı mı katı, sabit mi sabit bir kainatla muhatap oluruz. Haksız da değilizdir,
bunlar makro bir düzeydeki kainat manzaralarıdır.

Ancak “büyük cisimler” düzeyinde başladığımız bu yolculuğumuz
şöyle atom düzeyine inmek üzere devam ettirirsek daha önce edindiğimiz tablodaki
kimi şekillerin eridiğini kimi renklerinse çekildiğini görürüz. Cisim düzeyinde
taşla çiçek o kadar farklıyken, mesela atom düzeyinde aralarındaki o fark erimiş
olur. Her ikisi de bir’leşir. Çünkü ikisi de atomlardan meydana gelmiştir.
Cisimler düzeyinde rengarenk, irili ufaklı cisimlerden meydana gelen kainat atom
düzeyinde tuzlabuz olur. Sanki bir çölde, kum tanecikleri arasındaymışız gibi
olur. Suyun letafeti ile taşın katılığı atom düzeyinde eşitlenirler.

Ne var ki, atom bizim derinlere doğru sürecek olan
yolculuğumuzun son durağını oluşturmaz. Mola vereceğimiz durağın adı “zerre”dir
ve zerre de “cüz-i layetecezza” yani “parçalanamayan parçacık” olarak
tanımlanır. Bilimin henüz atomu parçalayamadığı dönemlerde İslam bilginleri
dahil herkes atomun “cüz-ü layetecezza” yani en küçük parçacık olduğunu
varsayıyordu. Ne ki, atom parçalandı. Atomun üstü kadar altının da dev bir alem
olduğu parçalana parçalana ardı arkası getirilemeyen partiküllerin tespit
edilmesiyle ayan beyan oldu. Kısacası atom, kainatın temel taşı (yapıtaşı) yani
tuğlası değildi. Çünkü atom, zerre değildi.

Atomaltı aleme indikçe artık kütlenin gittikçe zayıfladığına ve
en küçük partiküllere ulaştığımızda ise Quantum fiziğinin anlattıklarına göre
kütle ile hareket arasındaki ayrımın ortadan kalktığına şahit oluruz. Ağır
şeylerin yavaş(hantal) hareket ediyor olması, hızın kütleden kayba neden
olacağını haber verir. Yani hız sonsuza (c2=sonsuz) gittiğinde kütle (m=0)
sıfıra gider. Ve kütlesi az olanın hızı fazla olacağına göre en küçük partikül
(zerre) neredeyse hareketten ibaret kalır.

Atomaltı alemde zerreye ulaştığımızda artık bir hayli latif bir
düzeydeyizdir. Herşey zerrelerin tahavvülatıyla çalkalanmaktadır. Tıpkı
karıncalanan bir televizyon ekranı gibi kainat yokolmakla varolmak arasında
gidip gelen zerrelerden oluşan bir ekrandır. Elektron tabancasının “sürekli”
elektron yağmuru olmasa hiçbir görüntüyü sabit algılayamayız. Ama, yarısının
aynı anda yokolduğunu da o süreklilikten dolayı farkedemeyiz. Kainattaki
zerreler, bir varedilir bir yokedilirler. Ve bu, “anlık” olur .Zerre düzeyinde
her an yaratma ve yoketmeler yaşanır. Ancak biz bunu makro düzeyde pek
algılayamayız.

Zerre maddi alemin son durağını oluşturur. Daha önce renk, şekil
ve sınırlara sahip olan kainat zerre düzeyine inildiğinde o sınırlarından
soyunmuş son durağını oluşturur.Daha önce renk, şekil ve sınırlara sahip olan
kainat zerre düzeyine inildiğinde o sınırlarından soyunmuştur artık. Madde en
latif formuna yaklaşmıştır.. Ve zerre düzeyinde müdahele cisim (nesne) düzeyinde
müdaleleye oranla çok daha kolaydır. Nesne düzeyindeki mekanik zorluk ve
mukavemet zerre düzeyinde yoktur. Bu fark, dev bir tabelayı tersine çevirmekle
karşılaştırılabilir. Dev, yekpare bir tabelayı kırmızı olan ön yüzünden mavi
olan arka yüzüne çevirmek bir hayli güçtür. Ancak aynı büyüklükteki bir panoyu
parçalara böldükten sonra (çeşitli devlet törenlerinde değişik manzaralar
oluşturmak üzere binlerce öğrencinin ellerindeki kareleri çevirmeleri gibi) bir
düpano veya tripano gibi tersine çevirmek çok daha kolaydır. Tabela ne kadar çok
küçük bölmeye (parçacığa) bölünürse müdahele o kadar başarılı ve aynı oranda da
kolay olur. (Aslında televizyon ekranları elektron panolarıdır). Yani çevirme,
elektron düzeyindedir. Kısacası tabelanın rengi diyenin tabelaya o küçük
bölmeleri düzeyinde benimle kaimdir diyenin tabelaya en küçük bölmeleri
düzeyinde nüfuz etmesi gerekir. Velhasıl pano, “dön” emrine en küçük düzeydeyken
en hızlı itaat edebilir.1 Sonsuz itaat sonsuz alt düzeyde müdaheleyi gerektirir.

Her ne kadar zerre maddi alemin son durağını oluştursa da
yolculuğun son durağını oluşturmaz. Bu arada zerreye kadarki yolculuğumuzda bize
refakat eden modern bilim bundan sonrasına devam etmez. Materyalist bilimin son
durağı zerredir. Ancak en alt düzeyi zerre olan maddeden sonra adına esir
denilen esrarlı bir pasajla karşı karşıyayız. Zerreyi erittiğimiz zaman
karşımıza esir çıkar. Peki nedir esir? Said Nursi, esirden zerrelerin tarlası2
diye sözeder. Yani herbir zerre, esir tarlasına atılan birer tohum gibi o
tarlada çürümekte yada esir denilen suya atılan buz parçası gibi erimektedir.
Adından da anlaşılacağı gibi esrarlı olan esir maddesine ilişkin en genel geçer
kanaat onun bütün kainatın özü olduğu, herşeyin esir hamurundan yoğrulduğu
yönündedir.

Zerreden sonra “esir”, ondan da sonra “emir” gelmektedir. Ancak
“emir”in anlaşılması onun zerreye geçiş yolu (pasajı) olan “esir”in
anlaşılmasıyla mümkündür. Esir maddesinin varlığına yirminci yüzyılın başlarına
kadar inanılıyordu. Ancak daha sonra modern bilim esir (ether) maddesini hepten
defterden sildi. Esirin bilim tarafından sınırdışı edilişinin öyküsü özetle
şuydu: Her bir dalganın yayılmak için bir vasata (medium) ihtiyacı vardır. Su
dalgaları su denilen vasatla yayılabilirlerdi. Ses dalgaları boşlukta değil hava
denilen bir vasata ihtiyaç gösterirler. Ancak, sıra ışığa geldiğinde ise durum
bir hayli ilginçti; Dalgalar halinde yayılan ışık hem havada hem de “boşluk”ta
yayılabilmektedir. Her dalganın bir vasata ihtiyaç duyması “boşluğu dolduran
latif bir madde” olarak esiri gündeme getiriyordu. Ne ki, materyalist bilimin
son durağı zerreydi ve bir sonraki durak olan esir maddesinin,- maddenin dışında
kaldığı için- bilimin de dışında kalması gerekiyordu. Çare, esiri zerreye
dönüştürmekti. Ve ışığın tanecik modeli bilimi esirin esaretinden kurtarmış
oluyordu. Işığın hem dalga hem de tanecik modelleriyle açıklanmasının
devekuşunun durumundan pek bir farkı yoktu. Sıra boşluğa geldiğinde ışık tanecik
oluyordu. Böylelikle esir denilen vasattan kurtulunmuş oluyordu. Modelin adı
olan (Wavicle, wave-particle) dalga-parçacık gerçekten de devekuşuna benziyordu.
Tanecik esasen dalgaya göre çok daha maddiydi. (Acaba bilim bu yüzden mi
taneciği tercih ediyordu?) Dahası taneciğin dalgaya göre çok daha fazla eli kolu
bağlıydı. Tanecik sınırlı olup, sadece bir tarafa doğru gidebilirken dalga her
tarafa yayılmaktaydı. Ve eğer vasat çok hatta sonsuz latif olursa (esir) o zaman
dalga sürtünmenin (rezistansın) yokluğundan dolayı sonsuza kadar
gidebilmekdeydi. Esirin lefafeti ile müdahele ve nüfuzun başarısının çok
yakından ilişkileri vardı.3

Ancak bütün bilinmezliğine rağmen “emir”in anlaşılması büyük
ölçüde “esir”in anlaşılmasına bağlıydı. Tüm bunların yanısıra, hava ve dalga
bizim bildiğimiz esir kavramına tanecikten daha fazla yakındır. Işık da sesten
daha hızlı ve daha nuranidir. Bu yüzden de daha latif bir vasatı
gerektirmektedir. Boşluğu dolduran vasatın da aynı şekilde, mesela sesin vasatı
olan havaya oranla çok daha latif olması gerekir. Ve esir boşluklar dahil,
kainatın her tarafını doldurmaktadır. Madde (zerre) ile emir arasındaki esir
“kün” (ol) emrinin maddeye dönüşmesine evsahipliği yapar. Kısır bir benzetme
olacak ama sabun köpüğüne bulaştırılmış olan bir elin bir tarafından üflerseniz
(emir) elin öbür tarafından köpüklerin (madde) uçuştuğunu görürsünüz. Esirin
konumu o yuvarlatılmış elin konumuna benzemektedir.

Bütün bu aşamalar daha latif olana doğru bir gidişin
sonuçlarıdır. Ve kainat bizi böylesi bir latif olanı bulmaya zorlamaktadır.
Çünkü her yere hükmetme ancak-en maddi haliyle-zerre düzeyinde gerçekleşir; ağaç
düzeyinde değil. Üstelik ağaç düzeyindeki müdahelede sebeplere ihtiyaç duyulur.
Ama zerre düzeyindeki müdahelede sebepler eriyip yokolmuştur. Herşeyin O’nun
kabza-i tasarrufunda olabilmesi için birşeyin birşeye engel olmaması gerekir.
Minimum (en küçük) düzeydeki müdahalede esbap yoktur. Lakin, müdahele makro
düzeylere yaklaştıkça mesela, ağaç düzeyine çıktıkça alt düzeyler
“müstakilleşir”.Ve sebepler doğar. Tabiatı Allah’a verip çiçeği ona vermemek
sebeplere hayat vermektir. Kayyumiyet için zerrenin kabzasını elinde tutmak
gerekir. Kayyumiyet galiba böyle anlaşılabilir. Çünkü gerçek dönüşümler en küçük
düzeylerde (birimlerde) gerçekleşen dönüşümlerdir. Mesela, (diyelim ki en küçük
birim olsunlar) insanların, kalplerini fethetmeden, devleti (diyelim ki tabiat
gibi büyük bir birim olsun) dönüştürebiliyor olmak hem zordur hemde herşeyi
(mesela, tek tek insanları) tasarrufu altında bulundurma sonucunu doğurmaz.
Dolayısıyla kayyumiyet sürekli tahavvül halindeki zerrelerin dizginini her
zerrede ehadiyetini gösterenin eline vermeyi gerektirmektedir. Reel bir
kayyumiyet için (sonsuz) nüfuz gerekir. Ve nihayet kuklası üzerinde en fazla
tasarrufta bulunan kuklacı, kuklasını en fazla sayıda eklem noktasına bölüp
oralarına iplerle müdahelede bulunan kuklacıdır.

Dipnotlar

1. ”…Ve o zerrat(zerreler), bütün esiriyle ‘La İlahe İlla
Hu’ cevheresiyle ilan-ı tevhid eder. Çünkü, esirin besateti, sükunu, intizamla
emr-i Halika sürat-i imtisali şöyle iktiza eder.” Mesnevi-i Nuriye,Sözler
Yayınevi, s.175

2. Mesnevi-i Nuriye, s.49

3. Bkz. Sözler, s.570; Sözler, 30. Söz, Tahavvülat-ı Zerrat,
s.513; Sözler, Hüve Nüktesi, s.146.