“Değişimin doğasını anlamak şimdi çok daha
zordur; çünkü bir zamanlar çok belirgin olan işaret
ve sinyalleri artık alamıyoruz. Attan inip arabaya
binmek mekanize ulaşım çağının gelmiş olduğunun çok
belirgin bir göstergesiydi. Şimdi ise değişim havadaki
saydam nabız atışlarının içine gizlenmiştir, göze görünmüyor.
Geçmişe geri çekilme çağrıları şaşırtıcı değildir. Ama geriye dönmek
için zaman artık çok geçtir. Çok şey biliyoruz. Yeni yol, bizim kararlı
ya da kararsız olmamıza bakmadan önümüzde uzanacaktır”.

—Jennifer James (Gelecek Zamanda Düşünmek, çev. Zülfü Dicleli, İst. 1997, s.
11.)

İnsanın “oluş” halinde bir varlık oluşu, “değişim”in ontolojik
temelini teşkil etmektedir. İnsan, hem bir bütün halinde kendisi sürekli
değişmektedir; hem de bu “oluş” sürecini sürekli değişen bir “ortam”da
gerçekleştirmektedir. Bir başka ifadeyle, insan, değişimin hem süjesi, hem de
objesidir. Ne var ki, insanın bu değişimin farkına varabilmesi pek kolay
değildir. Tıpkı, hem kendi ekseni etrafında, hem de güneşin etrafında hızla
dönen bir yerkürenin üzerinde yaşamamıza rağmen, dünyanın bu hareketlerinin
farkında olmayışımız gibi. İşin ilginç yanı, insanlar asırlar boyu, güneşin
dünyanın etrafında döndüğünü zannetmişlerdir. Dünyanın kendi ekseni etrafında
dönerkenki hızı, ekvatorda saatte 1674 kilometredir; güneş etrafındaki hızı ise
saniyede 29.8 kilometredir.

Akla şöyle bir soru gelebilir: Dünyanın dönüp dönmediğini,
güneşin etrafında hareket edip etmediğini bilmek, insanın yaşaması açısından bir
önem taşıyor mu? Dünya dönse de, dönmese de hayat devam etmekte değil mi? İnsan
bilse de bilmese de, dünya, hem kendi ekseni etrafında, hem de güneşin etrafında
dön-meye devam etmiyor mu? Bir insanın, bilinçli olarak kendini aşmak, kendini
inşa etmek gibi bir gayesi yoksa, hayatı sadece biyolojik açıdan görüyorsa,
dünyanın dönüp dönmemesi onun için fazla bir anlam ifade etmez. Fakat bir
insanın, ontolojik manada kendi yerini bilmek, hayatın anlamını yakalamak,
kendini inşa etmek, uygarlık yaratmak gibi yüksek idealleri varsa, bunları
gerçekleştirmek için çaba sarfediyorsa, dünyanın dönüp dönmediğini bilmek, en
azından ekmek yemek su içmek kadar önem taşır. Değişirken değiştirmeyi
öğrenmenin ve değişimi kontrol altına almanın tek yolu, değişimin frekansına
girmeyi başarmaktan geçmektedir.

İnsanoğlu, “değişim”in hem nesnesi, hem de öznesi olduğu için,
çoğu zaman “değişim”in farkına varmaz. Farkına vardığı zaman da, ipin ucunun
kaçtığını farkeder; fakat, ya kabullenmek istemez, ya görmezlikten gelir, ya
panikler, ya da olup biteni olduğu gibi tespit edip, bundan sonra ne yapılması
gerektiğini düşünmeye başlar. Paniklemek, görmezlikten gelmek, kabullenmemek,
sonuçta aynı kapıya çıkar… En kötüsü “değişim”den korkmaktır. “Değişim korkusu
değişimin düşmanıdır. Eğer bu korkuya esir düşerseniz, gelecekten de korkmaya
başlarsınız.” (Jennifer James, Gelecek Zamanda Düşünmek, s. 140.)

İnsanlık, baş döndürücü bir sosyal değişmenin çekim alanı
içindedir. Değişimin hızı, değişikliklerin takibini ve anlaşılmasını
güçleştirmektedir. Her gün yenilenen iletişim teknolojisi, bilgiye ulaşmayı
kolaylaştırdığı gibi, dünya hakkındaki “büyük” sıfatını da ciddi olarak
tartışılır hale getirmiştir. Sınırlar, farklı bir anlam kazanmaya başlamıştır.
Artık, “global-leşme”yi görmeden, anlamadan, gereklerini yerine getirmeden hiç
bir şey yapmak mümkün değildir. Hemen bütün alanlarda, çözülmeler ve yeniden
yapılanmalar söz konusudur. Kavramlar içerik değiştirmektedir. Yeni kavramlar,
insanlığın gündemini meşgul etmektedir. Doğal olarak, değerler alanı da, bu
süreçten etkilenmekte, insanlar yeni arayışların içine sürüklenmektedir.

Türkiye, çok ciddi bir değişim ve dönüşüm sürecinden
geçmektedir. Aslında, bütün dünyanın hızlı bir sosyo-kültürel değişim rüzgarının
cazibe alanı içinde olduğunu söylemek mümkündür. Eskiden bir asırda, iki asırda
ortaya çıkan birtakım değişiklikler, şimdilerde bir yılda, iki yılda
gerçekleşmektedir. İletişim imkanlarının iyice artması, bilim ve teknoloji
alanında ortaya çıkan baş döndürücü gelişmeler, bir anlamda, insanları
“sıkıştırılmış bir tarih” diliminde yaşamaya mahkum etmiş gibidir. Değişimin baş
döndürücü hızı, olup bitenleri anlamayı bir hayli güçleştirmektedir. Kültür
değişmektedir, toplum değişmektedir, birey olarak insanlar değişmektedir;
zihniyet değişmektedir. Bu sürece en çok direnen, değişimden zarar göreceğini
hisseden bazı bireyler, bazı kurumlar ve birtakım güç odaklarıdır. Ancak,
değişimin etki alanının dışında kalmak, görebildiğimiz kadarıyla pek mümkün
değildir.

“Değişim,” bir anlamda değişmeyen bir “gerçek” olarak varlığını
sürdürmektedir. Hayatın bütün alanlarında etkili olan bu “değişim” rüzgarları,
hem olumlu, hem de olumsuz sonuçlara yol açmaktadır. Ekonomik ömrünü doldurmuş,
fonksiyonelliğini yitirmiş görüşlerin, bireylerin, kurum ve kuruluşların
tarihteki yerlerini almaları, eskiye göre daha da çabuklaşmıştır. Bu, gelişmenin
önünün açılması açısından önemli bir adımdır. Öte yandan, “kendimiz kalarak”
değişmek de bir zorunluluktur. Aksi takdirde tarihin karanlıklarında kaybolup
gitmek söz konusudur. Bu durumda, değişimin frekansına girerek, değişirken
değişmeyi ve değiştirmeyi öğrenmek, bizi biz yapan öz değerlerimizi evrensel
çizgiye çekmekten başka çıkar yol görünmemektedir.

Türkiye’nin yaşadığı sancılar, bu hızlı değişimin doğal
sonuçlarıdır. Gelişmeleri, yeni bir uygarlığın mayalanma sancıları olarak da
değerlendirmek mümkündür. Ancak, yeni bir uygarlık, yeni bir zihniyet demektir.
Biz, toplum olarak kültür değişiminde yeterince başarılı olduğumuzu kanıtladık;
fakat, kültür değişikliğinin zihniyet değişikliği olmaksızın fazla bir anlam
ifade etmeyeceğini hâlâ kavrayamadık. Zihniyet değişikliği, hiç kuşkusuz çok
zordur. Değişime karşı direnç, bütün gücünü zihniyetin değişmemesi noktasında
yoğunlaştırır.

“Değişim”den ister istemez din alanı da nasibini almaktadır.
Öyle ki dindar insanlar, “din elden gidiyor” gibi anlamsız bir korkuya
kapılmaktadırlar. Dindar olmayan insanların bir kısmı, dinden ve dinî
değerlerden kurtulmuş(!) olmak gibi bir mutluluğun tadını çıkarmak(!)
istercesine bilimsellikten yoksun nutuklar atabilmektedirler. Oysa, bu konuda
bilinmesi gereken ilk bilimsel gerçek şudur: Din, insanlık tarihinin
başlangıcından beri var olan, bundan sonra da insanın olduğu her yerde var
olacak olan bir olgudur. Bireylerin din konusundaki tavırları, “insanın olduğu
her yerde var olan” din gerçeğini hiçbir zaman değiştirmemiştir;
değiştiremeyecektir. Bu sebepten, sağlıklı bir değişim, dinin—en azından—bir
sosyal olgu olduğu gerçeğini görmekten geçmektedir.

Türkiye’de din alanında başlatılan tartışmalar, dindar
insanların da, açıkça dinsiz olduğunu belirtmedikleri için dindar olmayan diye
tavsif edeceğimiz, söylem biçimlerinden dine ve dinî değerlere pek sıcak
bakmadıkları anlaşılan insanların da “İslam” dini konusunda—en azından
tartışmaları sağlıklı bir şekilde götürebilecek düzeyde—yeterli bilgiye sahip
olmadıklarını açıkça gözler önüne sermiştir. Türkiye’de din alanındaki bilgi
boşluğu, insanların birbirlerini anlamalarını güçleştirmektedir. Din, insanlara
temel iletişim kodlarını verir. Din konusunda bilgi sahibi olan insanlar,
birbirlerini daha kolay anlayabilirler. Din konusunda bilgi sahibi olmak,
mutlaka dindar olmayı gerektirmez; çünkü dindarlık bireysel bir tercihtir.

Türkiye’nin geleceği açısından hayatî önemi haiz olan
Alevilik-Bektaşilik konusunu, bütün dünyanın ve buna bağlı olarak Türkiye’nin
içine sürüklendiği “değişim” sürecinden bağımsız olarak ele almak pek mümkün
değildir. Ancak, konunun tarihten gelen hassasiyetinin yanında, kentleşme
sürecinin getirdiği çözülmeden en fazla etkilenmiş olmaya dayalı özel bir yönü
daha vardır. Ayrıca, konu, iyi niyetle, ilmî amaçlarla doğru bilgi sahibi olmak
isteyenlerin yanında, içte ve dışta, “iyi niyetli” denemeyecek kadar farklı
emeller besleyen birtakım insanların da ilgi odağı haline gelmiştir.

Alevilik-Bektaşilik Türkiye’nin bir gerçeğidir. Türk toplumunun
bir kısmı kendisini “Alevi,” “Bektaşî” ya da “Alevî-Bektaşî” olarak
tanımlamaktadır. Ancak, ne kendilerini “Alevî,” “Bektaşî” ya da “Alevî-Bektaşi”
diye tanımlayanlar, ne de bu konuda konuşanlar, sağlıklı bir bilgi birikimine
sahiptirler. Bu durum, Alevî-Sünnî sürtüşmesi şeklinde kendini gösteren veya
öyle gösterilmek istenen gerginliğin ivme kazanmasına yol açmakta; siyasîlerin,
bu gerilimden çıkar sağlayan istismarcıların işlerini büyük ölçüde
kolaylaştırmaktadır. Din istismarının bir boyutu da, “Alevilik-Bektaşilik”le
ilgili söylem biçimlerinde ortaya çıkmaktadır. Alevilik-Bektaşilik konusunda
doğru bilgi ve sağlam belgelerle halkın aydınlatılması, bilinçli olarak
oluşturulmak istenilen Alevî-Sünnî geriliminin kaynaklarının kurutulması
anlamına gelecektir.

Alevîlik-Bektaşilik konusundaki bilgi boşluğu, aynı zamanda
ciddi bir kavram kargaşasına yol açmaktadır. Şiî, Ca’ferî, Nusayrî, Rafizî,
Kızılbaş, Çepni, Tahtacı, Alevi ve Bektaşî kavramları genellikle birbirine
karıştırılmaktadır. Bu durum, sağlıklı düşünmeyi zorlaştırmakta ve konunun doğru
anlaşılmasını engellemektedir. Ayrıca, milli birlik ve beraberliğimiz de bu
durumdan yara almaktadır. Bunun önüne ancak, bilimsel bilgi ile geçilebilir.

Biraz dikkat edecek olursak, başımızı ağrıtan sorunların önemli
bir kısmının, doğru ve sağlam bilgi eksikliğinden kaynaklanmış olduğunu hemen
fark edebiliriz. Alevilik olgusu hakkındaki bilgi boşluğu—Alevi olsun
olmasın—gerçekleri görebilen, aklı başında olan her insanın açıkça dile
getirdiği bir husustur. Alevilik hakkında yüzlerce kitap neşredilmiş olmasına
rağmen, bunların büyük çoğunluğunun ilmî nitelikten yoksun olduğunu görebilmek
için, kitapların sayfalarına şöyle bir göz atmak yeterlidir. Kitapların ve
yazılıp çizilenlerin önemli bir kısmı, bilgi boşluğundan ve kaostan yararlanmak
isteyen bazı kimselerin, kendi ideolojileri doğrultusunda, yeni yapılanmalar
peşinde koştuklarını düşündürmektedir. Bazı araştırıcılar, açıkça, “Aleviliğin
başlı başına bir din” olduğunu şöyle ifade etmektedirler: “Karşılaştırmalardan
görüleceği üzere Alevilik, Müslümanlık değildir. Olması da mümkün değildir.
Müslümanlığın bir mezhebi ya da kolu olsaydı, çoktan Müslümanlığın içerisinde
eriyip gitmiş olacaktı. Alevilik, kendine has özellikleriyle, kendi başına bir
inanç sistemidir. Başlı başına bir dindir.” (Şelva Dersim, “Alevilik”, Pir
Dergisi, Yıl 1, Sayı 1, Aralık 1994, s. 8). Aleviliğin kökeninde, Mazda
İnancının ve Zerdüşt Öğretisinin bulunduğunu (Bkz. E. Xemgin, Aleviliğin
Kökenindeki Mazda İnancı ve Zerdüşt Öğretisi, İstanbul 1995) iddia edenler
olduğu gibi, “Alevilik, T. C. gerçekliğinin karşıtıdır” diyerek meseleyi “Kürt
Aleviler”le irtibatlandırıp şöyle devam edenler de vardır: “Kemalizm, Aleviliğe
özgürlük getirmemiştir. Alevilerin inançlarını ve Kürt Alevilerin kimliğini
yasaklamıştır. Sünni devlet egemenliği yanında, kayıtsız şartsız Türk
şoven-ırkçı egemenliğini eklemiştir. Bu açıdan Kemalizmin ve devletin Alevilere
saldırısı, Osmanlı’dan daha güçlü ve köklüdür. Aleviliği ve Kürt Aleviliğini
temsil edenler Koçgiri ve Dersim’de direnmişlerdir. Kemalizme karşı ilk çıkışı
yapan Koçgiri Alevileridir ve Kürdistan’da Kemalizme en son teslim olan Dersim
Alevileridir.” (Ali Dersimli, Zülfikar, Sayı 1, Haziran 1994, s. 9.) “Anadolu
Aleviliği”nin bir “masal” olduğunu söyleyip, Aleviliğin aslının Ca’ferilik
olduğunu iddia eden, Alevileri Ca’ferileştirmek isteyenler vardır (Bkz. Teoman
Şahin, Alevilere Söylenen Yalanlar-Bektaşilik Soruşturması 1, Ankara 1995.)
(Bilgi boşluğundan kaynaklanan spekülasyonlarla ve bu konudaki
değerlendirmelerle ilgili olarak bkz. Baki Öz, Alevilik Nedir, İst. 1998, s. 216
vd.; İlyas Üzüm, Günümüz Aleviliği, İst. 1997, s. 29 vd.)

Bu arada, Doğu Bloğu çöktükten sonra işsiz ve malzemesiz kalan
bazı eski tüfek Marksistlerin de, kendi ideolojileri doğrultusunda, Alevilikte
ateist bir yapılanma için savaş verdikleri gözden kaçmamaktadır.

Diğer taraftan, gerek Sünnî anlayışı be-nimseyen Aleviler
arasında, gerekse Sünniliği İslâm’la özdeşleştiren kimseler arasında, Alevilerin
Sünniliği kabul edip Müslüman olmaları gerektiğini söyleyenler de yok değildir.

Bu tespitler, Alevilik konusundaki bilgi boşluğunun doğurduğu
vehameti anlamak için yeterlidir. “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak
isteyenlerin” ne kadar da çok olduğu düşünülmesi gerekli olan bir husustur.
Henüz Alevilik olgusunun hangi zeminde tartışılacağı bile açıklık kazanmış
değildir. Bilgi boşluğu, tahmin edildiğinden çok daha fazla, çok daha ileri
seviyededir. Oysa doğru bilgi olmadan fikir üretmek, çözüm üretmek mümkün
değildir.

“Değişim süreci”nin Alevilik ve Alevilerle ilgili olarak öne
çıkarttığı hususların başında, Alevilik konusundaki doğru bilgi eksikliğinin bir
an önce giderilmesi, zaman geçirilmeden bu konuda bilimsel araştırmaların
başlatılması gelmektedir.

Alevilik olgusu hakkında gerekli olan bilimsel bilgi, öncelikle
Aleviliğin mevcut durumunun tespitine ve doğuş sürecinin aydınlatılmasına
yönelik olmalıdır. Ayrıca, Alevilikle ilgili ana kavramların, Alevilik olgusunun
tarihî seyrine paralel olarak kazandığı ve yitirdiği içerikler de dikkate
alınarak, bilimsel yöntemlerle ve doğru olarak tespit edilmesine ihtiyaç vardır.
Doğru bilgi, sağlıklı bir tartışma zemininde, yapıcı ve doğruyu arayan, iyi
niyetli insanlar sayesinde, sorunların kalıcı bir biçimde çözümlenmesini
sağlayabilir. Doğru, hoşumuza gitmese de, işimize gelmese de doğrudur. Doğruları
gizleyerek, gerçeklerden kaçarak bir yere varmak imkansızdır.

Alevilik, temelde inançla ilgili bir farklılaşmadan çok,
sosyo-kültürel ve politik bir farklılaşmadır.

Alevilik olgusunun bugünkü durumu ile ilgili, Prof. Dr. Orhan
Türkdoğan tarafından gerçekleştirilen, “Alevi-Bektaşî Kimliği” isimli,
“sosyo-antropolojik” bir araştırmanın değerlendirme kısmında şu tespitlere yer
verilmektedir: “Alevi-Sünni teolojisini temsil eden yetkililerin bir araya
gelerek ilmî bir seminer veya toplantıda tartışmaları gerekmektedir. Çünkü,
hemen her Alevi Ocakzadeleri; Allah, Kur’ân ve Peygamber üçlüsünde
birleştiklerini bize kesinkes açıklamışlardır. Bu nedenle İslâm’ın özünde,
Alevî-Sünnî açısından bir sapma düşünülemez. Her Alevi Allah’a, Peygamber’e ve
Kur’ân’a bağlı oldukları hususunda kararlıdırlar… Bu üç unsur, Alevî-Sünnî
bütünleşmesinde temel taşı teşkil edebilir”. ( O. Türkdoğan, Alevi-Bektaşi
Kimliği, Timaş Yayınları, İst. 1995, s. 535; ayr. bkz. Rıza Zelyut, Öz
Kaynaklarına Göre Alevilik, s. 20; Mehmet Eröz, Türkiye’de Alevilik Bektaşilik,
s. 147 vd.; E. Ruhi Fığlalı, Türkiye’de Alevilik Bektaşilik, s. 277 vd.)

Bu tespitlerin anlam ve önemini ortaya koyabilmek için önce, bu
araştırmanın nasıl yapıldığına bakmak gerekmektedir. Orhan Türkdoğan, 1993-1995
yılları arasında, Türkiye genelinde Alevî-Bektaşî nüfusun yoğun olduğu 15 il ve
bu illere bağlı 45 ocak üzerinde, Antropoloji’nin en yeni yöntemlerini
kullanarak bir saha araştırması yapmıştır. Esas olarak, kendilerini
Alevî-Bektaşî diye tanıtan kimselerin Alevîliğe-Bektaşiliğe bakışları ortaya
konulmak istenmiştir. İşte, yukarıdaki tespitler, bu araştırmanın sonucunda
ortaya çıkmıştır.

Bu tespitlerden yola çıkarak, kendilerinin Alevî-Bektaşî
olduğunu söyleyen kimseler arasında, İslâm’ın özüyle bağdaşmayan birtakım
görüşlerin, düşüncelerin olmadığını iddia etmek elbette mümkün değildir.
Nitekim, araştırıcı da bunun farkındadır: “Bu gelenekli Aleviliğin iç yapısında;
tarihî gerçeklere uymayan, İslâmî kültür kodlarıyla anlaşamayan bir takım bâtıl
görüşler ve hurafeler de vardır.” (Aynı eser, s. 535.) Bu tespitin, sadece
Alevilik için değil, Sünnî anlayış biçimi için de geçerli olduğunu söylemek için
fazla delile ihtiyaç yoktur. Din geleneklerle bütünleşip, gelenek din gibi
algılanmaya başlanınca, hurafe ve batıl inançların yeşermesi için uygun bir
zemin ortaya çıkmaktadır. Bu durumda Alevî, Sünnî, Şiî, Haricî olmak fazla bir
şey değiştirmemektedir. İşin ilginç yanı, Kur’ân, “Ataların dini zihniyeti” adı
altında, atadan, dededen kalma anlayış biçimlerinin, genel anlamda “geleneğin”
dinleştirilmesini şiddetle eleştirmektedir. Müslümanlar, Kur’ân’ın açık
uyarılarına rağmen, bugün Kur’ân’ın bu sert eleştirisinin muhatabı
durumundadırlar.

Alevî olduğunu söyleyen insanlarımız, açıkça Allah’a, Hz.
Muhammed’in Peygamberliğine ve Kur’ân’a inandıklarını söylemektedirler. Bu,
Alevilik olgusunun tartışılacağı zemin açısından oldukça önemlidir. Kendisini
İslâm’ın dışında gören, açıkça Müslüman olmadığını söyleyen bireyler, elbette
olacaktır. Hatta, bunların Alevî ya da Sünnî olmaları da gerekmez. Ancak,
Aleviliği İslâm dışı görmek, ya da göstermeye çalışmak, hem mevcut realite ile
bağdaşmaz; hem de, akla ve bilimsel anlayışa uygun değildir. Aleviliğin mevcut
durumu ile ilgili tespitler, bu sonucu doğurmaktadır. (Krş. İlyas Üzüm, Günümüz
Aleviliği, s. 67 vd.) Ne var ki, Türkiye’nin toplumsal barışı sağlamasından,
birlik-beraberlik içinde yeni uygarlıklara kanat açmasından rahatsız olan,
çıkarlarını kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya bulunan bazı bireyler, birtakım
kurum ve kuruluşlar, konunun kanayan bir yara olarak kalmasından medet
ummaktadırlar.

Değişim süreci, kendilerini Alevi olarak gören insanlarımızı,
İslâm dini konusunda netleşmeye doğru çekmektedir. İşin gerçeği, geniş bir
yelpazede ortaya çıkan spekülas-yonları önleyebilmenin başka yolu da yoktur.
Kötü niyetli insanlara meydan vermemek için, öncelikle o insanlara malzeme
sağlayan kapıların kapatılması gerekmektedir. İçinde bulunduğumuz koşullar,
bizlere, İslâm’ı anlama ve iyi Müslüman olabilme hususunda, yeni fırsatlar
hazırlamıştır. Her insanın, doğrudan Kur’ân’dan hareketle kendi din anlayışını
kurma imkanı vardır. Müslümanların geçmişte İslâm’ı anlayış biçimlerinden
hiçbirisinin İslâm dini ile özdeşleştirilmesi mümkün değildir. İletişim
imkanları, bizlere, hem geçmişi iyi anlama imkanı sağlamakta, hem de gelecek
için sağlıklı arayışları mümkün kılmaktadır. Bizden önceki nesillerin bilgi
birikiminden, tecrübesinden yararlanmanın yollarını bulabilirsek, onların
düştükleri hatalara düşme-yiz; onların yanlışlarını tekrarlamaktan kurtulmuş
oluruz. Bunun için de, adı ne olursa olsun, dini anlayış biçimlerinin insan
ürünü olduğunu unutmamak gerekmektedir.

Din, insan için gelmiştir; bir amaç değil, araçtır. Amaç,
insanın en iyi şekilde insanlığını gerçekleştirmesi, gerçek saadeti hak
etmesidir. Dinin amaç değil, insan için araç niteliği taşıdığını gösteren en
açık kanıt, Kur’ân’ın kendisini takdim ediş tarzıdır. Kur’ân, ne ilimler
ansiklopedisi, ne kanunlar kitabı, ne bir anayasadır. Kur’ân, “öğüt,” “rahmet ve
şifa kaynağı,” “mehdî,” hakkı bâtıldan, doğruyu yanlıştan ayıran “furkân”dır.
Hz. Peygamber, Allah katından almış olduğu vahiyle insanları uyarmıştır; yani
Kur’ân bir “uyarıcı”dır. Kur’ân’ın kendisini takdim ediş şeklini bilmeden,
amaç-araç kargaşasından kurtulmak, ayrıntılarda boğulmaksızın bütünü görebilmek,
işin gerçeği biraz zordur.

Bugün karşımızda duran, atalarımızın bıraktığı asırlık muazzam
birikim bizleri beklemektedir. Bunun anlaşılması, geleceğe taşınacak hususların
belirlenmesi gerekmektedir. Geçmişi iyi anlamadığımız ve geleceğe neleri
taşımayacağımızı bile-mediğimiz zaman, bizim geleceğimizi şimdi olduğu gibi
geçmiş belirlemeye başlar. Açık konuşmak gerekiyorsa, günümüz Müslüman’ının din
anlayışını şekillendiren geçmiştir. Geçmişi anlayamayan ve sağlıklı bir şekilde
değerlendiremeyen kimseler, onu olduğu gibi geleceğe taşımak isterler. Bunun
mümkün olamayacağı açıktır. İslâm mezhepleri, on dört asırlık birikimin en çok
yoğunlaştığını çizgileri bünyesinde taşımaktadır. İslâm düşünce ekolleri olan
mezhepleri iyi anladığımız zaman, hangi noktalarda başarılı, hangi noktalarda
başarısız olunduğunu görür, gelecekteki din anlayışımızı bu birikimden
yararlanarak daha sağlıklı hale getirebiliriz.

Kanaatımıza göre, görüş ayrılıklarının kurumlaşmasının esas
sebeplerinden birisi, Kur’ân’la sıcak diyalogun kaybolması ve insanların ya
sadece sevap kazanmak için, ya da görüşlerine meşruiyet kazandırabilmek için
Kur’ân’a müracaat etmek ihti-yacı hissetmeleridir. Müslümanların, Kur’ân’a
rağmen, uzlaşmaz kamplara ayrılmaları, bilmeye, anlamaya dayalı bir ayrılık
değildir. Bilen insanların uzlaşmaları, her zaman daha kolay olur; eğer işin
içine enaniyet ve çıkarlar girmezse. Hele bu insanlar, Kur’ân’a inanan
insanlarsa, Kur’ân’ın terbiye tekniği, kurumlaşmayı önleyici ortak zemini her
zaman sağlar.

Türkiye’nin içinde bulunduğu koşulları, “başka Türkiye
olmadığı”nın bilincinde olan insanları, tarihi yeniden okumaya sürüklemektedir.
Dinî nitelikli görüş ayrılıklarının temelinde, çıkarlar ve siyasî çatışmalar
yatmaktadır. Tarihi yeniden okuduğumuz zaman, bu görüş ayrılıklarının geleceğe
taşınmasının pek de anlamlı olmadığını fark etmekte gecikmeyeceğiz. Artık, İslâm
dinine, Mezhepler ve gruplar üstü bir çizgide, vahyi ve aklı ön plana alarak
yaklaşmanın zamanı gelmiştir.