Ey ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve cemaat! Ve
ey Al-i Beytin
muhabbetini meslek ittihaz eden Aleviler! Çabuk bu
manasız ve hakikatsız, haksız, zararlı olan nizaı aranızdan kaldırınız. Yoksa,
şimdiki kuvvetli bir surette hükmeyleyen
zındıka cereyanı, birbirinizi diğerinin aleyhinde alet edip, ezmesinde istimal
edecek. Bunu mağlup ettikten sonra o aleti de kıracak.
Siz ehl-i tevhid olduğunuzdan, uhuvveti ve ittihadı emreden yüzer esaslı
rabıta-i kudsiye mabeyninizde varken, iftirakı iktiza eden cüz’i
mes’eleleri bırakmak elzemdir.

—Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, s. 32.

Toplum olarak bir empati sorunuyla iç içe yaşadığımızı inkar
edemeyiz. Kendimizi fert ve cemaat bazında, “ötekinin” yerine koyamayışımız,
hayatımızı sağırlar diyaloguna çevirmiş. Bizim söylediklerimiz her zaman güzel
ve doğru olurken, “öteki”nin söyledikleri batıl ve yanlış olmuş. Kendi
kusurlarımız fazilete dönüşürken, muhatabımızın fazileti kusur olarak algılanır
olmuş.

Halbuki Kur’an öğretisi toptancılığı reddeder. Doğru ile yanlışı
ayırt eden analizci yaklaşımı ön plana çıkarır. Toplumun veya ferdin her hali
hatasız olmadığı gibi bütün halleri de hatalı değildir. “Birisinin hatası ile
başkası mes’ul olmaz” (En’am, 164) ayet-i kerimesinde ifade olunan prensip
şahsi, cemaati ve milli ölçeklerde davranışların belirlenmesi için adil bir
Kur’an düsturudur.1 Bir şahsın veya toplumun sahip olduğu
özelliklerden birisinin kötü olması, sadece o sıfata düşmanlık beslenmesini
gerektirir. Yoksa, insanın bir kötü sıfatı yüzünden ona tamamen düşman olmak
Kur’an’ın adalet anlayışına uymaz.

Bu ölçek düşünce bazında da ele alınabilir. Herhangi bir düşünce
sisteminde görülen bir kaç hata, o düşünce sisteminin tamamının yanlış olduğunu
ortaya çıkarmaz. “Meslekler ne kadar batıl da olsalar içinde ukde-i hayatiyesi
hükmünde bir hak, bir hakikat bulunur.”2 Böyle durumlarda sonucu
belirleyen unsurlara bakılır. Sonucu hak ve hakikat belirliyorsa o meslek hak,
menfi yönü müsbet yönüne galip geliyorsa o meslek batıl demektir. Burada esas
olan müsbet-menfi dengesinin ne şekilde bozulduğu meselesidir.

İslam’ın değişik açılardan yorumlanış biçimlerine bu açıdan
bakmak gerekir. Tarihi bir olgu ve sosyolojik bir realite olan Alevilik de bu
çerçeve de değerlendirilmelidir. Bu yapılırken “empatik toplum”un
fonksiyonelliği canlı tutulmalı. Yani toplumsal kesimler kendisini “öteki”nin
yerine koyabilmelidir.

Bu çerçevede yazılan bazı eserler Ehl-i Sünnet ve Şia’nın
birbirini anlamasına yardımcı olmak yerine; aradaki mesafeyi büyütmüştür. Araya
siyasi endişeler de girince, “tekfir” derecesine varacak suçlamalar görülmeye
başlamıştır.

Alevi ve Sünnilerin uzun bir tarihi dönemde birbirini gereğince
anlayamamaları, empatiyi sağlayacak bir platform oluşturamadıklarından
kaynaklanıyordu. Bediüzza-man hayatta iken, talebelerinden bu soruna dair birçok
soru aldı. Bu soruları cevaplarken veya diğer meselelerin içerisinde Alevi ve
Sünnilerin üzerinde buluşabileceği bir platform oluşturdu. Bu platformu
oluştururken Alevilerin bütün sermayelerinin içinde saklı olduğu, anahtar
kelimeleri kullandı. Hatta, söylemlerini Risale-i Nur’da bulan birçok Alevi,
Bediüzzaman’ın sağlığında, Risaleleri okumaya başladı.

Esasen Alevi-Sünni ayrışmasının temelleri söylemde ve tarihi
olayların yorumundan gizlidir. Bediüzzaman her iki alanıda inceleyerek bir
yaklaşımla yeniden açıklamıştır.

Risale-i Nur’da Alevilik kavramı

Bediüzzaman’ın Alevilik konusundaki görüşlerini incelerken,
kavramın sınırlarını çizmemiz gerekiyor. Bugünün dünyasında Aleviliği belirli
kodlarda birleştirmenin imkânsızlığını, hemen herkes kabul ediyor. Yoğun bir
şekilde birbirlerini Aleviliğini inkar etseler de, bütün Alevi kliklerini
bugünün sosyal bir olgusu olarak kabul etmek zorundayız. Aleviliğin bütün
kollarının Hz. Ali’yi referans alması, sosyolojik olmasa da tarihi bir
zorunluluk olsa gerektir.

“Alevi” kelimesi Hz. Ali’ye intisabı olan kişi demektir. Bu
açıdan “Ali”siz bir Alevilik düşünmenin, tarihi köklerini açıklamak pek mümkün
değildir. Bu tür Alevilik tanımları yapanların tarihi köklerle ilgilendiklerini
de söyleyemeyiz. Bediüzzaman, Alevilik kavramının asli mecrasından çıktığını
düşündüğünden eserlerinde Aleviliğin doğru tanımlamasını yapmaya çalışmıştır.
Said Nursi’de Alevilik, Hz. Ali muhabbetinin nebevi ve ilahi sevgiye ulaştırması
demektir. Temel ekseni tevhid, Hz. Ali muhabbeti, Ehl-i Beyt muhabbeti ve
nübüvvettir. Fakat Alevilik zaman içerisinde asli referanslarını yitirerek
değişik şekiller kazanmıştır. Bunu Bediüzzaman, “salabetli Alevilik, nihayet,
Rafıziliğe dayandı”3 şeklinde ifade eder. Bu hakikatin yansıması
olarak Hz. Ali ve Al-i Beyt ile hiç ilgisi olmayan Alevilik klikleri türemiştir.
Bediüzzaman’ın eserlerinde tanımladığı Alevilikte, materyalist ve milliyetçi
yaklaşımlarla üretilen alevi klikleri yoktur. Said Nursi bu klikleri, kendi
kodlarıyla tanımladığı Aleviliğin içine almak için çaba sarf etmiştir.
Talebelerinin “Münafık öldükten sonra namazı kılınmaz” ayetinin açıklaması
bağlamında sordukları bir sorusu üzerine, bu ayetin Alevilere teşmil
edilemeyeceğini, Alevilerin ehl-i kıble olduklarını, yani İslam dairesi içinde
yer aldıklarını yazar.4 Bu tanumlama, Ehl-i sünnet ile Aleviler
arasındaki empati sorununu çözümlemek açısından önemli bir yaklaşımdır.

“Hususi üstadım İmam-ı Ali’dir”

Hz. Ali sevgisi, Alevilerin en önemli fikir eksenidir. Olayların
yorumunda bu ilkeden taviz vermemeye çalışırlar. Sünni kesimde de Hz. Ali
sevgisi, küçümsenemeyecek bir yer işgal eder. Alevi ve Sünnilerdeki Hz. Ali
sevgisi, Risale-i Nur’da zirveye ulaşır. Risale-i Nur talebelerinin en büyük
üstadı, Peygamberden (a.s.m) sonra Celcelutiye’nin şehadetiyle, İmam-ı Ali
olduğu belirtilir.5 Veysel Karani’nin Hz. Peygambere (s.a.v.) olan
bağlılığına benzer bir ilişki de Bediüzzaman ile Hz. Ali arasında vardır. Üveys
nasıl ki Hz. Peygamberi görmeden, Onun dersini talim etmişse, Bediüzzaman’da
Gavs-ı Azam (k.s.) Zeynelabidin (r.a.) ve Hasan ve Hüseyin vasıtasıyla Hz.
Ali’nin (r.a.) dersini tâlim etmiştir.6 Bu açıdan Risale-i Nur
talebeleri Hz. Ali’nin (r.a.), Hasan ve Hüseyin’in (r.a.) ve Gavs-ı Azam’ın
(k.s.) bu asırdaki talebeleridir.

Hz. Ali (r.a.) ile Risale-i Nur arasındaki, başka bir köprü de
hilafet mes’elesindedir. Bediüzzaman, “Benden sonra hilafet otuz senedir” hadisi
şerifini yorumlarken ilk beş halifeyi (Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz.
Ali, Hz. Hasan) bu otuz yılın içinde mütalaa eder.7 Hicri tarihle bu
zaman aralığı, otuz yıla tekabül etmektedir. Hz. Hasan’ın (r.a.) hilafetten
ayrılmasıyla, İslâm tarihinde saltanat devri başlamıştır. Risale-i Nur,
hilafetin görevinin en önemlisi olan “neşr-i Hakaik-i imaniye”de Hz. Hasan’ın
(r.a.) görevini devam ettirerek beşinci halife unvanına hak kazanmıştır. Başka
bir ifadeyle Hz. Hasan’ın (r.a.) altı ay gibi kısa hilafetini, uzun bir zamana
çevirmiştir.8 Bu açıdan Risale-i Nur “Hz. Hasan’ın (r.a.) bir
muavini, bir mütemmimi, bir manevi veledi hükmündedir.”9

Bediüzzaman, Risale-i Nurların Hz. Ali’ye yaklaşımının mantıki
bir sonucu olarak, Alevilerin risaleleri dinlemeleri gerektiğini belirtir.
Çünkü, Celcelutiye’nin şehadetiyle Nur talebelerinin en büyük hocası Hz. Ali
olduğuna göre10 Onun muhabbetini dava eden Aleviler, Sünnilerden
ziyade Risale-i Nurları dinlemelidirler.

“Nur’un mesleğinde hubb-u Al-i Beyt esastır.”

Alevilerin önem verdikleri bir kavramda Al-i Beyt muhabbetidir.
Hz. Peygamberin (s.a.v.) evine mensup olanları ifade eden bu kavram, tarih
boyunca siyasi çekişmelerde araç olmaktan kurtulamamış.

Aslında Hz. Ali (r.a.) muhabbetinin mütemmimi olan Al-i Beyt
sevgisi Alevilerde olduğu gibi Sünnilerde de temel bir olgudur. Zaten Ehl-i Beyt
sevgisi Kur’an’ın öngördüğü bir sevgidir. Bediüzzaman, “Dedi ki, vazifem
karşılığında sizden bir ücret istemiyorum; sizden istediğim ancak akrabaya sevgi
ve Ehl-i Beytime muhabbettir” (Şura, 23) ayet-i kerimesinin tefsirinde, Hz.
Peygamber’in (s.a.v.) Al-i Beyte karşı ümmetin sevgisini istediğini belirtir.
Hz. Peygamber (s.a.v) bir hadisinde, “Size iki şey bırakıyorum, onlara temessük
etseniz, necat bulursunuz: Biri Kitabullah, biri Al-i Beytim” buyurarak Al-i
Beytinin önemini vurgulamıştır.11

Kur’an’ın emrettiği Ehl-i Beyt sevgisi, Risale-i Nur’un da
önemli bir esası hükmündedir. Fakat Al-i Beyt muhabbetini doğru anlamak
noktasında Risale-i Nur’un ikazları vardır. Bediüzzaman, Resul-ü Ekrem
(s.a.v.)’in Hz. Ali’ye söylediği: “Sende, Hz. İsa gibi bir kısım insan helakete
gider. Birisi, ifrat-ı muhabbet, diğeri ifrat-ı adavetle. Hz. İsa’ya Nasrani
muhabbetinden hadd-i meşrudan tecavüz ile-haşa-ibnullah dediler, Yahudi
adavetinden çok tecavüz ettiler, nübüvvetini ve kemalini inkar ettiler. Senin
hakkında da, bir kısım hadd-i meşrudan tecavüz edecek, muhabbetinden helakete
gidecektir.”12 Hadis-i Şerifi muhabbetin nasıl olması gerektiğini ön
plana çıkarıyor. Yani, Hz. Ali, Allah ve Hz. Peygamber’e izafeten sevilmelidir.
Al-i Beyte de “vazife-i nübüvvetin bir hayt-ı nuranisi” (nurani bağları) olarak
bakmak gerekir. Yoksa, Hz. Ali’nin Allah ve Resulüne olan bağlantısını
düşünmeden, şahsi kahramanlıkları ve üstünlüklerini düşünerek sevilmesi doğru
değildir. Bu tür sevgi Allah bilinmese de, Peygamber tanınmasa da olabilecek
türden hasarete sebep olabilecek bir sevgidir.

Hz. Peygamber Al-i Beyti, peygamberlik vazifesi açısından sever.
Çünkü, Sünnet-i Seniyyenin kaynağı, muhafızı, her türlü gereklerinin yerine
getiricisi Al-i Beyt’tir.13 Hz. Peygamberin, Al-i Beyt sevgisinden
muradı sünnet-i seniyyesi olduğuna göre, sünnet-i seniyyeye uymayanlar Al-i
Beyt’ten olmadığı gibi, Al-i Beyt’e hakiki dost da olamazlar.14

Bediüzzaman, “mesleği(n)de bir esas” olarak tanımladığı Al-i
Beyt sevgisinin hiçbir zaman yok edilemeyeceğini belirterek talebelerini
Vehhabilik konusunda ikaz eder. Hz. Ali ve Al-i Beyt adaveti ile bilinen
Vehhabilere Risale-i Nur’da hiçbir cihette sıcak bakılmamıştır.15
Hatta, “Vehhabilik damarı nurun hakiki şakirtlerinde olmamak lazım geliyor”16
denilerek, Al-i Beyt adavetine karşı net tavır belirlenmiştir. Risale-i Nur’da
Al-i Beyt sevgisinin teşvik edilmesi Alevilerle bu noktada da ittifak edildiğini
gösteriyor. Risalede tanımlanan Al-i Beyt muhabbetinin niteliğine, hakiki
Alevilerin can-ı gönülden katıldıklarını söyleyebiliriz. Alevilerin en mühim
kesimini teşkil eden Caferilerde, Al-i Beyt muhabbetinin, Allah’a ve Rasulüne
götüren nurani bir bağ olduğunu kimse inkar edemez. Hakiki Al-i Beyt dostluğunu
öğreten Risale-i Nur ile Aleviler arasında Al-i Beyt muhabbeti konusunda hiçbir
anlaşmazlık yoktur. Bu özellikten dolayı Bediüzzaman “hakiki Aleviler kemal-i
iştiyakla o daireye girmeleri gerekir”17 demektedir. Hatta,
Alevilerin, Risale-i Nur derslerini Sünnilerden ziyade dinlemeleri gerekir. Aksi
takdirde Al-i Beyte muhabbet davaları yanlış olur.18

On İki İmam’ın Yolu

İran ve Türkiye’deki Alevilerin çoğu Caferiye mezhebinin
mensuplarıdır. Bu mezhebe İsnâaşeriyye Şiası da denilir. Bu mezhebe göre imamet
usulü’d-din’dendir. İlk İmam kabul ettikleri Hz. Ali’yi Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin
takip eder. Daha sonra Hz. Hüseyin’in oğlu Ali Zeyne’l-abidin, Muhammed El Bakır
ve oğlu Cafer Sadık imam olmuştur. Bundan sonra İmam Musa el-Kâzım’ın soyundan
gelenler Oniki İmamı tamamlamıştır. İsnâaşeriye şiasına göre imamlar hatadan
korunmuş sayıldıkları için davranışları sünnet olarak değerlendirilir. Oniki
imamdan Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Muhammed el Bakır ve Cafer es Sadık
gibi imamlar Alevi-Sünni ayırımı olmaksızın herkes tarafından benimsenir.19
Bediüzzamanda, “azami imamların en mühimleri ve sair on iki eimme-i müçtehidin”
yolunu “Alem-i İslamın cadde-i kübrası” şeklinde isimlendirir.20 Hz.
Hüseyin’in soyundan gelen bu imamların-özellikle Zeynel Abidin ve Cafer-i
Sadık-her biri manevi bir mehdi hükmüne geçerek, zulümatı dağıtıp Kur’an nurunu
ve iman hakikatlerini yaymışlardır.21

Bediüzzaman’ın On iki imama bakışı Alevi ve Sünniler arasında,
yeni bir köprü niteliğindedir. Ehl-i Sünnet alimlerinin on iki imamın ikinci
altısına mütereddit bakışları, Bediüzzzaman’ın net ifadelerinde
görülme-mektedir. Bu da Alevi ve Sünniler arasındaki mesafenin daralmasını
sağlayacak önemli bir faktördür.

Hilafet kimin hakkı?

Ehl-i Sünnet ve Aleviler arasında “medar-ı niza” meselelerden
birisi, belki de en önemlisi, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) vefatından sonra yerine
kimin halife olacağı meselesidir.

Hz. Peygamberin vefatından sonra Ben-i Sâide avlusunda toplanan
ensar ve muhacir Hz. Ebubekir’i halife seçmişti. Bu toplantıda Hz. Ali yoktu.
Zübeyir b.Avvam, Mikdad bin Esved, Selman-ı Farisi, Ebu Zer, Ammar bin Yasir ve
Ubey bin Ka’b (r.a.) Hz. Ali’nin yanında bulunuyorlardı. Bunların hepsi Hz.
Ali’ye biat etmek için onun yanında toplanmışlar. Biat etmek için Hz. Ali’nin
iznini bekliyorlardı. Bu sırada Hz. Abbas, Ebu Sufyan, gibi Müslümanlar Hz.
Ali’ye biat etmek istedilerse de Hz. Ali herhangi bir fitneye sebep olmamak için
buna izin vermemişti.22

Hz. Ali altı ay, Hz. Fatıma’nın vefatına kadar Hz. Ebubekir’e
biat etmemiştir. Hz. Ali’nin biat etmesinin gecikmesi, Alevi ve Sünniler
arasında tartışılan meselelerdendir.

Bu konuda Ehl-i Sünnet ve Cemaat, Hz. Ebubekir’in (r.a.)
hilafete daha layık olduğu için geçtiğini belirtir. Şialar buna itiraz ederek
“Hak Hz. Ali’nin (r.a.) idi. Ona haksızlık edildi. Umumundan en efdali Hz.
Ali’dir (r.a.) derler.23 Şiaların getirdikleri deliller dört ana
grupta toplanabilir. Bunlar (a) Hz. Ali (r.a) hakkında varid olan hadis-i
şerifler (b) Hz. Ali’nin (r.a.) “Şah-ı Velayet” ünvanıyla evliyanın çoğunluğunun
ve tariklerin kaynağı olması (c) ilim şeceat ve ibadetle harikulade sıfatları
(d) Hz. Peygamber’in (s.a.v.) ona ve ondan teselsül eden Al-i Beyte şiddeti
alakası.24

Bediüzzaman ehl-i Şia’nın bu delillerini tek tek analiz ederek,
Hz. Ebubekir ve Hz. Ali’nin farklı özelliklerinin yaşanan sonucu ortaya
çıkardığını açıklar. En başta şunu belirtmek gerekir: Hz. Ali ilk üç halife
zamanında Medine’de ikamet ederek, dini ilimlerle uğraşmayı diğer görevlere
tercih etmiştir. Kur’an ve hadis konusundaki derin ilminden dolayı, hem Hz.
Ebubekir’in (r.a.) hem de Hz. Ömer’in (r.a.) özellikle fıkhi meselelerde fikrine
müracaat ettikleri bir sahabi olmuştur.25 Yirmi seneden fazla üç
halifenin adeta “şeyhülislamlığını” yapması mevcut duruma itiraz etmediğini
belirler. Ayrıca ilk üç halife zamanındaki fetihler ve düşmanla mücadele ile Hz.
Ali (r.a.) zamanındaki vakıalar “hilafet-i İslamiye noktasında Şiaların
davalarını cerh ediyor.”26 Bediüzza-man, Şialar’ın delillerinden
olan; (a) Hz. Ali hakkında senâkârane hadislerin çok olmasını iki nedenle
açıklar. Bunlardan birisi, Emeviler ve Hariciler Hz. Ali’ye (r.a.) haksız
hücumda bulunduklarından, ehl-i Sünnet ve Cemaat Hz. Ali hakkındaki rivayetleri
çok neşretmişler. Diğerine gelince, Hz. Peygamber (s.a.v.) peygamberlik
nazarıyla, ileride Hz. Ali’nin (r.a.) başına gelecek üzücü olayları ve dahili
fitneleri görmüş, Hz. Ali’yi (r.a.) meyusiyetten ve ümmetini Onun hakkında su-i
zandan kurtarmak için, “Ben kimin dostuysam, Ali’de onun dostudur” gibi mühim
hadislerle Ali’yi teselli ve ümmeti irşat etmiştir.(b) Hz. Ali’nin “şah-ı
velayet” ünvanıyla evliyanın çoğunluğunun ve tariklerin kaynağı olması
meselesine gelince, Hz. Ali’yi sevmek noktasında problem yok. Ehl-i Sünnet de
Şialar da seviyor. Fakar Hz. Ali’nin “şah-ı velayet ünvanı onu, siyaset ve
saltanattan ziyade, saltanat-ı maneviyeye layık kılıyordu. O siyasette başarılı
veya layık olsaydı, siyasi hilafetin pek çok fevkinde olan manevi saltanatı
kazanamayacak, üstad-ı küll hükmüne geçemeyecekti.27 (c) Hz. Ali’nin
ilim, şecaat ve ibadetle harikulade sıfatlara sahip olması özelliğini hilafet
noktasından ele alırsak, şahsi kemalatı hilafet dönemindeki kamalatıyla beraber
düşünülmelidir. Bu açıdan, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın şahsi
kemalatları ile zaman-ı hilafetlerinin kemalatları terazinin bir kefesine Hz.
Ali’nin şahsi kemalatı ve hilafet zamanındaki üzücü iç savaşlar, su-i zanlara
maruz kalan hilafet mücahedeleri de diğer kefesine konulsa, elbette Hz.
Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın kefeleri ağır gelir. (d) Şiaların Hz. Ali’ye
ilk halifeliğe layık görmelerinin nedenlerinden birisi de, Hz. Peygamber’in Al-i
Beyte gösterdiği alaka “cibilli karabet” veya “hissi şefkatten” kaynaklanmıyor.
Belki, peygamberlik vazifesine sahip çıkacak nurani bir cemaatin menşeine alaka
gösteriyordu. Ayrıca “salanat-ı dünyeviye aldatıcıdır. Al-i Beyt ise, hakaik-ı
İslamiyeyi ve ahkam-ı Kur’aniyeyi muhafazaya memur idiler.”28
Bediüzzaman Ehl-i Şia’nın, Hz. Ali’nin ilk halife olmasına dair görüşlerini de
açıklar. Eğer Hz. Ali ilk halife olsaydı, engel tanımayan, pervasız, kahraman,
hiçbir şeyden korkmayan, çekinmeyen şeceatından dolayı, bir çok insanda ve
kabilede rekabet damarını tahrik ederek tefrikaya neden olabilirdi. Ayrıca,
fitnelerin ortaya çıktığı zamanda, Hz. Ali gibi cesaret ve feraset sahibi birisi
halife olmasaydı. Fitnelere karşı dayanmak zor olurdu.29

Hz. Ali takiyye mi yaptı?

“Takiyye benim ve atalarımın dinidir. Takiyyeye uymayanın dini
yoktur” ve “Durumumuzu ifşa eden onu inkar eden gibidir”30 sözlerini
Hz. Cafer-i Sadık’a isnad eden Caferiler, takiyyeyi temel ilkelerini tamamlayan
prensiplerden birisi olarak kabul etmişler, Hz. Ali ile ilgili bazı olayları
takiyye ile yorumlamışlardır.

Hz. Peygamberin vefatından sonra Hz. Ali’nin tavırları tartışma
konusu olmuş. Aleviler, ilk halifeliğin Hz. Ali’nin hakkı olduğu halde Hz.
Ebubekir ve Hz. Ömer dönemlerinde, sesini çıkarmadığına, onlarla iyi geçinmeye
çalıştığına, korktuğuna inanmışlardır. Şia ıstılahınca “takiyye” denilen bu
yaklaşım esasen Hz. Ali’ye yakışmaz. Bediüzzaman böyle düşünenlere, “Acaba böyle
kahraman-ı İslam ve ve esedullah ünvanını kazanan ve sıddıklerin kumandanı ve
rehberi olan bir zatı riyakar ve korkaklık ile, sevmediği zatlara tasannukârane
muhabbet göstermekle ve yirmi seneden ziyade havf altında mümaşaat etmekle,
haksızlara tebaiyet kabul etmekle muttasıf görmek, ona muhabbet değildir. O
çeşit muhabbetten Hz. Ali (r.a.) teberri eder.”31 diyerek Ehl-i
sünnet alimleri gibi şu sonuca ulaşır. Eğer Hz. Ali ilk ha-lifeleri hak
görmeseydi, onları tanımaz ve itaat etmezdi. Haklı gördüğü için şeceatını
hakperestçe kullanmıştır. Hz. Ali’den nakledilen sözler bunu doğrular
niteliktedir. İbn Abd-ı Rabbih’in El-Ikdu’l-Ferid adlı eserinde nakledilen bir
sözünde Hz. Ali şöyle der: “Ey Allah’ım! Ona ilk iman eden benim, yine Onu ilk
yalanlayan ben olamam. Bende Hz. Peygamberin bir vasiyeti yoktur. Şayet böyle
bir şey olsaydı ne Temim ne de Adiyy oğullarından birisini minberde
bırak-mazdım.”32

Sahabelerin muharebesinde kıyl ü kal etme(me)

Alem-i İslam’da on üç asırdır ehl-i hakikatin içini sızlatan, iç
muharebelerden bahsederek düşmanlıkları beslemek, ehl-i imana tahammülsüz
elemler veriyor. Bundan dolayıdır ki başta “eimme-i Erbaa” ve “Ehl-i Beytin
Eimme-i İsna Aşer olarak Ehl-i Sünnet” Müslümanlar içindeki o eski fitneyi
karıştırmayı caiz görmemişler.33 Bediüz-zaman da, “Alem-i İslam’ın o
dehşetli yarasını deşmek, düşünmek benim hususi meşrebimde tahammülümden ziyade
elem veriyor.”34 diyerek, Ehl-i Beyt’e zulmedenlerin ahirette
cezalarını çektiklerini, Ehl-i Beyt’in ise dünyadaki geçici sıkıntılarına
mukabil sınırsız rahmete mazhar olduklarını belirtir. Bundan dolayı geçmişte
Ehl-i Beyt’e zulmetmiş bir kişiyi, zemmetmenin Ehl-i Beyt’e bir yararı yok.
Ayrıca “zem ve tekfir eğer haksız olsa büyük zararı var, eğer haklı ise hiç
hayır ve sevap yok.”35 Bu hakikat ölmüş insanları boş yere
kötülemenin anlamsızlığını ortaya çıkarıyor. Bu açıdan, ilm-i kelamın büyük
allamesi Sadeddin-i Taftazani, “Yezide lanet caizdir” demiş, fakat “lanet
vaciptir, hayırdır ve sevabı vardır” dememiş!

İşte Ehl-i sünnet alimlerinin ve on iki imamın bu yaklaşımı
Bediüzzaman’ın o zaman vukua gelen savaşlara bakışında temel ekseni oluşturmuş.
Bu bakış açısında istenilen yaklaşım, ihtilaf ve düşmanlıkları artırıcı zem ve
küfürlerden kaçınmaktır. Yoksa, sahabeler arasında vukua gelen olayları hiç
anlatmamak, nisyan çukuruna atmak değildir. Risale-i Nur’da, medar-ı niza olan
savaşlar bu açıdan ele alınmıştır.

İslam Tarihinde Hz. Osman’ın şehadeti ile başlayan
huzursuzluklar, birçok ihtilaf ve mücadelenin nedeni olacaktır. Hz. Osman
zamanında başlayan karışıklıklarda felsefi temel olmadığı için çok önemli
değildi. Birçok cemiyette bu tür kargaşalar olabilirdi.36 Fakat, Hz.
Osman’ın şehit edilmesi ardı arkası kesilmeyen Cemel, Sıffin savaşları, Hakem
mes’elesi ve ardından Nehrivan muharebesi gibi olaylara kapı açtı

656’da Hz. Osman’ın katillerinin bulunması için bir araya gelen,
Hz. Aişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr, Hz. Ali’nin elçisi Ka’ka’dan Hz. Osman’ın
katillerinin halife tarafından bulunmasını istediler. Görüşmeler sonucu meseleyi
sulh yoluyla halletmeye karar verdiler. Bu arada Müslümanların birlik olması
asilerin huzurunu kaçırıyordu, iki taraf birleşirse kendilerini yok
edebilirlerdi. Abdullah b. Sebe ve yandaşları sulha mani olmaya karar verdiler.
Ertesi gün güneş doğmadan görevlen-dirilen kişiler aracılığıyla kargaşa
oluşturup “Ehl-i Kûfe baskın yaptı,” “Ehl-i Basra baskın yaptı” şayiasını
yaydılar. Sonunda Abdullah b. Sebe ve yandaşları istediklerine kavuştular.
Binlerce Müslüman’ın kanı aktı. Hz. Talha, Hz. Zübeyr gibi Aşere-i Mübeşşereden
olan sahabeler şehit edildi.37 Bu savaşta Hz. Aişe devenin üzerinde
bulundu. Bediüzzaman Cemel savaşını, adalet-i mahza38 ile adalet-i
izafiyenin savaşı olarak analiz eder. Hz. Ali, önceki halifeler dönemindeki gibi
adalet-i mahzayı esas aldı Hz. Aişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr’de adalet-i
mahzanın tatbiki müşkül olduğuna inanarak adalet-i izafiye yönünde içtihad
yapmışlardı. Her iki tarafta Allah için içtihad etmişlerdi Bundan dolayı hem
katil, hem maktul ehl-i cennet olmuşlardı. Hz. Ali içtihadında haklı olduğu
halde,39 her iki tarafta içtihad neticesi savaştığı için, “içtihad
eden hakkı bulsa iki sevap var; bulmazsa bir nevi ibadet olan içtihad sevabı,
olarak bir sevap alır, hatasından mazurdur.”

Hz. Ali yaşanan elim savaştan sonra, bir daha karışıklık
çıkmaması için ülkede denetim kurmaya çalışıyordu. Mısır’a vali olarak tayin
ettiği Muhammed b. Ebubekir, orada bir kargaşa ile karşılaştı. O sırada Şam
valisi olan Hz. Muaviye, Mısıra gönderdiği Amr b. As aracılığıyla hakimiyetini
tesis etmişti. Hz. Muaviye, Hz. Ali’nin biat çağrılarına olumlu cevap vermiyor
ve Hz. Osman’ın katillerinin bulunmasını istiyordu. Barış için çabalar sonuç
vermedi.40 İki ordu Cemel savaşında yaklaşık 6-7 ay sonra 657’de
Sıffin’de karşı karşıya geldiler. Savaşta gelişmeler Muaviye’nin aleyhine
dönünce, Amr b. As’ın teklifi ile Kur’an sahifeleri mızrakların ucuna takıldı.
Hz. Ali’nin ordusundan “Kur’an’ın hakem olması” istendi. Her ne kadar, Hz. Ali
yapılanların bir hile olduğunu biliyor idiyse de, ordu Kur’an’a karşı savaşmak
istemedi. Anlaşma hakemlere bırakıldı. Hz. Ali’nin hakemi Ebu Musa el Eş’ari ile
Hz. Muaviye’nin hakemi, Amr b. As. yeni bir halife seçilmesinde anlaştılar.
Fakat Muaviye’nin hakemi son anda hile yapınca anlaşmazlık giderilemedi.
Bediüzzaman bu savaşın genel niteliğini hilafet ve saltanatın savaşı olarak
görür. Hz. Ali, “ahkam-ı dini ve hakaik-i İslamiyeyi ve ahireti esas tutup,
saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını
onlara feda ediyordu. Hz. Muaviye ve taraftarları ise, hayat-ı içtimaiye-i
İslamiyeyi saltanat siyasetleriyle takviye etmek için, azameti bırakıp ruhsatı
iltizam ettiler. Siyaset aleminde kendilerini mecbur zannedip, ruhsatı tercih
ettiler, hataya düştüler”41 Hz Muaviye’nin bu hatası alem-i
İslamiyenin Hilafetten ayrılmasına ve uzun süre devam edecek olan saltanat
devrinin başlamasına zemin hazırlayacaktır.

Bu sırada, Hz. Ali’nin ordusundan ayrılan 12 bin kadar kişi,
Abdullah b. Vehebi’r-Rasibi’nin emrinde hareket etmeye başladılar. Bunlar Hz.
Ali ve Hz. Muaviye’nin hakem tayin etmekle hata ettiklerini düşünüyorlardı.
Onlara göre hakiki hüküm sahibi Cenab-ı Hak olduğundan, hakem tayin edilmesi
yanlıştı. Bu gerekçelerle Hz. Ali’den ayrılarak isyan etti-ler. Hz. Ali’nin
nasihatleri ile bir kısmı isyanı bıraktıysa da kalan 4.000 kişi ile savaşılmak
zorunda kalındı. Nehrevan’da 658’de yapılan bu savaşlarla Harici tehlikesi
giderildi. Fakat, yüzyıllardır süregelen Hz. Ali ve Âl-i Beyt muhalifi
Vehhabiliğin temellerinin atılmasını sağlayacaktır.42 Hz. Ali de bu
gruptan Ab-durrahman b. Mülcem tarafından, sabah namazında iken zehirli hançerle
şehit edilecektir.43

Hz. Ali’nin şehadetinden sonra, ordu Hz. Hasan’a biat etti. Hz.
Hasan yaşadığı dönemin nezaketinden dolayı, Müslümanlar arasında kan dökülmesini
önlemek için, 6 aylık hilafetinden sonra, Muaviye lehine hilafetten feragat
eder.44 Hz. Hasan’ın hilafetten çekilmesiyle İslam tarihinde hilafet
dönemi sona erer. Saltanat devri başlar. Bediüzzaman, Hz. Hasan’ın yarım kalan
hilafetini “neşr-i hakaik-i imaniye”de Risale- i Nur’un tamamladığını belirtir.

Hz. Muaviye vefat etmeden önce yerine geçmesini istediği oğlu
Yezid ha-life olunca, Hz. Hüseyin biat etmedi. Bunu Duyan Kûfe’liler Hz.
Hüseyin’i Kûfe’ye davet ettiler. Hz. Hüseyin 72 kişilik bir kafile ile Kûfe’ye
giderken, yolda Yezid’in adamları tarafından kıstırıldı. Yezid’e biat etmesi
istendi. Fakat Hz. Hüseyin bunu kabul etmeyince vicdanları sızlatan bir şekilde
bir çok yakını ile beraber şehit edildi.45 Bu olayın sene-i
devriyesinde her yıl Aleviler tarafından çeşitli etkinlikler düzenlenir. Bütün
Müslümanları vicdanen muazzeb eden, bu hadise Müslümanlar arsında ayrılıkların
derinleşmesinde etkili olmuştur. Bediüzzaman Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in
Emevilerle mücadelesini tahlil ederken, din ve milliyet savaşı olarak belirtir.46
Çünkü Hz. Hasan ve Hüseyin Âl-i Beyt’i nurani silsilesinin başlangıcı olarak
Hilafet-i İslamiyeyi temsil ederlerken, Emeviler Arap milliyetçiliğini temsil
ediyorlardı. Bediüzzaman’ın savaşlara dair değerlendirmesi analizci olmuş, her
olayı kendi içerisinde değerlendirmiştir. Bu olaylardan hiç birisi Ehl-i Sünnet
ile Alevileri birbirinden uzaklaştırıcı olmaması gerektiğini savunmuştur.
Bilakis ön yargısız yaklaşıldığı zaman arada anlaşamayacak hiç bir konu yoktur.

Sonuç

Bediüzzaman, kendisinin tanımladığı Alevilik ile Ehl-i sünnet ve
Cemaat arsında ayrılıkların giderilmesi gerektiğini savunmuştur. Özellikle bu
zamanda, dinsizliğin yaygın olduğu bir devrede buna şiddetle ihtiyaç vardır.
Zaten Aleviler ile Ehl-i sünnet arasındaki kopuklukta sun’i öğelerin etkisi çok
fazladır. Meselâ, Ehl-i sünnet ve Cemaat adı altında Vahhâbîlik ve Haricilik
fikri girdiği için, bazıları Hz. Ali’yi tenkit etmişler. Bu da Ehl-i sünnetin
hesabına yazılmış. Bundan dolayı Aleviler Ehl-i sünnete karşı soğumaya
başlamışlar. Yine, Alevilik adı altında yapılan yanlışlar, Ehl-i sünneti
Alevilikten soğutmuştur. İşte bu tür rahatsızlıklardan sıyrılıp çıkabilmek için
taraflar birbirine önyargısız yaklaşarak, empati sorununu aşmalıdırlar. Bu
açıdan, Bediüzzaman’ın Alevilik hakkındaki düşünceleri ayrı bir öneme haizdir.
Hakiki Aleviler, Haricilerin ve Vehhabilerin sözlerinin etkisinde kalıp Ehl-i
sünnete karşı düşmanlık beslemekten vazgeçip, ittifak yolları aranmalıdır.

Bediüzzaman’ın “Hubb-u Âl-i Beyt’i meslek yapan Aleviler ne
kadar ifrat da etse, Rafızi de olsa, zındıkaya, küfrü mutlaka girmez” şeklindeki
hüsn-ü zannı Ehl-i sünnet için önemli bir ölçü olsa gerektir. Aleviler ise,
Bediüzzaman’ın, “Belki Ehl-i sünnet, Alevilerden ziyade Hz. Ali’nin
taraftarıdırlar. Bütün hutbelerinde, dualarında Hz. Ali’yi layık olduğu sena ile
zikrediyorlar.” sözünü dikkate almalıdırlar. Bütün bunlar şu gerçeği ortaya
çıkarıyor. Hem Ehl-i sünnet, hem de Alevilerin kendilerinden çok şey bulacakları
Risale-i Nur Külliyatı ehl-i imanın bir buluşma platformu olmalıdır.

Dipnotlar

1. Bediüzzaman Said Nursi, Sünühat, İst. 1994, s. 39.

2. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Germany 1994, s. 354.

3. Sünühat, s. 38.

4. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Germny 1994, s.
70.

5. A.g.e., s. 70.

6. A.g.e., s. 61.

7. Bediüzzaman Said Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, İst.
1995, s. 123.

8. Mektubat, s. 65.

9. A.g.e., s. 659.

10. Emirdağ Lahikası, s. 70.

11. Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, Germany 1994, s. 27.

12. Mektubat, s. 107.

13. Lem’alar, s. 27.

14. A.g.e., s. 28.

15. Mektubat, s. 352.

16. Emirdağ Lahikası, s. 177.

17. A.g.e., s. 210.

18. A.g.e., s. 70.

19. Hayreddin Karaman, "Caferiyye", TDV İslam Ansiklopedisi,
C: 7, İstanbul 1993, s. 4.

20. Mektubat, s. 420.

21. A.g.e., s. 101.

22. Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa,
İstanbul 1980, s. 267.

23. Lem’alar, s. 28.

24. A.g.e., s. 28.

25. Ethem Ruhi Fığlalı, "Ali", TDV İslam Ansiklopedisi, C:
2, İstanbul 1989, s. 372.

26. Lem’alar, s. 28.

27. Mektubat, s. 57.

28. A.g.e., s. 100.

29. A.g.e., s. 100.

30. Mustafa Öz, "Cafer es-Sadık", TDV İslam Ansiklopedisi,
C: 7, İstanbul 1993, s. 2.

31. Lem’alar, s. 51.

32. Ahmet Çelebi, Emeviler Döneminde Fikir Hareketleri"
DGBİT, C. 2, Konya 1994, s. 463.

33. Emirdağ Lahikası, s. 179.

34. A.g.e., s. 182.

35. A.g.e., s. 178.

36. Ebu’l- A’lâ Mevdudi, Hilafet ve Saltanat, İstanbul, s.
290.

37. Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, İstanbul, 1980, s,
490.

38. "Adaleti mahza, bir masumun hakkı, bütün halk için dahi
iptal edilmez. Cenab-ı Hakkın nazar-ı merhametinde hak haktır; küçüğüne büyüğüne
bakılmaz.

Adalet-i izafiye ise, küllün selameti için cüz’ü feda eder. Cemaat için, ferdin
hakkını nazara almaz. Ehvenü’ş-şer diye, bir nevi adaleti izafiyeyi yapmaya
çalışır. Fakat, adalet-i mahza kabil-i tatbik ise, adalet-i izafiyeye gidilmez;
gidilse zulümdür."

39. Mektubat, s. 57.

40. Ethem Ruhi Fığlalı, "Ali", TDV İslam Ansiklopedisi, C:
2, İstanbul 1989, s. 373.

41. Mektubat, s. 58.

42. A.g.e., s. 352.

43. Ethem Ruhi Fığlalı, "Ali", TDV İslam Ansiklopedisi, C:
2, İstanbul 1989, s. 374.

44. Muhammed El Hudari "Hulefa-i Raşidin Devri," DGBİT, C,
2, s, 268.

45. Ahmet Cevdet Paşa, a.g.e. s. 602-620.

46. Mektubat, s. 58.