Alevilik nedir? Bir din mi? Mezhep mi, yoksa folklorik bir
öğe midir?
Alevilik ne bir din, ne mezhep, ne de folklorik bir öğe
değildir. Alevilik bir meşreptir. Ana kaynak olan Kur’an ve sünneti biraz farklı
biçimde yorumlama, yararlanma, yaşama tarzıdır. Alevilerin dini İslam’dır. İran,
Irak, Suriye, Lübnan, Yemen, Pakistan, Afganistan, Tacikistan ve Azerbaycan’da
Şii yada Alevi diye tanınan Müslümanlar mezhepte Caferi, İmami, Nusayri, Dürzi,
Zeydi, İsmaili gibi isimlerle anılarlar. Fakat Türkiye’de Alevi ve Beştaşilerin
neredeyse hemen hepsi Caferi olduklarını söylerlerse de bu yanlıştır. İmam Cafer
Sadık sevgisi insanları bu şekilde söylettirmektedir. Halbuki Caferiler ile İsna
Aşeri farklıdır. İsna Aşeri, On iki İmam inancına dayanır. Caferilikte bu
yoktur. Türkiye Alevi ve Bektaşileri İsna Aşeri’dirler, yani Oniki İmamcıdırlar.
İsna Aşeri’nin ise Caferilik gibi temel bir mezhep anlışışı yoktur. Türkiye’de
yaşayan alevi-Bektaşilerin hemen hepsi de ibadet ve yaşantılarında,
ezan-abdest-namaz-oruç-hac-nikah-cenaze-bayram vs. ibadetleri başta olmak üzere
tamamen Hanefi fıkhına, yani Hanefi mezhebine göre yaşarlar. Örneğin, Türkiye’de
hiçbir Alevi köyündeki, mahallerindeki camide okunan ezanda, “Eşhedü enne
Aliyyun Veliyyullah” denilmez. Zaten bu, İran’da Caferiler’in uydurmasıdır.
Bid’at’tır. İmam Cafer Sadık’ın bile böyle bir içtihadı, görüşü, ezan okuyuşu
kaynak kitap-larda yoktur. Hiçbir Türkiye Alevisi abdest alırken çoraplarının
üzerine mesh etmez, namaz kılarken secdede alnına değecek şekilde Kerbela
toprağı, Necef toprağı gibi bir bidat ve hurafeye sahip değildir. Dünyanın
hiçbir yerinde hiçbir Müslüman genel olarak namazlarını çok farklı bir şekilde
kılmazlarken, sadece Caferiler’de bu farklıdır. Hiçbir Alevi kendisinin Hanefi
olduğunu da kabul etmez. Halbuki, bu bir bilgi eksikliğidir. Çünkü, Hanefiliğin
imamı olan İmam Azam Ebu Hanife de İmam Cafer Sadık’ın öğrencisi, hatta üvey
evladıdır. Dolayısıyla Hanefiler de, aslında Alevi meşreptirler. Çünkü, meşrep
kelimesi mezhep kelimesinden daha genel ve daha önce gelir. Günümüz Alevi ve
Sünnilerin sosyal yaşantı ve düşüncelerine bakarak hüküm vermeye kalkmak yanlış
olur. Dört hak mezhep diye bilinen Hanefi, Şafi, Maliki, Hanbeli mezheplerinin
imamlarının, dini önderlerinin Alevi meşrep olmadığını hiç kimse ispat edemez,
Çünkü Alevi meşreptirler. Ancak, daha sonraki Şii, Caferi, Nusayri,
İsmaililer’den değildirler. Esas, asıl, gerçek ilk kaynaklarda aranmalıdır.
İlimsiz inanç, sakattır, aksaktır, eksiktir, yanlıştır, zararlıdır.
Aleviliği İslam inancı içinde nereye oturtabiliriz? İman ve
ibadet esasları Aleviler için neyi ifade eder?
İlk Aleviliği, İslam inancı içinde, tam ortaya oturtabilirsiniz.
Günümüz Aleviliği de şu anda merkezin biraz kenarında gibi görünmekle birlikte,
yine de İslam’ın merkezindedir, ortasındadır. Çünkü, Türkiye’de Aleviler sadece
Doğu Anadolu’da yaşamıyorlar. Orta, Güney, Kuzey ve Batı Anadolu Alevilerini hiç
hesaba katan yok. Halbuki gerçek Alevilik buralarda. Doğu Anadolu Alevileri
tarihi, siyasi, coğrafi ve diğer pek çok nedenlerden dolayı Kitap ve Sünnet’ten
çok uzun süre uzak kaldılar. Şu anda onların iman ve ibadet esasları açısından
bilgi ve yaşantıda çok farklı şekilde geride kalmaları, hem kendilerinin hem de
Sünnilerin suçudur, eksikliğidir. Bunda Emevilerin, Abbasi-lerin, Safevilerin,
Osmanlının büyük sorumluluğu, daha doğrusu sorumsuzluğu vardır. Gerçek Aleviliği
samimi bir şekilde bilmek, tanımak, görmek istiyorlarsa, gelsinler, benim köyümü
yerinde incelesinler… Kütahya-Emet-Bahatlar köyü, Antalya-Elmalı-Tekke köyü,
Ankara-Beypazarı-Köseler köyünü incelesinler. Üniversite yüzü görmüş üç-beş
Marksist’in, Ateistin masa başı fikir yürütmeleriyle bir toplum hakkında
sağlıklı karar verilemez. Pir Sultan Abdal’ı okumadan, anlamadan, O’nun İslam
esaslarını kavramadan Aleviliği anlayamazsınız. Adamın biri kalkmış, “Ali’siz
Alevilik” diye kitap yazmış. Böyle bir Marksist’in yazdığı kitaplara
bakıyorsunuz, arkasında maalesef yüce devletin istihbarat bilgileri yada
kaynaklarının kullanıldığını görüyorsunuz. Böyle devlet anlayışı olmaz. Hiç
kimse, hiçbir devlet bu yollarla kendi halkının sorunlarını çözemez. Çünkü
müstamel, kullanılmış, pis su ile abdest alınmaz.
Alevi öğretisi içinde Ehl-i Beyt’in yeri nedir? “Şiayı
Velayet”, “Şiayı Siyaset”, “Şiayı Hilafet”in taşıdığı anlamlar ne-lerdir?
Bunlar başlı başına geniş ve uzun konular. Şu anda konuyu
dağıtmaya gerek görmüyorum. Ancak şurası bir gerçek ki, Alevi ya da Sünni hemen
her Müslüman Ehl-i Beyt sevdalısıdır.
Aleviliğin felsefi kökenleri nelerdir? Panteist tanrı
felsefesinin Alevilik öğretisinde yeri nedir? İslam’ın Tanrı anlayışıyla farkı
nedir?
Kitap, Sünnet, İcma ve kıyas ile birlikte, Hz. Ali, Ehl-i Beyt
ve On iki İmam sevgisinden, bağlılığından kaynaklanan sığ, dar çerçeveli bir
düşünce yapısı; Emevi-Abbasi baskı ve zulümleri, Selçuklu-Osmanlı devlet ve
sosyal yapısının gelişmeci ve aynı zamanda kuralcı özellikleri; Safeviler gibi
saltanat davası güdenlerin, Hasan Sabbah’taki gibi Batıni düşüncelerin, İslam
düşmanı Hıristiyan ve Yahudi bağ-nazların, eski Anadolu, Helen-Grek çok Tanrıcı
sapık düşüncelerine ve hatta son yüzyılın yüzkarası Marksist ideolojinin
kalıntıları, izleri; kolaya kaçma, cehalet, geçmişin medrese, günümüzün
üniversite kurumlarından yararlanamama; bazı bağnaz Sünnilerin olumsuz
yaklaşımları ve Alevileri dışlamaları; her iki taraftaki üstünlük düşüncesi,
çekememezlik, aşırı dedikodular vb. pek çok nedenler Aleviliğin felsefi
kökenlerini oluştururlar.
Hz. Ali’yi aşırı sevgiden dolayı tanrılaştıran tarih kalıntılı
birkaç yanlışlıktan dolayı, tün Alevileri suçlamak doğru olmaz. Alevilerin
Sünnilerden bu konuda farkı yoktur. Tanrı Allah’tır. Peygamber Hz. Muhammet’tir.
Hz. Ali’de Halifelerin en önemlilerinden biridir.
Aleviliğin kolları (Bektaşilik, Caferilik, Rafızilik vs.)
arasındaki farklılığın sebepleri nelerdir?
Bazı farklılıklar olmakla birlikte, temel inanç esasları
aynıdır. Caferilik hakkında genel birkaç cümleyi yukarıda söyledik. Rafızilik,
İmam Zeyd dönemi ile ilgili siyasi bir kelime iken, daha sonra bu kelime Osmanlı
döneminde tüm Alevi-Kızılbaş-Şii çevrelere hitaben suçlama unsuru olarak
söylenmiştir. Rafızi kelimesi aslında, İmam Zeyd’i terkeden, Ona nankörlük eden
ve karşı tarafa, Emeviler tarafına geçen Alevilere verilen ad iken, bu kelimeye
daha sonraları tamamen zıt bir anlam yüklenmiştir. Örneğin, İslam Tarihinde
Hariciler, daha önceleri Hz. Ali taraftarı olan Şii-Alevilerden bazılarının, Hz.
Ali ve Muaviye arasındaki Sıffın-Nehrevan olayları, savaşları sonucu, özellikle
de mızraklarının ucuna Kur’an-ı Kerim sayfaları asarak Hz. Ali’ye cephe alan
Muaviye askerlerinin bu tavrına karşı silah kullanmayan, Gücünü göstermeyen Hz.
Ali’yi pasif kalmakla suçlayıp Hz. Ali’den ayrılan, onu yalnız bırakan ilk
Alevilerdir. Yani, Muaviye ile anlaştı diye terk edenler, Hz. Hüseyin’i Kufe’den
devamlı mektup ve haberlerle çağırıp daha sonra yalnız bırakan ve Kerbela
faciasına neden olanlar hep bizzat ilk Alevilerdir. Yani Hz. Ali, Ehl-i Beyt,
İmam Hüseyin taraftarlığı yapıp daha sonra da seyyidleri ve şerifleri cephesine
alan, kan döken Abbasiler de ilk Aleviler-dendirler. Onlar da saltanata geçince
davalarına ihanet ettiler. Bunlar derin meseleler. Bunları anlayabilmek için çok
okuyup çok araştırmak gerekir. At gözlüğüyle, sadece belli kaynakları incelemek,
bizleri yanlış sonuçlara götürür.
Bektaşilik, Aleviliğe göre daha farklıdır. İslami kaynaklara
bakışta biraz daha hoşgörü ağırlıklıdır. Tarihi baskı ve zulümlerin neticesinde
bazı Alevilerde oluşan kin ve nefretin yerine, daha objektif, daha insani, daha
İslami bir bakış açısı oluşmuştur. Ancak, Osmanlı’nın ilk dönemlerindeki
Bektaşilik ve son dönemlerdeki ayyaş, berduş, serkeş, kuralsız, düzensiz, pek
çok çirkinlikleri içerisinde barındıran Bektaşilik çok farklıdır. Çaldıran’da
Şah İsmail’in bozuk, İrancı düşünce sistemini yıkan, bozan, engelleyen
Yesevi-Bektaşi kültürüne sahip Horasan Erenleri’nin, Yeniçeri Ocağı’nın varlığı
olmuştur. Aleviler, maalesef İslam kaynaklarından istifade edememişler, kitabi
bilgi yerine, masal, hikaye ve hurafelerin yer aldığı şifâi, sözel sözlerin
içinde bocalayıp kalmışlardır.
“Anadolu Aleviliği” kavramıyla kastedilen nedir? Bazıları
tarafından İslam’ın Türk yorumu olarak da ifade ilen Alevilik öğretisinin
özellikleri nedir?
Anadolu’da yaşayan Alevilik, Anadolu’ya has Alevilik
kastedilmektedir. Bu da kendi içinde farklı boyutlarda yer alır. Sivas Alevisi,
Tunceli Alevisinden çok farklıdır, Kahramanmaraş’taki Nurhaklar, Hatay’daki
Nusayriler’den pek çok farklılıklara sahip Antalya Toroslar’daki Tahtacılar,
hemen yanı başındaki Ağaçeri ve Türkmen Alevilerine benzemez. İzmir-Narlıdere
Alevi-Bektaşi kültürü ile Balıkesir Çepnileri çok farklıdırlar. Karadeniz’de
yaşayan Sıraç Alevileri ile Trakya’daki Amucalar çok değişik kültürel yapılara
sahiptirler. Her ne kadar temel, esas aynı ise de, sosyo-kültürel yaşantı bu
farklılıklar ön plana çıkarmıştır. Sadece Sivas’ta en az altı çeşit Alevi
olduğunu tespit etmiş idim.
Bazıları “Anadolu Aleviliği” eski Judeo-Grek, Bizans-Hıristiyan
ve pagan kültürleriyle içli dışlı göstermek niyet ve gayretindedirler. Bunlar,
hain değilse bile, mutlaka gafildirler, dalalet ve hıyanet içerisindedirler.
Evet, Anadolu Aleviliği İslam’ın bir Türk yorumudur. Ancak,
Hatay Nusayrileri Arap kültüründen, Iğdır Caferileri de İran-Fars kültüründen
önemli ölçüde etkilenmişlerdir. Özellikle Caferi olan Azeri Türkler, neredeyse
Türk olduklarını bile inkar eder duruma gelmişlerdir. Uyuşukluk, atalet,
miskinlik, korku, vb. özellikleri İran’da yaşayan ve ülkenin yarıdan çok
nüfusunu kapsayan Azeri Türklerinde görebilirsiniz. Onları bu hale getiren
Caferiliktir.
Alevilik öğretisinin temel özelliği, Hz. Ali ve Ehl-i Beyt
sevgisinde düğümlenmesidir. Gözler ve kulaklar başka kaynaklara ulaşmayı
engellemektedir.
Anadolu Aleviliğinin İran Aleviliğinden farkı nedir?
Bunu yukarıdaki paragraflarda az çok açıkladık. Yeterli olduğunu
sanıyorum. Bırakın Anadoluyu, Ali Şeriati’nin dediği gibi İran’daki Ali Şiası
ile Safevi Şiası arasında bile bir sürü fark vardır.
Osmanlı Devletiyle Alevi toplumun ilişkileri nasıl olmuştur?
Günümüzde devletle Alevi toplum arasındaki ilişki nasıl cereyan etmektedir?
Safeviler ve özellikle de Şah İsmail ortaya çıkıncaya kadar çok
iyi ilişkiler mevcuttur. Fakat daha önceki dönemlerden özellikle Emeviler,
Abbasiler, Fatımiler, Buveyhiler, İlhanlılar, Selçuklular, Akkoyunlular’ın fikir
ve düşünceleri zaman zaman Osmanlı dönemi insanlarını etki-lemiştir. Yavuz’un
Çaldıran Seferi’nden sonra, Kanuni’nin İran seferi ve daha sonraki padişahların
da bu hassas bölgeye seferleri önemlidir. Kanuni dönemi Celali isyanlarında
toplumun, nasıl İran’ın etkisinde kaldığını çok iyi biliyoruz. Fakat,
Osman-lı’nın Yeniçerilerin aslını oluşturan Bektaşi kültürüne ne kadar büyük
değer verdiğini de inkar edemeyiz.
Günümüzde çok üzülerek söyleyebilirim ki, devletimizin herhangi
bir Alevilik projesi, çalışması yoktur. Cemevi yapmayı mari-fet zanneden, fakat
gelecekte ne gibi felaketlerle karşılaşabileceğini göremeyen basiretsiz bir
anlayış vardır. Devlet, 1937-38 Dersim olaylarını tekrar gözden geçirmelidir.
Günümüzde Alevi toplumu sol, Marksist ve illegal örgütlerin potansiyel gücü
olarak görülmektedir. Aleviler kurtulmalıdırlar. Alevilerin Türk siyasi hayatı
üzerindeki etkisi büyüktür. Özellikle sol partiler Alevileri oy deposu olarak
görme-lerine karşın, Aleviler son dönemlerde, artık solun kendilerini
kullanmalarına izin vermek, fırsat vermek istememektedirler. Sağ partileri de
biraz bağnaz görmektedirler. Ancak Alevi gençlerin aksine, Alevi halkın
çoğunluğu merkez sağ partileri desteklemektedirler. Alevilerin kendilerini sol
partilere yakın hissetmelerinin en önemli sebebi, devlete, yönetime, idarecilere
karşı muhalefet özelliğine sahip olmalarındandır. Bu, tarihi bir sürecin
sonucunda oluşmuştur.
Sizce, özellikle Alevi toplumun değişim yönü nereye doğru?
Bizim öz eleştiriye, oto kontrole, kendi kendimizi tanımaya,
kimliğimiz bilmeye herkesten çok ihtiyacımız var. Alevi aydını dediklerimizin
pek çoğu kendisini karanlıktan kurtaramamış ki başkalarını kurtarsın. Kendini
eritmeyen mum, etrafını nasıl aydınlatsın? Hacı Bektaş Veli’nin eseri “Makalat”ı
okumayan, okusa da anlamayan, anlasa da yaşamayan “aydın” olsa ne yazar!…
Onlarca kitap, yüzlerce makale yazsa yine boş. Kur’an-ı Kerim’i okumadan
anlamadan Hz. Muhammed’i, Hz. Ali’yi, Ehl-i Beyt’i, On iki İmamlar’ı
anlayamazsınız. Marks’la, Lenin’le bunlar öğrenilmez. Hz. Ali’yi tanımak için;
kızı Ümmü Gülsüm’ü Hz. Ömer’le niçin evlendirdiğini, çocuklarına ve torunlarına
kendinden önceki ilk üç halifenin isimlerini niye verdiğini, Muaviye ile içtihad
farkının nasıl olduğunu tarihi belgelerden okuyup öğrenmek gerek. İmam Cafer
Sadık’ı, İmam Azam Ebu Hanife’yi okumadan, öğrenmeden tanıyamazsınız. Ebu
Hanife’nin Hz. Ali’yi ve Ehl-i Beyt’i sevip haklarını savunan bir Alevi olduğunu
bilmeyecek kadar cahil olmaya gerek yok. Cafer Sadık’ın da, atası Hz.
Muhammed’in yolundan kıl payı ayrılmayacak kadar Sünnete tabi olduğunu bilmemek
aptallık olur. Allah’ın verdiği “akıl”ı kullanmamak kadar geri zekalılık olamaz.
Tek bir harfinin bile değişmediğini tüm ilim adamlarının bildiği yüzyıllarca
ışık tutan bir kitaptan, Kur’an’dan istifade etmemek, gericiliğin ta kendisidir.
Esas yobazlık budur. Kaynakları işimize geldiği zaman batıni, mecazi
anlamlarıyla açıklamaya kalkmak ahmaklıktır. Bu sivri kelimeleri özellikle
kullanıyorum ki, artık birilerinin oyuncağı olmayalım. Kendimize gelelim. Kulak
dolgunluğuyla, gazete kupürleriyle, dedikodularla ilim olmaz. Bu körün fili
tarifine benzer.
Toplum değişiyor, insanlar değişiyor. Değişmek zorunda,
Gelişmenin, mükemmeli yakalamanın ilk şartı bu.
Burada, özellikle Alevi toplumun değişim yönü önemli. Çünkü, bir
cahiliye toplumunda bilimselliğe geçiş dönemi başlamıştır. Emeviler’in ve
Abbasiler’in siyasi baskılarından canlarını zor kurtaran Aleviler, zamanın
Selçuklu ve Osmanlı ilim yuvaları, üniversiteleri olan medreselerden de kırsal
kesimde yaşadıklarından istifade edemediler. Babadan oğula geçen bilgi ve görgü
birikimi bir noktada tıkanıp kaldı. Yirmi birinci yüzyılın eşiğinde ellerinde
kitap olmadığını, yazılı kaynakların, ilmi belgelerin bulunmadığını gördüler.
Daha doğrusu gördük. Arap ve Fars kültürünün bizim toplumumuza pek fazla örnek
teşkil etmediğini anladık. Her ne kadar Peygam-berimiz Hz. Muhammed, İmamımız
Hz. Ali Arap kökenli olsalar da. Öyle ki biz bunları bile Türk gibi düşünüyoruz.
Çünkü, Allah bizi böyle yaratmış, Arap-Fars düşmanı da değiliz. İnsanlığın ve
İslam’ın bayraktarlığını yapan Türk Milletinin birer ferdi olmaktan gurur
duyuyoruz. Ancak şu anda Hz. Ali’nin, İmam Zeyd’in, İmam Cafer Sadık’ın, Hacı
Bektaş Veli’nin kitaplarını aramaktayız. Kaynağa sahip çıkmak isti-yoruz.
Kitapsız, ilimsiz, mutlu olamayacağımızı biliyoruz.
Bir cenaze namazını kıldıracak bir tek imamı bile olmayan bazı
Alevi köylerinin, Alevi mahallelerinin varlığı bu konuda ne kadar geride
kaldığımızı ispata yeter. Alevi-Bektaşi toplumunun yüzlerce, binlerce
ilahiyatçılara, din adamlarına ihtiyaçları var. Artık sarhoş Dedelere, mayhoş
üniversite okumuşlara bizim insanımız itibar etmiyor. Hele hele Sovyet
artıklarına, Mao hastalarına, Küba kalıntılarına hiç güvenmiyor, bu millet.
Baksanıza, Türkiye’de sol bile, daha düne kadar hiç ağzına almadığı demokratlığa
soyunmuş görünüyor. Tilkinin horoz çobanlığına özenmesi gibi… Alevileri,
beceriksiz sağa kaptırmamanın “vitrindekiler”ini oynuyor, sol.
Alevi-Bektaşi toplumunun bu derece kendi milli kültüründen uzak
kalışında, yozlaşmasında Sünni aydın ve yöneticilerinin de büyük sorumlulukları
var. Her şeyden önemlisi, Alevileri dışlamış olmaları, kendilerini fildişi
kulelerinde hissetmeleri, onları bu vebalden kurtaramayacaktır. Bilgi sorumluluk
getirir. İlim kimde ise, kitabı kim en iyi okuyup anlıyorsa, kim toplumu
organize ediyorsa, onlar sorumludurlar. Diyanet, üniversiteler, Milli Eğitim ve
Kültür Bakanlıkları, MİT, MGK, TBMM başta olmak üzere, gönüllü kuruluşlar,
herkes bundan sorumludur.
Horasan Erenleri’nin yolunu izleyen gönül erlerinin
faaliyetlerini çok yakından takip ediyoruz: Bir dönem, Osmanlı’nın Anadolu’yu
unuttuğu gibi Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını da unutmamalarını diliyoruz.
Alevi toplumuna sahip çıkılmasını bekliyoruz.
Şu anda Alevi toplumun önünde iki yol var: Biri ilim, diğeri
siyaset. Eğer ilim baştacı edilirse, ilim de Aleviler’i bu toplumda, hatta
yeryüzünde baştacı edecektir. Fakat ilime tabi olmak lafla olmaz. Kaynaklara,
öze inmekle, gerçeklerini görmekle geleceğe basiretle bakmakla ve hazırlıklı
olmakla bunu yakalayabiliriz.
Biz Genç Erenler olarak, Aleviler’in değişim yönünün, tıpkı
Sünniler’de olduğu gibi iyiye, güzele, doğruya, kaynağa, asıla, ilk’e öze,
ilime, İslam’a, çağa uygun ve aydınlığa doğru olduğunu görüyoruz. Işıktan
rahatsız olan yarasalar, her zaman olacaktır. Onlar da, Allah’ın insandan farklı
birer yaratıklarıdırlar.
Heterodoksi Alevilik kavramı üzerine ne diyorsunuz?
Samimi olarak şunu söylüyorum. Bu tür gayri milli kavramlardan
rahatsız oluyorum. Beni, benim insanımı ifade etmiyorlar. Ne anlama geldiklerini
dahi bilmek istemiyorum. Bu, papazın camide vaaz etmesine benziyor. Bülbülü
serçe diye göstermeye gerek yok.
Aleviliği sadece kültür olarak ele alanlara, ibadetsiz bir
Alevilik ortaya koymaya çalışanlara ne diyorsunuz? Gerçek Alevilik hangisi?
Allayıp pullasalar da, üzerine kül döküp örtmeye kalksalar da
var olan gerçeği inkar edemeyiz. Gerçek Sünnilik nasıl ise, gerçek Alevilik de
odur. Dünyada ibadetsiz bir toplum gösterilemez. Böyle bir kültür yoktur.
Kültürün ne olduğunu bilenler, bildiğini sananlar, ibadetinde ne olduğunu
bilseler, böyle konuşmazlar. Anlayana sivrisinek saz misali, oturmasını,
kalkmasını, konuşmasını hatta yatıp uyumasını bilenler, nasıl ibadet
yaptıklarını da çok iyi bilirler. İbadeti reddeden Sünni de, Alevi de olamaz.
Hz. Ali’nin hayatını okusunlar yeter. Ali’siz Alevilik olamayacağını bile bile,
ortaya çıkan “sapık”lar ya da “maşa”lar da olabilir. Ben, ülkemin ve insanlığın
hayrına olabilecek bir şeyleri kafamda düşünebiliyorsam, bu bile ibadettir.
Diğer ibadetleri de, kitaptan öğrenmek zorundayız. Fakat, dikkat edilecek tek
husus şudur: Sadece akıl ile ilim olmaz. Nakil dediğimiz Kur’an ve Sünnet temel
kaynaklardır. Ayrıca beş duyu organlarımız vasıtasıyla da kaynaklardan istifade
etmek mecburiyetindeyiz.
Alevi-Sünni yakınlaşması nasıl sağlanır? Bu amaçla ne tür
faaliyetler yapılabilir ve diyalog için nasıl bir ortak zemin oluşturulabilir?
Said Nursi’nin görüşlerinin bu ortak zemine katkısı nedir?
İşte biz bunun kitabını yazdık. Alevi-Sünni kaynaşmasının
reçetesi, formülü bizde. “Nerede Buluşalım? Alevi-Sünni Nasıl Kaynaşır?”
başlığıyla madde madde sıraladık. Devletin en önemli makamları olan Başbakanlık,
Milli Eğitim, İçişleri, Kültür Bakanlıkları başta olmak üzere pek çok kurum ve
kuruluşları hala daha uyuyorlar. Ta ki, yüzlerce Alevi-Sünni insanımızın kanı
dökülünce uyanacaklar, ama o zaman da iş işten geçmiş olacak!… Bediüzzaman Said
Nursi gibi ilim ve din büyüklerinin gösterdikleri yollara, ilmi açıklamalara Bu
milletin ihtiyacı var. Biz Genç Erenler olarak Alevi-Sünni kaynaşmasının nasıl
olabileceğini çok iyi biliyoruz. Ancak, kaynaşmadan rahatsız olanların da
bulunduğunu unutmayalım.
Köprü’nün bu mümtaz çalışmasını kutluyoruz. Milli birlik ve
beraberliğimizden rahatsız olanlardan, bizlerin de rahatsız olduğunu bu millete
anlatmak gerekiyor. Bu görev de devletindir. Bize, halkımıza devletimizin
koruyuculuğunda, ilim aydınlığında, İslam’ın engin hoşgörüsünde çalışmak
düşüyor.