Firavun’un sihirbazlarına karşı asâ-yı Musa

Bilim ve düşünce dünyasına rengini seküler bir anlayışın
verdiği; düşünce ve bilim metodlarını ve kavramlarını seküler kalıpların
şekillendirdiği bir ortamda, inananlar ciddi bir problemle karşı karşıyadırlar:
Bilginin kaynağını akıl olarak gören ve tüm ilim dünyasına olanca ağırlığını
koyan zümreye karşı, bilginin kaynağını vahiyde bulan insanlar olarak kendileri
ne yapacaklardır? Bir yanda vahye yegâne hak bilgi kaynağı olarak muhatap olup,
öte yanda seküler kalıplar üzerine oturtulmuş bir bilimle uğraşmaları ne derece
tutarlıdır?

İşte bu gibi sorular, uzunca bir zamandır “bilginin
İslâmîleştirilmesi” hususunda kafa yoran Müslüman düşünürlerin bir çıkış yolu
bulmaya çalıştıkları sorulardır. Hatta, “bilginin İslâmîleştirilmesi”
teşebbüsüne yol açan hususun da, şu an içinde yaşıyor olduğumuz bu çelişki
olduğu da söylenebilir.

Bu teşebbüs dahilinde yapılmış her bir çalışma önemli katkılar
sağlamış durumdadır. Bununla birlikte, mevcut çalışmaların yeterli olmadığı da
ortadadır. Mevcut paradigmalara bağlı kalındığı sürece “bilginin
İslâmîleştirilmesi”nin mümkün olmadığı görülmekte; yeni bir paradigmaya ihtiyaç
duyulmaktadır. Okuduğunuz çalışma, işte bu paradigmanın Kur’ân’da zaten
sunuluyor olduğunu gösterecektir.

Kur’ân’ın hedefleri

Materyalist bilgi kavramına verilecek İslâmî bir cevabın
referans noktası olarak ilâhî vahyi, yani Kur’ân’ı alıyor olması gerekir. Çünkü
Kur’ân, bize Rabbimizi tanıtır. Büyük kâinat kitabının müfessiri, semavat ve arz
sayfalarında cilveleri gözüken ilâhî isimlere ulaşmanın anahtarı odur. Hadisat
perdesi altında gizli hakikatların anahtarı da odur. İnsanlık âlemi için biricik
rehber, mürşid ve muallim odur. O hem bir dua ve ibadet kitabı, hem bir hikmet
ve marifet kitabı hükmündedir.

Ayetlerinin sonunda, Kur’ân ilâhî isimlere, veya onların
anlamlarına değinir. Bazı âyetlerin sonunda ise, muhatabını, okuduğu âyetlerin
mânâları üzerinde düşünmeye çağırır.

İlk hedef: Kur’ân Saniimizin fiil ve eserlerini önümüze serer.
Sonra dikkatimizi bu eserlerdeki ilâhî isimlere çeker. Tevhid, nübüvvet ve haşir
gibi temel maksatlarını isbatlar.

Kur’ân beşerin nazarına mevcutlarda görülen ilâhî sanatı
arzeder. Sonra, bu sanatı esma-i hüsna ile birlikte hülasa eder veya bu isimleri
görmesi için insanı aklını kullanmaya çağırır.

Aşağıdaki âyet, Kur’ân’ın bizi nasıl bir tefekküre çağırdığını
açıkça göstermektedir:

“De ki: ‘Gökten ve yerden size rızık veren kimdir? Kulak ve
gözlerin sahibi kimdir? Diriyi ölüden, [ölüyü diriden] çıkaran kimdir? Her işin
tedbirini gören kimdir?’ ‘Allah’ diyecekler. De ki: ‘O halde Ona karşı gelmekten
sakınmaz mısınız? İşte Hak Rabbiniz, Allah budur.”1

Bu âyetiyle, ilk önce şunu sorar Kur’ân: “Göğü ve yeri
maişetiniz için erzak deposu kılan kimdir? Gökten yağmuru indiren ve yeri sizin
için özel olarak hazırlanmış sayısız gıdanın bulunduğu bir bahçe ve mutfak kılan
kimdir? Sema ve arzı iki itaatkâr abd kılmak, Ondan başka biri için mümkün
müdür? Hayır. O halde, hamd ve şükrünüzü yalnız Ona arzetmeli, Ona mahsus
kılmalısınız.”

Bize göklerin ve yerin Rabbini tanıtarak, Onun vahidiyetini
bildirdikten sonra, nazarımızı bir “ehadiyet” cilvesi olarak kendimize çevirir:
“Gözlerinizin ve kulaklarınızın sahibi kimdir? Onları nereden edindiniz? Bu
dakik ve kıymetdar gözleri ve kulakları Rabbinizden başka kim verebilir? Onları
yaratan ve sizin için istihdam eden, sizin istifadenize sunan yalnızca Odur.
Madem öyledir, ubudiyete lâyık olan da yalnızca Odur.”

Sonra Vâhid-i Ehadin haşre muktedir olduğunu hatırlatır: “Her
bahar ölmüş arza hayat veren ve sayısız mevcudatı vücuda getiren kimdir? Bunu,
tüm kâinatın yaratıcısı olan Allah’tan başka kim vücuda getirebilir? O binlerce
dünyevî haşir örneği sergiliyor. Madem ki kudretiyle ölmüş arzdan hayat çıkaran
Odur, o halde sizin Mahşerde diriltilmeniz Onun eliyle olacaktır. O Hakk
olduğundan, sizi bir Mahkeme-i Kübraya gönderecektir. Tıpkı şu dünyada ölmüş
arza her bahar yeniden hayat vermesi gibi, sizin de hayatınızı geri verecektir.”

Nitekim, başka bir âyet de öncelikle bu dersi vermektedir:

"İşte, Allah’ın rahmetinin eserlerini gör: Ölümünden sonra
yeryüzünü nasıl diriltiyor? Şüphesiz bunları yapan, ölüleri de böyle
diriltecektir. Çünkü O herşeye gücü yetendir."2

Ele aldığımız âyette, “her işin tedbiri”nden söz ederek, şu da
sorulur: “Bu geniş kâinatı bir şehir gibi mükemmel bir düzen içinde tanzim ve
idare eden, Allah’tan başka kim olabilir?” Gerçekten, kâinatı idare eden kudret
öylesine mükemmeldir ve herşeyi öylesine kuşatmıştır ki, hiçbir ortağa ve
yardımcıya ihtiyacı yoktur. O yüzden, insan “Allah” demeye mecbur kalmaktadır.
Bu bakımdan, âyet en sonunda Onu, isimleriyle hatırlatır. “İşte Hak Rabbiniz,
Allah budur” der. Allah, Rab ve Hakk isimlerini zikrederek, bütün bu ihsanların
kaynağının ilâhî kudret olduğunu gösterir.

İkinci hedef: Kur’ân kimi zaman belirli özel hususları zikreder.
Sonra bu hususlardan hareketle, sermedî ve daimî hakikatlerin şuuruna varmak
üzere insanı tefekküre teşvik eden bir özetle son bulur. Aşağıdaki âyetler bunun
bir misalidir:

“Süt veren hayvanlarda sizin için bir ibret vardır.
Karınlarından, dışkı ve kan arasından, içilmesi içenler için kolay, özlü bir süt
size içiriyoruz. Hurmalıkların ve üzüm bağlarının meyvelerinin suyunu da size
içiriyoruz. Siz o sudan tatlı bir içecek ve güzel yiyecekler ediniyorsunuz.
Şüphesiz bunda, akleden bir kavim için, önemli bir âyet vardır. Ve Rabbin arıya
vahyetti ki: ‘Dağlardan, ağaçlardan, insanların yaptıkları çardaklardan evler
edin. Sonra her türlü meyvelerden ye, Rabbinin sana kolaylaştırdığı yollara
gir.’ İşte o arının karnından değişik renkli bir şerbet çıkıyor; onda insanlar
için şifa vardır. Şüphesiz bunda tefekkür eden bir kavim için önemli bir âyet
vardır.”3

Bu âyetler Allah’ın süt veren mahluklara, ve üzüm ve hurmalara
insan için tatlı ihsanlar dercettiğini gösterir. O, ufacık arılara, minnacık
peteklerde insan için tatlı ve besleyici bir kudret mucizesi olarak bal
yaptırmaktadır. Tüm bunlar belirtildikten sonra, sonuç cümlesi olarak “Gerçekten
bunda tefekkür eden bir kavim için önemli bir âyet vardır” ile, Kur’ân insanı bu
kudret ve rahmet mucizelerini düşünmeye, onlardan dersler çıkarmaya ve diğer
kudret mucizeleriyle kıyaslamaya çağırmaktadır.

Üçüncü hedef: Bazı âyetler zahirî sebepleri tesirden tamamen
azletmek için, onlarla birlikte yaratılan müsebbebatın hedef ve sonuçlarına
dikkat çeker. Sebepler yaratmaya kâdir değildirler. Kur’ân onları ancak zahirî
bir perde olarak gösterir. ‚ünkü en maksatlı hedefleri ve en faydalı sonuçları
irade etmek, kaçınılmaz bir sûrette, ilmi ve hikmeti sonsuz olan birinin işidir.
Oysa sebepler cansız, hayatsız ve bilgisizdirler.

Böylesi âyetler, hedefleri ve sonuçları sözkonusu ederek,
sebepler sonuçlarına bitişik gözüktükleri halde, gerçekte her ikisinin de
yaratıldığına dikkat çeker. Gerçekten, sebep-sonuç zincirine materyalistlerin
yaptığı gibi sorgulamadan baktığımızda, sonuçları sebepler yapıyormuş gibi
görürüz. Fakat Kur’ân’ın bize teklif ettiği şekilde baktığımızda, yani durumu
sorgulayıp üzerinde kafa yorduğumuzda, en büyük sebebin dahi en ehemmiyetsiz bir
sonucun yaratılmasında bir pay sahibi olamayacağını anlarız. “Ve sebep ile sonuç
arasındaki bu uzun mesafede, esmâ-i ilâhiye birer yıldız gibi tulû eder.”
Meselâ,

“İşte insan, yediklerine bir baksın. Biz nasıl gökten bolca su
indiririz. Sonra yeri onunla açarız. Onda hububat bitiririz. Üzüm ve
yeşillikler, zeytin ve hurma, ve gür bahçeler, ve yemişler ve çimenler
bitiririz. Sizin ve hayvanlarınızın yaşamı için.”4

Bu âyet, ilahî kudret mucizelerini maksatlı bir silsile içinde
tasvir ederek, sebepleri sonuçlara bağlar ve “sizin yaşamınız için” gibi bir
hedefe işaret eder. Bu hedef bütün sebeplerin ve sonuçların ard arda gelişinde,
hedefi gören ve izleyen gizli bir kontrol edicinin varlığını isbatlar.
Gerçekten, “Sizin ve hayvanlarınızın yaşamı için” sonucu, bütün sebepleri
yaratma kabiliyetinden azleder. Çünkü, âyet bu ifadeyle zımnen şunu söyler:
“Size ve hayvanlarınıza rızık yetiştirmek için, su semadan geliyor. Oysa suda
size ve hayvanlarınıza acıyıp şefkat ederek, hayatınızın devamı için rızık
yetiştirme kabiliyeti yoktur. Demek ki, su gelmiyor; gönderiliyor.”

“Görmedin mi? Allah semadan su indirdi.”5

Toprak da, insanın rızkının kendileriyle temin edildiği
bitkileri üretir. Fakat toprağın ne duyguları vardır, ne de aklı. Dolayısıyla,
insanın rızka ihtiyacını düşünüp ona şefkat etmek, toprağın kabiliyetinin
ötesindedir. O halde, toprağın kendisi rızık üretmiyor. O cansız ve kör toprak,
bir aynanın siyah ciheti gibi işgörüyor; Rabb, Rahîm, vb. isimleri gösteriyor.

Böylece, âyetin sunduğu açıklamadan Rahîm, Rezzak, Mün’im, Kerîm
ve Rabb gibi ilahî isimler tulû etmektedir.

Kısacası, Kur’ân âyetlerinin her biri, nasıl sebepler perdesi
aşılarak ilahî isimlerin üzerindeki örtünün kaldırılacağını öğreterek küfür ve
gaflet karanlığını dağıtır. Herşeyin Ona muhtaç ve Onun rububiyetine karşı
itaatkâr olduğunu derkettirir. Nazarlarımızı sebeplerden, Müsebbibü’l-Esbaba
çevirir. Onlarda görünen harikaları aklımızın önüne sererek, onların Sanii
huzurunda bize secde ettirir. Onun kudret ve rahmet mucizelerini sergiler.
Rabbimizi, Onun hikmetinin işaretlerini okumamızı sağlayarak, bütün güzel
isimleriyle tanıttırır.

Kur’ân bize Ondan başka hiçbir şeyin ibadet mercii
olamayacağını, hamd ve şükrün yalnız Ona mahsus olduğunu öğretir. Bize kâinat
mescid-i kebîrinde secde eden âbidler olmak üzere yaratıldığımızı anlattırır.

Materyalist bilim ve felsefeye karşı islâmî bilim

Dünyevî yani materyalist bilim ile vahyi tasdik eden gerçek
bilim yani İslâmî bilimin yaklaşımları arasındaki temel fark, onların
kendilerine mahsus amaçlarında yatar. Dünyevî bilim ve felsefe için, mevcudatı
ve doğal olguları çalışmanın amacı, onları kontrol ve istihdam etmek için
haklarında bilgi toplamaktır. Bir materyalist bilim adamı için hayatın amacı,
daha fazla zenginlik ve daha çok zevk sağlamak üzere üretimi ve kârı
artırmaktır.

Kur’ân’ın temellerini sunduğu ve bizi kendisine sevk ve teşvik
ettiği İslâmî bilimin hedefi ise, Yaratıcıyı bütün güzel isimleriyle tanıtmak;
ve Kur’ân’ın temel gayelerini, yani tevhid, haşir ve nübüvveti teyid ve tasdik
etmektir.

Materyalist bilim varlıkları kendileri namına, dünyevî faydaları
hesabına ve verdikleri zevk uğruna ele alır. Onların özelliklerini teferruatıyla
inceler, ama anlamlarına hiçbir önem atfetmez. Kur’ân ise, tam aksine
varlıkların mahiyetinden, onların sun’î ve maddî özelliklerinden kısaca söz
eder; ama onların taabbüdî görevlerini teferruatıyla zikreder. Onların,
Sani’lerinin isimlerine nasıl ve ne şekilde işaret ettiklerine; Onun yaratmayı
irade eden emirlerine, yani Emr-i Künfeyekûn’e6 nasıl da itaat ve
inkıyad ettiklerine ayrıntılı bir biçimde değinir.

Materyalist bilim varlıkları, onların münasebetlerini ve
vasıflarını tarif eder; ama mânâlarına hiç mi hiç temas etmez. J. Needleman’ın
sözleriyle: “Bilimciliğin evreni bilinçlilik ve maksatlılıktan mahrum bir
dünyadır… Bilimde, resim sanatının Mona Lisa gibi bir şaheserini, onun bir
kadın resmi olduğundan bile söz etmeden ve sanatçının boyayı başka bir biçimde
değil bu biçimde kullanmasına yol açan niyeti kavramaya çalışmadan münhasıran
kimya kanunları ve ışık kırılması muvacehesinde tarif etmek mümkündür.” Mona
Lisa yerine yaratılmış herhangi bir varlığı, meselâ insanı koyun; modern bilimin
kozmostaki mânâya yönelik tavrının oldukça doğru bir tasvirine erişirsiniz.
Gerçekten, kâinat veya içindeki herhangi bir şey, meselâ insan, Mona Lisa’dan
daha az mı anlamlıdır?

J. Needleman, sözlerini şöyle sürdürüyor: “O halde, bizim bilim
adamlarımızın Aramî İncillerdeki aktif fiil biçimlerinin sayısını hesaplayarak
fiiliyatta Yeni Ahid’in mesajının anlaşılmasına yönelik bir adım attığına
inanan, lüzumsuz teferruatla uğraşmayı marifet sanan standart bilgin
karikatürünü andırdıklarını söylemeye mecbur kalacağız.” Aslında, materyalist
bilim adamları tüm kozmos, tüm âleme yönelik bu tür bir zihniyet
sergilemektedirler. Çünkü onlar kâinatın bir kitap, mânâlar ifade eden bir yazı
hükmünde olduğunu bilmiyorlar. Onun mânâsına dair hiçbir şey görmüyor,
anlamıyorlar. Hakikatların kaynağını, eşyanın mânâ boyutu atlandığı sürece
anlamsız kalan süslerine, tezyinatına hamlediyorlar. Her mevcudun varlığının
olsa olsa ya kendisine baktığını veya insanın behimî ihtiyaç ve arzularıyla
bağlantılı olduğunu hayal ediyor; varoluşu anlamsız ve abes bir egzersiz olarak
görüyorlar.

Gerçekten İslâmî biçimde düşünen bir Müslüman bilim adamına
gelince, o etrafındaki âleme baktığında her bir varlığın Saniinin azamet-i
haşmetini gösterip Ona hamd ettiğini ve Onun isimlerini okuduğunu anlar. Kur’ânî
bakış açısından, mevcudatın birçok maksadı ve vazifesi vardır. Ve herşeyin,
hususan canlı varlıkların kendi vücuduna bakan bir veçhesi var ise, Saniine
bakan maksatları sayısızdır. Kur’ân bu vazifelere, şu âyet gibi birçok âyetle
işaret eder:

“Hiçbir şey yoktur ki, yalnız Ona hamd ve tesbih etmesin.”7

Bu sebeple, Müslüman bilim adamı eşyaya kendileri namına önem
atfetmez. Onların mânâlarıyla meşgul olur. Zihnini, materyalist bilim adamının
uğraştığı hususlardan daha yüksek, daha daimî, daha yararlı ve daha ihatalı
hususlarla meşgul eder. Müslüman bilim adamının vazifesi, kudsî hakikatları
resmetmektir; mevcutların süslü perdesi arkasında saklı ilahî İsimleri meydana
çıkarmaktır.

Kur’ân, kâinattaki tüm varlıkların üzerine attığımız ülfet
perdesini yırtar. Bize alelâde gözüken tüm eşyanın aslında harikulâde olduğunu
öğretir; gerçekte onlar Allah’ın kudretinin mucizeleridirler. Kur’ân, insana bu
harikaları ifşa eder. İnsanın nazarını buna çeker ve insan aklının önüne bitmez
tükenmez bir marifet (bilgi) hazinesi açar.

Felsefeye gelince, o tüm kudret mucizelerini alelâdelik
perdesine atar. Meselâ, ilahî kudretin en ihatalı mucizelerinden biri olan;
Kur’ân’ın

“O Allah ki, yarattığı herşeyi en güzel biçimde yaptı ve
çamurdan insanı yaratmaya başladı. Sonra onun neslini değersiz bir suyun özünden
yaptı. Sonra o hücreyi düzenledi. Yani, ruhundan ona üfledi. Ve sizin için
kulak, gözler ve duyular yaptı. Ne kadar da az şükrediyorsunuz?”8
diye belirttiği insanın yaratılışı olayının alelâde bir iş olduğunu söyler. Ona
lâkayd bir biçimde bakar. Ayrıca, rahmetin en dakik, en rikkatli ve en umumî bir
mucizesi olan, bütün bebeklerin ve çocukların rızıklarının muntazaman temini
vâkıasını9 da sıradan birşey olarak görür, ve üstüne bir nankörlük
örtüsü çeker.

Kur’ân’ın hikmet ve marifet kaynağı olduğu, buradan
anlaşılabilir. Aslında, hikmet, Kur’ân’dan ayrılamaz.10
Materyalistlerin “bilgi” dediği şey bilgi değil, cehildir; onların felsefesi
abesiyet üzerine kuruludur.

Kur’ân âyetlerinin her biri i’caz ışığını yayarak küfür
karanlığını dağıtır. Bunu gereğinde derketmek için, herşeyin ölüme mahkûm, madum
ve mânâsız görüldüğü Cahiliye çağında yaşayan birini düşünelim. Bu insan, birden
şöyle bir âyet işitir:

“Göklerdeki ve yerdeki herşey, Allah’ı tesbih ediyor. O, Melîik,
Kuddüs, Azîz ve Hakîmdir.”11

O insanın nazarında ölü olan şu dünya, bu “yüsebbihu” sadasıyla
birden canlanacak; o insanın aklında yeniden hayata kavuşacaktır. Her biri
uyanacak ve Allah’ın isimlerini haykıracaktır. O halde, Kur’ân modern insanın
karanlık, anlamsız ve amaçsız dünyasına da ışık getirmektedir.

Felsefe ise, gafleti daha da yoğunlaştırmıştır. Bu fani dünyayı
daimî, camid ve anlamsız olarak tarif etmiştir. Saniin ve âhiretin unutulmasına
yol açmıştır.

İslâmî bilim modelini Kur’ân’a dayanarak kurar. Bu dünyanın
şeffaf ve latif olduğunu gösterir. İnsanı, sebepler perdesinin ötesindeki ilahî
isimleri görmeye çağırır.

“Onlar göklerin ve yerin içyüzlerine, melekûtuna bakmıyorlar
mı?”12

ve

“Göğe bakmadılar mı? Biz nasıl onu inşa ettik ve süsledik.
Hiçbir eksik ve çatlağı yoktur?”13

Şu dünyanın ezelîyeti aldatmacasını paramparça eder:

“Güneş dürüldüğü zaman.”14

“Sema yarıldığı zaman.”15

“Sema yarıldığında.”16

“O gün sûra üfürülür. Allah’ın dilediği hariç, göklerdeki ve
yerdeki herkes bayılır (ölür).”17

ve gafleti dağıtır:

“O, yere giren ve göğe çıkan herşeyi çok iyi bilendir. Nerede
olursanız olun, O sizinle beraberdir. İşte Allah Basîrdir, yaptığınız herşeyi
çok iyi görendir.”18

“Rabbin olan Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.”19

İslâmî bilim, Kur’ân’ın yaptığı gibi, dünyanın hakikatını ortaya
kayarak nazarlara arzeder. Kâinatın Yaratıcısını sıfat ve kemalatıyla tanıtır.
İnsana kâinat kitabının anlamını öğreterek, onu gerçek hikmet ve marifete
eriştirir.

Epistemik zorbalık

Kur’ân, materyalist bilimin konuştuğu gibi konuşmaz; o
“bilimsel” değildir. Onun metodu ve hedefleri, materyalist bilimin metod ve
hedefinden tamamen farklıdır. Onlar, gerçekte, birbiriyle asla uyuşamazlar. O
kadar ki, Kur’ân’ı ve bilimciliği beraberce kabul edemeyiz. Kur’ânî metodun
materyalist bilimsel metodla ortaklaştığı hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla ya
Kur’ânî metodu, ya bilimsel metodu tercih etme durumundayız.

Bilim adamlarına göre, bir teori, bilim dili içinde oluşan
belirli kavramları sorgulamaksızın kabul ediyorsa bilimseldir. Bu bilimsel
çerçeve dışındaki herhangi bir açıklama teşebbüsü ise, “bilimsel” olarak
adlandırılamaz. Meselâ, “Kâinat yaratılmıştır. O halde, tanım gereği yaratılanla
aynı mahiyette olmayan bir Yaratıcının varolması gerekir” sözü, bilimsel bir
açıklama değildir; çünkü “yaratılmış,” “yaratıcı” ve “yaratılış” bilimsel
kavramlar değildir. Bunlar gibi “bilimsel” olmayan kavramları ihtiva eden
herhangi bir açıklama, materyalist bilim adamları tarafından “bilimsel değil”
diye reddedilecektir. Hatta bu fikriyatta daha da ileri giderek, doğal bilimler
yegâne geçerli bilgi kaynağıdır, diyor ve “bilimsel bilgi” dışında hiçbir bilgi
yoktur imasında bulunuyorlar. Materyalist bilim adamı Eddington’un epistemolojik
balıkçısını çağrıştırır: “Ağıma yakalanmayan şey balık değildir.” Bu tavır
epistemik zorbalık olarak tarif edilebilir.

Müslüman bilim adamı bu zorbalığa boyun eğmemelidir.

Diğer taraftan, o, bir bilimcilik mukallidi olmaya ve
kavramlarını bilimsel dille kısıtlamaya da gerek duymayacaktır. O, anlamsız ve
boş bir çaba olan, bilgi edinmiş olmak için bilginin peşine düşme felsefesine de
dehalet edemez. Bilginin edinilmesi amaçlı ve anlamlı olmak zorundadır. Dünyevî
yararlara değil, ubudiyete sevkedici olmak zorundadır. Öyleyse, İslâmî bilimi
hiçbir şekilde bilimsel araştırmanın aynısı olarak idrak etmememiz gerekir.
Ayrıca, Müslüman bilim adamı, “yalnızca uzman” değil, fakat esasen bir kul, bir
abd’dir.

Müslüman bilim adamı, siyasî zorbalığın hizmetinde kullanılan
epistemik zorbalığın farkında olmak durumundadır. Kur’ânî temsilde, Hâmân,20
Firavun-benzeri siyasî zorbaların hizmetindeki bilimciliği çok iyi temsil eder.
Gerçekte, bilimcilik, insanları kontrol altında tutup onların duygularını
uyuşturmak; onlara, “Ben kimim?,” “Bu kâinat nedir?,” “Bu duygular bana niçin
verilmiş?” gibi soruları sormaksızın “keyfine bakma” felsefesini kabul ettirmek
için kullanılmaktadır. İnsanlara Sanii ve âhireti unutturmak amacıyla istihdam
edilmektedir.

Bilim, görünüşe bakılırsa, başlıca iki sebepten dolayı
etkilidir. İlki, insanlar için, teknoloji önemlidir; çünkü dünyevî faydalar
getirir ve insanların acil isteklerini tatmin eder. Teknolojik başarılar
bilimsel bulgulara dayalıdır. Öyleyse bilimsel bulgular doğru olmalıdır. Bilimin
işliyor ve işgörüyor gözükmesinin sebebi budur. İnsanların derkedemedikleri şey,
yaratılışta kanunların var olduğu ve her bir insanın bu kanunlardan
faydalanabileceğidir. Bununla birlikte, her insan onları istediği gibi
yorumlamakta serbesttir. Yanlış olan şey kanunlar veya onlardan sağlanan yarar
değildir; bu kanunların materyalist yorumudur.

İkinci sebep teknik jargondur. Bu, insanların bilimsel dünya
görüşünün anlamsız ve tutarsız olduğunu niçin göremediklerinin de bir cevabını
teşkil eder. Bununla ne demek istediğimizi bir örnekle açıklayalım. Bilim
adamları doğal olguları gözlemler ve onları adlandırırlar.

“Bunlar, ancak sizin ve babalarınızın taktığı birer isimdirler.
Allah, bu konuda hiçbir delil indirmemiştir. Onlar, ancak zanna ve kendi
hevalarına uyarlar.”21

Onlar bu isimlendirmeyi pragmatik kriterlere göre “isbat”
ederler. Sonra, onları açıkladıklarını düşünür veya en azından avâmı buna
inandırırlar. Meselâ, nesneler ne zaman kaldırılıp bırakılırsa, düşer. Bilim
adamları bu durumu “yerçekimi” diye “adlandırır”lar. Sonra nesnelerin
yerçekiminden dolayı düştüğünü iddia ederler. Bu açık bir kısır döngüdür. Biz
“yerçekimi”ni, isbatı gereken şeyi baştan isbat edilmiş kabul edip kendi
kendisini isbatta kullanma gibi bir mantık hatasına düşmeden, nesnelerin
düşmesini açıklamak için kullanamayız. Bu “ad takma,” yani jargon bilimde temel
bir konuma sahiptir.

Nasıl ruhbanla bilgilerinden dolayı Allah ve insanlar arasında
şefaatçiler olagelmişlerse, şimdilerde bilim adamları aynı işe girişip
bilimciliğin ruhbanı rolünü üstleniyorlar. Bizim herhangi birşey hakkında ne
endişeye kapılmamıza, ne de uzun uzadıya düşünmemize hiç gerek yoktur. Onlar tüm
problemleri halledecek ve yapılması gereken şeyi bize bildireceklerdir.
Şüphesiz, onların hükme bağladığı her ne şey varsa, sırf onlar “bildikleri”nden
dolayı, bildiklerine “inandığımızdan dolayı,” o şeyi öylece kabul etmeye
mecburuzdur.

Oysa, avâma materyalist bilimin dünya görüşünün özü asla
anlatılmaz: “Hayatta hiçbir anlam ve amaç yoktur. Herşey tesadüf ve şans
eseridir. Ölüm herşeyin sonudur. Öyleyse, ölmeden önce, olabildiğince keyfimize
bakalım” denilmez. Çünkü, bir insan eğer herşeyin anlamsız olduğunu anlarsa,
onun için bilimin ve bilginin anlamı ne olur ki? Böyle biri, bilimin dünya
görüşünün bilimin kendi varoluşunun inkârı anlamına geldiğini; onların
bilgisinin bilgi değil, cehalet; felsefelerinin ise abesle iştigal olduğunu
idrak edecektir. Gerçekten, abesiyet temelleri üzerine kurulan böyle saçmasapan
bir felsefe nasıl bilgi istihsal edebilir? İsterse tanınmış bir filozof veya
bilgin olsun, bir materyalist, temelli bir cehalet içindedir.

Meselâ, modern çağda kâinatta, hayatta, mevcudatta bir amacın,
bir maksadın var olduğu anlayışının ihmali, en azından bilimsel bilginin
geçerliliği hakkında önemli sorunlar ortaya çıkarır. Hayatta hiçbir nihaî maksad
görmeyen insanlar ne tür bir gerçekliğe erişebilirler? Materyalist bilim işliyor
gözükebilir, fakat onun tutarlı bir anlayış getirmediğini görüyoruz. Sözgelimi,
hayatın araştırılmasıyla ilgilenen biyoloji bilimine hayatın anlamını
sorduğumuzda niye öylece susup kalıyor?

Pragmatizmin büyüsü

“Çoğumuz için,” diyor J. Needleman, “şüpheciliğin bunca gayreti
içinde karşılaştığı ilk engel, bilimin gerçekten işleyip işlemediğidir.” Sonra,
sözünü şöyle sürdürüyor: “Tanıdığım bir fizikçi, bir keresinde,
çağdaşlarımızı-kendisi ve meslektaşı olan bilim adamları da dahil-ehil olmadığı
halde işe burnunu sokan birinin hileleriyle ve alımlı ama boş marifetleriyle
gözleri öylesine kamaştığı için onu alelacele tanrılaştıran bir yabaniler
güruhuna benzetmişti. Gerçekten, pragmatik kriter dediğimiz şeye olan bu
köleliğimiz hiç de gülünecek bir husus değildir. Buna daha sıkı bir biçimde
bakmamız gerekiyor. Bir silaha rastlayan belli bir insan düşünün. Daha önce
böyle bir şeyi ne görmüş, ne de işitmiş olsun. Düşünelim ki, bu insanın, karnını
doyurmak veya kendini savunmak için öldürmeye ihtiyacı da olmasın. Adam eğilip
silahı yerden alır, evirir çevirir, taşa vurur. Bu nesne nedir? Silahı evine
götürür ve ne olduğunu anlamaya çalışır. Namlusundan tuttuğunda onun birşeyleri
kırıp ezebildiğini, kendisinin tahtadan yapılmış tokmağından daha iyi
işgördüğünü keşfeder. Onun için, bu silah, iyi bir tokmaktır. Onun fikri,
teorisi, açık konuşalım, bir işe yarar. Başkaları ona bu acayip nesnenin ne
olduğunu sorduklarında, “tokmak” cevabını deney yoluyla isbat da edebilir… Ve
işte burada, pragmatik kriterin limiti tükenir. Bir fikir veya teori
“işlediği”nde, bu, daima bizim gerçekliğini sorguladığımız şeye nisbeten
oluyordur. Eğer bizim sığ ve sınırlı niyetlerimiz varsa, keşiflerimiz-ne kadar
dahiyâne olurlarsa olsunlar-bu aslî niyetlerimizden daha büyük olamazlar. Aya
inen füzeler yapıldı, büyük büyük bombalar patlatıldı ve belirli hastalıklara
çare bulundu. Böylesi şeyler gözümüzü öylesine kamaştırdı ki, gerçeklik
hakkındaki derin sorularımızın cevabının da bunlar olduğu zehabına kapıldık.
Tesadüfen silahı bulan adam birilerini öldürmek için daha iyi bir yol arıyor
olsaydı, kesinlikle silahın gerçek işlevini keşfedecekti. Onun niyeti, silahı
yapanın niyetine denk düşmüş olacaktı. Ve eğer başka biri, pragmatik deliller
kullanarak bu silahın ne kadar iyi bir tokmak olduğunu göstermeye çalışsaydı,
aynı adam ona gülüp geçecekti. Öyleyse, diyebiliriz ki, bir insan kendi
hedeflerinin farkında olmuyorsa, ve hedeflerinin nesnelerde mevcut gerçek
amaçlara mukabil düştüğünden emin olmuyorsa, pragmatik kriter, bilginin bir
anahtarı olarak pek de kullanışlı değil demektir.”

Bilime göre, güneş birkaç tabakadır: çekirdek (15.000.000 oC),
radyasyon bölgesi, ısının yayılma bölgesi, fotosfer (sarı, 6000 oC), kromosfer
(2000 km. eninde: ısı ve elektrik-yüklü partiküller “salar”), ve hâlesi (uzaya
milyonlarca kilometre uzunluğunda uzanır; 2.000.000 oC). Güneş hidrojenin
helyuma füzyonuyla çekirdeğinde enerji “üretir.” Güneşin özellikleri içinde
güneş lekeleri, alev sıçramaları, ve fışkırmalar vs. yer alır. Bu bilgileri
veren okul kitapları, öğrenciyi uyarmayı da ihmal etmez: ASLA ÇIPLAK GÖZLE
GÜNEŞE BAKMAYIN. Güneşin mor ötesi radyasyonu, siz farkına varmadan, gözlerinizi
“yakabilir.”

Bütün bunları ardarda sıralayan materyalist bilim, güneşin
Saniine asla değinmez. Durum buyken, güneşin Saniinin onu yaratmasındaki
amacının ne olduğunu nasıl keşfedebilir? Pragmatik kriteri kullanan bilim
güneşin bir “tokmak” olduğunu isbatlayabilir, ama asla bir kudret ve rahmet
mucizesi olan güneşin hakikatını göremez. Gerçekte, şu şuursuz güneş, ancak ve
ancak Allah’ın bir memuru, bir lambası ve aynı zamanda o Rabbin misafirhanesinde
görevli bir aşçı hükmündedir. Bir kudret ve hikmet kanununa göre
döndürülmektedir.

“Güneş kendi etrafında döner.”22

Ona rabbanî bir rahmet ve merhamet kanununa göre, canlılar için
hayatî önem taşıyan enerji ve ısı ürettirilmektedir.

“…Ve güneşi de bir lamba yapmıştır.”23

Bilim mevcudatta yalnız dünyevî faydalar görür. Güneşte, Saniine
bakan sayısız maksadı görmez. Oysa, bütün mevcutların aslî görevi Sani’lerini
hamd ve tesbih edip, Onun isimlerini ilan ve teşhir etmektir. Mevsimlerin, gece
ve gündüzün deveranıyla, güneş, ilâhî kudretin mükemmel biçimde tanzim edilmiş
düzeninden söz ettirir. Saniinin ilahî isimlerini okutarak, Ona hamd ve tesbih
ettirir.

“Yedi gök, yer ve onların içindekiler Onu tesbih ederek
münezzehiyetini bildirirler. Hiçbir şey yoktur ki, Ona hamd ve tesbih etmesin.
Fakat onların tesbihlerini kavramıyorsunuz.”24

“Görmedin mi? Göklerdeki ve yerdeki melekler ve sıra sıra kuşlar
Allah’ı tesbih ederler. Hepsi nasıl dua ve tesbih edeceklerini öğrenmişlerdir.
Allah onların ne yaptıklarını çok iyi bilendir. Göklerin ve yerin hakimiyet ve
malikiyeti Allah’ındır. Bütün varışlar Allah’adır.”25

Bilim, Sanii görmezden gelerek, güneşi Allah’ın âyeti olan
mübarek bir kul mertebesinden düşürüp, anlamsız, ürkütücü, yanıcı bir akışkan
kütleye dönüştürür. Enerji, ısı ve ışık üretmek (ve insana zarar vermek!) için
gerekli ilim ve kudreti güneşe atfeder. Güneşin kendisini o konumda tutmasıyla
gezegenleri çeken ve onların maksadlı bir düzen ve hikmetle dönmelerine sebep
olan sonsuz bir hikmet ve kudrete sahip olduğunu hayal eder. Velhasıl, böylesi
bir ilim, kudret ve hikmeti güneşe atfetmekle, güneşi bir ilaha dönüştürür.
Ondan, sanki o bir ilahmışcasına söz eder.

“Allah’ın âyetlerinden biri de gece-gündüz, güneş ve aydır.
Artık güneşe ve aya secde etmeyin. Fakat eğer Allah’a kul iseniz, onları yaratan
Allah’a secde edin!”26

Bilim adamları, Firavun’un sihirbazları gibi, pragmatizm
büyüsüyle taktıkları isimlere hakikat nazarıyla bakarlar. Eşyayı tarif ve tasvir
etmek için alabildiğine teknik bir jargon kullanır ve insanların akıllarını
öylesine büyülerler ki, gerçekten onları açıklamış gibi gözükürler.

“…Ve onlar atınca, insanların gözlerini büyülediler, onları
korkuttular ve büyük bir sihir ortaya koydular.”27

Kur’ânî epistemoloji: Musa’nın asâsı

İslâmî bilim, Musa’nın asâsı gibi, onların bütün “sihir”lerini
yutmalıdır. Asâ gibi, sözde bilimsel bilginin gerçekte mevcudat hakkında ad
takmalar, anlamsız bilgiler ve boş gevezeliklerden başka birşey olmadığını
göstermelidir.

“Ve Musa’ya vahyettik ki: Sen de asânı at. (O asasını atınca)
hemen onların uydurduklarını yutmaya başladı. Hak gerçekleşti. Yapmakta
oldukları şeyler batıl çıktı.”28

Kur’ân’da hiçbir teknik jargon yoktur. Kur’ân her düzeydeki
herkese ve her sınıfa seslenir. Onun hedefi insanları hipnotize ederek
denetlemek değil, hakikatı öğretmektir. Müslüman bilim adamları vahyi, yani
Kur’ân’ı referans noktası kılacaklarsa, teknik jargonu terketmelidirler. ‚ünkü,
İslâmî bilimin hedefi, tüm insanlara hakikatın derin meselelerini öğretmektir.

Uzmanlık dili, bazı olguların çalışılması için kullanılabilir.
Fakat, bu dil, İslâmî bilimin bütün bilimlerin ve edinilen bilgilerin hakikati
ve kaynağı olan ilahî hikmete ulaştırıp ilahî isimleri gözlere gösterme
misyonunu perdelememelidir.

Kâinatta, makro dünyalardan mikroskobik âlemlere kadar, her
varlık düzeyinde bir düzen ve intizam mevcuttur. Kâinattaki âyetleri okuma
metodu her düzeyde geçerlidir. İslâmî bilimin görevi varlıklarda ve onların
düzenlerinde yazılı anlamların nasıl okunup deşifre edileceğini öğretmektir.
Kâinata dair herhangi bir çalışma, ancak ve ancak marifetullahı hasıl ediyorsa
kabul edilebilir. Müslüman bilim adamları avâma tüm eşyada mündemiç hakikatları
basit bir dille aktarmalıdırlar. Teknik jargon tuzağına düşmemelidirler.

Vâkıa Müslümanlar teknik jargona o kadar hevesliler ki, bilimin
pratik başarılarıyla gerçekten büyülenmişiz. Bilimin temelleri, onun arıyor
olduğunu varsaydığımız şeye, yani marifetullaha denk düşmüyor diye hissettiğimiz
halde neden bilimin kendisini sorgulamaya cesaret edemediğimizin açıklaması
herhalde budur. Vahyi bilgimizin temeli olarak kabul ettiğimizi söylüyor, ama
onun tutarlılığını manipüle edebileceğimizi umduğumuz bilimsel metodu ve teknik
jargonu kullanarak sınamaya kalkışıyoruz. Zaman, çelişkilerimizin farkına varmak
ve yeni bir düşünme biçimine, bir paradigma değişimine muhtaç olduğumuzu idrak
etmek zamanıdır.

“Halbuki bu konuda hiçbir bilgileri yoktur. onlar ancak zanna
uyuyorlar. Ve gerçekten zan, haktan yana hiçbir fayda vermez. Artık sen,
mesajımıza sırt çevirip dünya hayatından başka birşey istemeyenden yüz çevir.”29

Firavun’un sihirbazlarına karşı asâ-yı Musa

Kur’ân’ın talebesi olan Müslümanlar şahit isterler. Onlar iman
hakikatlarına aklen, fikren ve kalben yaklaşırlar. Kör bir bağlılık ve taklid
uğruna bürhandan, delilden ve şahitten vazgeçmezler. Zaten, Kur’ân âyetleri,
başında ve sonunda, insanı düşünmeye, aklını kullanmaya, akıl ve kalbine
danışmaya çağırır…

Müslüman bilim adamları bilimcilik rahiplerini, Firavun’un
sihirbazlarını taklid etmeyi bırakmalıdırlar.

“Allah’ de-sonra onları oynadıkları bataklıklarında terket.”30

Çünkü materyalistler, Hâlık, Munazzım, Rahîm, Hakîm gibi ilahî
isimlere rastladıklarında, onları Allah’a değil, varlıkların kendilerine atfeder
veya hepten görmezden gelirler.

“Allah’ın (yalnız Ona mahsus) çok güzel isimleri vardır; o
isimler ile Allah’ı çağır. İsimleri hakkında sapanları bırak.”31

Materyalist bilim küfrün sonucudur. Ve küfür bütün çeşitleriyle
dalâlet ve yalandır. Jargon, bilimin bilgi ve kemal gibi sunulan yalanlarını
örtbas etmek için kullanılır.

Oysa, İslâm’ın esası ve temeli hakikattır. İman hakikat ve
dürüstlüktür. Hakikat ve yalan, iman ve küfür kadar birbirinden uzaktır. O
halde, İslâmî bilim ve materyalist bilimin ortak birşeyi yoktur. Biri semavî ve
“dikey”dir, yani herşeyi doğrudan Yaratıcıya bağlar. Diğeri arzî ve “yatay”dır,
yani herşeyi bir diğer şeye, sebepleri sonuçlara bağlar.

Meselâ güneş üzerine detaylı araştırmalar yapılmasında yanlış
birşey yoktur. İnsan etrafındaki eşyayı tanımak ve anlamak ister. Bu ihtiyaç
insan hakikatı araştırıp bulsun diye verilmiştir. Vahyi izlesin izlemesin, her
insan güneşin ne olduğunu bilmek ister. Onun hakkında bilgi toplamaya meyleder.
Bu noktaya kadar problem yoktur. Problem bilgi toplamaya niyetlenildiğinde
başlar: Niçin bilgi topluyorum? Onu nasıl kullanacağım? Eğer araştırmacının
niyeti Sanii tanımak değilse, buna göre bir araştırma metodu geliştirecektir.
Saniini bulmasına asla yol açmayacak türde sorular soracaktır. Meselâ, şunları
soracaktır: Güneşin dünyadan uzaklığı ne kadardır? Büyüklüğü ne kadar? Sıcaklığı
ne kadar? İçinde nasıl enerji üretiliyor?… vs. Cevapları edindikçe, meselâ
şuna hükmedecektir: “Güneş, çekirdeğinde, hidrojeni helyuma dönüştürerek enerji
üretir.”32 Böylece güneş bir put haline getirilir. Çünkü, bırakın
devâsâ bir enerjiyi, tek bir atomu hâsıl edebilmek için, güneşin tüm kozmosu da
husule getirmeye kâdir olmalıdır. Sonsuz ilim, kudret ve hikmet sahibi
olmalıdır. Kör, fani, mümkin ve cahil güneş için bu kadarı kesinlikle fazla! Bu
makalede “materyalist bilim” diye adlandırmakta olduğumuz şey, işte bu
“bilim”dir. Materyalist bilim adamlarının sorduğu, görünürde masum ve “objektif”
sorular, nasıl da saçmasapan sonuçlar, efsaneler ve hurafeler doğuruyor!
Dolayısıyla materyalistler, herşeyi, her sebebi, sonuçları ona atfederek
ilahlaştırıyorlar.

“O (iddia ettikleri) ilahlar kendilerinden kayboldular. İşte
sapmalarının ve yalan uydurmalarının sonucu bu oldu.”33

İslâmî bilime gelince, o yaratılışın hakikatını ve gerçekliğini
bulmak niyetiyle bilgi toplar. Araştırma metodunu buna göre geliştirir. Sebepler
perdesini kaldırmak ve onun ardındaki gerçekliği göstermek için sorular sorar.
İlk olarak hayatî önem taşıyan enerji, ısı ve ışığın güneşten geliyor olduğunu
görür. Onlarda saklı sonsuz faydalara bakar ve sorar: “Şu cansız güneş bu
faydalı enerjiyi üretecek ilim ve kudretin sahibi olur mu? Şuursuz güneş insana
ve yeryüzündeki tüm canlılara nasıl acıyıp şefkat edebilir?” vs… Sonra, meselâ
hidrojenin helyuma füzyonunu keşfeder ve sorar: “Hidrojen denilen basit ve kör
element hayatî enerjiyi temin etmek için helyuma dönüşecek ilim ve kudrete sahip
midir?” vs. … Sonra şuna hükmeder: Güneş o kadar faydalı sonuçları ve
böylesine ihatalı maksadları gütmek için gerekli hiçbir niteliğe sahip değildir.
Kadîr-i Mutlak ve Hakîm-i Mutlak olan, irade ve tercihe malik bulunan Birinden
başka hiçbir şey ne herhangi birşeye ne yaratabilir, ne bir onu bir amaç sahibi
kılabilir, ne de ona müdahale edebilir. Ve gördüğümüz gibi, bütün şeyler, güneş,
hidrojen ve helyum cansız, şuursuz, hedefsizdir. O halde onlar bir Kadîr-i
Mutlak’ın emrine tâbi birer kul olmalıdır. Onlar güneşi ve yoldaşı olan
gezegenleri, ve sair yıldızları yaratacak, kusursuz bir hikmetle onları göğe
yerleştirecek sonsuz kudret sahibi Birinin; ayrıca, tüm canlıları ve onların
ihtiyaçlarını bilen Birinin itaatkâr kulları olmalıdırlar. Güneşin Yaratıcısı ve
Mukaddiri herşeyi bilir ve herşey üstünde kontrol sahibidir. Onun lütuf ve
rahmeti tüm eşyayı kuşatır.

Bu yüzden, Müslüman bilim adamlarının vazifesi bilimsel malumatı
ve felsefenin “bilgi”sini yakmak ve nurlandırmaktır, tâ ki bu çarpıtılmış
bilimsel “bilgi” gerçek bilgi, marifetullah haline gelebilsin. Diğer bir
deyişle, Kur’ân’dan aldığımız dersle, bilimsel bilgiyi faydalı ve aydınlatıcı
yapmanın yolunu ortaya koymak zorundayız. Çünkü, bütün bilimlerin ve
marifetlerin en büyüğü, Allah’a imandır ve ondan kaynaklanan kudsî marifet-i
ilahiyedir.

“Muhakkak ki, kalbler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur.”34

Bilimcilikten vazgeçmek zorundayız. Çünkü bilimcilik yalnızca
sihirbazlık ve büyü öğretiyor. Bize ipleri nasıl canlı gibi göstereceğimizi;
cansız ve çarpıtılmış olgulara ve hakikatten uzak bilgilere, pragmatizm ve
jargon büyüsüyle nasıl hayattar, manidar ve gerçek bilgi gibi tanıtabileceğimizi
öğretiyor.

Oysa Kur’ânî metod, herşeyden âb-ı hayat-yani iman-ı billah ve
marifetullah-çıkaran nuranî bir asâyı andırır. Bize her yaratılmış mevcudda
nasıl Allah’ın isimlerine bakan ve Allah’ın varlığını ve birliğini tanıyıp
bilmemizi sağlayan bir pencere açılacağını öğretir. Musa aleyhisselâm asasıyla
vurduğu bir taştan oniki pınarın zuhuruna vesile oldu ve hiç müşkilat
çekmeksizin, onunla birlikte olanları susuzluktan kurtardı.

“Ve (hatırla ki) bir vakit Musa kendi kavmi için su istedi. Biz
‘Asanla taşa vur’ dedik. (Taşa vurunca) ondan on iki çeşme fışkırdı. Her bir
toplum kendi kaynaklarını öğrendi.”35

Kur’ân’ın metodu da, bir Kur’ânî asa olarak, her bir insana,
düzeyi ve anlayışı nisbetinde içeceği hayat suyunu, yani imanı tedarik eder. Her
birine kaynağını gösterir ve küfür susuzluğundan onu kurtarır.

Materyalist bilim objektif değildir, önyargılıdır

Materyalist bilim mevcudata kendileri namına ve dünyevî
faydaları hesabına bakar. Asla Sani’lerinden söz etmez, hatta Onu ima bile
etmez. Meselâ, yağmurdan söz ederken, şöyle der: “Suyun bulutlardan ‘düştüğü’
sıvı veya katı halde bulutlardan ‘düşmesi’ne yağış denilir. Yüksek bir hava
tabakasında bulunan su buharları ‘soğuyup yoğunlaştığı’nda, bir su damlacıkları
bulutu ‘oluşur.’ Bu damlacıkların çapı ancak bir milimetrekareden bile çok az
yer kaplar. Bulut damlacıkları küçük hava akımları tarafından ‘yukarıda
tutulacak’ kadar küçük olduğundan, bulutlar hemen yağışa dönüşmezler. Bir bulut
damlacığı ile bir yağmur damlası arasındaki tek fark onun ‘düşmemesi’ni ve
yağmur damlacığının ‘düşmesi’ni sağlayan hacimleridir… Bir bulut damlacığının
düşmek için yeterli ağırlığa ulaşabilmesi için, irileşmesi gerekir. Bulut
damlacıklarındaki yoğunlaşma, 0,02 milimetrekareye ‘ulaşıldığı’nda ‘yavaşlar.’
Ortalama bir yağmur damlası ise 2 milimetrekare civarındadır; yani bir bulut
damlacığından yüz kat daha büyüktür. Yere ulaşan yağışın biçimi (çiseleme,
yağmur, kar, sulu sepken veya dolu) bulutun tipine ve bulutun altındaki havanın
derecesine bağlıdır, vs…”36

Materyalist bilim cansız ve şuursuz bir sıvıyı, yani suyu çok
marifetli işleri başaran çok zeki ve güçlü bir madde olarak tarif eder. Suya tüm
yaratılış kanunlarını bilmeye yeterli bir zeka atfeder: Su kendi kendini
buharlaştırır ve yoğunlaştırır, damlacıkların hacmini ölçer, düşer vs.; ve bütün
bu görevleri ifa etmesine yetecek bir kudret atfeder, hava akımlarını ve
rüzgarları emri altına almak, bulutlar oluşturmak, vs.

Materyalist bilim suyun ne olduğunu açıklamaz. Onun yerine suyun
birçok mucizevî şeyi esrarengiz biçimde ‘başaran’ acayip bir madde olduğunu
öğretir. Talebelere dehşetli bir korkudan ve ürkütücü bir meraktan başka hiçbir
bilgi vermez. Gerçekte, böylesi bir ilim, şuur ve kudreti herşeyi bir sel içinde
mahveden basit, kör, âciz ve amaçsız suya atfetmek çılgınca bir hurafedir.
Materyalistlerin akıldan ne denli sapmış bir “bilim ve akıl erbabı” olduklarını
buradan anlayabilirsiniz; akıldan ne kadar da uzaktalar!

Sık sık, materyalist bilim, bir sapma ve hususî bir mesele
olduğunu iddia ettikleri Allah’a imana zıt olarak, objektif diye tarif edilir.
Oysa, asıl sapanlar materyalistlerdir. Herşeyin, Saniin varlığına ve birliğine
işaret ettiğini kabul etmek istemezler. Kudret ve ilim gibi mutlak sıfatlara
sahip olan birinin varlığını kabul etmenin bir hurafe, çizgisinden sapmış bir
spekülasyon olduğuna inanırlar. Fakat, öne sürdükleri alternatifin herşeyin bu
mutlak vasıflara malik olduğunu ima ettiğini; yani herşeyi bir ilaha
dönüştürdüğünü de anlamazlar. Mutlak kudret sahibi tek bir Yaratıcının varlığını
tasdik etmekten kaçarak -kabul etsinler, etmesinler- mutlak anlamda kabul
edilemez bir hurafe olan sonsuz tanrıları ve idolleri kabul etmeye mecbur
kalırlar.

“İşte, yaratan ile yaratmayan bir olur mu? Neden
düşünmüyorsunuz?”37

“Allah’tan başka çağırdıkları mabudları hiçbir şey yaratamazlar.
Çünkü onların kendileri yaratılıyorlar. Onlar ölüdürler, diri değiller. Ne zaman
dirileceklerini de bilmezler. Mabudunuz tek bir ilahtır. Fakat ikinci dirilişe
inanmayanların kalbleri (bu hakikatı) kabul etmez. Çünkü onlar büyüklük
taslıyorlar.”38

İslâmî bilim “kâinat kitabı”nı okur

İslâmî bilim meselâ yağmur hakkında nasıl konuşacaktır? İlk
olarak, Müslüman bilim adamının hedefi Kâinat Kitabını nasıl okuyacağını
öğrenmektir.

“Yaratan Rabbinin adıyla oku!”39

O Kâinat kitabında bir sayfa olan yağmuru ilâhî sıfat ve
isimleri tanıttırmak için ele alacaktır. İslâmî bilim, tıpkı Kur’ân gibi,
mevcudatı kendileri için değil, Yaratıcılarını keşfetmek için çalışmalıdır.40

İslâmî bilimin vazifesi,

“Hiçbir canlı yoktur ki, Allah onu perçeminden tutmuş olmasın
(yani, O, onun üzerinde tam bir konrol sahibi, ve o Ona tamamen bağımlı
olmasın).”41 âyetinin belirttiği üzere, herşeyin “dikey bir biçimde”
Saniine bağlı olduğunu ve her bir şeyin diğer tüm şeylerle bu dikey bağ
vasıtasıyla ilişkili olduğunu göstermektir. O eşyanın “yatay biçimde,” yani
sebep-sonuç ilişkisiyle birbirine bağımlı olmadığını gösterecektir. Onların
görevi kozmosta hüküm süren nihayetsiz düzen, kudret, ilim, rahmet vs.ye işaret
etmek; kâinatta kanunlar biçiminde görünen bu şeyleri göstermek ve sonra bu
kudret, ilim ve rahmet kanunlarını formüle etmektir. Bu ilahî kanunlar
“dikey”dir; nedensel değildir. Gerçekte, bu kanunları, ancak eğer illiyetin bir
yanılsama, bir mit olduğunu idrak edersek anlayabiliriz.

Bütün bu çalışmaların nihaî hedefi imansız olanı imana getirmek,
imanı zayıf olanların imanını güçlendirmek ve imanı taklidî olanların imanını
tahkikî kılmak olacaktır. İslâmî bilim imanı tahkikî olanlara bile fayda
sağlayacaktır. Onların, -bütün gerçek kemalin temeli ve vasıtası olan-
marifetullahta mertebe katetmesine yol açacaktır. Ve bu gerçekten çok kudsî bir
hedeftir.

Dipnotlar

1. bkz. Kur’ân, 10:31-32

2. bkz. Kur’ân, 30:50

3. bkz. Kur’ân, 16:66-69

4. bkz. Kur’ân, 80:24-32

5. bkz. Kur’ân, 35: 27

6. bkz. Kur’ân, 19:35; 32:82; 40:68

7. bkz. Kur’ân, 17:44

8. bkz. Kur’ân, 32:7-9

9. bkz. Kur’ân, 16:66

10. Hikmet ve Kitab Kur’ân’ın birçok âyetinde birlikte
zikredilir. bkz. Kur’ân, 2:129; 2:151; 2:231; 3:48; 3:164; 4:54; 4:113; 5:110 ve
62:2

11. bkz. Kur’ân, 62:1

12. bkz. Kur’ân, 7:185

13. bkz. Kur’ân, 50:6

14. bkz. Kur’ân, 81:1

15. bkz. Kur’ân, 82:1

16. bkz. Kur’ân, 84:1

17. bkz. Kur’ân, 39:68

18. bkz. Kur’ân, 57:4

19. bkz. Kur’ân, 27:93

20. Haman Kur’ân’da Firavun’un başsihirbazıdır.

21. bkz. Kur’ân, 53:23. Ayrıca bkz. 7:71, 12:40

22. bkz. Kur’ân, 36:38

23. bkz. Kur’ân, 71:16

24. bkz. Kur’ân, 17:44

25. bkz. Kur’ân, 24:41-42

26. bkz. Kur’ân, 41:37

27. bkz. Kur’ân, 7:116

28. bkz. Kur’ân, 7:117-118. Ayrıca bkz. 26:45

29. bkz. Kur’ân, 53:28-29

30. bkz. Kur’ân, 6:91

31. bkz. Kur’ân, 7:180

32. Bu cümle bir okul kitabından alınmıştır.

33. bkz. Kur’ân, 46:28

34. bkz. Kur’ân, 13:28

35. bkz. Kur’ân, 2:60

36. Bu olgular bir okul kitabından alınmıştır.

37. bkz. Kur’ân, 16:17

38. bkz. Kur’ân, 16:20-22

39. bkz. Kur’ân, 96:1

40. Kur’ân varlıklardan âyetler olarak söz eder.

41. bkz. Kur’ân, 11:56