Arapça olan İslam kelimesi, dört harfli olan "esleme" fiilinin
mastarıdır. Kelimenin aslı ise üç harfli olan "seleme" fiilidir. Bunun mastarı
da, "silm", "selm" veya "selam" şeklinde gelmektedir. Kök olarak "selm", tek bir
ipe bağlı kova anlamında kullanılmaktadır. Üç mastarın da ortak anlamı
"sulh"tur. Aynı zamanda bu mastarlar, zahirî ve batınî âfetlerden ârî olma
anlamlarını da taşımaktadırlar. Allah’ın isimlerinden biri olarak zikredilen
"es’Selâm" insanlarda ve diğer mahlukatta bulunan ayıp ve kusurlardan berî olan
demektir. Teslim razı olmak, İslam da boyun eğmek anlamına gelmektedir.1

Burada İslam’ın kelimenin kök anlamlarıyla bir bağı olduğu
açıkça ortaya çıkmaktadır. Örneğin, tek bir ipe bağlı kova anlamına gelen "selm"
mastarıyla islam arasındaki bağlantı, Kur’ân’da din olarak islama "hablullah"
(Allah’ın ipi) denmesiyle ortaya çıkmaktadır. Bu konudaki ayetin meali şu
şekildedir:"Hep birlikte Allah’ın ipine, sımsıkı yapışın; parçalanmayın.
Allah’ın size olan nimetlerini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler
idiniz de O, gönüllerinizi birlerştirmiş ve O’nun nimeti sayesinde kardeş
kimseler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da
sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki, doğru yolu
bulasınız." 2

Suyutî’nin İbn-i Mes’ud’dan rivayet ettiğine göre, ayette geçen
"hablullah",yani Allah’ın ipi, "Kur’ân" demektir. Bunun Allah’ın emri ve ahdi,3
Allah’ın dini4 anlamlarına geldiği de belirtilmektedir. İşte İslam
dininden veya Kur’ân’dan istiâre olarak kullanılan bu "ipe" sım sıkı tutunmakla,
alçalmaktan, tedennî ve tereddîden kurtulmak mümkündür.5

Türkçemizde kullanılan Müslüman ise, Arapça’da "esleme" fiilinin
ism-i faili kalıbındaki "müslim" anlamını çağrıştırmaktadır. Müslüman olmak,
Kur’ân’da iki farklı şekilde zikredilmektedir. Bunlardan birisi, Bediüzzaman’ın
da işaret ettiği gibi, "imansız İslamiyet" kavramıdır. Bu konuda zikredilen
ayetin önce nüzul sebebini zikredelim:

İmansız İslamiyet veya Bedevî Müslümanlığı

Rivayetlere göre, Esedoğullarından bir topluluk, bir kıtlık
senesinde Medine’ye gelerek, iman ettiklerini söylemişler ve Hz. Peygambere,
‘Sana yüklerimiz ve ailelelerimizle geldik. Seninle falan oğulları gibi
savaşmadık" demişler, iman ettiklerini ifade etmişlerdi.6 Bunun
üzerine şu ayet nazil oldu:

"Bedeviler, ‘inandık’ dediler. De ki, siz iman etmediniz,
ama ‘İslam olduk’ deyin. Henüz iman kalblerinize yerleşmedi. Eğer Allah’a ve
elçisine iteat ederseniz, Allah işlerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah
çok bağışlayan, çok esirgeyendir." 7

Buna göre dil ile iman edildiğinin ifade edilmesi yanında, kalb
ile de o imanın tasdik edilmesi , imanın kalbe yerleşmesi gerekmektedir.
Bedevilerde böyle bir iman oluşmamıştır. Onun için, onların imansız bir
islamiyete sahip olduklarına vurgu yapılmaktadır. Ayette zikredilen İslam,
inkıyad etmek, barışa girmek (sulh), şehadeti izhar etmek, muharebeyi terketmek
demektir.8 Burada bedevilerin bir menfaat elde etmek için iman etmiş
göründükleri ortaya çıkmaktadır. Onların islâma girmesi, Müslümanlarla barışık
olmak, onlarla savaşmamak, müslümanlara taraftar olma, müslümanlara boyun eğme
anlamında bir islamı ifade etmektedir. Bu ayette, imansız islamiyeti ifade etmek
için, bir "bedevi müslümanlığı"ndan bahsedilmektedir.

Kur’an bunu belirtmekle beraber, daha sonraki ayette gerçek
imanı tarif ettiğinden dolayı, böyle bir islamı veya müslümanlığı tasvip
etmediğini göstermektedir. Bu ayete göre " gerçek mümin, ancak Allah ve Resulüne
iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve
canlarıyla cihad edenlerdir. İşte sadık olanlar ancak onlardır." 9 Bu
sebeble İslamiyete taraftar olmak, müslümanlık anlamını ifade etse de, imanı
içermediği takdirde bu makbul bir müslümanlık değildir. İşte böyle bir islamı
kastederek, Said Nursî, imansız islamiyetin kurtuluşa vesile olmayacağını
belirtmektedir. Bediüzzamanın bu konudaki tesbitleri, konumuza da ışık
tutmaktadır:

"Ulemâ-i İslâm ortasında, "İslâm" ve "îman"ın farkları çok
medâr-ı bahsolmuş. Bir kısmı, ‘ikisi birdir’; diğer kısmı, ‘ikisi bir değil,
fakat biri birisiz olmaz’ demişler ve bunun gibi çok muhelif fikirler beyan
etmişler. Ben şöyle bir fark anladım ki:

"İslâmiyet iltizamdır, îman iz’andır. Tâbir-i diğerle,
İslâmiyet hakka tarafgirlik ve teslim ve inkıyaddır; iman ise hakkı kabul ve
tasdiktir. Eskide bazı dinsizleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur’âniyeye şiddetli
tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek, o dinsiz, bir cihette, hakkın iltizamıyla
islamiyete mazhardı; ‘dinsiz bir Müslüman’ denilirdi.Sonra bazı müminleri gördüm
ki, ahkâm-ı Kur’âniyeye tarafgirlik göstermiyorlar, iltizam etmiyorlar; ‘gayr-i
müslim bir mümin’ tâbirine mazhar oluyorlardı.

"îmansız İslâmiyet sebeb-i necat olmadığı gibi, İslâmiyetsiz
îman da medâr-ı necat olamaz." 10

"İmansız islâmiyet" ve "islâmiyetsiz iman" kurtuluşa vesile
olmadığına göre iman ve islamı birlikte mütalaa etmek gerekmektedir.
Bediüzzaman’ın bu konudaki fikirlerinden ikisini birlikte düşündüğü
anlaşılmaktadır.İşte bu islamın ikinci anlamını içermektedir ki bunun içinde
kalb ile iman ve tasdik, fiil ile yapmak, Allah’ın ahkamının hepsine teslim
olmak, onlara tarafgirlik göstermek bulunmaktadır. Cenâb-ı Allah’ın Hz.
İbrahim’e, "Müslüman ol" demesi üzerine onun, "Alemlerin Rabbi olan Allah’a
teslim oldum"11 demesi böyle bir islâmı ifade etmektedir.

Bazı müfessirler, Allah’ın Hz. İbrahim’e "Müslüman ol" emrini,
"izan ve itaat et" şeklinde tefsir ederlerken,12 bazıları da bunun,
islam üzere sebat etmeyi, nefsini Allah’a teslim etmeyi, O’na tevekkül etmeyi,
O’nun hükümlerine razı olmayı, istikamet üzere olmayı ifade ettiğini
belirtmişlerdir. Bu görüşe göre Hz. İbrahim, ay, güneş, yıldızlar gibi kaybolup
giden şeylerin Allah olmadığı inancına ulaştıktan sonra, Allah’ın "Müslüman ol"
hitabına mazhar olmuştur.13 Hz. İbrahim’in, Yahudi veya Hıristiyan
değil, Müslüman olduğunun bildirilmesi14 de bu anlamı destekliyor.

İslamın her iki anlamı ifade edilirken karşımıza çıkan
gerçeklerden biri, Kur’ân’ı Allah ve resulünü kalbleriyle tasdik etmeyerek
gerçek imana sahip olmayan bedevilerin "Müslüman olduk deyin, iman ettik
demeyin" şeklindeki bir tavsiye ile karşılaştıklarıdır. Bu da onların imansız
bir islamiyete sahip , islama ve müslümanlara yalnızca taraftar olduklarını
göstermektedir. Diğer bir gerçek de, gerçek müslümanlığın, Hz. İbrahim örneğinde
gösteriliyor olmasıdır. Buna göre, istidlal yoluyla Allah’ı bulan, ona inanan,
onu kabul eden bir kimsenin, daha sonra da onun emir ve hükümlerine itaat,
teslim, rıza göstermesi gerekir. Bu yüzden mümin olup da O’na bu anlamda
bağlanmayan bir kimsenin imanı da tam bir iman olmaktan uzaktır.

İslam ve müslüman kavramlarına kısaca temas ettikten sonra,
"Türk müslümanlığı" kavramına zikredilen hususlar doğrultusunda bakitığımızda
karşımıza çıkan tablo şu şekildedir: Ondokuzuncu asır, dünyada milliyetçilik
akımlarının güçlendiği bir asır olması hasebiyle, bu rüzgar Osmanlıyı da
etkilemiş, aydınlardan bir kısmı Türkçülüğü savunmaya başlamıştır. Türkiye
Cumhuriyetinin kurulması, bu Türkçülük anlayışının ulusal devlet şeklinde
tezahür etmesine ve resmî ideolojinin de ırkçı bir temele oturmasına sebeb
olmuştur. Hem de bu ırkçı politika, milletin bin yıldır bağlı olduğu islam
kültürünü de yok etme politikalarıyla birleştirilmiştir.

Bu ülkede, ancak 1937’de Anayasa’ya giren laiklik ilkesinin
"dindarlara baskı ve zulüm, dinsizlere, sefahetçilere tam serbestiyet"
mantığıyla Avrupa’daki tatbikatından çok farklı bir şekilde tatbik edildiği
tarihen sabittir. Bunu bir "tesbit" olarak söylediğimizin altını çizmek
istiyoruz. Ülkede Türklüğü ön plana çıkaran söylemler, batı tipi bir yaşamı
yaygınlaştırma çabaları, inanca karşı olmanın da resmî politika haline
getirilmesi halkın dinden uzaklaşmasına sebeb olmuştur. Bütün bu çabalar
sonucunda ise iki tip insan ortaya çıkarma hedefini gütmüştür.: Dinsiz bir
müslüman veya gayr-i müslim bir mümin. Yani Kur’an müslümanların elinden
alınamamış, ama insanlar, islamiyetten soğutulmuş, uzaklaştırılmıştır.

Türkçülüğü esas alan bir idarenin ortaya çıkardığı müslümanlık
işte böyle bir müslümanlık olmuştur. Egemen güçler tarafından desteklenen
Türklere ait müslümanlık böyle bir müslümanlık olsa gerektir. Türk müslümanlığı
veya Türkiye müslümanlığı kavramı içerisinde bu anlamın olmadığı iddia edilemez.
Bu iki grup müslümanlık anlayışı da kurtuluşa vesile olmaktan uzaktır. Herkesin
göğsünü gere gere "ben müslümanım" diyebildiğinin ifade edildiği bir ülkede,
insanlar namaz kılıyor, içki içmiyor diye irtica yaftası adı altında bazı
kurumlardan atılıyor, başörtüsü taktığı diye üniversitelere sokulmuyor ise,
bunun önerilen Türk müslümanlığına uyulmadığından kaynaklandığı şeklinde bir
tesbitte bulunulabilir.

Buna göre, Türk müslümanı ya tam dinsiz olacak, din yerine
ırkçılığı birleştirici bir unsur olarak görecek, ya da mümin olduğu halde,
gayr-i müslim gibi olacak. Yani örf, adet ve yaşayışta Avrupalı, inançta ise
mümin. Böyle bir müslümanlıkta Allah’a inanıldığı söylenmesine rağmen, büyük
günahlar büyük bir zevkle işlenecek, zina suç sayılmayacaktır. Böyle bir
müslümanlıkta inanç edebiyatı yapılmasına rağmen, Kur’ân’ın apaçık hükümleri
çağdışı bulunacaktır. Böylece vaktiyle hıristiyan veya yahudilerin düştükleri,
dini tahrif etme hatasına düşülmüş olacak, dinin menfaatlerine olan tarafı kabul
edilecek, işlerine gelmeyen tarafı ise reddedilecektir. Böyle bir müslümanlık
anlayışının Kur’ân’daki müslümanlık anlayışı ile hiçbir ilişkisinin olmadığı
apaçıktır.

Bugün, empoze edilen böyle bir müslümanlığa taraftar olanların,
devletin, bütün Avrupa’nın ve Amerika’nın kabul ettiği din ve vicdan özigürlüğü
ilkesine tamamen zıt olarak vicdanlara baskı anlamı taşıyan isteklere karşı
tavizkar davrandıkları da bir vakıadır. Halbuki devletin millet için varolduğu
gerçeği vurgulanarak, devletin kendisinin, milletin inanç kültürünü de nazara
alarak değişime gitmesi gerektiği vurgulansa, müsbet bir yol takib edilerek
demokratik haklar çercevesinde milletle devlet kaynaşmasının ancak bu şekilde
olacağının altı çizilse, her halde hamiyetli ve basiretli devlet adamları bu
seslere kulak vereceklerdir.

Halkın inançlarını değiştirmeye çalışan bir devlet görüntüsü
yerine, çağdaş dünyaya da uyarak, kendisini değiştiren böylece halka mutluluk ve
huzur veren bir devlet görüntüsü de ancak bu şekilde ortaya çıkar. O zaman böyle
çarpık bir Türk müslümanlığı anlayışı da ortadan kalkar. Herkes müslümanlığı
Kur’ân’ın istediği gibi yaşar, devletine sahip çıkar, vatanına bağlı kalır.

Kur’ân’ın Mesajı İnsanlığadır

Gerek "Allah katında din İslamdır"15 ve "Ben sizin
üzerinize nimetimi tamamladım. Ve din olarak İslâma râzı oldum"16
ayetlerinde olsun, gerekse İslamdan bahseden diğer ayetlerde olsun, İslâmın
herhangi bir kabile, ırk, aşiret vb. ile kullanılmadığı dikkat çekmektedir.
Kur’ân kendisini "apaçık Arapça bir Kur’ân" olarak vasıflandırmakla birlikte,
"Arapların Kur’ân’ı" veya "Arap İslâmı", yahut da "Arap müslümanlığı" gibi
tarihselliği, evrensel değil, yöresel bir din olmayı çağrıştıran ifadelerden
şiddetle kaçınmıştır. Bunun da ötesinde Kur’ân’da, ırklara ve aşiretlere vurgu
yapıldığı da görülmemektedir. Tam aksine bu dönemde Kur’ân’ın hitabı tüm
insanlığa yöneliktir.

Kur’ân’ın ilk hitap çevresi Kureyş kabilesi ve Mekke halkı
olmasına rağmen, Mekke’de inen ayetlerin bir kabileye veya ırka adeta rüşvet
verir tarzda hitap etmediği, kabileler arasında bir ayırım yapmadığı
görülmektedir. Çünkü böyle bir tavır, yeryüzündeki diğer ırk ve kabililer
arasında bir ayrımcılık anlamına gelecek ve Kur’ân’ın bütün insanlığa duyrulması
gereken mesajları, "bir ırk veya kabile dini" damgası altında, muhtaç olan
gönüllere ulaşmayacaktı.

Türkiye’de uzun bir süredir çeşitli uslup ve ifadelerle gündeme
getirilen "Türk Müslümanlığı" kavramına bu açılardan da yaklaşmak mümkündür.
Bununla kastedilmek istenen ne olursa olsun, içinde Kur’ân’ın kendisine indiği
Hz. Muhammed’in ve ona , onun getirdiği şeylerin tümüne kayıtsız şartsız iman
eden ve her türlü zorlukları göğüsleyerek bu dine hizmet etmeyi birinci gaye
haline getiren Arapların ırklarını nazarlara sunmayan, onu ön plana çıkarmayan
ve insanlara bir "Arap Müslümanlığı" gibi bir model takdim etmeyen Kur’ân ölçü
alındığında, elbette ki Kur’ân’a ne kadar hizmet ederlerse etsinler herhangi bir
kabilenin veya ırkın kendi ırklarını islâma izafe ederek bir model oluşturmaya
çalışmaları doğru görünmemektedir.

İslam Umumun Mukaddes Malıdır

Niyetler halis bile olsa, bazen iyilik yapıyorum zannıyla
kötülük yapıldığının çok vaki olmasından dolayı, bu da iyilik zannıyla İslama ve
müslümanlara bir kötülükten öteye gitmeyecektir. Üzerinde durmaya çalıştığımız
"Türk Müslümanlığı" kavramı bu sebebten ve daha bir çok sebebten dolayı
tehlikeli bir durum arzetmektedir.

Her şeyden önce İslâm dini umumun mukaddes malıdır. Onu hiçbir
partinin, hiçbir ırkın, hiçbir devletin inhisar altına alması mümkün değildir.
İnhisar altına alındığı zaman bu, dine en büyük bir zarardır. Bu anlayış "Bu
dini ancak biz temsil edebiliriz. Başka gruplar, ırklar, devletler buna layık
değildir" gibi bir zihniyetin ürünüdür. Bu anlayışta, parti, devlet veya ırk
enaniyeti göze çarpmaktadır.

Ele alınan konu açısından meseleye bakıldığında, İslamın millî
bir din haline getirilmeye çalışıldığı gibi bir imaj da uyanmaktadır. Dini
inhisar altına almanın, "Umumun mâl-i mukaddesi olan dini, inhisar zihniyetiyle
kendi meslekdaşlarına daha ziyade has göstermekle, kavi bir ekseriyette, dine
aleyhdarlık meyli uyandırmakla nazardan düşürmek"17 gibi bir tehlike
de söz konusudur. Dini bir siyasi parti inhirası altına alırsa, diğer siyasi
partilerde, bir ırk inhisarı altına alırsa, diğer ırklarda dine aleyhdarlık
meyli uyandırma ve nazardan düşürme gayretleri olacaktır. Dini bir devletin
inhisar altına alması da, diğer devletler de aynı duyguyu uyandırabilecektir.

Örneğin, İslam dinini Arapların dini gibi göstermeye çalışanlar,
Arap olmayanlarda , arapların şahıslarında görülen hataların İslama maledilmesi
gibi bir yanlışa düşülmesini netice vermektedir. Halbuki bu inhisarcılık
zihniyeti olmasa, bütün nazarlar İslam dininin kendisine çevrilecek, Kur’ân
önplana çıkacak, şahısların hatası şahıslara münhasır kalacak, böylece de İslama
karşı bir soğukluk değil bir meyil de uyanmış o-lacaktır. Türk Müslümanlığını
nazarlara sunmanın da bu tür zararları olabilecektir.

Çünkü Türk Müslümanlığı kavramıyla İster, Türklerin İslamın
kıvamı oldukları tarihlerdeki hizmetleri ve İslama bir zırh oldukları dönemler
hatıra gelmiş olsun, ister de Osmanlı’nın dağılmasından sonraki İslamla olan
ilişkisi kastedilmiş olsun, her ikisi de bir tehlike arzetmektedir.

Birinci çağrışım açısından konuya yaklaştığımızda, Türklerin
İslâma hizmet ederken yaptıkları hataların İslamla özdeşleştirilip diğer
milletlerin İslama bakış açılarında bir sapmanın olmasına sebeb olacağı açıktır.
İkinci çağrışımda ise, Osmanlı’dan sonraki Türkiye Cumhuriyeti devleti olarak
düşündüğümüzde, Türklerin İslama hizmeti değil, onu Hıristiyanlıkla mukayese
edip bir reforma tabi tutmayı amaçladığından dolayı, İslamiyeti yıkmaya çalışan
bir anlayışın nasıl insanlığa din hususunda örnek bir model teşkil edebileceği
sorusunu akla getirmektedir.

Devletin bu menfi tavırlarına rağmen, Allah’ın inayeti ve
lütfuyla bu milletin İslam ve iman ile olan bağlantısını devam ettirmeye vesile
olan Said Nursî ekolünün yaptığı hizmetlerin Türklerin yaşadığı bir bölgeden
zuhur etmiş olması bile, Türk Müslümanlığı gibi bir kavrama haklılık
kazandırmaz. Ki Bediüzzaman da böyle bir kavramı benimsememiş, dine genel olarak
inhisarcı bir zihniyetle yaklaşmanın tehlikelerine temas etmiştir.

İslama Hizmette Irk Önplana Çıkarılabilir mi?

İslama hizmet açısından bir ırkı öne çıkarmak, o ırkın
beğenilmesini ve övülmesini istemek anlamı da taşıdığından "hizmet" veya tebliğ
anlayışı ile de bağdaşmamaktadır. Çünkü bir ırkın övülmesi, hangi sebebten
olursa olsun o insanlara bir ırksal haz verecektir. Haz ise maddi olmayan bir
"ücret"tir. Halbuki bu yolda hizmet veya tebliğ, yalnızca tebliğ ve görev
şuurunda olmayı gerektirir, ücreti de ise Allah’a bırakır. Kur’ân’da tebliğ
mukabilinde hiç kimseden ücret taleb etmeyenlere uyulması
istenmektedir.Hizmetleri mukabilinde hiçbir ücret taleb etmeyenler de hidayete
ermiş kimseler olarak vasıflandırılmaktadır.18 Ki Allah’tan başka
hiçbir kimseden ücret taleb etmeden hizmet etmek veya tebliğ vazifesini ifa
etmek, peygamberlerin yolu olarak gösterilmektedir.19 Bu tıpkı bir
insanın İslam dinini tebliğ ediyorum diye kendini beğenmesi, kendinin övülmesini
istemesi, kibirlenmesi gibidir..Bu da insana "haz" verdiğinden, bir ücret olarak
telakki edilebilir. Bu yüzden her ne şekilde olursa olsun, İslama yapılan
hizmetlerde "ücret" taleb etmek, Kuir’ân’ın ruhunu aykırıdır.

Bir başka açıdan bakıldığında, İslama hizmet adı altında bile
olsa, bir ırkın önplana çıkarılması, insanlar arasındaki "insanlık" gibi ortak
yönlerin değil, ırk gibi farklı yönlerin ve kutuplaşmaya sebeb olabilecek
hususların dile getirilmesi, ırkçılık, kabilecilik, aşiretçilik fikirlerini
ortadan kaldırıp, insanları İslam potasında eritmek isteyen Kur’ân’a aykırı
gözükmektedir. Çünkü ırkların yaratılmasının bir hikmeti de tearüf içindir.Bu
konuya temas eden ayette şöyle denmektedir:

"Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden
yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık.
Muhakkak ki, Allah yanında en değerli ve en üstün olanınız, en takvalı
olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haberi olandır."
20

Bu ayet Bediüzzaman tarafından " Sizi, taife taife, millet
millet, kabîle kabîle yaratmışım; tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki
hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet
edesiniz. Yoksa, sizi kabîle kabîle yaptım ki, yekdiğerinize karşı inkâr ile
yabanî bakasınız, husûmet ve adâvet edesiniz değildir." şeklinde tefsir
edilmektedir.21

Bu açıklamalardan da anlaşılmaktadır ki, insanların farklı
ırklar halinde yaratılmasının amacı, birbirlerine düşmanlık etmek değil,
yardımlaşmak, birlik ve beraberliklerini korumaktır.Allah’ın insanları sevmesi
onların Arap veya Türk olmamalarından değil, müttaki birer insan
olmalarındandır. Hiçbir kimsenin de kendisinin müttaki, yani "salih" olduğunu
iddia etmesi mümkün değildir. Çünkü bu İslamın yasakladığı "kendini beğenme"nin
tuzağına düşmekle eş anlamlıdır.Bir kimsenin müttaki veya salih olup olmadığını
tam olarak Allah bilir. Bir insanın bile salih veya muttaki olduğunun
bilinmesinin zorluğu ortada iken, bir ırkın tam olarak salih olduğu iddiasında
bulunmak anlamına da gelen "Türk Müslümanlığı" kavramını dile getirmek ırksal
bir kendini beğenmişlik demektir.Bunun da yanlışlığı ortadadır.

Bunun için de İslama giren herkes, kendi ırkını, kabilesini,
aşiretini değil, İslama önplana çıkarmalıdır. Adeta İslamın ve Kur’ân’ın önünde
perde değil, ayna olmalıdır.

Toplumlarının İslama hizmet adına da olsa, Irksal bir narsizmle
kendi ırkını öne çıkarması, başka ırktan olanlarında kendi ırklarını öne
çıkarmasına haklılık kazandırmaz. Çünkü burada ölçü başkalarının yaptıkları
değil, Kur’andır. Kur’ân ise aynı ırktan olanları değil, yalnızca "mümin
olanları" kardeş ilan etmektedir.

Böyle bir kavramı ortaya atıp toplumda yerleşmesini sağlamaya
çalışmak, Said Nursî’nin ifadesiyle "güya din hesabına, İslamiyete sadakat
namına, güya dini milliyetle takviye etmek için, zaafa düşmüş din şecere-i
nurâniyesini, milliyet toprağında dikmek, kuvvetleştirmek " hedefine yönelik
olabilir. Halbuki burada bir "tahripkârlık" sözkonusudur. Çünkü , kainatın
hakikatları içinde kökü yerleşmişi olan, İslamın tuba ağacı, "mevhum, geçici,
cüzî, hususî, menfî, esassız, garazkâr, zulümkâr" milliyetçilik, unsuriyet,
ırkçılık toprağına dikilmez. Nursî’nin ifadesiyle, "onu oraya dikmeye çalışmak,
ahmakâne ve tahripkarâne, bid’akarâne bir teşebbüstür."22

"Türk müslümanlığı" kavramıyla kastedilen şayet, dini milliyetle
takviye etme amacını güdüyorsa, bu ahmakça bir iş olduğu gibi, tahripçilik ve
bid’acılıktır. Bu kavramla kastedilen, "milliyeti islamla aşılamak" ise, bu da
islam milletini ifsad ettiği gibi, unsuriyet milliyetini dahi ıslah edemez, ibka
edemez.23 Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi, İslam, ırkçılığın
her ne şekilde olursa olsun bir üstünlük vasfı olmadığını bildirmektedir. İşte
bu tür anlayışlar Said Nursî’nin ifadesiyle Türk unsuru içinde bile "inşikaka"
sebeb olacaktır. Çünkü Müslüman olan Türklerin tamamı, böyle bir anlayışa sahip
olmadığından, "islamı milliyet toprağına dikerek kuvvetlendirmek" isteyenlerle,
"milliyeti islamla aşılamak" isteyenler arasında bir çatışma potansiyeli
oluşacaktır.

Müsbet milliyet anlayışı hakim olmalı

Bunun dışında Nursî’nin tesbit ettiği gibi, milliyetçiliği
İslamın yerine geçirmek değil, İslamın bir zırhı ve kalası durumuna getirmek
isteyenler de tarihlerinden gelen bu misyonu üstlenerek, "müsbet" milliyet
anlayışını ortaya koyacaklardır. Demek ki, burada birbirine benzeyen iki durum
ortaya çıkmaktadır. Bu da "dini milliyetle takviye" düşüncesiyle,
"milliyetçiliği İslama bir zırh ve kala" yapma düşüncesi arasındadır.
Görünüşteki bu benzerlik içinde önemli bir farklılık vardır. Bunlardan birisi,
İslamın ancak şu veya bu ırkla gelişebileceği tezine dayanmakta, diğeri ise,
İslamın gelişmesinin hiçbir gruba bağlı olmadığı, ancak olsa olsa varolan ve
gelişen İslam ağacını korumak tezine dayanmaktadır. Nursî’nin "Müsbet milliyet"
adını verdiği bu yaklaşım, bir üstünlük esasına dayanmamakta, örneğin Türklerin
olduğu gibi, Arapların da İslam hazinesini korumaya çalışabileceğini ifade
etmektedir:

"Müsbet milliyet, hayat-ı içtimâiyeyinin ihtiyac-ı fıtrîsinden
ileri geliyor; teâvüne, tesanüde sebeptir, menfaatli bir kuvvet temin eder,
uhuvvet-i islamiyeyi daha ziyada teyid edecek bir vasıta olur.

"Şu müsbet fikr-i milliyet, İslâmiyete hadim olmalı, kal’a
olmalı, zırh olmalı; yerine geçmemeli. Çünkü, İslamiyetin verdiği uhuvvet
içinde, bin uhuvvet var; alem-i bekada ve alem-i berzahta o uhuvvet baki
kalıyor. Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavi olsa, onun bir perdesi
hükmüne geçebilir. Yoksa, onu onun yerine ikame etmek, aynı kal’anın taşlarını,
kal’anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak
nevinden ahmakane bir cinayettir." 24

Bu bakış açısında başka ırkları tahrik ve tahkir olmadığı gibi,
kendi ırkını üstün görme gibi bir şey de yoktur. Bu bakımdan İslam hazinesini
taşımada, korumada bir gruba, bir ırka değil, islama giren her kesime ve herkese
görev düşmektedir. Bu da birlik ve beraberlik şuurunu geliştirici bir
motivasiyonu da sağlayacak bir kapasiteye sahiptir. Bu yaklaşım çatışma
potansiyelini de ortadan kaldırmaktadır.

Şayet "Türk müslümanlığı" kavramıyla, Türklüğün İslamın bir
kalası olduğu anlatılmak isteniyorsa bu, anlam olarak doğru, fakat isimlendirme
yanlıştır. Burada kastedilen müsbet milliyet anlayışı olsa bile, İslama hizmette
diğer ırkları yok farzettiğinden ve onların husumetini üzerine çektiğinden,
düşmanlığa kapı açacak bir özellik içerdiğinden, başkasını yutmakla beslenen
menfi milliyetçilik kavramına hizmet etmiş olacaktır.

Bu tür milliyetçilikteki "başkasını yutmakla beslenmek" özelliği
"Türk müslümanlığı" kavramı içinde barınmaktadır. Çünkü burada da başka ırkların
veya grupların İslama hizmetini görmezden gelme veya yutma gibi bir durum söz
konusudur. Türk müslümanlığı kavramı içinde, diğer kavimlerin islama
mensubiyetini olmasa bile, hizmetini küçük görme de vardır. Bu küçük görme
içinde "düşmanlık" hisleri de barınabilir. Örneğini ortaya çıkacak olan Araplara
karşı düşmanlık doğuracak tabirler, İslamiyete ve Kur’ân’a dokunur. Niyet,
İslama ve Kur’ân’a hizmetteki farklılığı değil üstünlüğü vurgulamak olduğundan,
bu onların kalblerinin kırılmasına sebeb olur. Müslümanların birlik ve
beraberliklerin başlangıcı kalblerin bir olması olduğundan, bu birliğe zarar
verilmiş olur. Bunun için "Türk Müslümanlığı" kavramı hangi açıdan bakacak
olursak olalım, islamın özüyle bağdaşmamaktadır.

Sonuç: Yaklaşık bin senedir İslamın bayraktarlığını,
muhafızlığını, hizmetkarlığını yapan Türklerin, kavimlerini önplana çıkardıkları
ve onunla övündükleri görülmememiştir. Onlar İslamın ırkçılık fikrini ortadan
kaldırdığına tam olarak inanmış kimselerdi.

Onlar milliyetlerini Kur’ân’a ve İslama kal’a yapmışlar, bütün
dünyayı susturmuşlar, müthiş hocumları defetmişler böylece, "Allah sevdiği ve
kendisini seven, müminlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı onurlu ve zorlu
bir toplum getirecektir, ki bunlar Allah yolunda cihad ederler, hiçbir kınayanın
kınamasına aldırmazlar"25 ayetine masadak olmuşlardır.26

İslama bu kadar yıl hizmet eden ecdadımız kendi ırklarını ön
plana çıkarma gibi bir düşünce içinde bulunmadıklarından "Türk Müslümanlığı"
gibi kaypak ve yanlış anlaşılmaya müsaid bir kavram ortaya çıkarmadıkları halde,
kınayanların kınamalarından korkan, bu korku ile din adına taviz üstüne taviz
veren onun bazı haleflerinin böyle bir kavramı bayraklaştırması, Kur’ân’ın
tesbit ettiği böyle övülen bir toplum olma liyakatini de ortadan kaldırabilir.

Onun için ille de bir kavram ortaya koymak gerekiyorsa, bunda da
samimi olunacaksa, ırk yerine Kur’ân’ın kendisini önplana çıkarmanın daha doğru
olacağı kanaatindeyiz. Bu sebeble örnek alınacak bir müslümanlık varsa, onun da
"Kur’ân müslümanlığı" olduğu bilinmelidir.

Kur’an müslümanlığının en güzel yansıdığı dönem ise, asr-ı
saadet olduğundan, asr-ı saadet müslümanlığı da, bu kapsamın içine girebilir.
Ancak asr-ı saadette yaşayanlar Arap olduğu için, "Arap müslümanlığı" gibi bir
kavramı ortaya atmak da, İslamın kendisine en büyük bir darbe indirmektir.
İslamın özünden çıkmayan böyle bir kavramın, İslamın evrenseliğine karşı
yerelliğini savunanlara da büyük bir haklılık kazandıracaktır. Bu yüzden bu tür
kavramları kullanırken, kılı kırk yararcasına dikkatli olunması zarureti vardır.

Dipnotlar

1. el Isfahânî, Ragıp, Mu’cemu Müfredâti Elfâzi’l-Kur’ân,
Dârü’l-Fikr, Beyrut, tarihsiz, "Selime" maddesi, s. 245: el Fîruz Âbâdi,
Kamusu’l-Muhit, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 1993, "es Selmü" maddesi, s. 1448.

2. Âl-i İmran: 103.

3. es Sanaânî, Ebu Bekir Abdürrezzak b. Hemâm, Tefsîru
Abdürrezzak, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, 1991, C.I, s. 134.

4. ez Zemahşerî, Ebû’l-Kâsım Mahmûd b. Ömer, el Keşşâf, Dârü
İhyâyi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut, 1997, C.l, s. 422.

5. Beydavî, Abdullah b. Ömer, Envârü’t-Tenzîl ve
Esrârü’t-Te’vîl, (Hâşiyetü Şeyhzâde ale’l-Beydavî) kenarında, İhlas Vakfı
Yayınları, İstanbul, 1994, C.1, s. 58.

6. el Vahidî, Ebu’l-Hasan Ali bin Ahmed,
Esbabü’n-Nüzuli’l-Kur’ân, Darü’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut, 1990, s. 412.

7. Hücurât: 14.

8. el Beydâvî, Abdullah b. Ömer, Envârü’t-Tenzîl,
Müessesetü’ş-Şa’ban, Beyrut, tarihsiz, C.V, 89.

9. Hücurat: 15.

10. Nursî, Bediüzzaman Said, Mektûbât, Yeni Asya Neşriyat,
İstanbul, 1994, s.38.

11. Bakara: 131

12. ez Zemahşerî, Ebû’l-Kâsım Mahmûd b. Ömer, el Keşşâf,C.1,
216.

13. Şeyhzâde Muhammed Efendi, Hâşiyetü Şeyhzâde
ale’l-Beydâvî, C.1, 427-428: el Âlûsî, Şehâbeddin es Seyyid Mahmud,
Ruhu’l-Maanî, Dârü’l-Fikr, Beyrut, 1978, C.1. 388.

14. Âl-i İmrân: 67.

15. Âl-i İmrân: 19.

16. Mâide: 3.

17. Nursî, Said, Beyanat ve Tenvirler, Yeni Asya Neşriyat,
İstanbul, 1997, s.118.

18. Yasin: 21

19. Yunus: 72; Hud: 29, 51; Şuarâ: 109, 127, 145, 164, 180.

20. Hücurât: 13.

21. Nursî, Said, Mektubat, s. 309.

22. Nursî, Said, Mektubat, s. 424.

23. Nursî, Said, Mektubat, s. 424.

24. Nursî, Said, Mektubat, s. 311.

25. Maide: 54.

26. Nursî, Said, Mektubat, s. 312.