İkinci Nükte

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, küllî ve umumî vazife-i
nübüvvet içinde bazı hususî, cüz’î maddelere karşı azîm bir şefkat göstermiştir.
Zâhir hale göre o azîm şefkati o hususî, cüz’î maddelere sarf etmesi, vazife-i
nübüvvetin fevkalâde ehemmiyetine uygun gelmiyor. Fakat hakikatte o cüz’î madde,
küllî, umumî bir vazife-i nübüvvetin medarı olabilecek bir silsilenin ucu ve
mümessili olduğundan, o silsile-i azîmenin hesabına, onun mümessiline fevkalâde
ehemmiyet verilmiş.

Meselâ, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Hasan ve
Hüseyin’e karşı küçüklüklerinde gösterdikleri fevkalâde şefkat ve ehemmiyet-i
azîme, yalnız cibillî şefkat ve hiss-i karâbetten gelen bir muhabbet değil,
belki vazife-i nübüvvetin bir hayt-ı nuranîsinin bir ucu ve verâset-i
Nebeviyenin gayet ehemmiyetli bir cemaatinin menşei, mümessili, fihristesi
cihetiyledir.

Evet, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Hasan’ı
(r.a.) kemâl-i şefkatinden kucağına alarak başını öpmesiyle, Hazret-i Hasan’dan
(r.a.) teselsül eden nuranî nesl-i mübarekinden, Gavs-ı Âzam olan Şah-ı Geylânî
gibi pek çok mehdî-misal verese-i nübüvvet ve hamele-i şeriat-ı Ahmediye
(a.s.m.) olan zatların hesabına Hazret-i Hasan’ın (r.a.) başını öpmüş. Ve o
zatların istikbalde edecekleri hizmet-i kudsiyelerini nazar-ı nübüvvetle görüp
takdir ve istihsan etmiş. Ve takdir ve teşvike alâmet olarak, Hazret-i Hasan’ın
(r.a.) başını öpmüş.

Hem Hazret-i Hüseyin’e karşı gösterdikleri fevkalâde ehemmiyet
ve şefkat, Hazret-i Hüseyin’in (r.a.) silsile-i nuraniyesinden gelen
Zeynelâbidin, Cafer-i Sadık gibi eimme-i âlişan ve hakikî verese-i Nebeviye gibi
çok mehdîmisal zevât-ı nuraniyenin namına ve din-i İslâm ve vazife-i risalet
hesabına boynunu öpmüş, kemâl-i şefkat ve ehemmiyetini göstermiştir.

Evet, zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) gayb-âşinâ kalbiyle, dünyada
Asr-ı Saadetten ebed tarafında olan meydan-ı haşri temâşâ eden ve yerden Cenneti
gören ve zeminden gökteki melâikeleri müşahede eden ve zaman-ı Âdem’den beri
mazi zulümatının perdeleri içinde gizlenmiş hâdisâtı gören, hattâ Zât-ı
Zülcelâlin rüyetine mazhar olan nazar-ı nuranîsi, çeşm-i istikbal-bînîsi,
elbette Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in arkalarında teselsül eden aktab ve eimme-i
verese ve mehdîleri görmüş veonların umumu namına başlarını öpmüş. Evet,
Hazret-i Hasan’ın (r.a.) başını öpmesinden, Şah-ı Geylânî’nin hisse-i azîmesi
var.

Üçüncü Nükte



âyetinin bir kavle göre mânâsı: “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, vazife-i
risaletin icrasına mukabil ücret istemez; yalnız Âl-i Beytine meveddeti
istiyor.”

Eğer denilse: “Bu mânâya göre, karâbet-i nesliye cihetinden
gelen bir fayda gözetilmiş görünüyor. Halbuki,

sırrına binaen, karâbet-i nesliye değil, belki kurbiyet-i İlâhiye noktasında
vazife-i risalet cereyan ediyor.”

Elcevap: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, gayb-âşinâ
nazarıyla görmüş ki, Âl-i Beyti, âlem-i İslâm içinde bir şecere-i nuraniye
hükmüne geçecek. Âlem-i İslâmın bütün tabakatında, kemâlât-ı insaniye dersinde
rehberlik ve mürşidlik vazifesini görecek zatlar, ekseriyet-i mutlaka ile, Âl-i
Beytten çıkacak. Teşehhüddeki, ümmetin âl hakkındaki duası ki,


dir, makbul olacağını keşfetmiş.

Yani, nasıl ki millet-i İbrahimiyede ekseriyet-i mutlaka ile
nuranî rehberler Hazret-i İbrahim’in (a.s.) âlinden, neslinden olan enbiya
olduğu gibi; ümmet-i Muhammediyede de (a.s.m.), vezâif-i azîme-i İslâmiyette ve
ekser turuk ve mesâlikinde, enbiya-yı Benî İsrail gibi, aktâb-ı Âl-i Beyt-i
Muhammediyeyi (a.s.m.) görmüş. Onun için,


demesiyle emrolunarak, Âl-i Beyte karşı ümmetin meveddetini
istemiş.

Bu hakikati teyid eden mükerrer rivayetlerde ferman etmiş:

“Size iki şey bırakıyorum; onlara temessük etseniz necat
bulursunuz: biri Kitabullah, biri Âl-i Beytim.” Çünkü, Sünnet-i Seniyyenin
menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan, Âl-i Beyttir.
İşte bu sırra binaendir ki, Kitap ve Sünnete ittibâ ünvanıyla bu hakikat-i
hadîsiye bildirilmiştir. Demek Âl-i Beytten, vazife-i risaletçe muradı, Sünnet-i
Seniyyesidir. Sünnet-i Seniyyesine ittibâı terk eden, hakikî Âl-i Beytten
olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakikî dost da olamaz.

Hem ümmetini Âl-i Beytin etrafında toplamak arzusunun sırrı
şudur ki: Zaman geçtikçe Âl-i Beyt çok tekessür edeceğini izn-i İlâhî ile bilmiş
ve İslâmiyet zaafa düşeceğini anlamış. O halde, gayet kuvvetli ve kesretli bir
cemaat-i mütesânide lâzım ki, âlem-i İslâmın terakkiyât-ı mânevi-yesinde medar
ve merkez olabilsin. İzn-i İlâhî ile düşünmüş ve ümmetini Âl-i Beyti etrafına
toplamasını arzu etmiş.

Evet, Âl-i Beytin efradı ise, itikad ve iman hususunda
sairlerden çok ileri olmasa da, yine teslim, iltizam ve tarafgirlikte çok
ileridedirler. Çünkü İslâ-miyete fıtraten, neslen ve cibilliyeten
taraftardırlar. Cibillî taraftarlık zayıf ve şansız, hattâ haksız da olsa
bırakılmaz. Nerede kaldı ki, gayet kuvvetli, gayet hakikatli, gayet şanlı bütün
silsile-i ecdadı bağlandığı ve şeref kazandığı ve canlarını feda ettikleri bir
hakikate taraftarlık, ne kadar esaslı ve fıtrî olduğunu bilbedâhe hisseden bir
zat, hiç taraftarlığı bırakır mı? Ehl-i Beyt, işte bu şiddet-i iltizam ve fıtrî
İslâmiyet cihetiyle, din-i İslâm lehinde ednâ bir emâreyi kuvvetli bir bürhan
gibi kabul eder. Çünkü fıtrî taraftardır. Başkası ise, kuvvetli bir bürhan ile
sonra iltizam eder.

Dördüncü Nükte

Üçüncü Nükte münasebetiyle, Şîalarla Ehl-i Sünnet ve Cemaatin
medar-ı nizâı, hattâ akaid-i imaniye kitaplarına ve esasat-ı imaniye sırasına
girecek derecede büyütülmüş bir meseleye kısaca bir işaret edeceğiz. Mesele
şudur:

Ehl-i Sünnet ve Cemaat der ki: “Hazret-i Ali (r.a.) Hulefâ-i
Erbaanın dördün-cüsüdür. Hazret-i Sıddık (r.a.) daha efdaldir ve hilâfete daha
müstehak idi ki, en evvel o geçti.”

Şîalar derler ki: “Hak Hazret-i Ali’nin (r.a.) idi. Ona
haksızlık edildi. Umumundan en efdal Hazret-i Ali’dir (r.a.).” Dâvâlarına
getirdikleri delillerin hülâsası: Derler ki, Hazret-i Ali (r.a.) hakkında vârid
ehâdis-i Nebeviye ve Hazret-i Ali’nin (r.a.) “Şah-ı Velâyet” ünvanıyla,
ekseriyet-i mutlaka ile evliyanın ve tariklerin mercii ve ilim ve şecaat ve
ibadette harikulâde sıfatları ve Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm ona
ve ondan teselsül eden Âl-i Beyte karşı şiddet-i alâkası gösteriyor ki, en efdal
odur. Daima hilâfet onun hakkı idi, ondan gasp edildi.

Elcevap: Hazret-i Ali (r.a.) mükerreren, kendi ikrarı ve yirmi
seneden ziyade o hulefâ-i selâseye ittibâ ederek onların şeyhülislâmlığı
makamında bulunması, Şîaların bu dâvâlarını cerh ediyor. Hem hulefâ-i selâ-senin
zaman-ı hilâfetlerinde fütuhat-ı İslâmiye ve mücahede-i a’dâ hadiseleri ve
Hazret-i Ali’nin (r.a.) zamanındaki vakıalar, yine hilâfet-i İslâmiye noktasında
Şîaların dâvâlarını cerh ediyor. Demek Ehl-i Sünnet ve Cemaatin dâvâsı haktır.

Eğer denilse: Şîa ikidir. Biri Şîa-i Velâyettir, diğeri Şîa-i
Hilâfettir. Haydi, bu ikinci kısım, garaz ve siyaset karıştırmasıyla haksız
olsun. Fakat birinci kısımdagaraz ve siyaset yok. Halbuki Şîa-i Velâyet, Şîa-i
Hilâfete iltihak etmiş. Yani, ehl-i turuktaki evliyanın bir kısmı Hazret-i
Ali’yi (r.a.) efdal görüyorlar, siyaset cihetinde olan Şîa-i Hilâfetin
dâvâlarını tasdik ediyorlar.

Elcevap: Hazret-i Ali’ye (r.a.) iki cihetle bakılmak gerektir.
Bir ciheti şahsî kemâlât ve mertebesi noktasından, ikinci cihet Âl-i Beytin
şahs-ı mânevîsini temsil ettiği noktasındandır. Âl-i Beytin şahs-ı mânevîsi ise
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın bir nevi mahiyetini gösteriyor.

İşte, birinci nokta itibarıyla, Hazret-i Ali (r.a.) başta olarak
bütün ehl-i hakikat, Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer’i (r.a.) takdim
ediyorlar. Hizmet-i İslâmiyette ve kurbiyet-i İlâhiyede makamlarını daha yüksek
görmüşler.

İkinci nokta cihetinde, Hazret-i Ali (r.a.) şahs-ı mânevî-i Âl-i
Beytin mümessili ve şahs-ı mânevî-i Âl-i Beyt bir hakikat-i Muhammediyeyi
(a.s.m.) temsil ettiği cihetle, muvazeneye gelmez. İşte, Hazret-i Ali (r.a.)
hakkında fevkalâde senâkârâne ehâdis-i Nebeviye bu ikinci noktaya bakı-yorlar.
Bu hakikati teyid eden bir rivayet-i sahiha var ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü
Vesselâm ferman etmiş: “Her nebînin nesli kendindendir. Benim neslim Ali’nin
(r.a.) neslidir.”

Hazret-i Ali’nin (r.a.) şahsı hakkında sair hulefâdan ziyade
senâkârâne ehâdisin kesretle intişarının sırrı şudur ki: Emevîler ve Haricîler
ona haksız hücum ve tenkis ettiklerine mukabil, Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan
ehl-i hak, onun hakkında rivâyâtı çok neşrettiler. Sair Hulefâ-i Râşidîn ise
öyle tenkit ve tenkise çok maruz kalmadıkları için, onlar hakkındaki ehâdisin
intişarına ihtiyaç görülmedi.

Hem istikbalde Hazret-i Ali (r.a.) elîm hâdisâta ve dahilî
fitnelere maruz kalacağını nazar-ı nübüvvetle görmüş, Hazret-i Ali’yi (r.a.)
meyusiyetten ve ümmetini onun hakkında sû-i zandan kurtarmak için,


gibi mühim hadislerle Ali’yi (r.a.) teselli ve ümmetini irşad etmiştir.

Hazret-i Ali’ye (r.a.) karşı Şîa-i Velâyetin ifratkârâne
muhabbetleri ve tarikat cihetinden gelen tafdilleri, kendilerini Şîa-i Hilâfet
derecesinde mes’ul etmez. Çünkü, ehl-i velâyet, meslek itibarıyla, muhabbetle
mürşidlerine bakarlar. Muhabbetin şe’ni ifrattır. Mahbubunu makamından fazla
görmek arzu ediyor. Ve öyle de görüyor. Muhabbetin taşkınlıklarında ehl-i hal
mâzur olabilirler. Fakat onların muhabbetten gelen tafdili, Hulefâ-i Râşidînin
zemmine ve adâvetine gitmemek şartıyla ve usul-ü İslâmiyenin haricine çıkmamak
kaydıyla mâzur olabilirler.

Şîa-i Hilâfet ise, ağrâz-ı siyaset, içine girdiği için,
garazdan, tecavüzden kurtulamıyorlar, itizar hakkını kaybediyorlar. Hattâ,


cümlesine mâsadak olarak, Hazret-i Ömer’in (r.a.) eliyle İran milliyeti ceriha
aldığı için, intikamlarını hubb-u Ali suretinde gösterdikleri gibi, Amr
ibnü’l-Âs’ın Hazret-i Ali’ye (r.a.) karşı hurucu ve Ömer ibni Sa’d’ın Hazret-i
Hüseyin’e (r.a.) karşı feci muharebesi, Ömer ismine karşı şiddetli bir gayz ve
adâveti Şîalara vermiş.

Ehl-i Sünnet ve Cemaate karşı Şîa-i Velâyetin hakkı yoktur ki,
Ehl-i Sünneti tenkit etsin. Çünkü Ehl-i Sünnet, Hazret-i Ali’yi (r.a.) tenkis
etmedikleri gibi, ciddî severler. Fakat hadisçe tehlikeli sayılan ifrat-ı
muhabbetten çekiniyorlar. Hadisçe Hazret-i Ali’nin (r.a.) şîası hakkındaki
senâ-yı Nebevî, Ehl-i Sünnete aittir. Çünkü istikametli muhabbetle Hazret-i
Ali’nin (r.a.) şîaları, ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaattir. Hazret-i İsâ
Aleyhisselâm hakkındaki ifrat-ı muhabbet Nasârâ için tehlikeli olduğu gibi,
Hazret-i Ali (r.a.) hakkında da o tarzda ifrat-ı muhabbet, hadis-i sahihte,
tehlikeli olduğu tasrih edilmiş.

Şîa-i Velâyet eğer dese ki: “Hazret-i Ali’nin (r.a.) kemâlât-ı
fevkalâdesi kabul olunduktan sonra Hazret-i Sıddık’ı (r.a.) ona tercih etmek
kabil olmuyor.”

Elcevap: Hazret-i Sıddık-ı Ekberin ve Fâruk-u Âzamın (r.a.)
şahsî kemâlâtıyla ve veraset-i nübüvvet vazifesiyle zaman-ı hilâfetteki
kemâlâtıyla beraber bir mizanın kefesine; Hazret-i Ali’nin (r.a.) şahsî
kemâlât-ı harikasıyla, hilâfet zamanındaki dahilî, bilmecburiye girdiği elîm
vakıalardan gelen ve sû-i zanlara mâruz olan hilâfet mücahedeleri beraber
mizanın diğer kefesine bırakılsa, elbette Hazret-i Sıddık’ın (r.a.) veyahut
Fâruk’un (r.a.) veyahut Zinnureyn’in (r.a.) kefesi ağır geldiğini Ehl-i Sünnet
görmüş, tercih etmiş.

Hem, On İkinci ve Yirmi Dördüncü Sözlerde ispat edildiği gibi,
nübüvvet, velâyete nisbeten derecesi o kadar yüksektir ki, nübüvvetin bir dirhem
kadar cilvesi, bir batman kadar velâyetin cilvesine müreccah-tır. Bu nokta-i
nazardan, Hazret-i Sıddık-ı Ekberin (r.a.) ve Fâruk-u Âzamın (r.a.) veraset-i
nübüvvet ve tesis-i ahkâm-ı risalet noktasında hisseleri taraf-ı İlâhîden ziyade
verildiğine, hilâfetleri zamanlarındaki muvaffakiyetleri Ehl-i Sünnet ve
Cemaatçe delil olmuş. Hazret-i Ali’nin (r.a.) kemâlât-ı şahsiyesi, o veraset-i
nübüvvetten gelen o ziyade hisseyi hükümden iskat edemediği için, Hazret-i Ali
(r.a.), Şeyheyn-i Mükerremeynin zaman-ı hilâfetlerinde onlara şeyhülislâm olmuş
ve onlara hürmet etmiş. Acaba Hazret-i Ali’yi (r.a.) seven ve hürmet eden ehl-i
hak ve sünnet, Hazret-i Ali’nin (r.a.) sevdiği ve ciddî hürmet ettiği Şeyheyni
nasıl sevmesin ve hürmet etmesin?

Bu hakikati bir misalle izah edelim: Meselâ, gayet zengin bir
zâtın irsiyetinden, evlâtlarının birine yirmi batman gümüş ile dört batman altın
veriliyor. Diğerine beş batman gümüş ile beş batman altın verili-yor. Öbürüne de
üç batman gümüş ile beş batman altın verilse, elbette âhirdeki ikisi çendan
kemiyeten az alıyorlar, fakat keyfiyeten ziyade alıyorlar. İşte, bu misal gibi,
Şeyheynin veraset-i nübüvvet ve tesis-i ahkâm-ı risaletinde tecellî eden
hakikat-i akrebiyet-i İlâhiye altınından hisselerinin az bir fazlalığı,
kemâlât-ı şahsiye ve velâyet cevherinden neş’et eden kurbiyet-i İlâhiyenin ve
kemâlât-ı velâyetin ve kurbiyetin çoğuna galip gelir. Muvazenede bu noktaları
nazara almak gerektir. Yoksa, şahsî şecaati ve ilmi ve velâyeti noktasında
birbiriyle muvazene edilse, hakikatin sureti değişir.

Hem Hazret-i Ali’nin (r.a.) zâtında temessül eden şahs-ı
mânevî-i Âl-i Beyt ve o şahsiyet-i mâneviyede veraset-i mutlaka cihetiyle
tecellî eden hakikat-i Muhammediye (a.s.m.) noktasında muvazene edilmez. Çünkü
orada Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın sırr-ı azîmi var.

Amma Şîa-i Hilâfet ise, Ehl-i Sünnet ve Cemaate karşı
mahcubiyetinden başka hiçbir hakları yoktur. Çünkü bunlar Hazret-i Ali’yi (r.a.)
fevkalâde sevmek dâvâsında oldukları halde tenkis ediyorlar ve sû-i ahlâkta
bulunduğunu onların mezhepleri iktiza ediyor. Çünkü diyorlar ki, “Hazret-i
Sıddık ile Hazret-i Ömer (r.a.) haksız oldukları halde, Hazret-i Ali (r.a.)
onlara mümâşât etmiş, Şîa ıstılahınca takiyye etmiş, yani onlardan korkmuş,
riyâkârlık etmiş.” Acaba böyle kahraman-ı İslâm ve “Esedullah” ünvanını kazanan
ve sıddıkların kumandanı ve rehberi olan bir zâtı riyâkâr ve korkaklıkla ve
sevmediği zatlara tasannukârâne muhabbet göstermekle ve yirmi seneden ziyade
havf altında mümâşât etmekle, haksızlara tebaiyeti kabul etmekle muttasıf
görmek, ona muhabbet değildir. O çeşit muhabbetten Hazret-i Ali (r.a.) teberrî
eder.

İşte, ehl-i hakkın mezhebi hiçbir cihetle Hazret-i Ali’yi (r.a.)
tenkis etmez, sû-i ahlâk ile itham etmez, öyle bir harika-i şecaate korkaklık
isnad etmez ve derler ki: “Hazret-i Ali (r.a.) Hulefâ-i Râşidîni hak görmeseydi,
bir dakika tanımaz ve itaat etmezdi. Demek ki, onları haklı ve râcih gördüğü
için, gayret ve şecaatini hakperestlik yoluna teslim etmiş.”

Elhasıl: Herşeyin ifrat ve tefriti iyi değildir. İstikamet ise,
hadd-i vasattır ki, Ehl-i Sünnet ve Cemaat onu ihtiyar etmiş. Fakat,
maatteessüf, Ehl-i Sünnet ve Cemaat perdesi altına Vahhâbîlik ve Haricîlik fikri
kısmen girdiği gibi, siyaset meftunları ve bir kısım mülhidler, Hazret-i Ali’yi
(r.a.) tenkit ediyorlar. Hâşâ, siyaseti bilmediğinden hilâfete tam liyakat
göstermemiş, idare edememiş diyorlar. İşte bunların bu haksız ithamlarından,
Alevîler Ehl-i Sünnete karşı küsmek vaziyetini alıyorlar. Halbuki, Ehl-i
Sünnetin düsturları ve esas-ı mezhepleri, bu fikirleri iktiza etmiyor, belki
aksini ispat ediyorlar. Haricîlerin ve mülhidlerin tarafından gelen böyle
fikirlerle Ehl-i Sünnet mahkûm olamaz. Belki Ehl-i Sünnet, Alevîlerden ziyade
Hazret-i Ali’nin (r.a.) taraftarıdırlar. Bütün hutbelerinde, dualarında Hazret-i
Ali’yi (r.a.) lâyık olduğu senâ ile zikrediyorlar. Hususan, ekseriyet-i mutlaka
ile Ehl-i Sünnet ve Cemaat mezhebinde olan evliya ve asfiya, onu mürşid ve Şah-ı
Velâyet biliyorlar. Alevîler, hem Alevîlerin, hem Ehl-i Sünnetin adâvetine
istihkak kesb eden Haricîleri ve mülhidleri bırakıp ehl-i hakka karşı cephe
almamalıdırlar. Hattâ bir kısım Alevîler, Ehl-i Sünnetin inadına sünneti terk
ediyorlar. Her ne ise, bu meselede fazla söyledik; çünkü ulemanın beyninde
ziyade medar-ı bahis olmuştur. Ey ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat! Ve ey
Âl-i Beytin muhabbetini meslek ittihaz eden Alevîler! Çabuk bu mânâsız ve
hakikatsiz, haksız, zararlı olan nizâı aranızdan kaldırınız. Yoksa, şimdiki
kuvvetli bir surette hükmeyleyen zındıka cereyanı, birinizi diğeri aleyhinde
âlet edip, ezmesinde istimal edecek. Bunu mağlûp ettikten sonra, o âleti de
kıracak. Siz ehl-i tevhid olduğunuzdan, uhuvveti ve ittihadı emreden yüzer
esaslı rabıta-i kudsiye mâbeyninizde varken, iftirakı iktiza eden cüz’î
meseleleri bırakmak elzemdir.

Lem’alar, s. 26-32.

İkinci sual: Âl-i Abâ hakkındadır.

Kardeşim, Âl-i Abâ hakkındaki cevapsız kalan sualinizin çok
hikmetlerinden yalnız birtek hikmeti söylenecek. Şöyle ki:

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, giydiği mübarek abâsını,
Hazret-i Ali (r.a.) ve Hazret-i Fatıma (r.a.) ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in
(r.a.) üstlerine örtmesi ve onlara bu suretle,


âyetiyle dua etmesinin esrarı ve hikmetleri var. Sırlarından
bahsetmeyeceğiz. Yalnız, vazife-i risalete taallûk eden bir hikmeti şudur ki:

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, gayb-âşinâ ve istikbal-bîn
nazar-ı nübüvvetle, otuz kırk sene sonra Sahabeler ve Tâbiînler içinde mühim
fitneler olup kan döküleceğini görmüş. İçinde en mümtaz şahsiyetler, abâsı
altında olan o üç şahsiyet olduğunu müşahede etmiş. Hazret-i Ali’yi (r.a.) ümmet
nazarında tathir ve tebrie etmek ve Hazret-i Hüseyin’i (r.a.) tâziye ve teselli
etmek ve Hazret-i Hasan’ı (r.a.) tebrik etmek ve musalâha ile mühim bir fitneyi
kaldırmakla şerefini ve ümmete azîm faydasını ilân etmek ve Hazret-i Fatıma’nın
zürriyetinin tâhir ve müşerref olacağını ve Ehl-i Beyt ünvan-ı âlisine lâyık
olacaklarını ilân etmek için, o dört şahsa, kendiyle beraber “Hamse-i Âl-i Abâ”
ünvanını bahşeden o abâyı örtmüştür.

Evet, çendan Hazret-i Ali (r.a.) halife-i bilhak idi. Fakat
dökülen kanlar çok ehemmiyetli olduğundan, ümmet nazarında tebriesi ve beraati
vazife-i risalet hasebiyle ehemmiyetli olduğundan, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü
Vesselâm, o suretle onu tebrie ediyor. Onu tenkit ve tahtie ve tadlil eden
Haricîleri ve Emevîlerin mütecaviz taraftarlarını sükûta davet ediyor. Evet,
Haricîler ve Emevîlerin müfrit taraftarları Hazret-i Ali (r.a.) hakkındaki
tefritleri ve tadlilleri ve Hazret-i Hüseyin’in (r.a.) gayet fecî, ciğersûz
hadisesiyle Şîaların ifratları ve bid’aları ve Şeyheynden teberrîleri, ehl-i
İslâma çok zararlı düşmüştür.

İşte bu abâ ve dua ile, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm,
Hazret-i Ali (r.a.) ve Hazret-i Hüseyin’i (r.a.) mesuliyetten ve ittihazdan ve
ümmetini onlar hakkında sû-i zandan kurtardığı gibi, Hazret-i Hasan’ı (r.a.),
yaptığı musalâha ile ümmete ettiği iyiliğini vazife-i risalet noktasında tebrik
ediyor ve Hazret-i Fatıma’nın (r.a.) zürriyetinin nesl-i mübareki, âlem-i
İslâmda Ehl-i Beyt ünvanını alarak âli bir şeref kazanacaklarını ve Hazret-i
Fatıma (r.a.)


diyen Hazret-i Meryem’in validesi gibi zürriyetçe çok müşerref
olacağını ilân ediyor.

Lem’alar, s. 97.

İkinci Suâlinizin meâli: Hazret-i Ali (r.a.) zamanında başlayan
muharebelerin mahiyeti nedir? Muhariplere ve o harpte ölen ve öldürenlere ne nam
verebiliriz?

Elcevap: Cemel Vak’ası denilen Hazret-i Ali ile Hazret-i Talha
ve Hazret-i Zübeyr ve Âişe-i Sıddîka (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn)
arasında olan muharebe, adalet-i mahzâ ile adalet-i izafiyenin mücadelesidir.
Şöyle ki:

Hazret-i Ali, adalet-i mahzâyı esas edip Şeyheyn zamanındaki
gibi o esas üzerine gitmek için içtihad etmiş. Muârızları ise, Şeyheyn
zamanındaki safvet-i İslâmiye adalet-i mahzâya müsait idi; fakat mürur-u zamanla
İslâmiyetleri zayıf muhtelif akvam hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye girdikleri
için, adalet-i mahzânın tatbikatı çok müşkül olduğundan, “ehvenüşşerri ihtiyar”
denilen adalet-i nisbiye esası üzerineiçtihad ettiler. Münakaşa-i içtihadiye
siyasete girdiği için muharebeyi intaç etmiştir.

Madem sırf lillâh için ve İslâmiyetin menâfii için içtihad
edilmiş ve içtihaddan muharebe tevellüt etmiş; elbette hem katil, hem maktul,
ikisi de ehl-i Cennettir, ikisi de ehl-i sevaptır diyebiliriz. Her ne kadar
Hazret-i Ali’nin içtihadı musîb ve mukabilindekilerin hata ise de, yine azâba
müstehak değiller. Çünkü, içtihad eden, hakkı bulsa iki sevap var; bulmazsa, bir
nevi ibadet olan içtihad sevabı olarak bir sevap alır, hatasından mazurdur.
Bizde gayet meşhur ve sözü hüccet bir zât-ı muhakkik, Kürtçe demiş ki:


Yani: “Sahabelerin muharebesinde kıyl ü kal etme. Çünkü hem
katil ve hem maktul, ikisi de ehl-i Cennettirler.”

Adalet-i mahzâ ile adalet-i izafiyenin izahı şudur ki


ayetin mânâ-ı işarîsiyle, bir mâsumun hakkı, bütün halk için
dahi iptal edilmez. Bir fert dahi, umumun selâmeti için feda edilmez. Cenâb-ı
Hakkın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük
için iptal edilmez. Bir cemaatin selâmeti için, bir ferdin rızası bulunmadan,
hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet namına, rızasıyla olsa, o başka meseledir.

Adalet-i izafiye ise, küllün selâmeti için cüz’ü feda eder.
Cemaat için, ferdin hakkını nazara almaz. Ehvenüşşer diye bir nevi adalet-i
izafiyeyi yapmaya çalışır. Fakat adalet-i mahzâ kabil-i tatbik ise, adalet-i
izafiyeye gidilmez. Gidilse zulümdür.

İşte, İmam-ı Ali Radıyallahü Anh, adalet-i mahzâyı Şeyheyn
zamanındaki gibi kabil-i tatbiktir deyip, hilâfet-i İslâmiyeyi o esas üzerine
bina ediyordu. Mukabilleri ve muarızları ise, “Kabil-i tatbik değil; çok
müşkülâtı var’ diye, adalet-i izafiye üzerine içtihad etmişler. Tarihin
gösterdiği sair esbab ise, hakikî sebep değiller, bahane-lerdir.

Eğer desen: “Hilâfet-i İslâmiye noktasında İmam-ı Ali’nin
fevkalâde iktidarı, harikulâde zekâsı ve yüksek liyakatiyle beraber, seleflerine
nisbeten muvaffakiyetsizliği nedendir?”

Elcevap: O mübarek zat, siyaset ve saltanattan ziyade, daha çok
mühim başka vazifelere lâyıktı. Eğer tam muvaffakiyet-i siyasiye ve tamam
saltanat olsaydı, Şâh-ı Velâyet ünvan-ı mânidârını bihakkın kazanamayacaktı.
Halbuki, zâhirî ve siyasî hilâfetin pek çok fevkinde mânevî bir saltanat kazandı
ve üstad-ı küll hükmüne geçti, hattâ kıyamete kadar saltanat-ı mânevîsi bâki
kaldı. Amma Hazret-i İmam-ı Ali’nin Vak’a-i Sıffin’de Hazret-i Muaviye’nin
taraftarlarıyla muharebesi ise, hilâfet ve saltanatın muharebesidir. Yani,
Hazret-i İmam-ı Ali, ahkâm-ı dini ve hakaik-i İslâmiyeyi ve âhireti esas tutup,
saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını
onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise, hayat-ı içtimaiye-i
İslâmiyeyi saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı
iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih
ettiler, hataya düştüler.

Amma Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in Emevîlere karşı mücadeleleri
ise, din ile milliyet muharebesi idi. Yani, Emevîler, devlet-i İslâmiyeyi Arap
milliyeti üzerine istinad ettirip, rabıta-i İslâmiyeti rabıta-i milliyetten geri
bıraktıklarından, iki cihetle zarar verdiler.

Birisi: Milel-i saireyi rencide ederek tevhiş ettiler.

Diğeri: Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takip
etmediğinden, zulmeder, adalet üzerine gitmez. Çünkü, unsuriyetperver bir hâkim,
millettaşını tercih eder, adalet edemez.



ferman-ı katîsiyle, rabıta-i diniye yerine rabıta-i milliye
ikame edilmez. Edilse adalet edilmez, hakkaniyet gider.

İşte, Hazret-i Hüseyin, rabıta-i diniyeyi esas tutup, muhik
olarak onlara karşı mücadele etmiş, tâ makam-ı şehadeti ihraz etmiş.

Eğer denilse: “Bu kadar haklı ve hakikatli olduğu halde neden
muvaffak olmadı? Hem neden kader-i İlâhî ve rahmet-i İlâhiye onların feci bir
âkıbete uğramasına müsaade etmiş?”

Elcevap: Hazret-i Hüseyin’in yakın taraftarları değil, fakat
cemaatine iltihak eden sair milletlerde, yaralanmış gurur-u milliyeleri
cihetiyle, Arap milletine karşı bir fikr-i intikam bulunması, Hazret-i Hüseyin
ve taraftarlarının sâfi ve parlak mesleklerine halel verip mağlûbiyetlerine
sebep olmuş.

Amma kader nokta-i nazarında feci âkıbetin hikmeti ise:

Hasan ve Hüseyin ve onların hanedanları ve nesilleri, mânevî bir
saltanata namzet idiler. Dünya saltanatı ile mânevî saltanatın cem’i gayet
müşküldür. Onun için onları dünyadan küstürdü, dünyanın çirkin yüzünü
gösterdi-tâ, kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın. Onların elleri muvakkat ve
surî bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimî bir saltanat-ı mâneviyeye
tayin edildiler. Âdi valiler yerine, evliya aktablarına merci oldular.

Üçüncü Sualiniz: “O mübarek zatların başına gelen o feci,
gaddârâne muamelenin hikmeti nedir?” diyorsunuz.

Elcevap: Sabıkan beyan ettiğimiz gibi, Hazret-i Hüseyin’in
muarızları olan Emevîler saltanatında, merhametsiz gadre sebebiyet verecek üç
esas vardı:

Birisi: Merhametsiz siyasetin bir düsturu olan, “Hükûmetin
selâmeti ve âsâyişin devamı için eşhas feda edilir.”

İkincisi: Onların saltanatı unsuriyet ve milliyete istinad
ettiği için, milliyetin gaddârâne bir düsturu olan, “Milletin selâmeti için
herşey feda edilir.”

Üçüncüsü: Emevîlerin Hâşimîlere karşı ananesindeki rekabet
damarı, Yezid gibi bazılarında bulunduğu için, şefkatsiz bir gadre kabiliyet
göstermişti.

Dördüncü bir sebep de, Hazret-i Hüseyin’in taraftarlarında
bulunuyordu ki, Emevîlerin, Arap milliyetini esas tutup sair milletlerin
efradına “memâlik” tabir ederek köle nazarıyla bakmaları ve gurur-u
milliyelerini kırmaları yüzünden, milel-i saire Hazret-i Hüseyin’in cemaatine
intikam-kârâne ve müşevveş bir niyetle iltihak ettiklerinden, Emevîlerin
asabiyet-i milliyelerine fazla dokunmuş, gayet gaddârâne ve merhametsizcesine,
meşhur faciaya sebebiyet vermişlerdir.

Mezkûr dört esbab, zâhirîdir. Kader noktasından bakıldığı vakit,
Hazret-i Hüseyin ve akrabasına, o facia sebebiyle hasıl olan netâic-i uhreviye
ve saltanat-ı ruhaniye ve terakkiyât-ı mâneviye o kadar kıymettardır ki, o facia
ile çektikleri zahmet gayet kolay ve ucuz düşer. Nasıl ki bir nefer, bir saat
işkence altında şehid edilse, öyle bir mertebeyi bulur ki, on sene başkası
çalışsa ancak o mertebeyi bulur. Eğer o nefer şehid olduktan sonra ona
sorulabilse, “Az birşeyle pek çok şeyler kazandım” diyecektir.

Mektubat, s. 56-59.

Beşinci Nükteli İşaret

Umur-u gaybiyeye dair hadislerin birkaç misalini zikrederiz.

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, nakl-i sahihle ve
mütevatir bir derecede bize vasıl olmuş ki, minber üstünde, cemaat-i Sahabe
içinde ferman etmiş ki:


İşte, kırk sene sonra İslâmın en büyük iki ordusu karşı karşıya
geldiği vakit, Hazret-i Hasan Radıyallahü Anh, Hazret-i Muaviye (r.a.) ile
musalâha edip, cedd-i emcedinin mucize-i gaybiyesini tasdik etmiştir.

İkincisi: Nakl-i sahihle, Hazret-i Ali’ye (r.a.) demiş:


Hem vak’a-i Cemel, hem vak’a-i Sıffin, hem vak’a-i Havâriç
hadiselerini haber vermiş.

Hem Hazret-i Ali (r.a.) Hazret-i Zübeyir ile seviştiği bir zaman
dedi: “Bu sana karşı muharebe edecek. Fakat haksızdır.” Hem ezvâc-ı tâhirâtına
demiş: “İçinizden birisi, mühim bir fitnenin başına geçecek ve etrafında çoklar
katledilecek.”


İşte şu sahih, kati hadisler, otuz sene sonra Hazret-i Ali’nin
Hazret-i Aişe ve Zübeyir ve Talha’ya karşı vak’a-i Cemel’de; ve Muaviye’ye karşı
Sıffin’de; ve Havârice karşı Harûra’da ve Nehruvan’da muharebesi, o ihbar-ı
gaybiyenin bir tasdik-i fiilîsidir.

Hem Hazret-i Ali’ye, “senin sakalını senin başının kanıyla
ıslattıracak bir adamı” ihbar etmiş. Hazret-i Ali o adamı tanırmış; o da
Abdurrahman ibni Mülcemü’l-Hâricîdir.

Hem Hâricîlerin içinde “Züssedye” denilen bir adamı, garip bir
nişanla alâmet olarak haber vermiştir ki, Havâriçlerin maktulleri içinde o adam
bulunmuş, Hazret-i Ali onu hakkaniyetine hüccet göstermiş, hem mucize-i
Nebeviyeyi ilân etmiş.

Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Ümmü Seleme’nin, daha
diğerlerin rivayet-i sahihiyle haber vermiş ki, “Hazret-i Hüseyin, Taff, yani
Kerbelâ’da katledilecektir.” Elli sene sonra, aynı vak’a-i ciğersûz vukua gelip
o ihbar-ı gaybîyi tasdik etmiş.

Hem mükerreren ihbar etmiş ki: “Benim Âl-i Beytim, benden sonra


yani katle ve belâya ve nefye maruz kalacaklar.” Ve bir derece izah etmiş, aynen
öyle çıkmıştır.

Şu makamda bir mühim sual vardır ki, denilir ki: “Hazret-i Ali,
o derece hilâfete liyakati olduğu ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma
karabeti ve harikulâde cesaret ve ilmiyle beraber, neden hilâfette tekaddüm
ettirilmedi? Ve neden onun hilâfeti zamanında İslâm çok keşmekeşe mazhar oldu?”

Elcevap: Âl-i Beytten bir kutb-u âzam demiş ki: “Resul-i Ekrem
Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Ali’nin (r.a.) hilâfetini arzu etmiş. Fakat
gaipten ona bildirilmiş ki, murad-ı İlâhî başkadır. O da arzusunu bırakıp
murad-ı İlâhîye tâbi olmuş.” Murad-ı İlâhînin hikmetlerinden birisi şu olmak
gerektir ki: Vefat-ı Nebevîden sonra, en ziyade ittifak ve ittihada gelmeye
muhtaç olan Sahabeler, eğer Hazret-i Ali başa geçseydi, Hazret-i Ali’nin
hilâfeti zamanında zuhura gelen hâdisâtın şehadetiyle ve Hazret-i Ali’nin
mümâşatsız, pervâsız, zâhidâne, kahramanâne, müstağniyâne tavrı ve şöhretgir-i
âlem şecaati itibarıyla, çok zatlarda ve kabilelerde rekabet damarını harekete
getirip tefrikaya sebep olmak kaviyen muhtemeldi.

Hem Hazret-i Ali’nin hilâfetinin teahhur etmesinin bir sırrı da
şudur ki: Gayet muhtelif akvâmın birbirine karışmasıyla, Peygamber Aleyhissalâtü
Vesselâmın haber verdiği gibi sonra inkişaf eden yetmiş üç fırka efkârının
esaslarını taşıyan o akvam içinde, fitne-engiz hâdisâtın zuhuru zamanında,
Hazret-i Ali gibi harikulâde bir cesaret ve feraset sahibi, Hâşimî ve Âl-i Beyt
gibi kuvvetli, hürmetli bir kuvvet lâzımdı ki dayanabilsin. Evet, dayandı.
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın haber verdiği gibi, “Ben Kur’ân’ın
tenzili için harb ettim. Sen de tevili için harb edeceksin.”

Hem eğer Hazret-i Ali olmasaydı, dünya saltanatı, mülûk-u
Emeviyeyi bütün bütün yoldan çıkarmak muhtemeldi. Halbuki, karşılarında Hazret-i
Ali ve Âl-i Beyti gördükleri için, onlara karşı muvazeneye gelmek ve ehl-i İslâm
nazarında mevkilerini muhafaza etmek için, ister istemez, Emeviye devleti
reislerinin umumu, kendileri olmasa da, herhalde teşvik ve tasvipleriyle,
etbâları ve taraftarları, bütün kuvvetleriyle hakaik-i İslâmiyeyi ve hakaik-i
imaniyeyi ve ahkâm-ı Kur’âniyeyi muhafazaya ve neşre çalıştılar. Yüz binlerle
müçtehidîn-i muhakkikîn ve muhaddisîn-i kâmilîn ve evliyalar ve asfiyalar
yetiştirdi-ler. Eğer karşılarında Âl-i Beytin gayet kuvvetli velâyet ve diyanet
ve kemâlâtı olmasaydı, Abbasîlerin ve Emevîlerin âhirlerindeki gibi, bütün bütün
çığırdan çıkmak muhtemeldi.

Eğer denilse: “Neden hilâfet-i İslâmiye Âl-i Beyt-i Nebevîde
takarrur etmedi? Halbuki en ziyade lâyık ve müstehak onlardı.”

Elcevap: Saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır. Âl-i Beyt ise,
hakaik-i İslâmiyeyi ve ahkâm-ı Kur’âniyeyi muhafazaya memur idiler. Hilâfet ve
saltanata geçen, ya nebî gibi mâsum olmalı, veyahut Hulefâ-i Râşidîn ve Ömer
ibni Abdülâziz-i Emevî ve Mehdî-i Abbâsî gibi harikulâde bir zühd-ü kalbi olmalı
ki, aldanmasın. Halbuki, Mısır’da Âl-i Beyt namına teşekkül eden devlet-i
Fâtımiye hilâfeti ve Afrika’da Muvahhidîn hükûmeti ve İran’da Safevîler devleti
gösteriyor ki, saltanat-ı dünyeviye Âl-i Beyte yaramaz; vazife-i asliyesi olan
hıfz-ı dini ve hizmet-i İslâmiyeti onlara unutturur. Halbuki, saltanatı terk
ettikleri zaman, parlak ve yüksek bir surette İslâmiyete ve Kur’ân’a hizmet
etmişler.

İşte, bak: Hazret-i Hasan’ın neslinden gelen aktablar, hususan
Aktâb-ı Erbaa ve bilhassa Gavs-ı Âzam olan Şeyh Abdül-kadir-i Geylânî ve
Hazret-i Hüseyin’in neslinden gelen imamlar, hususan Zeynel-âbidin ve Cafer-i
Sadık ki, herbiribirer mânevî mehdî hükmüne geçmiş, mânevî zulmü ve zulümatı
dağıtıp envâr-ı Kur’â-niyeyi ve hakaik-i imaniyeyi neşretmişler, cedd-i
emcedlerinin birer vârisi olduklarını göstermişler.

Eğer denilse: “Mübarek İslâmiyet ve nuranî Asr-ı Saadetin başına
gelen o dehşetli, kanlı fitnenin hikmeti ve veçh-i rahmeti nedir? Çünkü onlar
kahra lâyık değildiler.”

Elcevap: Nasıl ki baharda dehşetli yağmurlu bir fırtına, her
taife-i nebâtâtın, tohumların, ağaçların istidatlarını tahrik eder, inkişaf
ettirir; herbiri kendine mahsus çiçek açar, fıtrî birer vazife başına geçer.
Öyle de, Sahabe ve Tâbiînin başına gelen fitne dahi, çekirdekler hükmündeki
muhtelif ayrı ayrı istidatları tahrik edip kamçıladı. “İslâmiyet tehlikededir,
yangın var!” diye her taifeyi korkuttu, İslâmiyetin hıfzına koşturdu. Herbiri,
kendi istidadına göre, câmia-i İslâmiyetin kesretli ve muhtelif va-zifelerinden
bir vazifeyi omuzuna aldı, kemâl-i ciddiyetle çalıştı. Bir kısmı hadislerin
muhafazasına, bir kısmı şeriatın muhafazasına, bir kısmı hakaik-ı îmâ-niyenin
muhafazasına, bir kısmı Kur’ân’ın muhafazasına çalıştı, ve hâkezâ, herbir taife
bir hizmete girdi. Vezâif-i İslâmiyette hummâlı bir surette sa’y ettiler.
Muhtelif renk-lerde çok çiçekler açıldı. Pek geniş olan âlem-i İslâmiyetin
aktârına, o fırtına ile tohumlar atıldı, yarı yeri gülistana çevirdi. Fakat,
maatteessüf, o güller ve gülistan içinde, ehl-i bid’a fırkalarının dikenleri
dahi çıktı.

Güya dest-i kudret, celâlle o asrı çalkaladı, şiddetle tahrik
edip çevirdi, ehl-i himmeti gayrete getirip elektriklendirdi. O hareketten gelen
bir kuvve-i anilmerkeziyye ile, pek çok münevver müçtehidleri ve nuranî
muhaddisleri, kudsî hafızları, asfiyaları, aktabları âlem-i İslâmın aktârına
uçurdu, hicret ettirdi. Şarktan garba kadar ehl-i İslâmı heyecana getirip,
Kur’ân’ın hazinelerinden istifade için gözlerini açtırdı. Şimdi sadede
geliyoruz.

Mektubat, s. 98-101.

Risale-i Nur dairesi, Hazret-i Ali ve Hasan ve Hüseyin in (r.a.)
ve Gavs-ı Azamın (k.s.) ihbarat-ı gaybiyeleriyle, şakirtlerinin bu zamanda bir
dairesidir. Çünkü Hazret-i Ali, üç keramet-i gaybiyesiyle Risale-i Nur dan haber
verdiği gibi, Gavs-ı Azam (k.s.) da kuvvetli bir surette Risale-i Nur dan haber
verip tercümanını teşci etmiş. Bu mahrem dört Risale-i Keramet-i Aleviye ve
Gavsiyeye ait dört risale inşaallah bir vakit size gönderilebilir. Mahkeme ehl-i
vukufu, onlara itiraz edememiş. Yalnız “Bu yazılmamalıydı” diye küçük bir tenkit
etmişler. Ben de cevap verdim, onlar sustular. Zaten Üveysi bir surette doğrudan
doğruya hakikat dersimi Gavs-ı Azamdan (k.s.) ve Zeynelabidin (r.a.) ve Hasan,
Hüseyin (r.a.) vasıtasıyla İmam-ı Ali den (r.a.) almışım. Onun için, hizmet
ettiğimiz daire onların dairesidir.

Emirdağ Lahikası, s. 61.

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Ali köyünde Risale-i Nur şakirtlerinden Ali Efendi, münafıklar
hakkında bir ayet-i kerimeyi soruyor. Şimdi zamanım izaha müsait olmadığı için,
kısaca bir iki cümle beyan ediyorum.

“Münafık öldükten sonra namazı kılınmaz” mealindeki ayet, o
zamandaki ihbar-ı İlahi ile bilinen kat i münafıklar demektir. Yoksa zan ile,
şüphe ile münafık deyip namaz kılmamak olmaz. Madem der, ehl-i kıbledir. Sarih
küfür söylemese veyahut tevbe etse, namazı kılınabilir. O Aliköyde Aleviler çok
olduğunu ve bir kısmı Rafiziliğe kadar gidebilmesi nazarıyla, onların en fenası
da, münafık hakikatine dahil olmamak lazım gelir. Çünkü münafık itikatsızdır,
kalbsizdir ve vicdansızdır, Peygamber (a.s.m.) aleyhindedir. (şimdiki bazı
zındıklar gibi.) Alevi ve Şiilerin müfritleri ise, değil Peygamber (a.s.m.)
aleyhinde, belki Al-i Beytin muhabbetinden, ifratkarane muhabbet besliyorlar.
Münafıkların tefritlerine mukabil, bunlar ifrat ediyorlar. Hadd-i şeriattan
çıktıkları vakit, münafık değil, ehl-i bid a oluyorlar, fasık oluyorlar;
zındıkaya girmiyorlar. Hazret-i Ali (radıyallahu anh), yirmi sene hürmet ettiği
ve onlara Şeyhülislam mertebesinde onların hükmünü kabul ettiği, Ebu Bekir,
Ömer, Osman a (radıyallahu anhüm) ilişmeseler, Hazret-i Ali (radıyallahu anh) o
üç halifeye hürmet ettiği gibi, onlar da hürmet etseler, farz namazını kılsalar,
yeter.

Hem, madem Risale-i Nur şakirtlerinin en büyük üstadı,
Peygamberden (a.s.m.) sonra Celcelutiye nin şehadetiyle İmam-ı Ali Radıyallahu
Anhtır; onun muhabbetini dava eden Şiiler, Aleviler, Risale-i Nur’un derslerini
Sünnilerden ziyade dinlemeseler, Al-i Beyte muhabbet davaları yanlış olur. Zaten
kaç sene evvel, o Alevi köyünde üç Ali nin himmetiyle masumlar Risale-i Nur u
şevkle yazmalarını işittim. Hatta o zamanda, o köyü de duama dahil etmiştim.
İnşaallah, yine orada imam olmak istenilen kardeşimiz Ali nin himmetiyle ve
Hafız Ali nin (r.h.) varisi Küçük Ali gibi kardeşleri-mizin gayretiyle, onların
hakkındaki dualarım boş gitmeyecek; o köydeki iki kısım Sünni, Alevi ittifak
edecek.

Emirdağ Lahikası, s. 70.

Aziz, muhterem kardeşim,

Evvela zatınızın bir risale kadar cami ve uzun ve müdakkikane
hararetli mektubunuzu kemal-i merakla okudum. Peşin olarak size bunu beyan
ediyorum ki, Risale-i Nur’un üstadı ve Risale-i Nur a Celcelutiye Kasidesinde
rumuzlu işaretiyle pek çok alakadarlık gösteren ve benim hakaik-i imaniyede
hususi üstadım, İmam-ı Ali dir (r.a.). Ve 

ayetinin nassıyla, Al-i Beytin muhabbeti, Risale-i Nur da ve mesleğimizde
bir esastır ve Vehhabilik damarı, hiçbir cihette Nur’un hakiki şakirtlerinde
olmamak lazım geliyor. Fakat, madem bu zamanda zındıka ve ehl-i dalalet
ihtilafdan istifade edip, ehl-i imanı şaşırtıp ve şeairi bozarak Kur’ân ve iman
aleyhinde kuvvetli cereyanları var; elbette bu müthiş düşmana karşı cüz i
teferruata dair medar-ı ihtilaf münakaşaların kapısını açmamak gerektir.

Hem, ölmüş insanları zemmetmek, hiç lüzumu yok. Onlar, dar-ı
ahirete, mahall-i cezaya gitmişler. Lüzumsuz, zararlı, onların kusurlarını beyan
etmek, emrolunan muhabbet-i Al-i Beytin muktezası değildir ve lazım da değildir
diye, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, Sahabeler zamanındaki fitnelerden bahis açmayı
menetmişler. Çünkü Vakıa-i Cemelde Aşere-i Mübeşşereden Zübeyir ve Talha ve
Aişe-i Sıddika (r.a.) bulunmasıyla Ehl-i Sünnet Velcemaat, o harbi, içtihad
neticesi deyip, “Hazret-i Ali (r.a.) haklı, öteki taraf haksız; fakat içtihad
neticesi olduğu cihetle affedilir.”

Hem Vehhabilik damarı, hem müfrit Rafızilerin mezhepleri
İslamiyete zarar vermesin diye, Sıffin Harbindeki bağilerden de bahis açmayı
zararlı görüyorlar.

Haccac-ı Zalim, Yezid ve Velid gibi heriflere ilm-i kelamın
büyük allamesi olan Sadeddin-i Taftazani, “Yezide lanet caizdir” demiş; fakat
“Lanet vaciptir” dememiş. “Hayırdır ve sevabı vardır” dememiş. Çünkü, hem Kur’ân
ı, hem Peygamberi, hem bütün Sahabelerin kudsi sohbetlerini inkar eden
hadsizdir. Şimdi onlardan meydanda gezenler çoktur. Şer an bir adam, hiç mel
unları hatıra getirmeyip lanet etmese, hiçbir zararı yok. Çünkü, zem ve lanet
ise, medih ve muhabbet gibi değil; onlar amel-i salihte dahil olamaz. Eğer
zararı varsa daha fena…

Emirdağ Lahikası, s. 177, 178.

Sahabelerin bir kısmı, o harplerde, adalet-i izafiye ve nisbiye
ve ruhsat-ı şer iyeyi düşünüp tabi olarak, Hazret-i Ali nin (r.a.) takip ettiği
adalet-i hakikiye ve azimet-i şer iye ile beraber zahidane, müstağniyane,
muktesidane mesleğini terk edip, muhalif tarafa bu içtihad neticesinde
girdiklerini, hatta İmam-ı Ali nin (r.a.) kardeşi Ukayl ve “Habrü l-Ümme”
ünvanını alan Abdullah ibni Abbas dahi bir vakit muhalif tarafında
bulunduklarından, hakiki Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat,

bir düstur-u esasiye-i şer iyeye binaen

diyerek o fitnelerin kapısını açmak, bahsetmek caiz görmüyorlar. Çünkü, itiraza
müstehak birkaç tane varsa, tarafgirlik damarıyla büyük Sahabelere, hatta
muhalif tarafında bulunan Al-i Beytin bir kısmına ve Talha ve Zübeyir (r.a.)
gibi Aşere-i Mübeşşereden büyük zatlara itiraza başlar, zem ve adavet meyli
uyanır diye, Ehl-i Sünnet o kapıyı kapamak taraftarıdır.

Hatta Ehl-i Sünnetin ve ilm-i kelamın azim imamlarından meşhur
Sadeddin-i Taftazani, Yezid ve Velid hakkında tel in ve tadlile cevaz vermesine
mukabil, Seyyid Şerif Cürcani gibi Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin allameleri
demişler: “Gerçi Yezid ve Velid, zalim ve gaddar ve facirdirler; fakat sekeratta
imansız gittikleri gaybidir. Ve kat i bir derecede bilinmediği için, o
şahısların nass-ı kat i ve delil-i kat i bulunmadığı vakit, imanla gitmesi
ihtimali ve tevbe etmek ihtimali olduğundan, öyle hususi şahsa lanet edilmez.
Belki

gibi umumi bir ünvan ile lanet caiz olabilir. Yoksa zararlı, lüzumsuzdur” diye
Sadeddin-i Taftazani ye mukabele etmişler.

Emirdağ Lahikası, s. 179, 180.

Zalim siyasetin gaddarane bir düsturu olan “Cemaat için fert
feda edilir” diye çok zalimane pek çok vukuatı, ehvenü’ş-şer diye bir nevi
adalet-i izafiye namında hakimiyetine bir maslahat göstermişler. Hatta bu
asırda, o gaddar düsturun hükmüyle, bir adamın hatasıyla bir köyü mahveder. Beş
on adamın, onların siyasetine zarar vermek tevehhümüyle, binler adamı perişan
eder.

İşte, eski zamanda bir derece, siyasetin bu gaddar düsturu
İslamlar içine girdiğinden, siyasette, bu müthiş düsturlar karşısında,
mecburiyetle Selef-i Salihin sükutla ve Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin imamları o
kapıları kapamak,

deyip o kapıları açmıyorlar.

Madem Ehl-i Beyte zulmedenler şimdi ahirette cezasını öyle bir
tarzda görüyorlar ki, bizim onlara hücumla yardımımıza bir ihtiyaç kalmıyor. Ve
mazlum Ehl-i Beyt, muvakkat bir azap ve zahmet mukabilinde o derece yüksek bir
mükafat görmüşler ki, aklımız ihata etmiyor. Değil şimdi onlara acımak, belki
onları o hadsiz rahmete mazhariyetleri noktasında binler tebrik etmek gerektir
ki, birkaç sene zahmetle, milyonlar mertebeler ve baki saadetler ahirette
kazandıkları gibi, dünyada da kaldıkları zamanda, ehemmiyetsiz, dünyanın fani
saltanatı ve muvakkat hakimiyeti ve karışık siyasetine bedel manevi birer sultan
ve hakikat aleminde birer şah, birer manevi padişah makamını kazandılar. Valiler
yerine, evliyalar, aktablara kumandan oldular. Kazançları bire bin değil,
milyonlardır.

İşte bu sır içindir ki, Yeni Said in hususi üstadı olan İmam-ı
Rabbani, Gavs-ı Azam ve İmam-ı Gazali, Zeynelabidin (r.a.) hususan
Cevşenü’l-Kebir münacatını bu iki imamdan ders almışım. Ve Hazret-i Hüseyin ve
İmam-ı Ali Kerremallahü Veche den aldığım ders, otuz seneden beri, hususan
Cevşenü’l-Kebir ile daima onlara manevi irtibatımda, geçmiş hakikati ve şimdiki
Risale-i Nur dan bize gelen meşrebi almışım. Zalimlerin gaddarlıklarını değil
deşmek, bakmak, belki düşünmek de meşrebimize gelmiyor. Çünkü onlar mücazatını
ve mazlumlar mükafatını, aklımızın fevkinde görmüşler. O meselelerle meşgul
olmak, şimdiki bu hazır musibet-i diniyeye karşı mükellef olduğumuz vazife-i
Kur’âniyeye zarar verir.

Ulema-i ilm-i kelamın ve usulü’d-din allamelerinin ve Ehl-i
Sünnet ve’l-Cemaatin dahi muhakkiklerinin İslami akidelere dair çok tetkik ve
muhakematla ve ayat ve hadisleri müvazene ile kabul ettikleri usulü d-din
düsturları, şimdiki Risale-i Nur’un meşrebini muhafazaya emrediyor, kuvvet
veriyor. Hatta, hiçbir yerde, hatta ehl-i bid a kısmı da bu meşrebimize
ilişemiyorlar. Hakikat-i ihlas tam muhafaza edildiği için, her nevi ehl-i İslam
içine giriyor. Şialıkta mutaassıp ve Vehhabilikte de müfrit, filozofların en
maddisi ve mütefennini ve mutaassıp hocaların en enaniyetlisi, beraber Nur
dairesine girmeye başlamışlar ve kısmen şimdi de kardeşçe bulunuyorlar. Hatta
bazı misyonerler de, din-i İsa nın (a.s.) hakiki ruhanisi de o daireye
gireceklerine emareler var. Birbirine hücum değil, belki bir tesanüt, bir
musalaha lüzumunu hissedip medar-ı münakaşa meseleleri ortaya atmı-yorlar. Demek
İmam-ı Ali nin (r.a.) otuz kırk işaretiyle sarahat derecesinde haber verdiği
Risale-i Nur, bu zamanın müthiş yaralarına tam bir ilaçtır. Onun için, o daire
bize kafi gelmiş, harice çıkmıyoruz.

İmam-ı Ali Kerremallahü Veche nin şahsına ve hayatına ve
adalet-i hakiki üze-rine giden siyasetine ilişmek, darbe vurmak başkadır.
Şahsiyet-i zahirisinden ve hayat-ı dünyeviyesinden ve siyaset-i içtimaiyesinden
binler derece daha yüksek olan şahsiyet-i manevisine ve kemalat-ı ilmiyesine ve
makamat-ı velayetine ve varisliğine darbe gelmez ve gelmemiş ve gelemiyor. Kimin
haddi var? Onun için, iki ciheti birleştirmek tevehhümüyle karşısında muarazaya
çalışanların taarruzu pek dehşetli görünüyor. Ehl-i iman ortasında nasıl böyle
vukuat olabilir diye hayret veriyor. Halbuki Yezid ve Velid gibi habis herifler
müstesna, ötekilerin kısm-ı azamı, İmam-ı Ali nin (r.a.) harika kemalatına ve
kerametlerine ve verasetine ilişmek değil, belki yalnız hayat-ı içtimaiye-i
insaniyeye ait idaresine darbe vurmaya çalışmışlar, hata etmişler.

Harici ve büyük bir düşmanın hücumu zamanında, dahili küçük
düşmanlıkları bırakmak elzemdir. Yoksa, hücum eden büyük düşmana yardım hükmüne
geçer. Bunun için, daire-i İslamiyede eskiden beri tarafgirane birbirine
mukabil, muarız vaziyetini alan ehl-i İslam o dahili düşmanlıkları muvakkaten
unutmak maslahat-ı İslamiye muktezasıdır.

Emirdağ Lahikası, s. 182-184.