İslamiyet M. S. 630-750 tarihleri arasında yani yüz yirmi yıllık
yayılma sürecinde, kendi içinde önemli iktidar mücadeleleri vermiştir.
Peygamberin damadı ve yeğeni Hz. Ali için yandaşları, iktidarın başında Hz.
Ali’nin bulunmasını savunarak bir Şia muhalefetini başlattılar.1 Hz.
Ali’nin öldürülmesi ve Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hasan’ın hilafet hakkından
vazgeçmesiyle, iç savaş belki sona erdi gözüktü, ama muhalefet hareketi olan
particilik, Emeviler ve Yezit zamanında daha da hareketlendi. Hz. Muhammed’in
torunu (Hz. Ali’nin küçük oğlu) Hz. Hüseyin’in Kerbela’da katledilmesi ile,
İslamiyet’in siyasal ve toplumsal tarihinde hatta kültüründe çok önemli olan
ayrışma süreci de tamamlanmış oldu. Yani Hz. Muhammed’in ölümü ile başlayan
ayrışma süreci, Kerbela’da Hz. Hüseyin’in öldürülmesiyle tamamlanmıştır
denilebilir. Bundan sonraki gelişmeler ise, tamamlanmış olan bu ayrışmanın genel
yapısına uygun bir seyir izlemiştir.

Günümüzde Hz. Ali’ye bağlılıklarından dolayı dünyanın
birbirinden farklı toplum ve topluluklarına “Alevi” denmektedir. Oysa etimolojik
olarak, bir Alevinin soyca Hz. Ali’ye bağlı olması gerektiğine inanılır. Ancak
Alevi olmayı ve Aleviliği yalnız, soyca Hz. Ali’ye bağlı olma ile
sınırladığımızda; Aleviliğin farklı etnik kökenli topluluklar arasında yayılması
ve bu toplulukların kendilerini Alevi saymalarını açıklayamayız. Tüm bu
topluluklar, soyca Hz. Ali’ye bağlı olmasalar da; Hz. Ali’yi sevmekte ve
saymakta ve de düşünsel bir bağ ile Hz. Ali’ye bağlanmaktadırlar.

Böylece Hz. Muhammed’in yeğeni ve damadı olan ve de Arap
ırkından gelen Hz. Ali, Alevi topluluklarının atfettikleri değer sonucunda ırk,
zaman ve mekan boyutunu aşan bir kimliğe bürünmektedir. Yani tarihsel kimliğini
aşarak Suriye’de Arap kökenli; Balkanlarda Arnavut ya da Bulgar kökenli;
Anadolu’da ise Türk veya Kürt kökenli olarak karşımıza çıkmaktadır. Üstelik bu
yerlerde karşımıza çıkan Hz. Ali, bir bakıyorsunuz gönlünde taht kurduğu
insanlar için kah ihtiyaçlarını gidermek için su çıkartıyor, kah onlar için
savaşlar yapıyor. Sözlü kültürde ya da söylence kaynaklarında çok zengin bir
yere sahip bulunan Hz. Ali, artık o toplulukların kültürünün bir parçası haline
gelmiştir.

Alevi toplulukların yaşam tarzları ve ibadet biçimleri, ülkeden
ülkeye farklılıklar gösterebilmektedir. Örneğin Alevilik içinde yer alan
Yemen’deki Zeydiyye Kolu ile Hindistan’daki İsmailiyye kolu gibi. Yine tarihsel
açıdan Aleviler ülkemizde olduğu gibi, kutsal şahsiyetlerin etkisinden ya da
toplumsal-kültürel ve ekonomik nedenlerden dolayı gösterdikleri farklılıklarının
bir sonucu olarak, değişik adlarla anılmaktadırlar. Örneğin Anadolu’da yer alan
Tahtacılar, Nalcılar, Sıraçlar, Kızılbaşlar, Amucalılar ve Bektaşiler gibi.
Ayrıca tarihsel süreçte farklı topluluktan ya da topluluk önderlerinin farklı
oluşu bakımından da değişik adla adlandırılabilmektedirler. Örneğin Babailer,
Kalenderiler, Haydariler, Cavlakiler, Işıklar ve Torlaklar gibi. Bunun dışında
üzerinde durulması gereken bir başka gerçeklik ise, aynı ülke topraklarından
inanç ve ritüeller ve de uygulamalar açısından büyük farklılıklar taşıyan
Alevilerin yaşaması durumudur. Örneğin ülkemizde Anadolu Aleviliği olarak
adlandırılan Alevilik-Bektaşilikle birlikte, Azeri kökenli Şiiler ve Arap
kökenli Nusayrilerin bulunması gibi.

Dünya üzerinde yaşayan Alevilerin ve Alevilik anlayışlarının bu
kadar çeşitlilik göstermesine neden olan faktörleri toplumbilimsel açıdan
çözümlersek:

A. Alevi toplulukların Hz. Ali’ye atfettikleri değerin
birbirinden farklı olması

Hz. Ali’ye sevginin normal ve makul ölçüde olanı yanında, derece
derece Hz. Ali’yi Tanrısallığa ulaştıracak kadar aşırı biçimde seven Alevi
toplulukları vardır. İran’da yaşayan Şiiler, Hz. Ali’nin hilafet, yani iktidarı
elinden alınmış olduğunu ileri süren bir yaklaşımla benimsemekle birlikte, yine
İran’da yaşayan Ehl-i Hak (Ali İlahi) topluluğu Hz. Ali’yi sevme ve ibadet
uygulamaları bakımından farklılık göstermektedir.

Zaten ehl-i Haklar Hz. Ali’ye besledikleri fazla sevgiden
dolayı, O’nu Tanrısallaştırmış ve efsaneleştirmiştir. Bundan dolayı Ehl-i
Haklara “Ali İlahi”, “Ali Allahi” de (yani Ali’yi Allah bilenler) denilmiştir.
Bu yönü ile ülkemizdeki Alevi-Bektaşilerle aynı özellikte sayılırlar.

B. Alevi topluluklarında Hz. Ali’nin kabul gören soy
zincirinin birbirinden farklı olması

Hz. Ali’nin kabul gören soy zincirinin kısalığı ya da uzunluğu
da Alevi kabul edilen toplulukları birbirinden farklı kılmaktadır. Alevilik
içinde kabul edilen bu farklı kollar: Yemen ve çevresinde yaygınlığa sahip olan
dört imamı benimseyen “Zeydiyye Kolu”; Hindistan ve Pakistan çevresinde yedi
imamı benimseyen “İsmailiyye Kolu”; Anadolu, Azerbaycan ve İran bölgesinde on
iki imamı benimseyen “İmamiyye Şiası Kolu”, Hz. Ali’nin kabul gören soy
zincirine göre farklılık göstermektedir.

C. Alevi topluluklarında ibadet, tören ve ritüellerin
uygulanma ve ortaya konma biçimlerinin birbirinden farklı olması.

İbadet biçimleri bakımından Sünni Ortodoks düşünceye benzer
Alevi topluluklarının yanı sıra, Sünni Ortodoks ibadetlerinden çok farklı ibadet
biçim ve ritüellere sahip Alevi topluluklarına da rastlamak olanaklıdır. Yani
Sünni Ortodoks ibadetlerin benzerini yerine getiren ve benimseyen İranlı Şiiler
gibi, Sünni ibadet ve ritüellere sahip “Alevi-Bektaşi” ve “Ali İlahi” gibi
isimlendirilen Alevi toplulukları da bulunmaktadır. Ancak bu farklılıkların
tarihsel-siyasal-ekonomik, toplumsal ve kültürel arkaplanının bulunduğu gözden
kaçırılmamalıdır.

D. Alevi topluluklarının kültürel bakımdan beslendikleri
kaynakların birbirinden farklı olması

Daha çok bir ülke içerisinde yaşayan Alevi topluluklarının
bütünüyle aynı amaca uygun olarak yaptıkları ibadetler ya da ritüeller içindeki
küçük uygulama farklılıklarından dolayı değişik adlarla anıldıkları
görülmektedir. Bu ayrım daha çok Alevi öğretici ya da Alevi topluluklarını
yönlendiren önderin ve Alevi topluluklarının yerleştikleri bölgelerin
kültürlerini de özümsemelerinden dolayı ortaya çıkan bir durumdur. Dolayısıyla
bu durum Aleviliğin çözümlenmesinde, alt ayrımların yapılmasında kullanılabilir.
Örneğin Anadolu Aleviliği öğreticilerinin genel bir sınıflandırılması
yapıldığında karşımıza çıkan tablo şöyledir:

1. Ocakzadeler Kolu: Anadolu’ya Hacı Bektaş Veli’den önce
gelen, yerleşen ve Aleviliği soy anlayışına dayalı olarak sürdüren “Dedeler
kolu.”

2. Dedeganlar/Çelebiler Kolu: Hacı Bektaş Veli’nin
soyundan geldiği kabul gören ve yine Aleviliği soy anlayışına göre sürdüren
“Dedeganlar” yani “Çelebiler kolu.”

3. Babaganlar Kolu: Var olan Alevilik olgusunda, “kâmil
insan” yaklaşımını, tarikat modelinde soydan gitmeyeceğine inanan ve
öğreticilerin mertebe ile örgütlendiği “Babaganlar kolu”.

4. Diğer Öğreticiler: Ocakzadelerin el vermesi yani
taliplerinin ulaşamadığı yerlerde görev yapması için belirlediği ve daha sonra
kendilerini bağımsız ocaklar olarak kabul eden “Dikme Dedeler Kolu” ya da
Çelebilerin gidemediği yörelerde görev yapmak için yazılı ve mühürlü bir belge
ile işlev gören “Geçici İcazetli Dedeler Kolu” veya Babagan kolundan bağımsız
hareket eden baba ya da halife babaların oluşturduğu değişik adlarla anılan
(Bedreddinî Babalar gibi) “Bağımsız Babalar Kolu” öğretici olarak görev
yapmaktadırlar.

Yine bu görevi yerine getiren yazar ve araştırmacıların
oluşturduğu modernlik sürecinde zorunluluktan ortaya çıkan toplumsal bir gruptan
da söz edebiliriz.

Görüleceği gibi tüm Alevi, toplulukları hangi açıdan ele
alınırsa alınsın temel hareket noktası yani asıl belirleyici Hz. Ali olmaktadır.
Öğreticiler açısından bile konuya yaklaşıldığında soydan gelme ya da o yola
inanma bağlamında bile belirleyici olan Hz. Ali’ye olan bağlılık, dahası onun
koyduğuna inanılan kurallara gösterilen liyakat esastır.

Türkiye’deki Kızılbaşlık (Alevilik-Bektaşilik) Öğretisinde
Hz. Ali’nin Yeri

Geleneksel toplumlarda dini azınlıklar, genellikle hoşgörüden
yana tavır aldılar. Bu durum Türkiye’deki Kızılbaşlar (Alevi-Bektaşiler)2
için de geçerli olmuştur. Ancak burada gözden kaçırılmaması gereken, bu
hoşgörülülük özelliğinin, tarihsel koşulların bir sonucu, yani azınlıkta
kalmanın bir ürünü olmaktan çok, bu hoşgörülülüğün “Kızılbaşlık Öğretisinin” bir
ürünü sonucu olduğu gerçeğidir. Bu nedenle hoşgörünün anlaşılmasında Kızılbaşlık
Öğretisi’nin değerlerinin üzerinde durulması gerekliliği gözardı edilmemelidir.
Benzer tarihsel koşullar altında, çok farklı bir öğreti temelindeki—Ortodoks
yapıdaki—Sünni-liğin aynı sonuca ulaşamayacağı görülecektir. Çünkü Kızılbaş ve
Sünni öğretilerin niteliklerine bakıldığında, Kızılbaşların Sünniler gibi
tarihsel süreç içinde toplumsal iktidar ya da yönetim erki peşinde koşmadıkları,
dolayısıyla da bu yönleriyle de hoşgörü açısından iki öğretinin yaklaşımları her
dönemde birbirinden farklılık taşımaktadır.

Kızılbaşlar toplumsal iktidarın peşinde koşmadığı gibi,
toplumsal iktidarı yok sayma hükmündedirler. Bu anlayışın nedenini, tarihsel
açıdan toplumsal iktidarın ve yönetim geleneğinin dışında kalmış olmalarında
aramak yanlış bir yaklaşımdır. Bu anlayışın temellerini ve çerçevesini Hz. Ali
merkezli evren tasarımında aramak gerekir.

Hz. Ali, etkin ve çok etkili bir biçimde hilafet peşinde
koşmamıştır. Hz. Fatıma’ya yapılan haksızlıktan dolayı bir dönem—Hz. Fatıma’nın
ölümüne kadar—Hz. Ebu Bekir’e biat etmemekle birlikte, İslamiyet’i benimsemiş
toplulukların bir iç kargaşa ya da savaş yaşamaması için, Hz. Ebu Bekir’e karşı
etkin bir muhalefet yürütmemiş, kendi başına bir yaşam biçimini tercih etmiştir.
Peygamberin ölümünden sonra din işleriyle uğraşarak, sakin bir yaşam sürmüş ve
yetkin Hadis ve Kur’an bilgisiyle çeşitli hukuksal sorunlarda yöneticilere
yardımcı olmuştur.

Alevi-Bektaşilerin (Kızılbaşların) kutsal kabul ettikleri
metinlerde, Hz. Ali’nin halife olmak için büyük bir iddiasının olmadığı
vurgulanmaktadır.3 Bu metinde Hz. Muhammed’in vekili olarak
Müslümanların imamlığını ve dini kuralların koruyuculuğunu kimin yapacağının
tartışıldığı bir meclis toplantısında, Hz. Ali’nin yaptığı bir konuşmada: “Ey
Sahabeler! Sizler Peygamberin emrine karşı gelerek, Tanrı’nın hükmünü yapmaz
oldunuz. Bu imamet işinde aslında ben hak sahibiyim. Müslümanların tümünden daha
fazla Hz. Muhammed’e (Peygambere) yakın olan benim. Peygambere halife (yardımcı)
olmak benim hakkımdır. Tanrı’dan korkun, Peygamberden utanın ve benim hakkımı
bana bırakın.” der. Kendini bir ahlaksal öğreti çerçevesi ile sınırlar. Hatta
Hz. Ali bu tutumunu Hz. Ebu Bekir’in, Hz. Ömer’-in ve Hz. Osman’ın halife
seçilmesi sırasında da sürdürmüştür. Dahası artık İslami-yet’in başlangıcında
üstlendiği savaşçı kimliğini de artık bir kenara bırakmıştır.

Hz. Muhammed’in (Peygamberin) olacakları önceden gördüğünü ve
kendisine “Nasıl ki İsrailoğulları Harun’u bırakıp, öküze tapmayı kabul ettiler;
benim ümmetim de seni bırakıp başkasına uyacak,” diye-rek kendini uyardığını,
kendinin de bunu önceden bildiğini belirtir.4

Bu metinde yer alan bilgilerin tarihsel açıdan gerçekte var
olup-olmadığı ya da tüm bunların söylence olduğundan çok, bu bilgilerin
Alevi-Bektaşi (Kızılbaş) öğretisi içindeki yeri ve gördüğü kabul önemlidir.
Öğretinin bu düşünüş biçiminin kabulü ile birlikte, Hz. Ali ve onun iktidara
yaklaşım biçimini nasıl algılandığı da vurgulanmaktadır. Hz. Ali, Hz.
Muhammed’in (Peygam-berin) vekili olarak Müslümanların imamlığını ve din
kuralların koruyuculuğunu kimin yapacağı sorunu bireyselleşerek, var oluş
ahlakıyla ilişkili hale gelmiştir. Bu yaklaşımla birlikte, kendi ahlakından,
dolayısıyla toplumsal ahlaktan ödün vermek yerine, Hz. Muhammed’in vekilliğinden
biçimsel olarak ödün vermeyi tercih etmiştir.

Hz. Ali’nin davranışı, Alevi dedelerinin bazı niteliklerine ışık
tutmaktadır. Dedelik her ne kadar soydan geçen bir içerik taşısa da, asıl önemli
olan özelliği, dedenin kendi ahlakından kaynaklanan, bir bağlayıcılığa sahip
olmasıdır. Öyle ki, dedelik kurumunda dedeler, ne zaman tümüyle dünya
ilişkilerine ilişkin isteklerini ön plana çıkarmışsa ve örnek olarak dedeler
kâmil insan olmaktan uzaklaşmışsa, aynı ölçüde dedeler ve dedelik kurumu da
bağlayıcılığını ve etkinliğini yitirmeye başlamıştır.

Hz. Ali siyasal iktidar ile ilgili olmakla birlikte, dünya
nimetlerine düşkün olmak anlayışı yerine; dünya nimetlerine teslim olmayan kâmil
insan anlayışı ile hareket eder. Kendine hakim olmak düsturu da diyebileceğimiz
ve Alevilik öğretisini biçimlendiren “eline, beline, diline sahip olmak” genel
kuralının—en azından İslamiyet sonrası—prototipini temsil eden Hz. Ali’nin bu
anlayışı, halen Anadolu Aleviliğinde yaşatılmaktadır.

Bireyin kendi üzerindeki iktidarını, kendi egemen olma
özelliğinin en iyi örneğini temsil eden Hz. Ali cesur, zalimlerle savaşan ve
savaş sırasında kendisine yapılan bir hareketi/hakareti bağışlayıcı bir kimliğe
sahiptir.5 Saldırganlığın, hiddetin ve öfkenin kendini ve kişiliğini
yitirmede etkili olduğunu bilen ve de kendi benliğine hakim olmayı, yaşamının
merkez noktası haline getiren Hz. Ali, her şeyden önce bir insan olduğunun
farkındadır. Halifeliği döneminde bile geçimini sağlamak için ça-lışmaya devam
ederek, bu konuda bile kendinden sonra izleyicilerine örnek olmuştur.

Dipnotlar

1. Bu makalede yer alan Hz. Ali iktidara talip olmamıştır
görüşü ile, yukarıda yer alan ifadeler çelişmemektedir. Çünkü ifadede bahsedilen
talip olma durumu, Hz. Ali taraftarlarına ait bir olguyu içermektedir. Hz.
Ali’nin bizzat kendisinin bir iktidar arayışı söz konusu değildir. Ayrıca
Anadolu’daki Alevi-Bektaşiler bu dönemde henüz İslamiyetle tanışmamışlar ve
iktidar savaşlarında yer almamışlardır.

2. “Alevi-Bektaşi” te-rimi son yıllarda “Kızılbaş” terimine
yüklenen olumsuz ve suçlayıcı anlamdan dolayı, bu topluluklar tarafından
“Kızılbaş” terimi yerine kullanılmaya başlanılmış sözcüktür. Dolayısıyla bu
yazıda izlenen ta-rihsel anlamı pekiştirici bir yol olarak, her iki terim de
aynı içerik ve biçimde kabul gördüğü için anlam bilgisini güçlendirmek açısından
yan yana kullanılmıştır.

3. ———— Hüsniye, Yayına Hazırlayan: Adil Ali Atalay,
Can Yayınları, İstanbul 1991, s.130.

4. a.g.e., s. 130.

5. Savaşta yüzüne tüküren düşmanını, bireysel bir kin ile
öldürmüş olmamak için öldürmemeyi tercih etmiştir.