Hz. Peygambere ilk iman eden ve yine O’nun halifeleri olan Raşit
Halifelerin dördüncüsü olan Hz. Ali (r.a.) İslam tarihinde siyasi, sosyal ve
dini açısından derin izler bırakmış; dönemi ve sonrası hala Müslümanlar arasında
tartışma ve ayrışma konusu olan kahramanlık, cesaret, ilim, ihlas, samimiyet,
fedakarlık ve şefkat gibi yüksek ahlaki ve insani vasıflar bakımından müstesna
bir mevkie sahip bir sahabedir.

Hz. Ali miladi 600 yıllarında Mekke’de doğdu. Babası Hz.
Peygamber’in sekiz yaşından itibaren yanında kaldığı Ebu Talib, annesi yine Hz.
Peygamberin anneciğim diye hitab ettiği Fatıma binti Esed’dir.

Doğduğu zaman Allah’ın Resulüne haber verildiğinde ona Ali
ismini vermiştir; beş yaşından Hz. Peygamberin vefatına kadar O’nun yanından
ayrılmamış, hayatını O’nun davasına feda etmekten çekinmemiştir.

Hicretten iki yıl sonra Hz. Peygamberin kızı Hz. Fatıma (r.a.)
ile evlenmiş, böylece Resululah’ın soyu onun soyundan devam etmiştir.

Hz. Ali, başta Bedir, Uhud, Hendek ve Hayber olmak üzere hemen
hemen bütün gazve ve seniyyelere katılmış, bu savaşlarda Resulullah’ın
sancaktarlığını yapmış ve büyük cesaret ve kahramanlık göstermiştir.

Hz. Ali, Allah’ın Resulüne vahiy katipliği, katiplik yapmış,
Mekkeli Müşriklerle yapılan Hudeybiye Antlaşmasının yazma işi onun tarafından
yapılmıştır.

Hz. Peygamber vefat ettiğinde cenazesinin yıkanması ve benzeri
hizmetleri, vasiyeti üzerine, Hz. Ali ile yakın akrabaları yapmışlardır.

Hz. Ali, kendisinden önce halife seçilen ilk üç halifenin en
büyük veziri oldu. Onlara elinden gelen yardımları esirgemedi. Hz. Osman
devrindeki fitneleri önlemek için büyük gayret gösterdi. Fakat Hz. Osman şehit
edilince, Müslümanların Halifesi olarak seçildi.

Halifeliği döneminde, Hz. Osman’ın son zamanlarında ortaya çıkan
fitne çoğalarak devam etmiş, Müslümanlar arasında Cemel, Sıffin, ve Nehrevan
savaşları meydana gelmiştir.

Hz. Ali, Kûfe’de arkadaşlarının intikamı arzusu ile yanıp
tutuşan Harici Abdurrahman B. Mülcem tarafından zehirli bir hançerle sabah
namazında yaralanmış, aldığı yaranın tesiriyle iki gün sonra hicri 40/661
yılında şehit olmuş ve Kûfe’ya (bugünkü Necef) defnedilmiştir.

İlmi fahsiyeti ve fazileti

Hz. Ali, ashab-ı kiram arasında Kur’an hadis ve özellikle fıkıh
alanındaki bilgileri ile kendini kabul ettirmiş bir otoritedir. Rivayet ettiği
hadislerin çoğu fıkhi konulara dair olup, tamamı 586’dır.1

Hz. Peygamber zamanında yazdığı ve devamlı olarak kılıcının
kınında taşıdığı bir hadis sahife’si vardır. Bizzat kendisinin belirttiğine göre
bu sahife diyete dair hükümlerle, düşman elindeki bir esiri kurtarmanın yolları,
bir kafir için Müslümanın öldürülemeyeceği, Medine’nin Harem bölgesi sınırları
gibi konulardaki hadisleri ihtiva etmekteydi. Söz konusu sahife, Rıfat Fevzi
Abdulmuttalib tarafından muhtevası tahlil edilerek Sahifetü Alib Ebu Talib
adıyla Kahire’de yayımlanmıştır. Hz. Ali, Kur’an-ı Kerim ile bu sahifenin
dışında Hz. Peygamber’den özel bir talimat almadığını ve başka bir şey
yazmadığını ısrarla belirtmiştir.2

Her alanda Hz. Peygamber’den sonra İslam’ın en büyük bilginiydi.
Resul-ü Ekrem, “Beni ilmin (hikmetin) şehriyim, Ali de onun kapısıdır”
buyurmuştur.3 Abdullah bin Abbas onun hakkında “Allah ilmin onda
dokuzunu Ali’ye verdi. Kalan onda birini de onu insanlara ortak yaptı.”4
demiştir.

Hz. Ali’nin hukuk bilgisi ve hüküm vermedeki başarısı sebebiyle
kendinden önceki halifeler döneminde önemli meselelerde fikrine müracaat
edilerek düşünce alının ve değer verilen, müracaat edilmesi ihmal edilmeyen
birisidir. Bu konuda bilhassa Hz. Ömer’in hilafeti döneminde önemli fıkhi
meseleri çözüm kavuşturmuştur ki, onun diyerek fıkıh ilmindeki üstünlüğünü
tesbit etmiştir. Yine Hz. Ömer fıkıhla ilmindeki üstünlüğünü tesbit etmiştir.
Yine Hz. Ömer fıkıhla ilgili problemleri onun döneminde halletmesinden dolayı
Hz. Ali hakkında “Ali olmasaydı Ömer, helak olmuştu. Ya Rabb! Ebul-Hasan’dan
sonraya beni bırakma, Ya Rabb! Ebul-Hasan’ın bulunmadığı bir güçlükle beni
karşılaştırma”5 gibi sözleri söylemiştir.

Hz. Ali, Kûfe fıkıh mektebinin hukukçularının ve bunların
izinden giden müçtehid imamlar onun içtihad metodunu almışlardır.6

Fıkıhta olduğu kadar Kur’an-ı Kerim konusunda derin bilgi sahibi
olan Hz. Ali ayetlerin nerede, niçin ve ne zaman nazil olduğunu çok iyi
bildiğini söylerdi. Zira Hz. Peygamber daha hayatta iken Kur’an-ı Kerim’in
tamamını ezberlemiş bulunan ve onun meselelerine hakkıyla vakıf olan sayılı
sahabelerden biri de o idi.7

Ayrıca Hz. Ali fesahati ve üstün hitabeti ile de sahabeler
arasında ayrı bir yer tutmaktadır. Hz. Ali’nin güzel ve hikmetli sözleri
kaynaklarda nakledile gelmiştir. Hz. Ali’ye nisbet edilen şu eserler
bulunmaktadır: Şerif er-Radi’nin derlediği Nehcü’l Belağa, el-
Kasidetü’z-zeynebiye, el-Kasidetü’z-zeburiye, el-Kaside-tü’l-celcelutiyye,
Muhammes, Cünnetü’l-esma, Münacat.8

Hz. Ali oldukça kuvvetli bir imana sahipti. Allah’dan çok
korkardı. Namaz kılarken ayağından çıkarılan okun acısını bile duymayacak kadar
sonsuz bir huşu içinde olurdu. Muaviye b-Ebu Sufyan arkadaşlarından Dinar’a
“bana Ali’yi anlat” demiş, o da şöyle karşılık vermişti: “Şehadet ederim, onu
gece karanlığı basınca mihrapta eliyle sakalını tutup, yılan sokmuş gibi
titreyerek, derde uğramışçasına ağlarken görür ve şöyle dediğini işitirdim:

“Ey dünya, ey dünya! Uzaklaş benden, beni aldatmaya geliyorsun?
Benim gönlüme girmene, benim seni sevmeme imkan yok. Heyhat! Git benden
başkasını aldat. Ben seni üç kez boşadım. Artık sana dönemem. Ömrün az, değerin
düşük, dileğin hordur senin. Ah ah! Azık kıt, yol uzun yolculuk uzağa, varılacak
yer pek yüce.”9

Hz. Ali Kur’an ve Sünneti en iyi bilenlerden biri olduğu bütün
İslami kaynaklarca ittifakla belirtilmiştir. O tasavvuf dünyası için vazgeçilmez
bir isim olmuştur. O, Kur’an ve Sünnete tam olarak bağlı, dünyevi işlerden uzak
kalmayı dileyen, İslam tarihinin Cemel, Sıffın, Nehrevan gibi talihsiz olayları
sonunda göz yaşı döküp, muhaliflerinin iman ve hidayeti için dua edecek kadar
hassas, takva sahibi ve idealist bir mü’mindir.

Hz. Ali Zamanında Meydana Gelen Muharebelerin Mahiyeti

Hz. Ali gibi bir şah-ı Velayet, fitnenin bir kasırga halinden
her tarafı kasıp kavurduğu bir ortamda halife oldu. Hz. Ali’nin halife oluş
şartları tek kelimeyle yürek parçalayıcıydı; Hz. Osman’ın şehit edilmesinden
sonra, yeni seçilen halife Hz. Ali mutlak adalet ve mutlak faziletten zerre
miktar ayrılmayan bir devlet başkanı idi. Gerçekten tarih ilginç bir paradoksla
karşı karşıya bulunuyordu. Bir taraftan kimsenin haksız yere burunun bile
kanamasını arzu etmeyen bir yeni yönetim; öbür tarafta Müslümanların emiri, Hz.
Peygamber’in damadı, dünyada iken cennetle müjdelenmiş bir cennet insanı, Hz.
Peygamberin bile haya ve edebine saygı duyduğu, aynı saygıyı meleklerin bile
duyduğunu, ifade ettiği bir halifenin yerde duran kanlı cenazesi… Dört beş bin
kişi bulan darbeci grubun tamamı cezalandırılacaktı.10 Hz. Ali
adalet-i mahzanın uygulanması, haksızlıklara düşülmemesi, zulüm yapılmaması
taraftarıydı. Çünkü adalet-i mahza suçun sübutunu kesin ve somut delile
bağlıyordu. Katil kesin olarak belirlenmeden insanların cezalandırılması
adalet-i mahzaya uymuyordu. Ancak, ortada gelişen olaylar da mutlaka bir kesin
çözüm bekliyordu. İşte, tam bu noktada Hz. Ali ile Hz. Aişe, Hz. Zübeyr, Hz.
Talha ve Hz. Muaviye gibi sahabeler görüş ayrılığına düşüyor ve bu ayrılık kanlı
çatışmalara ortam hazırlıyordu. Bu olayları Bediüzzaman şöyle değerlendiriyor:

“Cemel Vakası denilen Hz. Ali ile Hz. Talha, Hz. Zübeyr ve Hz.
Aişe-i Sıddika (r.a.) arasında olan muharebe; adalet-i mahza ile adalet-i
izafiyenin mücadelesidir: Şöyle ki:

“Hz. Ali, adalet-i mahzayı esas edip, şeyheyn (Hz. Ebubekir, Hz.
Ömer) zamanındaki gibi o esas üzerine gitmek için içtihad etmiş. Muarızları ise
(Hz. Talha, Aişe ve Zübeyr) şeyheyn zamanındaki safvet-i İslamiye (İslamın gücü)
adalet-i mahzaya müsait idi. Fakat, mürur-u zamanla (zamanın ilerlemesiyle)
İslamiyetleri zayıf muhtelif akvam, hayat-ı içtimaiyeye girdikleri için,
adalet-i mahzanın tatbikatı çok müşkül olduğundan, “ehvenü’ş-şerri ihtiyar”
denilen adalet-i nisbiye esası üzerine içtihad ettiler. Münakaşa-i içtihadiye
siyasete girdiği için muharebeyi intaç etmiştir. Madem sırf “Lillah” için ve
İslamiyetin menafii için içtihat edilmiş ve içtihattan muharebe tevellüt etmiş;
elbette hem katil, hem maktul ikisi de ehl-i cennettir… İkisi de ehl-i sevabdır
diyebiliriz. Her ne kadar Hz. Ali’nin içtihadı musib (isabetli ) ve
mukabilindekilerin hata ise de, yine azaba müstahak değiller. Çünkü, içtihat
eden hakkı bulsa, iki sevap var. Bulmazsa, bir nevi ibadet olan içtihat sevabı
alarak bir sevap alır. Hatasından mazurdur.”11

Şah-ı Velayet ünvanını alan Hz. Ali’nin başına gelenleri ise
şöyle yorumluyordu Bediüzzaman:

“O mübarek zat, siyaset ve saltanattan ziyade, daha çok mühim
başka vazifelere layık idi. Eğer tam muvaffakiyeti siyasiye ve tamamen saltanat
olsaydı. “Şah-ı Velayet” unvan-ı manidarını bihakkın kazanamayacaktır. Halbuki
zahiri ve siyasi hilafetin pek çok fevkinde manevi bir saltanat kazandı ve
Üstad-ı küll hükmüne geçti; hatta kıyamete kadar saltanat-ı manevisi baki
kaldı.”12

Bediüzzaman Said Nursi’ye göre, Hz. Ali ve Hz. Muaviye’nin
ihtilafı hilafetle saltanatın ihtilafı idi:

“Amma Hz. İmam-ı Ali’nin vaka-i Sıffın’da Hz. Muaviye’nin
taraftarları ile muharebesi ise, hilafet ve saltanatın muharebesidir. Yani Hz.
İmam-ı Ali ahkam-ı dini ve hakaik-ı İslamiye’yi ve ahireti esas tutup,
saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını
onlara feda ediyordu. Hz. Muaviye ve taraftarları ise; hayat-ı içtimaiye-i
İslamiyeyi, saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp, ruhsatı
iltizam ettiler, Siyaset aleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih
ettiler, hataya düştüler”13

Hz. Ali ile İlgili Tartışma Konuları

Ehl-i Sünnet ile Şia arasında anlaşmazlık sebebi olan ve
sonraları iman esasları arasına ve itikad kitaplarına girebilecek derecede
büyütülen ve Şiaların Ehl-i Sünnetten ayrılmasına sebep olan meseleleri
Bediüzzaman Said Nursi şöyle değerlendiriyor:

“Ehl-i Sünnet ve Cemaat der ki: ‘Hz. Ali (r.a.) Hulefa-i
Erbaa’nın dördüncüsüdür. Hz. Sıddık (r.a.) daha efdaldir ve hilafete daha
müstahak idi ki, en evvel o geçti.’ Şialar derler ki: “Hak Hz. Ali’nin (r.a.)
idi. Ona haksızlık edildi. Umumundan en efdal Hz. Ali’dir.’ Davalarına
getirdikleri delillerin hülasası: Derler ki, Hz. Ali (r.a.) varid ehadis-i
Nebeviye ve Hz. Ali’nin (r.a.) ‘Şah-ı Velayet’ ünvanıyla, ekseriyet-i mutlaka
ile evliyanın ve tariklerin mercii ve ilim ve şecaat ve ibadete harikulade
sıfatları ve Hz. Peygamber Aleyhisselatü Vesselam ona ve ondan teselsül eden
Al-i Beyt’e karşı şiddetli alakası gösteriyor ki, en efdal odur. Daima hilafet
onun hakkı idi, ondan gasb edildi.’

“Hz. Ali (r.a.) mükerreren, kendi ikrarı ve yirmi seneden ziyade
o hulefa-i selaseye ittiba ederek onların şeyhülislamlığı makamında bulunması
Şiilerin bu davalarını cerh ediyor. Hem hulefa-i selasenin zamanında
hilafetlerinde fütühat-ı İslamiye ve mücahede-i a’da hadiseleri ve Hz. Ali’nin
(r.a.) zamanındaki vakıalar yine hilafet-i İslamiye noktasında Şiaların
davalarını cerh ediyor. Demek Ehl-i Sünnet ve Cemaatin davası haktır.

“Hz. Ali’ye iki cihetle bakılmak gerektir. Bir ciheti şahsi
kemalat ve mertebesi noktasından, ikinci cihet Al-i Beyt’in sahs-ı manevisi ise,
Resul-ü Ekrem Aleyhissalatü Vesselamın bir nevi mahiyetini gösteriyor. İşte
birinci nokta itibariyle, Hz. Ali (r.a.) başta olarak bütün ehl-i hakikat Hz.
Ebubekir ve Hz. Ömer’i takdim ediyorlar. Hizmet-i İslamiyette ve kurbiyet-i
ilahiyede makamlarını daha yüksek görmüşler. İkinci nokta cihetinde Hz. Ali
(r.a.) şahs-ı manevi-i Al-i Beytin mümessili ve şahsı manevi-i Al-i Beyt bir
hakikat-i Muhammediyeyi (a.s.m.) temsil ettiği cihetle, muvazeneye gelmez. İşte,
Hz. Ali (r.a.) hakkında fevkalade senakârane ehadis-i Nebeviye bu ikinci noktaya
bakıyorlar. Bu hakikati te’yid eden bir rivayet-i sahiha var ki, Resul-ü Ekrem
(a.s.m.) ferman etmiş: “Her nebi nesli kendindendir. Benim neslim Ali’nin (r.a.)
neslidir.

“Hz. Ali’nin (r.a.) şahsı hakkında sair hulefadan ziyade
senakârane ehadisin kesretle intişarının sırrı şudur ki Emeviler ile Hariciler
ona haksız hücum ve tenkis ettiklerine mukabil, Ehli Sünnet ve Cemaat olan ehli
hak, onun hakkında rivayetleri çok neşrettiler. Sair hulefa-i Raşidin ise öyle
tenkid ve tenkise çok maruz kalmadıkları için onlar hakkındaki ehadisin
intişarına ihtiyaç görülmedi.

“Hem istikbalde Hz. Ali (r.a.) elim hadisata ve dahili fitnelere
maruz kalacağına nazarı Nübüvvetle görmüş, Hazret-i Ali’yi (r.a.) meyusiyetten
ve ümmetini onun hakkında su-i zandan kurtarmak için ‘Ben kimin dostu isem, Ali
de onun dostudur’ gibi hadislerle Hz. Ali’yi (r.a.) teselli ve ümmeti irşat
etmiştir.”14

Şiiler, halifeliğin Hz. Ali’nin hakkı olduğunu iddia ederlerken
başka deliller getirmeye çalışırlar. Bunlardan biride Gadir Hum hadisesidir.
Şöyle ki: Veda Haccı dönüşüydü. Peygamberi-miz beraberindeki Sahabelerle
birlikte Mekke ile Medine arasında bulunan Gadir Hum mevkiinde mola verdiler.
Orada bir müddet istirahat edip öğle namazını kıldıktan sahabelere hitaben
konuşma yapıp sonunda: “Ben kimin dostu isem Ali’de onun dostudur. Allahım ona
dost olana dost ol; düşman olana da düşman ol. Ona yardım edene yardım et”15
Bu hadisi Şiiler yanlış aksettiriyor ve farklı şekilde yorumluyorlar.
Peygam-ber’in (a.s.m.) Gadir Hum’da sözünü ettiği “velayet” Şiilerin kastettiği
halifelik manasında değil “dost” manasındadır. Nitekim Hz. Ali’nin torunu Hasan
el Müsenna bu hususta şöyle der: “Resulullah (a.s.m.) bununla halifeliği ve
sultanlığı kastetmedi. Öyle demek isteseydi bunu açıkça söylerdi. Çünkü
Resulullah (a.s.m.) Müs-lümanların en fasih ve en açık konuşanıdır.”16

Diğer öne sürülen bir olayda “Kırtas” hadisesidir. Buna göre
Resul-ü Ekrem, hastalığının iyice ağırlaştığı bir gün, “Bana kalem kağıt getirin
de size benden sonra hiçbir zaman yolumuzu şaşırtmayacak bir yazı yazayım”
buyurdu. Hz. Ömer’de oradaydı. “Resulullah’ın hastalığı ağır bastı. Yanımızda
Allah’ın kitabı var. O bize yeter” diyerek kalem kağıt getirilmesine karşı
çıktı. Bunun üzerine tartışma çıkınca Peygamberimiz “Benim yanımda tartışma
olmaz. Beni kendi halime bırakınız” buyurdu.17 İslam tarihinde bu
hadiseye “Kırtas hadisesi” denildi. Şiiler “Şayet Resulullahın isteği yerine
getirilseydi Hz. Ali’yi kendinden sonra halife tayin edecekti” derler.

Oysa bu fikir bir çok noktadan doğru değildir. Her şeyden önce
Peygamber (s.a.v.) Hz. Ali’yi tayin edecek olsaydı. Hz. Ömer’in muhalefetiyle
bundan vazgeçmezdi. Yapmak istediği şeyi yapardı. Kaldı ki, bu hadiseden sonra
Peygamber (a.s.m.) bir kaç gün daha hayatta kalmıştı. Eğer yapmak istediği bir
şey olsaydı mutlaka bu müddet zarfında yapardı.

Yine Hz. Ali’nin, Basra’da kendisine “Halife olman için
Resulullahın halifeliği sana bıraktığına dair bir ahdi ve selahiyeti mi var,
yoksa kendi görüşüne göre mi hareket ediyorsun?” şeklindeki bir soruya: “Hayır,
yoktur. Vallahi ben Resulullah’ı ilk tasdik ve iman den kimseyim, onun adına ilk
yalan söyleyen kişi olamam. Eğer Resulullah’ın halifeliği bana bıraktığına dair
bir ahdi olsaydı, Ebubekir’in de Ömer’in de onun minberine çıkmasına izin
vermezdim. Onlara karşı koyacak hiçbir gücüm olmasa, ellerimle mücadele ederdim.

“Bildiğiniz gibi Resulullah ne öldürüldü ne de birden bire öldü.
O, günlerce hasta yattı. Müezzin gidiyor onu namaza çağırıyordu. O da beni ve
durumumu bildiği halde, Ebubekir’e namaz kıldırmasını emrediyordu. Hanımlarından
biri (Hz. Aişe) imamlık işinin Ebubekir’e verilmesine mani olmaya teşebbüs etti.
Resulullah buna razı olmadı, kızdı ve ‘Ebubekir’e emrimi ulaştırın, cemaate
namazı o kıldırsın’ buyurdu.”18 şeklinde cevap vermiştir.

Şiilerin bir iddiaları da, Hz. Ali’nin Hz. Ebubekir ve Hz.
Ömer’e biat edip onlara yardımcı olmasının onlardan korkmasına bağlamaları ve
onu riyakarlıkla itham etmeleridir. Bu konuda Bediüzzaman Lem’alar isimli
eserinde:

“Amma Şia-i Hilafet ise Ehl-i Sünnet ve Cemaate karşı
mahcubiyetinden başka hiçbir hakları yoktur. Çünkü bunlar Hz. Ali’yi (r.a.)
fevkalade sevmek davasında oldukları halde tenkis ediyorlar ve su-i ahlakta
bulunduğunu onların mezhepleri iktiza ediyor. Çünkü diyorlar ki. ‘Hz. Sıddık ile
Hz. Ömer haksız oldukları halde Hz. Ali onlara mümaşaat etmiş. Şia ıstılahında
takıyye etmiş, yani onlardan korkmuş, riyakarlık etmiş.’ Acaba böyle kahraman-ı
İslam ve ‘Esedullah’ ünvanını kazanan ve sıddıkların kumandanı ve rehberi olan
bir zatı riyakar ve korkaklık ile sevmediği zatlara tasannukârane muhabbet
göstermekle, haksızlara tebaiyeti kabul etmekle muttasıf görmek, ona muhabbet
değildir. O çeşit muhabbetten Hz. Ali teberri eder.

“İşte, ehli hakkın mezhebi hiçbir cihette Hz. Ali’yi tenkis
etmez, su-i ahlak ile itham etmez. Öyle bir harika-i şecaate korkaklık isnat
etmez ve derler ki: ‘Hz. Ali Hulefa-i Raşidin’i hak görmeseydi, bir dakika
tanımaz ve itaat etmezdi. Demek onları haklı ve racih gördüğü için, gayret ve
şecaatini hakperestlik yoluna teslim etmiş”19

Bütün bunlardan anlaşılacağı gibi Hz. Ali’ye Peygamberimizin bir
vasiyeti olmadığı gibi Hz. Ali’de kendinden önceki halifelere onlardan korktuğu
için biat etmemiş, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’i halifeliğe kendinden daha layık
gördüğü, Hz. Osman’a da itaat edeceğine söz verdiği için karşı çıkmamıştır. Ve
Hz. Ali kendinden önceki bu üç halifeyi ciddi olarak sevmiş, bunu her yerde
söylemekten çekinmemiştir.

Hz. Ebubekir’e biat etmeyenlerden bazıları Hz. Ali’ye biat etmek
istediler. Fakat Hz. Ali hayatı boyunca Müslümanların birlik ve beraberliği için
mücadele etmiştir. Fitne kapısını hiçbir zaman açmayacaktı. Böyle diyenleri sert
bir şekilde yanından uzaklaştırdı. Mesela Hz. Ali’ye biat etmek isteyenlerden
biri de Hz. Süfyan idi. Ona şöyle cevap vermişti:

“Biz halifelik makamına Ebubekir’i (r.a.) yeterli görüyor ve
layık buluyoruz. Biz onu bu işte baş başa bıraktık. Araya girmedik”20
Hz. Ali, Hz. Ebubekir’in halifeliği müddetince onun en büyük yardımcılarından
oldu. Hz. Ebubekir vefat ettiğinde şu mealde bir konuşma yaptı:

“Sen, fırtınaların ve en şiddetli kasırgaların kımıldatamadığı
bir dağ idin. Resulullah’ın buyurduğu gibi sen bedeninde zayıf, Allah’ın dilinde
kuvvetli, mütevazi, Allah’ın yanında ve yeryüzünde makamı yüce, mü’minlerin
yanında büyüktür. Hiç kimsenin sana kini yoktu. Hiç kimsenin sende değersiz
bulduğu bir vasıf yoktu. Kuvvetli olan, zayıfın hakkını alıncaya kadar senin
yanında zayıftı. Zayıf olan da hakkını alıncaya kadar kuvvetliydi. Allah senin
sevabından bizi mahrum etmesin. Bizi senden sonra saptırmasın.”21

Hz. Ali kendi halifeliği müddetince Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer
aleyhinde bir şey söylenmesine izin vermezdi. Bir defasında şöyle diyor:
“İşittiğime göre bazıları beni Ebubekir’den ve Ömer’den üstün tutuyorlarmış.
Daha önce bu hususta bir şey söylemiş olsaydım şimdi böyle söyleyenleri
cezalandırırdım. Söylemediğim için bunu yapmıyorum. Kim bundan sonra böyle bir
şey söylerse o iftiracıdır. Allah’ın Resulünden sonra insanların en üstünü
Ebubekir sonra Ömer’dir. Allah ikisinden de razı olsun.

“Kuru tohumları yeşerten, cansız varlıklara can veren Allah’a
yemin ederim ki, Ebubekir ve Ömer’i mü’minlerin üstün ve faziletli olanlarından
başkası sevmez. Günahkâr insanlardan başkası da onlara kötü gözle bakmaz,
düşmanlık etmez.”22

Hz. Ali, Hz. Ömer’e olan sevgisinden dolayı kızı Ümmü Gülsüm’ü
ona nikahlamıştı.23 Hz. Ömer vefat ettiğinde Hz. Ali naşının başına
gelmiş ve ona olan sevgisini ifade eden şöyle bir konuşma yapmıştır:

“Ey Ömer, ben Allah’ın huzuruna senin istediğin bir amelle
çıkmaktan çok hoşlanırım. Senden başka ameline imrendiğim kimseyi bulamadım.”24

Hz. Ali, Hz. Ömer’in şehadetinden sonra oluşan şura tarafından
seçilen Hz. Ömer’e hemen biat etti. Hz. Ali, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’i sevdiği
gibi Hz. Osman’ı da severdi. Hz. Osman’ın halifeliği döneminde onun en büyük
yardımcısı oldu. Fitnecilere karşı müdafaa etti. Hz. Osman’ı azledip kendisine
biat etmek isteyenlerin tekliflerini reddetti. Bozguncuların biatını Hz. Osman
şehit edildikten sonra da kabul etmedi ve şöyle dedi:

“Osman’ın katillerinin biatını kabul etmekten Allah’a sığınırım”25

Hz. Ali yirmi yıldan fazla müddetle kendisinden önceki
halifelere bir şeyhülislam oldu. Onların istişarelerinde bulundu. Fikirleri her
zaman kabul edildi.

Görüldüğü gibi Şiilerin davaları esassız ve dayanaksızdır. Ehl-i
sünneti tenkit etmeye, onları suçlamaya hiçbir hakları yoktur. Çünkü Ehl-i
Sünnet Hz. Ali’yi tenkit etmedikleri gibi ciddi seviyorlar. Fakat Ehl-i sünnet,
hadiste belirtilen ve tehlikeli sayılan aşırı muhabbetten çekiniyorlar.

Dipnotlar

1. TDV İslam Ansiklopedisi, 2. cilt, s. 375.

2. a.g.e., s. 375.

3. Tirmizi, Hadis No: 3969.

4. Mustafa Yağmurlu, Hz. Ali, s. 122.

5. a.g.e., s. 90.

6. Muhammed Ebu Zehra, İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, s.
28.

7. İslam Ansiklopedisi, 2. cilt, s. 375.

8. a.g.e., s. 375.

9. Hz. Ali, s. 123.

10. Bünyamin Duran, “Tevhid Duyarlı Siyasetin Önemli Bir
İlkesi: Adalet”, Köprü, sayı: 58, s. 45.

11. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, s. 50.

12. a.g.e., s. 51.

13. a.g.e., s. 51.

14. Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, s. 28, 29.

15. Ahmed b. Hambel, Müsned, IV, s. 368.

16. İsmail Mutlu, Dört Halife Devri, s. 333.

17. Müsned, I, s. 325.

18. Tarihü’l-Hulefa, s. 155.

19. Lem’alar, s. 31.

20. Dört Halife Devri, s. 340.

21. a.g.e., s. 341.

22. Hayatü’s-sahabe, III, s. 348, 349.

23. H. İbrahim Hasan, İslam Tarihi, s. 317; Dört Halife
Devri, s. 343.

24. Dört Halife Devri, s. 343.

25. a.g.e., s. 345.