Avrupa Türkiye’ye Sırtını Dönerken Cevaplanılması Gereken bir Soru:

Giriş

Türk çağdaşlaşmasının kökenlerinin çok öncelere dayandığı
tarihsel bir gerçektir. Temelde Osmanlı modernleşmesine bağlı olarak ortaya
çıkan Türkiye çağdaşlaşması o dönemin Avrupasının düşünce akımlarından da büyük
ölçüde etkilenmiştir. Günümüz Türkiye’sinin sorunları büyük ölçüde çağdaşlaşma
süreciyle doğrudan ilgilidir ve çağdaşlaşmanın bazı sonuçlarından
kaynaklanmaktadır. Bugün çağdaşlaşma paradigmasının kurulmasının üzerinden geçen
zaman dilimi birinci yüzyılının sonuna doğru yaklaşırken üzerinde durulması
gereken önemli sorunlar bulunmaktadır. Geçmişten beri aynı sorunlar değişik
versiyonlarıyla gündemdeki yerlerini korumuşturlar.1 Zürcher’e göre
Türkiye’nin ekonomik ve politik bir bölgesel güç olmasının fırsatı süregelen
meselelerini aşmasında yatmaktadır.2 Ne var ki aynı sorunların
nitelikleri kadar kaynaklandıkları tarihsel süreçte önemlidir. Türk
çağdaşlaşması kendisinden başka fikir akımlarını gerekirse elinin altındaki
otoriteyi kullanarak bastırdığı yolda acaba gösterdiği hedeflere varabilmiş
midir? Yoksa bugün gerçekten işlerliğini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya
bulunan bir paradigma halinemi gelmiştir? Ayrıca önümezdeki zaman içerisinde
üzerinde ısrar edilen bir model olarak Türk Çağdaşlaşması gelişen global
olaylara göre ülkeyi dünyayla bütünleştirmede yeterli olabilecek midir?
Günümüzde Türkiye’nin Avrupa Birliği’nden gördüğü olumsuz tavırda Türk
Çağdaşlaşmasının rolü nedir?

Üzerinde değerlendirme yapılabilecek kadar uzunlukta olan
Cumhuriyet tarihi gelinen nokta itibariyle çeşitli konularda incelenerek, Türk
çağdaşlaşmasının performansı hakkında bazı şeyler söylenebilir. Bu çalışmada
çağdaşlaşmanın altını çizdiği belirli hedeflerin de katıldığı bazı temel
konularda gösterilen performans incelenecektir. Öte yandan Türk Çağdaşlaşmasının
ilham kaynağı olan Batı ile bugün girdiği iki taraflı çatışma son bölümde ele
alınacaktır.

Ortaya konulan ekonomik performans

Temeli, Osmanlı klasik döneminin sonları kabul edilen 17. Yüzyıl
başına kadar geri götürülebilecek yapısal problemler günümüz Türkiye
ekonomisinin de içinde bulunduğu olumsuz koşulların kökenleri olarak
gösterilebilir.3 Osmanlı Devleti’nde aynı dönemde başlayarak diğer
problem kümelerini de kendine ekleyerek gelmekte olan yapısal kriz, temelinde
üretim ilişkilerini içeren geniş bir kümeyi ifade eder. Asıl mesele gelişmekte
olan Batı ülkelerinde görüldüğü şekliyle; tarımsal toplumdan gerekli teknolojik
evrimi tamamlayarak sanayi toplumu aşamasına geçememektir.4 Nitekim
Osmanlı’dan beri süregelen tarımsal ekonomik yapı, Cumhuriyet döneminin bütün
yenilikçi yaklaşımları ve icraatlarına rağmen endüstriyel ekonomik yapıya
dönüştürülememiştir. En azından Aron’un5 sanayi toplumları için en
temel biçimde şematize ettiği işbölümü, aile-iş kavramlarının ayrışması,
şehirleşme gibi konularda elde tutulur bir sonuca ulaşılamamıştır. Hemen her
alanda yenileşmeyi hedefleyen Osmanlı modernleşmesi içinde liberalizmden6
sosyalizme7 kadar farklı fikirlerin temsilcilerini içerecek çözüm
yolları aramıştır. Cumhuriyetle beraber çok sesli modelin tek bir biçime
indirildiği söylenebilir. Ne var ki eskiden beri süregelen klasik sorunlar olan
toprak reformu-ıslahı, vergi reformu, sanayi tesislerinin yaygınlaşması gibi
hedeflere ulaşılamamıştır. En başından beri vurgulandığı biçimiyle
çağdaşlaşmanın ülkeyi asıl bu alanlarda ileriye götürmek olduğunun altının
çizilmesine rağmen, karşılaşılan başarısızlık yüzyılın başından beri belirli bir
model içinde ülkeyi yönlendiren çağdaşlaşmacı paradigma sahiplerinin temel
çıkmazıdır.

George Modelski’nin tarımcıl-en-düstriyel toplumlar ayırımı
(agraria- indusria)8 Türkiye örneğinin değerlendiril-mesinde
kullanıldığı takdirde önemli ipuçları elde edilebilecektir. Modelski’yi göre
tarımcı ve endüstriyel toplumların birbirinden ayrıştığı dört nitelik;
kaynakların dağılımı, otoritenin şekli, dayanışma ve kültürdür. Sözgelimi
endüstri toplumuna kültür; küresel oluşumla içiçe ve demokratik katılımla
halktan gelir. Tam aksi olarak tarımcı toplumunda kültürün kaynağı, halkın
dışlanarak bir zümrenin değer üretme hakkına haiz kılınmasıdır (courts of
nobles). Dolayısıyla sosyal mühendislik yolları benimsenerek toplumdan ayrı bir
değer kodu üzerine kurulu yönlendirme modeli vardır. Diğer önemli ayırım olan
kaynakların kullanımı ve bölüşümüdür. Kaynakların dağılımı sürekli olarak siyasi
otoritenin kontrolü devam ettirilerek bilinçli olarak belirli amaçlar için
yönlendiriliyorsa, tarımcıl bir yapıyla örtüşen bir özellik söz konusudur.
Böylelikle piyasa şartları gözardı edilerek, rekabet hukuku ve eşitlik hakkı
aşılayabilir. Mardin’e göre Cumhuriyet en baştan itibaren iktisadi hayatı
kontrol altında tutmak istemiştir.9 Tüccarlar, etkili bir sınıf
olmalarına rağmen, 1950’ye kadar ancak devlet kapısına olan etkileriyle ve
oradan gördükleri güvene göre birinci sınıf vatandaş olarak kabul edilmiştir.
Siyasal iktidarın ekonomik paylaşımı piyasa kurallarına göre değil de kendi
otoritesinin gölgesinin altında icra etmesinin temel nedeni; ortaya çıkması
muhtemel karşıt bir güç korkusudur. Yine Mardin’e göre “Türkiye’nin bir borsa
merkezinden idare edilmesi cumhuriyet idarecilerinin en son istediği” olacaktır.
Öyleki zamanla biriken kapitalin etkisiyle pazarın oluşturduğu zenginleri devlet
bizzat saf dışı etmekte tereddüt etmemiştir. Statü kazanmak ve korumak “değer
merkezli” bir çaba gerektirmektedir. Nitekim modelski’nin modelinde statü
kazanmak endüstri ve tarımcıl modellerde başka bir ayrım noktasıdır. Beceri ve
çalışmaya (achievement) dayalı yükselme endüstri toplumlarının özelliği olurken;
atanma, akraba ilişkileri, siyasal tutum gibi nedenlerle (asoription) yer tutma
tarımcıl toplumların özelliğidir. Bürokrasi ve ordunun durumu diğer başka
kesimlerine göre yine aynı nedenle farklıdır.10 Böylelikle,
Modelski’nin tanımına tekrar dönersek, Türkiye’de söz sahibi olanlar piyasa
mekanizmasına değil kendi otoritelerine dayalı bir bölüşüm ve üretim modeli
arzulamışlardır denilebilir. Nitekim Soğuk Savaş döneminde Batının doğu ucu olma
vazifesini üstlenmiş Türkiye’nin özelleştirme, menkul kıymetler gibi alanlarda
eski Doğu Bloku ülkeleriyle beraber ancak 80’lerde reformlara gitmesi bu açıdan
kayda değerdir. Günümüz Türkiye’sinde de, salt ekonomik değişim aracı olan para,
yine aynı nedenlerle; bilinen “kara para-meşru yollardan kazanılmış para”dan
başka değişik tür ayrımlarla karşı karşıyadır. Otorite piyasa mekanizması içinde
palaz-lanmış orta ölçekli ve fabrika kurma aşamasına kimi kesimleri tehdit
olarak kabul etmektedir.

Modelski’nin diğer iki ölçütleri olan otorite ve dayanışma
incelenirse Türkiye’nin yine çeşitli agrarian özellikleri yansıttığı
görülecektir. Ancak altı çizilmesi gereken çağdaşlaşma paradigmasının gelinen
nokta itibari ile ülkeyi tarımsal yapıdan çıkaramamış aksine çeşitli siyasal
tercihleri nedeniyle birçok alanda o şekilde kalmasını istemiş olduğudur.
Türk-İş’in 15 Mart Dünya Tüketici Haklar Günü nedeniyle yaptığı açıklamaya göre
ülkede 3,5 milyon insan asgari ücretle yaşamak zorunda iken, 4 milyon insan da
işsizdir. Üstelik belirlenen asgari ücret ülke için kabul edilen alt yoksulluk
sınırı miktarının ancak %14.6’sını karşılamaktadır.11 Ülkede
çalışmakta olan işgücünün %48.5’ı tarım sektöründe çalışırken GSMH’nin ancak
%14.5’ini meydana getirebilmektedir.12 Tarım sektöründe çalışan
işgücü oranı ABD’de %3, Almanya’da %4.6, Yunanis-tan’da ise %25 tir.13
Paul Kennedy’nin 130 ülkeyi içine alan beşeri kalkınma endeksine göre Türkiye
kişi başına GSMH’sine göre 55inci sıradadır. Listesinin en altında olan
Nijerya’nın beşeri kalkınma endeksi 0.116, en üstteki Japonya’nın ise 0. 996
dır. 69uncu sırayı tutan Türkiye ise 0. 751 rakamını göstermektedir. Bu rakam
Avrupa ülkelerinin—Yunanistan dahil—gerisindedir.14 Türkiye’de
belirli sıçrama dönemleri dışında yaşanmakta olan ekonomik başarısızlık
tüketilen modelin de başarısızlığıdır. Gerhard Wettig, Sovyet sisteminin
yıkılışı ve sosyal sonuçlarını incelediği makalesinde15 ekonomik
başarısızlık ve tatminsiz-liğin vatandaş ve sistem açısından önemli neticelerini
vurgulamaktadır. Wettig’e göre güçlü devlet: I-Vatandaşlarına en üst düzeyle
kişisel ve siyasal katılım haklarını tanır. II-Ekonomik refahı sağlayarak tatmin
sağlar. Aksi durumda ortaya çıkan zayıf devlet birinci görevini ihmal ederek
kendi rejimine karşı güvensizlik kaynağı olacaktır. Çünkü kişisel ve demokratik
hakların tanınmaması vatandaşlardaki aidiyet duygusunu zamanla ortadan kaldırır.
“Bana sordular mı?” bilinci oluşur ve sistem üyelerinin gözünde meşruiyet
krizine girer. Öte yandan ekonomik tatmin sağlanmayınca bu sefer bozulma ve
çürüme belirtileri ortaya çıkar. Gayri meşru kazanma yolları, rüşvet, narkotik
piyasası, silah ticareti, hırsızlık-mafya-çeteler… Wettig’e göre bütün bunlar
vatandaşlarını ekonomik olarak tatmin etmeyen sistemlerin ürettiği sonuçlardır.

Etnik Uyum-Ulusal Bütünlük Konusu

Türk çağdaşlaşmasının ortaya koyduğu modelin karşılaştığı diğer
büyük problem de etnik uyumu sağlama yani üst kimlik inşa etmede yaşadığı
bunalımdır. Kökenlerini Ziya Gökalp gibi düşünürlerden alan yeni kimlik hangi
kaynaklardan besleniyordu? Bu kimliğin inşa edilmesinde kullanılan araçlar
nelerdir? Halk tarafından benimsenmişler midir? Karl W. Deutsch’e göre ulus-inşa
etme mimari süreçtir ve mekanik bir modeli çağrıştırır.16 Pratik
olarak bir evin inşa edilmesi benzerliğinde olduğu gibi alt—parçalar, kullanılan
malzeme ulus—inşa etme sürecinde de geçerli olan konseptlerdir. Türkiye
örneğinde imparatorluktan tevarüs edilen kimlik anlayışı reddedilmiştir. İçeriği
oluşturan parçaların öncellikleri, yoğunlukları değiştirilerek daha seküler bir
formüle da-yalı milli kimlik kalıbı inşa edilmek istenmiş, kültürel bir kimlik
yerine anayasal bir kimlik tercih edilmiştir. Dolayısıyla Deutsch tarafından da
vurgulanan araçların seçiminde toptan bir yenilenme amaçla-nılmıştır. Sözgelimi
dinsel motifler önceliklerini kaybetmişler bunun yerine vatanse-verlik—yurt
sevgisi yoğun bir formül öne çıkarılmak istenmiştir. Ortak bir dil ve ortak
tarihi bilinci şüphesiz yeniden oluşturularak—bir eğitim süreci tarafından
vatanseverliği hedef haline getirmiştir.17 Böylelikle önceki
asırlarda kullanılan eski üst kimliği sağlamlaştıran unsurların ortadan
kalkmasıyla değişik kesimlerden ilk hoşnutsuzluklar da dışa vurulmaya
başlanmıştır.

Kürt kimliği sorunu bir terör örgütünün kanlı faaliyetleri de
dikkate alınırsa siyasal ve ekonomik sonuçları en büyük olanıdır. Resmi
çevrelerin kürt sorunun olmadığı, sorunun terör sorunu olduğu tezi, PKK terör
örgütünün faaliyetleri dikkate alınırsa, yöntemsel açıdan doğrulanabilir. Ancak
tarihsel kökenleri incelenirse görülebileceği gibi sorunun önemli bir nedeninin
de yukarıda anlatılan ulus inşa etme süreciyle ilgili olduğudur. Ayrıca
kürtlerin yoğunolduğu güneydoğu bölgesinin geri kalmışlığı, istihdam sorunu,
güvenlik problemleri, eğitim imkanlarındaki kalite ve yeterlilik sorunları göz
önüne alınırsa Wettig’in daha önce altını çizdiğimiz “güven bunalımı” teorisi
öne çıkacaktır. Yakın zamanlara kadar taviz verilmeden uygulanılan kimlik
politikası yüzünden, uygulanılan kürt kimliği ile ilgili dil, kültür vb.
faaliyetlerinin baskı altında tutulması da diğer verilerdir. Kimi yazarlara göre
Türkiye kürtlere karşı uluslaştırma politikasının en köktenci biçimde
uygulandığı ülkedir.18 Ancak İran ve Irak’taki kürt nüfus ve
uygulanan Araplaştırma, İranlılaştırma politikaları ele alınırsa—bu ülke-lerdeki
kimi toplu kıyımlarla beraber—aynı iddianın bu ülkeler içinde tartışılabileceği
ortadadır. Kürtler neden dağıldıkları bütün ülkelerde minimum düzeyden
başlayarak bile olsa çeşitli kısıtlamalarla karşılaşmaktadır? William Hazen
bunun temel nedeninin çoğunluğun kürtlere karşı beslediği “şüphe” olduğunu iddia
etmektedir.19 Hemen arkasından ise kürtlerin ilk fırsatta
bağımsızlıklarını ilan edecekleri inancı yatmaktadır.20 Nitekim aynı
ortak şüphe uluslararası düzeyde de yansımalarını göstermiştir. 1937 tarihli
Sadabad Paktı’nın 7. maddesine göre Irak ve Türkiye birbirle-rine “hükümet
rejimi bozmak amacıyla silahlı çeteler, birlikler de ya da örgütlerin
kurulmasını ve eyleme geçmesini engelleme” sözünü veriyorlardı.21
Maddenin zımnen kastettiği kürtlerden başkası değildir. Çünkü anlaşmanın
imzalandığı dönemde her iki ülkede—Ortadoğu’nun genelinde olduğu gibi—ulus inşa
etme politikası öncelikli sıradaydı ve her iki ülkede de kürtler sayısal olarak
potansiyel engeli oluşturuyorlardı. Kaldırılan Osmanlı üst kimliğinin yerine
konulmak istenen kimlik ilk problemi teşkil etmiştir. İkinci sınıfa düştüklerini
düşünen diğer alt gruplar ayrıca kimliklerinden kaynaklanan kültürel değerleri
yaşatma sorunuyla tepki göstermişlerdir. Tepki gösteren kimliklerle mevcut
bağların—din gibi—yeni dönemde reddedilmeleri22 seküler yeni kimliğin
benimsenmesini zora sokmuştur. Hilafetin ilgasıyla benzer bir bunalım
yaşanmıştır. Çünkü hilafet kurumu da farklı etnik kökenden gelen Müslümanları
birleştirici özellikteydi. Sözgelimi üzerinde birçok tartışma yapılan Şeyh Said
İsyanı’nın nedenleri tam bir belirlilik göstermese de “dini ve milli motif-lerin
isyanda yan yana işlendiği” bir gerçektir. “Hilafetin kaldırılması, kürtçenin
yasaklanması” gibi nedenler sözü edilen motif-lerdir.23 Yine isyanın
nedenlerini inceleyen Kutay “Devrimlerin halkın hayatına intikali emeğinden
kaçınılmış, feci bir oligarşik nizam, Halk Fırkası’nın esas bünyesi olmuş,
kısacası Şeyh Said İsyanı’nın mahiyeti, memleketteki demokratik gelişmeyi bir
şef ve vesayet sistemine çevirmek isteyenler tarafından maharetle istismar
edilmiştir” demektedir.24 İmparatorluk bünyesinde başka dinlere
mensup uluslarla beraber yaşama tecrübesine sahip Türkler dinlerini ulusal
özelliklerinin bir öğesi haline dönüştürmüşlerdir.25 Çağdaşlaşma ile
daha ziyade din karşıtı Fransız usulü milliyetçilik anlayışının hakim kılınmak
istenmesi sorunların temel nedeni olmuştur. Konu üzerinde önemli eserler veren
Anthony Smith’e göre milli kimlik beş temel kaynaktan beslenir:

I) Tarihi bir yurt
II) Ortak mitler ve tarihi bellek
III) Ortak bir kamu kültürü
IV) Herkes için geçerli yasal hak ve görevler

Fertlerin ülke üzerinde serbest hareket imkanına sahip oldukları
ortak bir ekonomi.26 Beş kaynağa göre Türk kimliğin yeniden inşa
edenlerin tezlerinin ve icraatlarının değerlendirilmesi özellikle ta-rihi
bellek, ortak bir ekonomi, ortak kamu kültür alanlarında çaşitli sorunlara ışık
tutar. Tarihi bellek kaynağı Türk örneğinde yeniden oluşturulmak istenmiştir.
Milli kimliğin fonksiyonlarına ve özelliklerine göre bir milli tarih yazılmaya
çalışılmıştır. Sözgelimi genelde Ortadoğu’da yaygın şe-kilde görülen İslamiyet
öncesi tarihi devir araştırmaların öne çıkarılması, o dönemlere ait
uygarlıkların köken olarak vurgulanması başlıca metotlardandır.27 Ne
var ki metod çatışmaya neden olmuştur. Çünkü tarih kişilerin kendi devamlarını
sağladıklarına inandıkları değerlerin menbaı’dır. Bütün toplumun temel
dinamiklerini tarihin penceresinden görürler. Bütün toplumlarda tarih kişiler
için birebir yönden önem taşır ve bireyler içinde bulundukları toplumun temel
dinamiklerini tarihin penceresinden görürler. “Tarihe geçmek” gibi inanış
ifadeleri kimi zaman bir kutsal kitapta bulunan naslar gibi etkileyici güce
ulaşır. Bütün değerler de toplumu kendi yönlerine doğru tahrik edebilmek için
yine kendilerini tarih-te tecessüm etmiş olumlu yönleriyle tanıtır. “Tarihi dost
veya düşman” , “tarihi gerçekler..” gibi ifadeler tarihin insanların zihinlerine
bıraktığı kalıplardır. Bu açıdan tarih toplumun bütün fertlerin için ortak bir
evdir.28 Dolayısıyla yeni resmi tarih süregelen tarih bilincini
tamamen etkisizleştirememiştir. Böylelikle toplumun ilham kaynağı olan tarih ve
otoritenin belirli bir kesimin desteğiyle benimsenmesini istediği tarih
anlayışları çatışmaya girmiştir. Nitekim günümüz Türkiye’sinde de birden fazla
tarih okuyuş yöntemleri olması bunun neticesidir.

Çağdaşlaşma hareketinin en görünen uygulamaları kamu kültürü
alanında yaşanmıştır. Otoriteyi tamamen elinde tutan çağdaşlaşmacı elit bu
alanda bürokrasiden, eğitime çekinmeksizin yeni kültürü monte etmiştir. Bu
kültür dönemin Anadolu insanının yabancı olduğu kültürdür. Bürokrasinin çalışma
şartları tatil günlerinden, kıyafete kadar yeniden düzenlenmiştir. Ancak daha
ileri düzeyde devletin bir araç olarak bütün işlevlerini yeniden yorumlanmıştır.
Bu yorumlamada Osmanlı döneminden gelen köklü geleneğin izlerinin tamamen
silinmesi mümkün olmasa bile büyük çaplı değişikliklere gidilmiştir.29
Dolayısıyla sıradan vatandaşın herhangi bir çerçeve içinde (memur veya işini
görmek isteyen vatandaş olarak) kamu alanına katılması sürecinde pratik sorunlar
doğmuştur. Sözgelimi geniş bir kesimin dinsel veya kültürel bir nedenle kabul
ettiği bir simgesel giyiniş tarzı kamu alanı sınırları tarafından elenmektedir.
Geniş olarak ise kıyafet gibi spesifik konuların ötesinde tarz, ilişkiler ağı
gibi açılardan yine kamu kültürü kendi içinde oluşmuş bir değerler kümesidir.
Türkiye’nin büyük şehirlerinin belirli ke-simleri ihmal edilirse özellikle üst
düzey bürokrasinin ve halkın yaşam, giyinme, yeme-içme gibi konularda kültürlere
sahip olduğu açıktır. Kamu alanının ayrıca dinsel kaynaklı oluşumlara kapalılığı
ortak kamu kültürü sorunu pekistirmektedir. Sözgelimi haftalık cuma namazı
kılmak için bunu yapmak isteyen memurlar yemek vakitlerinden fedakâlık
yapmaktadırlar. Olan kamu kültürünün benzer konularda tabandan farklı oluşu daha
birçok örnekle açıklanabilir.30 Touraine’e göre kamu alanında
gerilim, çatışma sürekli ve doğaldır. Kurumlar oligarşikleşme eğilimi
gösterirler. Bu nedenle devlet ve sivil toplumun arasında tarafsız, uzlaştırıcı
bir siyasal sistemin gerekliliği vardır.31

Smith’in üzerinde durduğu diğer önemli bir konu da hemen
herkesin serbestçe ülke çapında katılabileceği ekonomik pazarın varlığıdır.
Milli Pazar kavramı bu açıdan ülkedeki bütün herkesin faydalanabileceği bir
oluşumdur. Farklı coğrafi bölgelerde yaşayan insanlar milli pazara katılarak
ülke kavramının zihinsel olarak somutlaştığı bir çerçeve oluştururlar. Eğer
milli pazarın bir bölgeyi türlü nedenlerin etkisiyle dışlaması sözkonusu ise bu
durumda tatmin edilemeyen kesimlerin reaksiyonu siyasal tercihlere hemen
yansımak suretiyle kendini belli eder. Türkiye’de Milli Pazar bütün
olanaklarıyla ülkenin her kesimine eşit olarak yayılmamıştır. Bunun ötesinde
Milli Pazar her köşeye varmadan gelişmiş bölgelere de olan bitenden haberdar
olmayı sağlayacak televizyon, radyo gibi araçlar ortaya çıkmıştır. Böylelikle
milli pazarın bütün nimetlerinden faydalanamayan insanlar sözü edilen araçlarla
kendilerine göre ileri ve müreffeh kesimlerden haberdar olmaktadırlar.32
Teorik olarak illi pazarın eşitlikçi ve herkese açık olması bir fayda
sağlamamaktadır. Ülkenin hangi bölgelerinde hangi devlet kurum ve imkânlarının
yoğunlaştığı vatandaş için önemlidir. Devletin algılanışı kendi bölgelerinde
yoğunlaşan kurum ve imkanların penceresinde olmaktadır. Bu kurumlar, borsa,
sanayi sitesi, fabrika, banka, jandarma, üniversite, hastane, polis… gibi bütün
devlet fonksiyonlar kümesinden biri veya birkaçı olarak yoğunlaşabilir. Batı
Anadolu merkezli Türk Milli Pazarı oluşmuş bundan dolayı doğudan Batı merkezli
milli pazarın bulunduğu tarafa yoğun göç gerçekleşmektedir. Devlet vergi
toplama, askerlik görevi talep etme gibi yetkilerinden doğan negatif bir
ilişkinin buna paralel sağlık olanakları, eğitim olanakları, iş imkanları gibi
pozitif ilişki kalıplarıyla denkleştirilmesi doğal bir zarurettir. Unutulmaması
gereken negatif ilişkide aktif olan vatandaşın olduğudur. Yani devlet pozitif
ilişkide yetersiz olursa vatandaşlar arasında, Smith’in modeline göre, negatif
ilişki ile ilgili yükümlülüklerini yerine getirmede aksatmalar olur.

Din ile olan ilişkiler

Osmanlı devrinden beri gelen dinin Türk toplumunda etkili rolü
çağdaşlaşmanın çözemediği—daha doğrusu—sorun haline getirdiği bir durum
oluşturmuştur. Sadece sayısal olarak türk toplumunun %99 kadarının İslam dininin
müntesibi olması önemli değildir. Bunun ötesinde geçmişin dini ve mevzuatını
olabildiğince devlet kültürüne katmış bir geleneğe sahip olması önemlidir. Daha
da önemlisi sivil dinsel yaygın örgütler yoluyla dinin toplumla köklü ilişkilere
girdiği gerçeğidir. Haçlı Savaşları’na kadar geri götürülebilecek diğer bir
psikolojide haçlı zihniyetine karşı savunma durumunun oluşturduğu anlayıştır.
Buna göre yüzyıllar boyunca Anadolu Müslümanları kendilerini yayılmak isteyen
Hıristiyanlığa karşı onları engellemek görevini taşıyan bir toplum olarak
algılamıştır. Aynı durumun hem Batının hem doğunun kimliğinin oluşumunda etkili
olduğu unutulmamalıdır. Nitekim Eric Cornell, 732 yılındaki Potiers Savaşı’ndan
1683’teki Viyana Kuşatması’na kadar olan dönemde görülen savaşların ve diğer
ilişkilerin Batının kimliğinin tanımlanmasında da anahtar rol oynadığını
belirtir.33 Türk çağdaşlaşmasının radikal biçimde dinsel alanı hedef
alan uygulamaları, karşısında zihinsel bir tepki doğmasına neden olmuştur. Buna
karşılık çatışmanın temelinde yatan; benimsenen pozitivizm, Baydur’a göre, hem
muhtemel siyasal rakiplerin “dinciliklerine” karşı çıkmada faydalı oluyordu hem
de arzu edilen düzen içinde ilerleme için gerekli güçlü devleti korumaya yararlı
oluyordu.34 Ancak aynı politika tepkilerle karşılanıyordu. Sözgelimi
türbelerin ziyarete kapatılması gündelik hayatında evlenmeden, ölüme kadar sözü
edilen yerlere özel bir önem atfeden yerel halk kitlelerine anlaşılmaz ve
kabullenilmesi güç gelmiştir. Dinsel alana olan negatif yaklaşım diğer konuları
da içerir. Mardin’e göre gelinen nokta “olumsuz laiklik düşkünlüğüdür.”35
Halbuki dinin bastırılması sürecinde “alternatif olarak ortaya konulan bilimin
halk gözünde milli kimliğin inşası ile ilgili meselelere karşı ne bir cevabı
vardı ne de sosyal kimlik meselesine, sosyal ideallere yönelik ferdi temayülü
ele almaktaydı.”36

Çağdaşlaşmanın dinle olan problemi günümüz Türkiye’sinin en
popüler konularındandır. Şüphesiz temelinde sağlıklı ilişkinin kurulamamış
olmasında yatan bu durum sürdükçe çeşitli sosyal sorunlar doğmaya devam
etmektedir. Devletten ayrılan din olgusunun asıl etkili olduğu alan zaten devlet
fonksiyonlarıyla olan kısmı değil her insanın vicdanı ile ilgili bir değerler
kümesi olarak kişisel bağlayıcılığıdır.

Demokratikleşme veya Batıya veda!

Çağdaşlaşma hareketi sürekli olarak vurgusunu yaptığı halk
egemenliği gibi söylemlere rağmen somut bir demokratik yapı oluşturabilmiş
midir? Eğer ortada sağlam bir demokrasi yoksa bunun nedenlerinin ne kadarı
dışsal faktörlere dayanmaktadır ne kadarı çağdaşlaşma sürecinin mimarlarının
çekincelerinden kaynaklanmıştır? Yukarıdaki konunun ikinci kısmında sözü edilen
endişe önemlidir. Said Halim Paşa zahiren halk için uğraştıklarına şüphe olmayan
yenilikçileri “…İnsanların yasa ve kurallar için değil, tersine yasa ve
kuralların insanlar için meydana getirilmiş olduğunu hiçbir zaman
anlayamamışlardır”37 şeklinde tarif etmiştir. Said Halim Paşa’nın
şikayeti demokratikleşme sorunun özünü teşkil etmektedir. Aynı anlayış kendi
paralelinde siyasal sistem, kamu kültürü gibi ilgili kurumları oluşturmuştur.
Çağdaşlaşma hareketinin uzun bir süre tek-parti yönetiminin taraftar olmasının
nedeni de budur. Mete Tunçay’a göre “…cumhuriye-tin demokrasi anlamıyla
gerçekleşememesi ve ancak devlet başkanının bu makama ırken (hanedan) gelmemesi,
gibi biçimsel bir anlamda devam ederek birtek parti otokrasisine dönüşmesi
sonucunu” gözlemlemek mümkündür.38 Dolayısıyla cumhuri-yetin
demokrasi anlamı konusunda boşluk söz konusudur. Tartışmanın “muhafazakâr”
tarafında bulunanlar tek parti yönetiminin mazeretlerini ve faydalarını ileri
sürmektedirler. Tek-parti yönetiminin Türkiye mo-delinin sui jeneris bir örnek
olduğu temelli açıklamalar genel başlıklar altında topla-nabilir. Duverger’in
Siyasal Partiler adlı eserine dayandırılarak yapılan en yaygın izah CHP’nin
biçimsel bir tek parti olduğu buna karşılık aslında “siyasal rekabeti ortadan
kaldırmayan bir kalıp” olduğudur.39 Yine aynı çizgiye göre tek
partinin varlığı zaruri idi çünkü; toplumun henüz demokrasiye hazır olmaması,
acil karar alma gereğinin oluşu, tek ulusal cephenin kurulması gereği gibi
zaruri nedenler vardı. Öte yandan ilk demokratik çok partili sistem
denemelerinin nasıl bittiği dikkate alınırsa yeni partilerin iç ve dış rejim
karşıtlarının yuvası olması endişesi de ekle-nebilir.

Tek parti yönetimi 1940’lı yılların sonlarına kadar devam
etmiştir. Çağdaşlaşma hareketinin en ileri uygulamaları da bu zamana kadar
yapılmıştır. Bütün icraatlarda sözü edilebilecek tek kontrol mekanizması dönemin
parlementosunu oluşturan CHP grubudur. Bu aşamada aydınların rolü önemlidir. Çok
bilinen modelinde Julien Benda “hükümetler için gerektiğinde kendi
politikalarını pekiştirmeleri; resmi düşmanlara karşı propaganda yapmaları;
kurumsal ‘menfaatler’ ya da ‘ulusal onur’ adına gerçekte neler olup bittiğini
gizleyecek hüsnüttabirler… kendilerine uşak yapabilecekleri entelektüellerin ne
kadar önemli olduğunu” vurgulamıştı.40 Mardin aynı konuya Türkiye
açısından değindiği Aydınlarımız ve Tenkid adlı makalesinde şu yaklaşımını
ortaya koymaktadır. Avrupa tarihinde aydınlar savundukları hakikatleri daima
kanları pahasına savunmuşlardır. Bunların önemli bazıları (Tiran’ın hal emrini
veren Duplessis-Mornay, İngiltere Kralı’na karşı koyan Sir Edward Coke) Mardin
tarafından örneklenmiştir. Ne var ki Mardin “kendi tarihimizde aydınlarımızın
buna benzer bir hareket tarzına rastlamak zordur.” Diyerek konunun özüne vurgu
yapmaktadır. Mardin’e göre Türk aydınında eskiden beri gelen “inançlardan cayma
kabiliyeti” sözkonusudur. Sorunun temelinde toplumun tenkide karşı
tahammülsüzlüğü ve aydının kolayca temel inançlarından cayabilme istidadı
yatmaktadır.41 Bütün bu anlatılanların ışığında çağdaşlaşmanın
demokrasi sorununu kendi aydınlarını üreterek aştığından söz edilebilir.
Aydınlar öncülük yapan bir sınıf—bu sınıfa uyan toplum—(leading elite-abiding
populace) modelini benimsemiş ve demokratik haklar konusunda talepte
bulunmamışlardır.

1950 sonrası demokratikleşme konusu ise ilginç olaylar içerir.
Şüphesiz öncelikli motif darbelerdir. Darbe kuramsal olarak geçmişten beri
süregelen düzeni, türlü sapmalar nedeniyle, olması gereken noktaya yeniden çekme
ayrımcı eğiliminin en saf şeklidir. Nitekim bütün darbe açıklamaları ülkenin
planlanan gidişten sapması sonucu yapıldığı yönündedir. Marksist düşünür
Lukacs’a göre “herhangi bir grup mevcut sosyal sistemi muhafaza etmeye
yönelmişse, mevcut düzenin değişmesini istemiyorsa o zaman daima ‘yanlış bilinç
halkası’ içinde olacaktır.”42 Sözü edilen “halka” çeşitli
etkinliklerle kendi istediklerini yapabilmek için demokratik sürecin de dışına
çıkmayı tercih edebilecektir. Ülkenin nasıl kurtulacağını bilen bir ‘ön saf’
periyodik refleks-lerle kendi kararlarını uygulamaktadır. Halbuki Lukacs’a göre
yanlış bilinç halkasından kurtulmanın yolu ‘birilerinin mevcut düzeni
beğenmemeye başlayarak kısır döngüden çıkma isteklerini belirtmelerine bağlıdır.

Bütün bunların ötesinde demokratikleşmenin gerçekleşmemesinin
diğer bir temel ve tuhaf nedeni de çağdaşlaşma hareketinin ilginç biçimde temel
referans kaynağı olan Batı ile girdiği çatışmadır. Çağdaşlaşma hareketi sürekli
olarak hedef olarak gösterdiği Batılılaşma söylemine rağmen bugün insan hakları,
sivilleşme gibi alanlarda Batıcılığı karşı tarafa kaptırmıştır. İnsan hakları,
demokratikleşme, serbest gibi Batı kökenli modern kavramların taraftarlığı
dinsel-yoğun kesime ait olgu haline gelmiştir. Bu açıdan Avrupa İnsan Hakları
Mahke-mesi’nin son yıllardaki Türk “müşterilerinin” dosyalarının incelenmesi
ilginç saptamaların bulunmasında faydalı olacaktır. Eski Batıcı çağdaşlaşmacı
elit entegrist biçimde içe kapanma eğilimine girmiştir. Özellikle AB ile
ilişkilerin geldiği nokta konusundaki problemler bunda etkili olmuştur.
Çağdaşlaşmayı dile getirmekte ve bir Türk modelinden bahsetmektedirler. Aynı
şekilde uluslararası sistemle bu sefer karşı taraf bütün imkanlarını seferber
ederek, zayıflıklarına rağmen, bütünleşme inancını vurgulamaktadır. Türkiye’nin
demokratikleşme, temel haklar, siyasal haklar konusunda bildiğini okumaya devam
etmesi Batı tarafından eleştirildikçe; doğuyu önceden gözden çıkaran hareket
yalnız kalmakta ve radikalleşmektedir. Batılılaşma modeli bir hedef olarak
ortaya konulurken Batının temel taşları olan bazı norm ve değerlerin zamanla
kendileri için sorun olabileceğini kestiremeyen çağdaşlaşmacı elit zorunlu bir
elektizme yönelmiştir. Genişleme sürecinde Avrupa Birliği’nin, Türkiye’ye karşı
takındığı olumsuz tavır geleneksel olarak Batıcı olan kesimi zor duruma
düşürmüştür. Çağdaşlaşma hareketi böylece amacının tam tersi bir noktada
sonuçlanma tehlikesiyle karşılaşmıştır. Üstelik Birliğin Türkiye’nin kabul
edilmemesine yönelik öne sürdüğü gerekçeler çağdaşlaşma hareketinin altını sıkça
çizdiği kavramlar olarak süre gemiştir. Şimdi sorunun ele alınması gereken
tarafı Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu olumsuz durumun tarihsel anlamıdır.
Yüzyıllardır sürekli Batı ile bütünleşme amacını taşıyan Türkiye bu uzun dönem
sonunda resmi ve siyasi bir “hayır” cevabı almıştır. Bu, parti olarak amacı
ülkeyi Batıyla bütünleştirmek olan Çağdaşlaşma hareketinin şu aşamada başarısız
olduğu anlamına da gelmektedir. Avrupa ile ipleri kopararak Avrupa Konferansı’nı
protesto eden Türk Hükümeti kapatılan bir siyasal partinin söylemini
uygulamaktan başka bir şey yapmamıştır.

Neden günümüzün Batısını oluşturan değerlere karşı seçici
davranılmaktadır? Bu aşamada Batı kavramanın günümüzde ifade ettiği anlam,
çağdaşlaşmacı elitin ilham kaynağı yüzyılın başındaki Batının anlamı ve seçici
örnekleri üzerinde durmak gerekmektedir.

Ole Waever’e göre Batı kimliğini oluşturan temel öğelerin birisi
de hürriyettir.43 Ne var ki hürriyet kavramının anlamı ve
gerektirdikleri önemlidir. Hürriyet hiçbir şekilde soyut bir kavram değildir ve
gündelik hayattan, devlet-vatandaş ilişkilerine kadar bütün alanlarda somut
kurum ve kurallarla düzenlenmiştir. Aynı görüşe göre hürriyet İnsan Hakları
Evrensel Beyan-name’nden, Avrupa İnsan Hakları Söz-leşmesi’ne kadar bütün
sözleşmelerde kişişere tanınan haklar ve özgürlüklerle açıklanabilir. Daha
önceki yüzyıllardan beri süre gelen batı medeniyetinin özelliklerini sıralayan
Huntington, sosyal çoğulculuk ve sivil toplum başlığını da belirtir.44
Doğal olarak özgürlükleri kısıtlayan, sivil toplumun sağlıklı gelişmesini
engelleyen her türlü düşünce Batı kalıbı tarafından siyasal amaçlı olarak olsa
bile dışlanacaktır. Batının tarihsel olarak sözü edilen kalıba dayanması
eksiksiz bir insan hakları sicili olduğu iddiasını savunmak değil, bunun
dışında, etkin rolün siviller olduğu vurgusunun yapılmasıdır. Yani Batı siyasal
tarihinde sürekli yükselen ve belirleyici olan sivil kesim olmuştur.
Türkiye’deki sivil toplumun siyasi ve hukuki engellerini inceleyen Gürbey
başlıca iki sınıflandırma yapar I) Milli ve kültürel homojenliği öngören ve
toplumsal heterojenliği dışlayarak demokratik ve çoğulcu toplum anlayışıyla ters
düşen milliyetçilik/vatandaşlık anlayışı. II) Siyasal sistem içindeki karar alma
mekanizmasında sivil-asker ilişkisinin halihazır durumu.45 Sivil
toplum benzer yollarla Türkiye’de engellendikçe çoğulculuk ve demokraside
kurumlaşamamaktadır. Buradaki problem Batılılaşma iddiasındaki Türkiye’nin
uygulamada Batıyla yaptığı sözleşmelerden sapmasını doğurmuştur. Batının temel
taşı olarak yukarıda vurgulanan hürriyet, sivil toplum gibi kavramlarla ilgili
haklar çeşitli uluslararası sözleşmeler yoluyla bağlayıcılık kazanmıştır. Temel
hedefi Batıyla bütünleşmek, Batılılaşmak olan Türkiye’nin bu sözleşmelerin
içeriği ile çatışmaya girmesi çağdaşlaşmanın sonradan caymasının sonucudur. 1953
yılında yürürlüğe giren Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Türkiye tarafından 18
Mayıs 1954 tarihinde onaylanmıştır. Sözleşmenin birinci maddesine göre taraflar
“…kendi yetki alanları içinde bulunan her ferde sözleşmenin birinci faslında
tarif edilen hak ve hürriyetleri tanıma” yükümlülüğüne girmektedirler.46
Sürekli Batı yönlü bir oryantasyonun bulunduğu Türkiye’de aynı maddenin istekle
uygulanmasını beklemek aksine mümkün değildir. Anayasa başta olmak üzere Türk
hukuk mevzuatı Sözleşme’nin fertlere sunduğu hakları içeren ilkelere ters düşen,
onları sınırlayan düzenlemelerle doludur. İlkesel olarak uluslararası insan
hakları düzenlemelerinin içi hukuka göre üstünlüğü kabul edilen bir düşüncedir.
“Uluslararası bağlayıcı ölçülere aykırı bir iç hukuk kuralı, anayasa da olsa
geçerlik kazanamaz.” Dolayısıyla anayasal düzende uluslararası hukuka karşı bir
tabu bölge (bunker) oluşturulamaz.” Bu noktada belki her ulusun uluslararası
hukuk kuralını kendi yorumuna göre uygulaması söz konusu olabilir. Kaldı ki
böyle bir durum kuralın ruhuna aykırı olamaz. Ancak Türkiye’deki uygulama;
yargıya başvuru yollarını ka-patan anayasal hükümlerinde (125.md) olduğu gibi
çelişik durumunu korumaya devam etmektedir.48 Mesela baka bir alan
sosyal politika alanında Türkiye ILO’nun taraf olduğu 87 numaralı gibi bazı
sözleşmelerinin içeriğini kendi yorumuna göre uygulamaktadır. Sosyal politika
uzmanı Mesut Gülmez’e göre 87 ve 98 numaralı sözleşmelerde geçen worker kelimesi
bilinçli olarak işçi olarak çevrilmiş ve memurlar sözleşmelerin içeriğini
oluşturan türlü haklardan mahrum bırakılmıştır.49

Türkiye, Osmanlı döneminden beri Batıcı tutumuna rağmen Batının
can alıcı noktalarını oluşturan temel haklarla ilgili neden seçici
davranmaktadır? Bunun birinci nedeni çağdaşlaşma hareketinin seçkinci pragmatist
tavrıdır. Böylece Lukacs’ın “yanlış zihin çemberi” kurulmuş, bunun dışındaki
bütün istekler, eğilimler reddedilmeye çalışılmış ve temel hakları içeren Batılı
normlar gözardı edilebilmiştir. Günümüzde şimdiye kadar Batıcı çizgiyi temsil
eden kişilerin (kurumların başındaki kişilerin) Batının tutumundan şikayet
etmeleri tesadüf değildir. İkinci neden çağdaşlaşma hareketinin yüzyılın başında
misal olarak kabul ettiği Batı kavramının bugün ne coğrafi, ne kültürel, ne
siyasal bir entite olarak mevcut değildir. 1870’ten 1914’e kadar süren de önemde
iyice belirginleşip devam eden oluşuma göre Batıda birinci baskın özellik
“belirli bilimsel doktrinlerin moda olmasıyla, özellikle entelektüeller
arasında, materyalizm ve dini şüphecilik artmıştır.”50 Kainata ve
bunun bir parçası olarak insana mekanik yönden bakan Newton fiziğinin bunda
etkisi büyüktür. Dönemin ikinci baskın vasfı Darwin’le ortaya çıkan biyolojik
evrim düşüncesinin kabulü ve yaygınlığıdır.51 Üçüncü özellik ise
Wundt’un önderliğini yaptığı fizyolojik psikolojidir. Bu düşünceye göre insan
diğer hayvanlar gibidir, ancak laboratuvar çalışmalarıyla üzerinden bilgiler
öğrenilebilir. Yani onda ruhsal, metafizik özellikler aramak boşunadır.52
Entelektüel alanı ilgilendiren bu özelliklerin yanında siyasal ve kültürel
alanlarla ilgili olarak vurgulanması gerekenler vardır. Sözgelimi siyasi
sınırlar çok önem taşımakta ve aşılmaları mümkün olmamaktaydı. Ulus devlet
tamamen bir mit haline gelmişti ve alt kimlikler bastırılmaktaydı. Ekonomi
alanında yeni palazlanan ülkeler dışa karşı korumacı politikalarla ayakta durma
mücadelesi vermekteydi. Uluslararası örgütler hakkında bir güven duygusu yoktu,
bu alanda çalışmaların ancak tohumları atılıyordu. Ticari ilişkiler son derece
kısıtlıydı ve kendi kendine yetmek temel amaçlardan birisiydi. Türk
çağdaşlaşmasının örnek aldığı Batının sürekli aynı biçimde kalmayacağı bir
gerçekti. Nitekim günümüz dünyasında yukarıda tasvir edilen Batıdan çok farklı
bir başka Batı bulunmaktadır. Ulus-devlet miti yumuşamış, alt kültürler
kimlikler seslerini yükseltmiş ve uluslararası hukukun objesi olmuşlar, ekonomi
alanında ülkeler AB çatısı altında neredeyse egemenliklerini devretmişlerdir.
Kısaca Batı yerinde saymamış aksine dizilen değişimlerin mimarı olarak kendini
yenilemiştir. Ne var ki aynı oranlı yenilenme Batıyı örnek alan Türk çağdaşlaşma
modelinde görülmemiştir. Bugünün Batılılarının terk ettiği eski yapı örnek
olarak elde tutulmuştur. Böyle olunca uzun dönemde dünyayla bütünleşerek,
evrensel kültürle Türk kültürünü bütünleştirebilecek “taraf” değişmiştir. Dünden
bugüne Türk çağdaşlaşmacı elitinin geçmişi dikkate alınırsa bu çok dramatik bir
durumdur.

Sonuç Yerine

Türkiye bugün, Hungtington’un dediği şekliyle, kendini Batılı
bir toplum olarak tanımlamasına karşın Batı tarafından reddedilen bir ülkedir.53
Türkiyenin Batıya karşı tarihsel nedenlerle alternatifi olan İslam dünyası ile
ilişkileri ise, somut iş birliği imkanları dikkate alınırsa, en az birinci durum
kadar kötüdür. Türkiye’nin en yakın müslüman komşularından, halkanın geniş
çevrimini oluşturan diğer İslam devletlerine kadar olan ilişkileri iyi bir
düzeyde değildir. Dış politikada zaman zaman çevresindeki bölgesel krizleri
fırsat bilerek çeşitli çıkışlar yapmaya niyetlenen Ankara kendini kabul
ettirmede zorlanmaktadır. Yüzyılın başında seküler bir toplum oluşturmak için
dinsel mirası reddederek kendini yeniden tanımlayan54 Türkiye bugün
kullandığı paradigmanın işlerliğiyle ilgili sorunlar nedeniyle bir soyutlanma
ile karşı karşıyadır. Öte yandan Türkiye’nin, yukarıda ele alınan konular başta
olmak üzere, içteki ekonomik ve sosyal sorunları artan bir grafikle devam
etmektedir.

Sosyal sistemler bir süreklilik içinde değişerek hayatlarına
devam ederler. Herhangi bir sosyal veya siyasi sistemin başarısını,
başarısızlığını değerlendirmek alabildiğince zordur. Dikkat edilmesi gereken
değişkenler, faktörler sınırsız sayıda olabilir. Öte yandan sistemin ele
alınmasında kullanılacak değişik ölçüler de sonuçları farklılaştırabilecektir.
Sosyolog Talcott Parsons’a göre, herhangi bir sistemin işlerliğini, devamını
içindeki bireylerin sistemle olan ilişkilerine bakarak değerlendirmek sağlıklı
bir usuldür.55 Fertlerin mensubu oldukları sisteme güvenleri,
üzerlerine düşen görevleri yapmaları gibi kriterler Parsons’a göre sistemin
süreklilik kaynaklarıdır. Ancak bunların yanında sistemin kendisi ve
alt-parçalarının bir bütün olarak değerlendirilmesi de genel olarak mümkündür.
Bu aşamada dikkate alınması gereken sistemle ilgili dört kriter vardır:

I) Temel normlarını devam ettirebilme
II) (Gelişen dünyaya-şartlara) Adaptasyon
III) Hedeflere ulaşma
IV) Bütünleşmeyi sağlama.56

Sıralanan dört başlığın konu edindiği işlevlerin ortaya
konulması için sırasıyla; fert ve aile, ekonomik ve endüstriyel yapı, yönetim
mekanizması ve bütünlüğü sağlaması beklenen değer kaynakları uyum içinde
olmalıdır. Çünkü sistemin üzerinde kurulduğu normların devamı halk tarafından
benimsenmesine bağlıdır. Ekonomik alanda gelişen şartlara göre adapte olan ve
dünya ile rekabet edebilen yapı vatandaşların ihtiyaçlarını temin yoluyla tatmin
sağlar. Yönetimler gösterdikleri hedeflere ulaşarak ancak sözü edilen güven
sürecini devam ettirebilirler. Son olarak da bütün sistem üyelerinin birbiriyle
uyumlu olmasını sağlayacak değerler bulunmalıdır. Fertlerin kendilerini beraber
bulundukları diğer kişilerle ortak olarak tanımlamaları böylece mümkün olur.
Din, kültür gibi bütünleştirici kaynakların sistem içinde muteber bir yer
edinmeleri ve sistemin herhangi bir parçasıyla çatışmamaları çok önemlidir.
Unutulmaması gereken nokta hiçbir alt parçanın bütün sistemi tek başına temsil
edemeyeceğidir. Eğer sistem bu unsurları bir araya getirme konusunda
zorlanıyorsa sadece bir iç sorun yaşanmayacak sistemin dış dünya ile ilişkileri
de sarsılacaktır.

Türkiye yüzyılın başında benimsediği çağdaşlaşma paradigması ile
günümüze kadar gelmiştir. Ne var ki, ülkenin bugün karşı karşıya bulunduğu
sorunların daha derin bir okuyuş ile ele alınması sonucu elde edilecek sonuç,
problemlerin nedeninin metodolojik ve süreçle ilgili olduğunu gösterecektir.
Geçen zaman zarfında sorunlar günümüze taşınırken, gözden kaçan önemli bir nokta
da birbirinden ayrı iki farklı anlayışın, kesimin ülkede oluştuğudur. Varlığını
çağdaşlaşmanın ilk radikal uygulamalarına karşı verdiği tepki-lerle hissettiren
muhalif taraf ve otoriteyi elinde bulunduran taraf arasında önemli sayılacak
kadar farklılık bulunmaktadır.57 Dolayısıyla sistemin temelini
oluşturan normlar konusunda bir ihtilaf vardır. Çağdaşlaşma ideal söylem bazında
yoğunlaşırken; ekonomi, teknoloji, ulusal bütünlük gibi pratik alanlarda
yetersiz kalması sonucu bölünmüşlük pekişmektedir. Tarihsel açıdan “hem doğu,
hem Batı” sınırına gelmiş bulunmaktadır. Türkiye kendisine yer arayan bir ülke
durumuna düşme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Luxemburg’ta Avrupa ile
bütünleşme ümidini kaybeden bir aday olarak hızla içine kapanmaktadır. Sistemin
bütün parçalarını birbiriyle yeniden organize edecek reform ihtiyacı söz
konusudur. Türk çağdaşlaşma hareketi dayandığı kaynaklar, kullandığı yöntemler
gibi konularda ciddi sorunlarla karşı karşıya bulunmaktadır. Ülkenin global
toplumla birleşmesi ve yeniden şekillenen dünyada işe yarar bir yer edinebilmesi
bundan sonra kabul edeceği modele bağlı olacaktır. Cumhuriyetin kuruluş
döneminin şartlarında, uluslararası ilişkilerin gerektirdiği koşullarla da
benimsenen plan şüphesiz yararlı olmuştur. Francis Fukayama, Türkiye’nin sözü
edilen dönemde takip ettiği politikaların yavaşça büyüme olduğunu, uzun dönemde
yararlı sonuçlar verdiğini belirtir.58 Ancak şimdi yapılması gereken
değişimin farkına varmak ve Lukacs’ın “yanlış zihin çemberinden” çıkmaktır. Bu
düşüncenin tersi her adım, Türk çağdaşlaşmasının sonu anlamına gelecektir.

Dipnotlar

1. Erik J. Zürcher, Turkey: A Modern History,
(London-Newyork, 1992), s.320

2. a.g.e, s . 321

3. Emine Kıray, Osmanlı’da Ekonomik Yapı ve Dış Borçlar,
(İstanbul, 1993), s. 45-52.

4. E. J. Hobsbawm, Industry and Empire, (Newyork, 1968), s.
45-52

5. Raymond Aron, Sanayi Toplumu, (İst. 1986), s. 77.

6. Liberalizmin Türkiye kökenleri için bkz: Tevfik Çavdar,
Türkiye’de Liberalizm, (Ankara, 1992).

7. Sosyalizmin 20. Yüzyıl başına kadar Osmanlı tarihi için
bkz: M. Tunçay-E. Zürcher, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve Milliyetçilik
( 1876-1923), (İstanbul, 1995).

8. James E. Dougherty-Robert L. Pfalztzgraff, Contending
Theories of Intarnational Relations, (Newyork, 1980), s.123-124.

9. Şerif Mardin , Din ve İdeoloji, (İst, 1993), s. 144.

10. a.g.e, s. 145.

11. Zaman, 14 Mart 1998.

12. T.C. Başbakanlık Devlet Planlama Teşkilatı, Temel
Ekonomik Göstergeler (Ankara, 1996), s.462.

13. Yakup Kepenek, Türkiye Ekonomisi, (Ankara, 1996), s.462.

14. Paul Kennedy,Yirmi Birinci Yüzyıla Hazırlanırken,
(Ankara, 1996), s. 450-451

15. Gerhard Wettig, “A new challenge to Europcan Security”,
Aussenolitik, no. 11(1995), s.130-145.

16. Karl W. Deutsch-William J. Foltz, Nation Building,
(Newyork, 1966), s. 3.

17. Carlton J. H. Hayes, Milliyetçilik: Bir Din, (İst.,
1995), s.25.

18. Martin van Bruneissen, Kürdistan Üzerine Yazılar, (İst.
1995), s.175

19. William E. Hazen’in makalesi için: R.D. Laurin, The
Political Role of Minority Groups in the Middle East, (Newyork, 1979), s. 49.

20. a.g.e, s. 70.

21. Baskın Oran, Kalkık Horoz, (Ankara, 1996), s.37.

22. Sözgelimi Osmanlılardan önceki zamana kadar dayanana
klasik tarikat örgütlenmesinin en ileri düzeyde olduğu Doğu ve Güneydoğu
bölgelerinde Cumhuriyetin sözü edilen konuya karşı politikası nasıl
karşılanmıştır incelenmelidir. Güneydoğu’nun Osmanlı hakimiyetine girmesinde
İdris-i Bitlisi gibi etkili rol alan tarikat liderlerinin konumu da bu
incelemeye katılmalıdır.

23. Mim Kemal Öke, Musul-Kürdistan Sorunu (1918 , 1926), (
İst. 1995), s. 279.

24. Kutay’dan aktaran Mim Kemal Öke, a.g.e, s. 279

25. Herkül Milas, Türk Yunan İlişkilerine Bir Önsöz, (İst.,
1995), s. 127

26. Anthony D. Smith, Milli Kimlik, (İst., 1991), s.31-32.

27. Türkkaya Ataöv, Basılmamış Ortadoğu Ders Notları,
(Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fatültesi, 1996).

28. Gökhan Bacık (Rıfat Piremir adıyla), “Progress… it does
not mean change”, Kalem ve Onur, No. 13-14 (1995), s.54-56.

29. Cumhuriyet yönetiminin devlet ve toplumun unsuru olarak
Osmanlı’daki gelenek ile karşılaştırılabilmesi için bkz. giriş kısmına: Carter
V.Findley, Osmanlı Devletinde Bürokratik Reform Babıali(1789-1922), (İstanbul,
1994), s.3-37.

30. Temsili olarak kendi aralarında uzlaşmazlığa düşen
köylülerin kaymakamın huzuruna çıkışlarında, büyük köyleri anımsatan ilçelerde
bile, kamu kültürü farklılığı kendini hissettirir. Burada köylüler konuşmaktan
çekinir, değişik davranış kalıp-ları sergilerler, daha ziyade saygı ifade
ettiğine inandıkları bir biçimde davranırlar. Yine şehirlerde bile devlet
dairelerine girerken üstlerini düzelten vatandaşlar aynı sorunun yansımalarıdır.

31. Alain Touraine, Modernliğin Eleştirisi, (İst., 1995),
s.380.

32. Mesela Bismil’de zor şartlar altında çalışan ve menamin
tabakta yemek yiyen bir kadının televizyon programında lüks bir otelde pahalı
porselen tabak kıran hemcinslerini görmesi gibi.

33. Eric Cornell, “İslam Ulusunun Kutsal Roma
İmparatorluğu”, Avrasya Etüdleri, Cilt, 2. Sayı:4 (1995-1996), s. 572-573.

34. Mithat Baydur, “Demokasi ve Modernleşme Sürecinde,
Devletin-Sivil Topluma Baskın Gelmesi ve Kemalizm”, Yeni Türkiye, No. 18(1998),
s. 199.

35. Şerif Mardin, Türkiye’de Din ve Siyaset, (İst. 1993) s.
81.

36. a.g.e., s. 93.

37. Said Halim Paşa, Buhranlarımız, (İst. 1990), s. 19.

38. Mete Tunçay, a.g.e., s. 241.

39. Ahmet Taner Kışlalı, Siyaset Bilimi, (Ankara, 1990), s.
209.

40. Edward Said, Entelektüel, (İst. 1995), s. 24.

41. Şerif Mardin, Türkiye’de Din ve Siyaset, (İst. , 1993)
s. 296.

42. Şerif Mardin, İdeoloji, (İst. 1993), s. 39.

43. Ole Waever, “European Security Identities”, Journal of
Common Market Studies, No. 34/1(March 1996), s.102-132.

44. Samuel P. Huntington, “The West: Unique, Not Universal”,
Foreign Affairs, (November/ December 1996), s.32.

45. Ferhad İbrahim-Heidi Wedel, Ortadoğu’da Sivil Toplumun
Sorunları, (İst. 1997), s. 117-135.

46. Anayasa ve AİHS, Hazırlayan: Prof. Dr. Tekin Akıllıoğlu,
(Ankara, 1996).

47. Tekin Akıllıoğlu, İnsan Hakları I, (Ankara, 1995), s.
72.

48. Vatandaşın bilgi işleme karşı korunması da Türkiye’de
sürekli gündemi oluşturan bir konudur. Buna göre vatandaşların bilgi işleme
karşı korunması da Türkiye’de sürekli gündemi oluşturan bir konudur. Buna göre
idari işleme konu edilemez. Sözgelimi cinsel ve dinsel tercihlere göre işe
almama bir korumasızlık olup Sözleşme’nin ruhuna aykırıdır. Bkz, Tekin
Akıllıoğlu, İnsan Hakları I, (Ankara, 1995), s.300.

49. Mesut Gülmez, Uluslararası Sosyal
Politika-basılmamış-Ders Notları, (Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler
Fakültesi, 1996), s. 129.

50. Carlton Hayes, Milliyetçilik : Bir Din, (İst. 1995), s.
129.

51. a.g.e., s. 129.

52. a.g.e., s. 130.

53. Samuel P. Huntington, “The Clash of Civilizations?”,
Foreign Affairs, Vol. 72 No.3, s. 42.

54. Francis Fukuyama, The End of History and The Last Man,
(Newyork, 1992), s. 217.

55. James E. Dougherty-Robert L. Pfalztzgraff, a.g.e., s.
107.

56. a.g.e., s. 109.

57. Peter Mansfield, A. Histoy of The Middle East, (Londra,
1991), s. 172.

58. Francis Fukuyama, a.g.e., s. 257.