Konuya girmeden evvel şu tesbiti yapmanın yararlı olduğunu
düşünüyorum: Yaklaşık 1990’larda yükselişe geçen bu mesele on yıla yakın bir
süredir Türkiye’de tartışılıp duruyor. Bu süre içerisinde hem Aleviler, hem
Sünniler bu mesele üzerinde çok şey söylediler, söylüyorlar; çeşitli
toplantılar, yayınlar yaptılar, yapıyorlar. Buna rağmen ben hem Aleviler’in hem
de Sünniler’in bu meseleyi yeterli bir bilgi birikimi kılavuzluğunda ve doğru
bir yaklaşımla, iki tarafın geleneksel önyargı ve ideolojik şartlanmaların
bulaşığından, tepkisel tavırlarından arınmış bir biçimde ele aldığını
söyleyemeyeceğim. Bunun böyle olmasını da bir dereceye kadar başlangıç için
tabii karşılıyorum. Uzun yüzyıllar birbirine kapalı kalmış iki kesimin, birden
bire soğukkanlı bir yaklaşımla birbirlerini tanımaya yanaşmalarını beklemek
şüphesiz ki sosyoloji kurallarını bilmemek demek olur. Ancak aradan on yıla
yakın bir süre geçtikten sonra artık bu tepkisel tavırların yavaş yavaş ortadan
kalkması ve gerçekçi, bi-limsel bir zemine oturtulması gerekirdi. Oysa böyle bir
durum hâlâ söz konusu değil.
Normalde böyle bir durumda taraflara soğukkanlı bir yaklaşım
telkin edip yol gösteren bilim çevreleri olmak gerekir. Ama Türkiye’de bilim
çevreleri—Türkiye için hayati önemi haiz daha pek çok konuda olduğu gibi—hem
bilgi birikiminden yoksun, hem de genellikle resmi ideolojiye bitişik bulunduğu
için üzerlerine düşen rolü oynayamadılar. Bu role soyunanların çoğu, Aleviliği
anlamak yerine, çarçabuk edinilmiş yüzeysel bilgi ve yarım yamalak gözlemlere
dayanarak, genelde devletin veya tarafların kendi beklentileri doğrultusunda
uygun cevaplar bulmaya yönelik niteliksiz iddialar, tahliller ve yorumlarla
ortaya atıldılar. Oysa Alevilik gibi çok karmaşık bir meseleyi anlayabilmenin
her şeyden evvel uzun bir bilgi ve gözlem birikimi istediği bugün çok daha açık
bir biçimde ortada duruyor. Sonuçta geçen on yıla yakın süre içinde başlanılan
noktadan öteye gidilemedi. Aleviler kendilerini çağdaş kavramlarla propaganda
etmenin, Sünniler ise onları dolaylı ve dolaysız yoldan, “doğru inanca” çekme
veya yargılama gayretinin dışında hiçbir şey yapmadılar. Taraflarca yapılan
yayınlar—çok azı hariç—hâlâ bu çizginin dışına çıkmış değil. Bu arada Aleviliğin
“İslam’ın içinde mi yoksa dışında mı olduğu” gibi, kanaatimce tamamiyle lüzumsuz
ve faydasız, üstelik tehlikeli bir tartışma başlatılarak Aleviliğin anlaşılması
önlendi. Bu katkıyı sağlamaya çalışanlar ise ya ciddiye alınmadılar veya çeşitli
yaftalarla damgalandılar. Şimdi bu açmazdan çıkmak, Aleviliği, dolaylı yollarla
onun gerçek İslam çizgisinde olmadığını ihsas eden, bulunduğu çizgiyi terk edip
doğru çizgiye getirilmesini amaçlayan sorularla zaman kaybetmek yerine, onu
anlamaya çalışmanın zamanı olduğunu düşünüyorum.
Kanaatimce—Aleviler’i Sünni inanca yönlendirme amacını taşıdığı
için daha çok Sünni kesim tarafından ısrarla üzerinde durulan—“Aleviliğin İslam
inincının neresinde olduğu?” sorusu bugünkü durumda Türkiye’de Aleviliğin ne
olduğunu anlamaya en ufak bir katkı getirmeyeceği gibi, aksine bilgisiz ve
yeteneksiz, hatta daha korkutucusu, kötü niyetli ağızlarda çok tehlikeli
tartışmaların doğmasına, birbirine yaklaşmak yerine, iki tarafın keskin tavırlar
içerisine girmesine yol açacağına kesin nazarıyla bakılmalıdır. Böyle bir
yaklaşım, tarafları zaten manipüle eden ve etmekte olanlara bekledikleri fırsatı
yaratır. Bu itibarla konuyu bu noktadan almak tamamiyle yanlıştır. Üstelik bu
yaklaşım, Aleviliği kendi tarihsel ve kültürel şartları içinde, kendi kavramları
ve kendi mantığıyla anlamaya çalışmak yerine, Sünni mantık ve kavramlarla
anlamaya çalışma gibi yanlış bir sonucu, dolayısıyla Aleviliği hiç anlamama
sonucunu doğuracağı için de anlamsız bir yaklaşımdır.
O halde nasıl hareket etmelidir? Daha önce de çeşitli yerlerde
sözlü veya yazılı olarak pek çok defalar ifade etmeye çelıştığım gibi, bugünkü
durumuna bakıp Aleviliği Şiilik ve dolayısıyla Ehl-i Beytle ilişki noktasında
ele alarak “ileri derecede bir Hz. Ali ve Ehl-i Beyt muhabbeti” şeklinde
algılamak kadar tarihsel sürece ters düşen bir yaklaşım olamaz. Kanaatimce
Aleviliği doğru anlamanın tek yolu, Aleviliğin tarihini başlangıçtan bu güne
uzanan bir süreç içinde Safevi öncesi ve Safevi sonrası olarak iki planda ele
alarak incelemektir. Birinci dönem İslam’ın Orta Asya’da çeşitli Türk zümreleri
arasında yayılmaya başladığı tarihten (X. Yüzyıl) XV. Yüzyıl sonlarına kadar
gelir. Bu tarih-ten itibaren Anadolu’ya gelinceye kadar olan süre içinde
algılayış ve anlaşılış biçimlerini, bu algılamayı yapan zümrelerin toplumsal
yapılarıyla ilişkilendirerek sos-yolojik ve tarihsel perspektif çerçevesinde
gözlemlemek gerekir. Bu süreç ise bizi, İslam’ın kitabî yorumuyla pek çok yerde
örtüşmeyen, daha çok eski inançlar ve geleneklerin hakimiyetinde yüzeysel bir
İslam anlayışından ibaret bir çeşit İslam heterodisisi gerçeği ile karşı karşıya
bırakır.
Safevi propagandası, aslında Oniki İmam Şiiliğindeki bilinen bir
takım unsurları alarak merkezinde Hz. Ali’nin bulunduğu bir teoloji halinde,
işte bu temelin üzerine aşılamak suretiyle Aleviliği (ama asıl tarihsel adıyla
Kızılbaşlığı) bugün bildiğimiz haline getirdi. Bu teolojinin temelinde, XV.
Yüzyıldan bu yana söylenegelen nefeslerin çok açık seçik ortaya koyduğu üzere,
Muhyiddin-i Arabi tarzı bir Vahdet-i Vücut anlayışından ötede, Hallac-ı Mansur
tarzı panteist bir Tanrı inancı yatar. Böylece Türkiye’de daha XIII. Yüzyıldan
beri var olan heterodoks İslam anlayışı, XVI. Yüzyılda, ne Sünniliğe ne de On
İki İmam Şiiliğine benzemeyen başka bir ifadeyle ortodoks olmayan (heterodoks)
bir İslam mezhebi haline gelmiş oldu ve bugüne kadar geldi. Burada “mezhep”
kelimesini dar anlamda klasik bir kelam veya fıkıh terimi olarak değil, daha çok
sosyolojik anlamıyla sekt (secte) yerine kullanıyorum. Alevilik gerçekten de bir
sekttir. Bu olay Türkiye topraklarına mahsustur ve Balkan Aleviliği de
bunun—bazı yerel özellikler kazanmış—bir uzantısıdır. Bu Alevilik, daha doğrusu
Kızılbaşlık, ne İran Şiiliğine, ne de Hatay (yahut Suriye) Ale-viliği diye de
bilinen Nusayrilik’e benzer.
Genellikle Türkiye’de resmi ideolojiye yakın bir takım Sünni—ve
hatta bazı Sünniliğe yakın Alevi—akademisyen ve araştırmacıların kabule
yanaşmadıkları bu perspektif, bugün bilimsel araştırmaların ortaya koyduğu ilmen
en geçerli perspektiftir.
Burada meseleyi böyle görmek istemeyen—genelde bu konuda
yüzeysel bir takım bilgilere ve gözlemlere sahip—söz konusu çevrelere şu soruyu
sormak gereki-yor: Aleviliğin Sünnilikten farklı olduğu, ayrıca bilinen klasik
On İki İmam Şiiliğiyle—çok yüzeysel bir benzerlik hariç—en ufak ilgisi
bulunmadığı açık seçik ortada bulunduğuna göre, Alevilik bir takım Türk
zümreleri içinde oluşmuş (şartları ve özellikleri ehlince malum) bir İslam
heterodoksisi değilse nedir? Bahsettiğim kesim bu sorunun cevabını bu güne kadar
veremediği gibi, bundan sonra da veremiyecektir.
Ben, işte kısaca—ve bu sebeple mecburen çok konsantre bir
şekilde—yukarıda açıklamaya çalıştığım yaklaşımla Alevilik olgusunu bu sağlam
tarihsel perspektif ışığında dünden bugüne getirerek anlamaya çalışmalıdır. Bu
tarihsel arkaplanın sağlam bir şekilde kavranmaması, Aleviliğin bu gününün
anlaşılmasını engeller. Çünkü Alevilik bu tarihsel arkaplanın ürünüdür. Bu
arkaplanı yeterince anlamadan Aleviliğin bu günkü durumu üzerine yazıp
çizenlerin, spekülasyon üretmekten başka bir kazançları olacağını sanmıyorum.