Modern dönemde insan topluluklarının akılcı çözümler sayesinde
cennetimsi bir huzur içinde yaşayacağına olan inancın ne kadar büyük bir safsata
olduğunu yaşadığımız şu postmodern günlerde, bu iyimserliğin bir parçası olan
ulus-devlet, hatta devlet de sorgulanması gereken önemli bir konu olarak
karşımızda durmaktadır. Bu konuya giriş mahiyetinde olarak öncelikle homojen
özellikler gösteren Vatandaş’ı muhatap almak suretiyle üniterliği esas tutan
klasik ulus-devlet pratiğinin, postmodern değerlerle çatışma halinde bulunduğunu
tespit edelim. Nesnellik yerine öznellik, doğru yerine doğrular, birlik yerine
çokluk, mutlak yerine görecelilik gibi ögeleri önceleyen bu postmodern değerler,
toplum düzenlemesini ele aldığımız vakit, ulus içinde etnik ve kültürel
unsurları, tek tip vatandaş yerine kendini gerçekleştirme yolundaki bireyi,
merkezi yönetim yerine yerel yönetimleri, yol gösterici devlet yerine yol açıcı
devleti, buyurgan devlet yerine hizmetçi devleti vb. ön planda tutmaktadır.

Bu dönüşümün arkasında, kendi meşruiyetini kendinde bulan
"kutsal" devletin baskısına insanların giderek artan demokratik itirazları
yatmaktadır. Açıkçası, birey ve kültürel gruplar, yukarılarda birilerinin
kendileri adına ama kendilerini "takmadan" icraatta bulunmalarından bıkmıştır.
Dolayısıyla, ayağı kaydırılan birey ve kültürel grupların kendini yeniden ispat
etme çabaları ya da içine düşürüldükleri bu duruma tepki göstermeleri belki de
en belirleyici etken olarak gözükmektedir. Çünkü, ulus-devlet zoruyla "ulus
ölçeğinde" yaşamaları ve kendilerini "yok" saymaları sonucunda bitkisel hayata
giren, onlardan başkası değildir. Ve tam da bu nedenle, yani ulus-devletin,
yaşam alanlarını işgal edip kimliklerini ezmesi nedeniyle o ulus için de "var"
olamamışlardır.

Dolayısıyla, farklı bireylerin ve kültürel grupların bir ulus
şemsiyesi altında birleştirilmesinde yaşanan bu zorluğun altında yatan temel
neden, aslında, ulus-devletin "toplumu üstten dönüştürme" projesi olmasına, yani
toplumun gerçeklikte olan deseninin farklılaştırılmaya çalışılmasına alttan
gösterilen tepkidir. Çünkü bu proje, paylaşılan bir tasarım değil, dayatılan bir
tasarımdır. Bu, bize, projenin temelinde doğrunun kendi tekelinde olduğunu
düşünen birilerini haber vermektedir. Bu birileri "doğruları" bildiklerini
varsaymakta ve tam da bu nedenle onları "bilmeyenler" adına da uygulama hakkını
kendilerinde görmektedirler. Üstelik bu hak, "doğru" adına kullanıldığından bir
fazilet gereği olarak da düşünülmektedir (emperyalizm de kendisini böyle bir
fazilet kılıfı içerisinde sunmaktadır). Ancak bu düşünce, sahiplerinin
kendilerini hiyerarşik olarak farklılaştırmalarından dolayı geriye kalanları
zorunlu olarak ötekileştirdiğinden, taraflaştırıcı bir etki göstermekte ve
insan, psikolojisi gereği, doğru bile olsa kendine danışılmaksızın ve
paylaşılmaksızın üzerinde yapılacak bu türden herhangi bir tasarrufa tepki
göstermektedir. Kaldı ki, bu otoriter yaklaşımların "doğru olmayan" birşeyleri
dayatmalarının da mümkün olduğu unutulmamalıdır. Bu şartlar altında, felsefe
eksenli olarak gayet yerinde sos-yolojik tespitleri olan Etyen Mahçupyan’ın
gördüğü gibi, modernizme karşı postmo-dernizmin ve yanısıra dini ve demokratik
değerlerin yükselişinde farklı birey ve grup ların doğru adına bile olsa böyle
bir benzeşme sürecine sokulma neticesinde yok olmaya maruz bırakılmış
kimliklerini, ortaya koyma açlıkları yatmaktadır. Çünkü bu değerler, kamusal
alanı daraltıp özel alanları genişletme yoluyla toplum dese-ninde heterojenliğe
izin veren öncüllere sahiptirler.

Kim ne derse desin, modern bir proje olan ulus-devletin birey ve
grupların yaşam alanları açısından bir tehdit olduğu artık inkar edilemez bir
gerçektir. Dolayısıyla üzerinde durmamız gereken asıl sorun, modern değerlerin
bizi kucağına oturttuğu bir iktidar sorunu; yani iktidar odaklarının kendi
"doğrularını" halka dayatması ve buna karşı çıkılması sorunudur. Üstelik bu
iktidar sorununun, sanıldığı gibi sadece iki tarafı değil; medya, hükümet,
devlet, ordu, sivil ve kültürel gruplar gibi çok tarafı vardır. Çözümün zorluğu
da, bir bakıma bu parçalanmaya uğramış iktidardır. Parçalanmış bu iktidar, Edgar
Morin’in belirttiği gibi, kozmosu birarada tutan Tanrı’dan bağın koparılmasıyla
özerkleşen her alanın, varolmak için kendi meşruiyetini kendinde aramaya
başlamasının sonucudur. Örneğin, medya kendi meşruiyetini halkın doğru haber
alma hakkında bulur ama, diğer iktidar odaklarıyla savaşmak için sırtından
geçindiği insanlara yalan haber sunmakta da hiçbir beis görmez—tıpkı halka dönüp
onları devlete karşı savunduğuna, sonra devlete dönüp halkı uyutarak ona yardım
ettiğine inandırmaya çalışması gibi. Şu halde, kendi kendineleşmek
(oto-nomlaşma), "varolmanın dayanılmaz adili-ği"ni zorunlu olarak beraberinde
getirmiştir.

Ulus-devlet projesine geri dönersek, bu projenin gerisindeki
zihniyetin kaynağı, total(iter) olan modern değerlerdir. Sözgelimi, "O,
psikoloji alanında otoritedir" derken kasdettiğimiz otorite olgusu, modern
değerlerin çocuğudur. Bunun öncesine baktığımızda, bilgi, sanki bir grubun
ulaşmaya çalıştığı sabun kalıbı gibi somut birşey olarak algılanır. Gruptan
herhangi birisinin bu bilgiyi elde etmesi "grup puan hanesi"ne yazıldığından,
diğer üyelerin de ondan faydalanacağı anlamına gelir. Ancak, gruptaki diğer
üyelerin bunu kabullenmemesi durmayı gerektirmez, çünkü "doğrunun hakimiyeti"
misyonu buna izin vermez! İşte tam da bu nedenle bilginin mutlaklığını kabul
eden bu totaliter zihniyet, tekleştirici ulus-devlet projesine, tekelci merkezi
yönetime yönelmede tereddüt değil, bilakis azim gösterir. Eğitimi de zorunlu
kılar ve benzeştirir; süresini ise mümkün olduğu kadar (en az 8 yıl) uzatmaya
çalışır. Öte yandan, meşruiyetini dayandırabileceği devasa bir teknoloji
tecrübesi bütün haşmetiyle ortadadır. Yani haklılık, gerçeklikle sınanmıştır;
mesela tarladan bir birim ürün alırken, şimdi yüz birim ürün alan insanın
nankörlüğe nasıl hakkı olabilir!

İşte bu "fabrika zihniyeti," benliklerini kainata kazımayı amaç
edinmiş insanlardan başkasının işi olamaz. Çünkü kainata sahip çıkmak,
bilinmeyeni literatürden silmek ve sahip olunan üzerinde azami ölçüde tasarrufta
bulunmakla olur. Dolayısıyla herkes ve herşey, basit bir dişliye indirgenir
orada. Dişliler, kendisinden bekleneni yapar—ne fazla, ne eksik. Bu zihniyette,
bir dişlinin yapacaklarını önceden kestirememek otoriteyi dumura uğratacağından
kriz yaratır. Sürpriz, bu yüzden sevilmez. Doğru ise, sadece o fabrikadan çıkan
mamüldür ve bu nedenle tektir.

Bu zihniyetin toplum hayatındaki tezahürüne baktığımızda,
örneğin, Fatih Çarşamba’da bazı insanların —bırakın asayişe yönelik herhangi
aykırı bir davranışı—huzuru temin ediyor olmaları bile, "fabrika zihniyetliler"
açısından inançlarını rahatça yaşamalarına yeter gerekçe sağlamaz. Çünkü ne
zaman ne yapacakları kontrol altında değildir. Üstelik, onlar dişli olarak
kendilerinden bekleneni yapmamakla kalmamakta, dişli olmamaya da kendi
kendilerine karar vermektedirler. İşte bu, bir iktidarın dayanamayacağı tek
şeydir: ciddiye alınmamak. Çünkü muhalefet etmek, iktidarın gücünü muhatap almak
ve tam da bu nedenle aynı paradigma içinde kalmak demektir. Siz de bilirsiniz
ki, yetişkin bir insanı en çok sinirlendiren şey, karşısındaki çocuğun verdiği
emre karşı gelmesi değil, bu emre tepkisiz kalmasıdır. Çünkü emre muhalif olan
çocuğun, iletişime devam etmesinden dolayı bir şe-kilde ikna edilebilmesi
mümkündür. Ancak emre tepkisiz kalan çocuk iletişimin kendisini reddediyor
demektir. Bu da, ancak yetişkini ciddiye almıyor oluşundan kaynaklanabilir.
Böyle bir durumda yetişkinin iktidarını dayatmak için yapacağı tek şey, tepki
vermeyen çocuğu hırpalamak olacaktır. Aynen Fatih Çarşamba’da hiçbir suç
işlemeyen insanlara reva görülenler gibi. Şurası gayet açıktır ki, ulus-devletin
gerisindeki totaliter zihniyet, kendi başına hiçbir zaman demokrasiyi hayata
geçirecek değildir. Çünkü demokrasi, "bilmeyen" bir yığın insana söz hakkı
vermektedir.

Bu zihniyetin bir altında yer alan "dünyevi" diye
adlandırabileceğimiz zihniyete göre ise, iktidarın aşkın bir varlığa değil de
salt kendisine o gücü veren halka karşı sorumlu olması, sorunu pragmatik bir
çerçeveye oturtmakta, bir tür menfaat/çatışma ilişkisine indirgemektedir. Bu
açıdan baktığımızda, yani ilişkilerin fayda prensi-bine göre yürüdüğü bir
vasatta iktidarın kendilerine devredildiği yönetici sınıf bu erki kötüye
kullanabiliyor olduğunda, kullanmaması için ortada hiçbir "ahlaki" engel yoktur.
Çünkü kendisine karşı sorumlu olunan halkın bu sorumluluğu denetleyecek gücü
olmadığında halka karşı sorumlu olmanın da pragmatik ahlak çerçevesinde herhangi
bir anlamı kalmaz. Faydacılık felsefi kökü itibariyle zaten faydadan başka bir
"fazilet" tanıyor değildir. Bu "fazilet" öyle bir moral değerdir ki, başkasına
bir iyilik yapılıyorsa, bu iyilik sahibine fayda olarak geri döneceği ya da
sahibinin şimdiye kadar elde ettiklerine bir zarar gelmemesi olasılığını
arttıracağı içindir. Dolayısıyla diğergam değil, bencildir. Bu şekilde
düşünüldüğünde, sözgelimi, ezilen işçi sınıfının iktidarı ele geçirdiğinde
geriye kalanları ezmemesi veyahut yapılan bir devrimden sonra işçi sınıfı adına
iktidara vekalette bulunanların aynen 1917 Ekim Devrimi sonrasında olduğu gibi
bu iktidarı devretmeleri için hiçbir neden yoktur. Dolayısıyla mutlakı
yeryüzünde bulmayı ümit eden bütün ideoloji ya da inançlar, istisnasız olarak
faziletsizdir.

Sonuç olarak, toplumsal tasarımların yeniden gözden geçirilme
vakti çoktan gelmiştir. Bu sürecin hızlandırılmasında tek tek bireylere ve
kültürel gruplara düşen görev, kendi kimliklerini ve normlarını olabildiğince
korumaya çalışmalarıdır. Ancak, bu onların devlet mekanizmasıyla savaş vermeleri
anlamına da gelmez. Üstelik, kimliklerini korumaları için kutuplaşmasız bir
ortama ihtiyaç duyduklarından, bu onlara birşey de kazandırmaz. Unutmamalı ki,
iktidara diz çöktürecek olan şey, muhalefet değil, onu ciddiye almamaktır.