Dördüncüsü: İslâmiyetle eskiden beri imtizaç ve ittihad eden,
ciddî dindar ve dinine samimî hürmetkâr Türklük milliyetine bütün bütün zıt bir
surette, frenklik mânâsında Türkçülük namıyla, tahrifdârâne ve bid’akârâne bir
fetvâ ile "Türkçe kamet et" diye, benim gibi başka milletten olanlara teklif
etmek hangi usulledir? Evet, hakikî Türklere pek hakikî dostâne ve uhuvvetkârâne
münasebettar olduğum hâlde, böyle sizin gibi frenkmeşreplerin Türkçülüğüyle
hiçbir cihette münasebetim yoktur. Nasıl bana teklif ediyorsunuz? Hangi kanunla?
Eğer milyonlarla efradı bulunan ve binler seneden beri milliyetini ve lisanını
unutmayan ve Türklerin hakikî bir vatandaşı ve eskiden beri cihad arkadaşı olan
Kürtlerin milliyetini kaldırıp onların dilini onlara unutturduktan sonra, belki,
bizim gibi ayrı unsurdan sayılanlara teklifiniz, bir nevi usul-ü vahşiyâne olur.
Yoksa sırf keyfîdir. Eşhâsın keyfine tebaiyet edilmez ve etmeyiz!

Mektubat, s. 417

Birinci İşaret

Şeâir-i İslâmiyeyi tağyire teşebbüs edenlerin senetleri ve
hüccetleri, yine her fena şeylerde olduğu gibi, ecnebîleri körü körüne
taklitçilik yüzünden geliyor. Diyorlar ki: "Londra’da ihtidâ edenler ve
ecnebîlerden imana gelenler, memleketlerinde ezan ve kamet gibi çok şeyleri
kendi lisanlarına tercüme ediyorlar, yapıyorlar. Âlem-i İslâm onlara karşı sükût
ediyor, itiraz etmiyor. Demek bir cevaz-ı şer’î var ki sükût ediliyor."

Elcevap: Bu kıyasın o kadar zâhir bir farkı var ki, hiçbir
cihette onlara kıyas etmek ve onları taklit etmek zîşuurun kârı değildir. Çünkü,
ecnebî diyarına, lisan-ı şeriatta "dâr-ı harp" denilir. Dâr-ı harpte çok şeylere
cevaz olabilir ki, diyar-ı İslâmda mesağ olamaz.

Hem frengistan diyarı, Hıristiyan şevketi dairesidir.
Istılahât-ı şer’iyenin maânîsini ve kelimât-ı mukaddesenin mefâhimini lisan-ı
hâl ile telkin edecek ve ihsas edecek bir muhit olmadığından, bilmecburiye,
kudsî maânî, mukaddes elfâza tercihedilmiş; maânî için elfaz terk edilmiş,
ehvenüşşer ihtiyar edilmiş. Diyar-ı İslâmda ise, muhit, o kelimât-ı mukaddesenin
meâl-i icmâlîsini ehl-i İslâma lisan-ı hâl ile ders veriyor. Anane-i İslâmiye ve
İslâmî tarih ve umum şeâir-i İslâmiye ve umum erkân-ı İslâmiyete ait muhaverât-ı
ehl-i İslâm, o kelimât-ı mukaddesenin mücmel meallerini, mütemadiyen ehl-i imana
telkin ediyorlar. Hattâ, şu memleketin maâbid ve medâris-i diniyesinden başka,
makberistanın mezar taşları dahi birer telkin edici, birer muallim hükmündedir
ki, o maânî-i mukaddeseyi ehl-i imana ihtar ediyorlar. Acaba kendine Müslüman
diyen bir adam, dünyanın bir menfaati için bir günde elli kelime frengî
lügatından taallüm ettiği hÂlde, elli senede ve hergünde elli defa tekrar ettiği
Sübhanallah, Elhamdü lillâh ve Lâ ilâhe illâllah ve Allahu ekber gibi mukaddes
kelimeleri öğrenmezse, elli defa hayvandan daha aşağı düşmez mi? Böyle hayvanlar
için bu kelimât-ı mukaddese tercüme ve tahrif edilmez ve tehcir edilmezler.
Onları tehcir ve tağyir etmek, bütün mezar taşlarını hâkketmektir; bu tahkire
karşı titreyen mezaristandaki ehl-i kuburu aleyhlerine döndürmektir.

Ehl-i ilhâda kapılan ulemâü’s-sû’, milleti aldatmak için
diyorlar ki: "İmam-ı Âzam, sair imamlara muhâlif olarak demiş ki: ‘İhtiyaç olsa,
diyar-ı baîdede, Arabî hiç bilmeyenlere, ihtiyaç derecesine göre, Fâtiha yerine
Fârisî tercümesi cevazı var.’ Öyleyse biz de muhtacız, Türkçe okuyabiliriz."

Elcevap: İmam-ı Âzamın bu fetvâsına karşı, başta âzamî imamların
en mühimleri ve sair on iki eimme-i müçtehidîn, o fetvânın aksine fetvâ
veriyorlar. Âlem-i İslâmın cadde-i kübrâsı, o umum eimmenin caddesidir; muazzam
ümmet, cadde-i kübrâda gidebilir. Başka hususî ve dar caddeye sevk edenler,
idlâl ediyorlar.

İmam-ı Âzamın fetvâsı beş cihette hususîdir.

Birincisi: Merkez-i İslâmiyetten uzak diyar-ı âharde bulunanlara
aittir.

İkincisi: İhtiyac-ı hakikîye binaendir.

Üçüncüsü: Bir rivayette lisan-ı ehl-i Cennetten sayılan Fârisî
lisanıyla tercümeye mahsustur.

Dördüncüsü: Fâtiha’ya mahsus olarak cevaz verilmiş-tâ Fâtiha’yı
bilmeyen namazı terk etmesin.

Beşincisi: Kuvvet-i imandan gelen bir hamiyet-i İslâmiye ile,
maânî-i mukaddesenin, avâmın tefehhümüne medar olmak için cevaz gösterilmiş.
Halbuki, zaaf-ı imandan gelen ve menfi fikr-i milliyetten çıkan ve lisan-ı
Arabîye karşı nefret ve zaaf-ı imandan tevellüt eden meyl-i tahrip saikasıyla
tercüme edip Arabî aslını terk etmek, dini terk ettirmektir!

İkinci İşaret

Şeâir-i İslâmiyeyi tağyir eden ehl-i bid’a, evvelâ
ulemâü’s-sû’dan fetvâ istediler. Sabıkan beş vecihle hususî olduğunu
gösterdiğimiz fetvâyı gösterdiler.

Saniyen, ehl-i bid’a, ecnebî inkılâpçılarından böyle meş’um bir
fikir aldılar ki: Avrupa, Katolik mezhebini beğenmeyerek, başta ihtilâlciler,
inkılâpçılar ve filozoflar olarak, Katolik mezhebine göre ehl-i bid’a ve
Mutezile telâkki edilen Protestanlık mezhebini iltizam edip, Fransızların
İhtilâl-i Kebîrinden istifade ederek, Katolik mezhebini kısmen tahrip edip
Protestanlığı ilân ettiler. İşte, körü körüne taklitçiliğe alışan buradaki
hamiyetfüruşlar diyorlar ki: "Madem Hıristiyan dininde böyle bir inkılâp oldu;
bidâyette inkılâpçılara mürted denildi, sonra Hıristiyan olarak yine kabul
edildi. Öyleyse, İslâmiyette de böyle dinî bir inkılâp olabilir."

Elcevap: Bu kıyasın, Birinci İşaretteki kıyastan daha ziyade
farkı zâhirdir. Çünkü, din-i İsevîde, yalnız esâsât-ı diniye Hazret-i İsâ
Aleyhisselâmdan alındı. Hayat-ı içtimaiyeye ve füruat-ı şer’iyeye dair ekser
ahkâmlar, Havariyun ve sair rüesa-yı ruhaniye tarafından teşkil edildi. Kısm-ı
âzamı kütüb-ü sabıka-i mukaddeseden alındı. Hazret-i İsâ Aleyhisselâm dünyaca
hâkim ve sultan olmadığından ve kavânin-i umumiye-i içtimaiyeye merci
olmadığından, esâsât-ı diniyesi, hariçten bir libas giydirilmiş gibi şeriat-ı
Hıristiyaniye namına örfî kanunlar, medenî düsturlar alınmış, başka bir suret
verilmiş. Bu suret tebdil edilse, o libas değiştirilse, yine Hazret-i İsâ
Aleyhisselâmın esas dini bâki kalabilir, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmı inkâr ve
tekzip çıkmaz.

Halbuki, din ve şeriat-ı İslâmiyenin sahibi olan Fahr-i Âlem
Aleyhissalâtü Vesselâm iki cihanın sultanı, şark ve garp ve Endülüs ve Hind
birer taht-ı saltanatı olduğundan, din-i İslâmın esâsâtını bizzat kendisi
gösterdiği gibi, o dinin teferruatını ve sair ahkâmını, hattâ en cüz’î âdâbını
dahi bizzat o getiriyor, o haber veriyor, o emir veriyor. Demek, füruat-ı
İslâmiye, değişmeye kabil bir libas hükmünde değil ki, onlar tebdil edilse esas
din bâki kalabilsin. Belki, esas-ı dine bir cesettir, lâakal bir cilttir. Onunla
imtizaç ve iltiham etmiş; kabil-i tefrik değildir. Onları tebdil etmek, doğrudan
doğruya Sahib-i Şeriati inkâr ve tekzip etmek çıkar.

Mezâhibin ihtilâfı ise, Sahib-i Şeriatin gösterdiği nazarî
düsturların tarz-ı tefehhümünden ileri gelmiştir. "Zaruriyât-ı diniye" denilen
ve kabil-i tevil olmayan ve "muhkemat" denilen düsturları ise, hiçbir cihette
kabil-i tebdil değildir ve medar-ı içtihad olamaz. Onları tebdil eden, başını
dinden çıkarıyor,

kaidesine dahil oluyor.

Ehl-i bid’a, dinsizliklerine ve ilhadlarına şöyle bir bahane
buluyorlar; diyorlar ki: "Âlem-i insaniyetin müteselsil hâdisâtına sebep olan
Fransız İhtilâl-i Kebîrinde, papazlara ve rüesa-yı ruhaniyeye ve onların
mezheb-i hâssı olan Katolik mezhebine hücum edildi ve tahrip edildi. Sonra,
çoklar tarafından tasvip edildi. Frenkler dahi ondan sonra daha ziyade terakki
ettiler."

Elcevap: Bu kıyasın dahi, evvelki kıyaslar gibi, farkı zâhirdir.
Çünkü, Fransızlarda havas ve hükümet adamları elinde çok zaman din-i
Hıristiyanî, bahusus Katolik mezhebi, bir vasıta-i tahakküm ve istibdat olmuştu.
Havas, o vasıtayla nüfuzlarını avam üzerinde idame ediyorlardı. Ve "serseri"
tabir ettikleri avam tabakasında intibaha gelen hamiyetperverlerini ve havas
zalimlerin istibdadına karşı hücum eden hürriyetperverlerin mütefekkir
kısımlarını ezmeye vasıta olduğundan ve dört yüz seneye yakın frengistanda
ihtilâllerle istirahat-i beşeriyeyi bozmaya ve hayat-ı içtimaiyeyi zîr ü zeber
etmeye bir sebep telâkki edildiğinden, o mezhebe, dinsizlik namına değil, belki
Hıristiyanlığın diğer bir mezhebi namına hücum edildi. Ve tabaka-i avamda ve
filozoflarda bir küsmek, bir adâvet hâsıl olmuştu ki, malûm hadise-i tarihiye
vukua gelmiştir.

Halbuki, din-i Muhammedî (a.s.m.) ve şeriat-ı İslâmiyeye karşı
hiçbir mazlumun, hiçbir mütefekkirin hakkı yoktur ki, ondan şekvâ etsin. Çünkü
onları küstürmüyor, onları himaye ediyor. Tarih-i İslâm meydandadır. İslâmlar
içinde bir iki vukuattan başka dahilî muharebe-i diniye olmamış. Katolik mezhebi
ise, dört yüz sene ihtilâlât-ı dahiliyeye sebep olmuş.

Hem İslâmiyet, havastan ziyade, avâmın tahassungâhı olmuştur.
Vücub-u zekât ve hurmet-i ribâ ile, havassı, avâmın üstünde müstebit yapmak
değil, bir cihette hâdim yapıyor,

diyor.

Hem Kur’ân-ı Hakîm lisanıyla

gibi kudsî havaleler ile aklı istişhad ediyor ve ikaz ediyor ve akla havale
ediyor, tahkike sevk ediyor. Onunla, ehl-i ilim ve ashab-ı akla, din namına
makam veriyor, ehemmiyet veriyor. Katolik mezhebi gibi aklı azletmiyor, ehl-i
tefekkürü susturmuyor, körü körüne taklit istemiyor.

Hakikî Hıristiyanlık değil, belki şimdiki Hıristiyan dininin
esasıyla İslâmiyetin esası mühim bir noktadan ayrıldığından, sabık farklar gibi
çok cihetlerle ayrı ayrı gidiyorlar. O mühim nokta şudur:

İslâmiyet, tevhid-i hakikî dinidir ki, vasıtaları, esbabları
iskat ediyor, enâniyeti kırıyor, ubudiyet-i hâlisa tesis ediyor. Nefsin
rububiyetinden tut, tâ her nevi rububiyet-i bâtılayı kat ediyor, reddediyor. Bu
sır içindir ki, havastan bir büyük insan tam dindar olsa, enâniyeti terk etmeye
mecbur olur. Enâniyeti terk etmeyen, salâbet-i diniyeyi ve kısmen de dinini terk
eder.

Şimdiki Hıristiyanlık dini ise, velediyet akidesini kabul ettiği
için, vesait ve esbaba tesir-i hakikî verir. Din namına enâniyeti kırmaz; belki
"Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın bir mukaddes vekili" diye, o enâniyete bir kudsiyet
verir. Onun için, dünyaca en büyük makam işgal eden Hıristiyan havasları tam
dindar olabilirler. Hattâ Amerika’nın esbak Reis-i cumhuru Wilson ve İngilizin
esbak Reis-i Vükelâsı Lloyd George gibi çoklar var ki, mutaassıp birer papaz
hükmünde dindar oldular. Müslümanlarda ise, öyle makamlara girenler, nadiren tam
dindar ve salâbetli kalırlar. Çünkü gururu ve enâniyeti bırakamıyorlar. Takvâ-yı
hakikî ise, gurur ve enâniyetle içtima edemiyor.

Evet, nasıl ki Hıristiyan havassının taassubu, Müslüman
havaslarının adem-i salâbeti mühim bir farkı gösteriyor; öyle de, Hıristiyandan
çıkan filozoflar dinlerine karşı lâkayt veya muarız vaziyeti alması ve İslâmdan
çıkan hükemaların kısm-ı âzamı hikmetlerini esâsât-ı İslâmiyeye bina etmesi,
yine mühim bir farkı gösteriyor.

Hem ekseriyetle zindanlara ve musibetlere düşen âmi
Hıristiyanlar, dinden medet beklemiyorlar. Eskiden çoğu dinsiz oluyordular.
Hattâ Fransa’nın İhtilâl-i Kebîrini çıkaran ve "serseri dinsiz" tabir edilen,
tarihçe meşhur inkılâpçılar, o musibetzede avam kısmıdır. İslâmiyette ise,
ekseriyet-i mutlaka ile hapse ve musibete düşenler, dinden medet beklerler ve
dindar oluyorlar. İşte bu hâl dahi mühim bir farkı gösteriyor.

Üçüncü İşaret

Ehl-i bid’a diyorlar ki: "Bu taassub-u dinî bizi geri bıraktı.
Bu asırda yaşamak, taassubu bırakmakla olur. Avrupa taassubu bıraktıktan sonra
terakki etti."

Elcevap: Yanlışsınız ve aldanmışsınız! Veya aldatıyorsunuz.
Çünkü Avrupa, dinine mutaassıptır. Hattâ bir âdi Bulgar’a veya bir nefer-i
İngiliz’e veya bir serseri Fransız’a, "Sarık sar. Sarmazsan hapse atılacaksın"
denilse, taassupları muktezasınca diyecek: "Hapse değil, öldürseniz bile dinime
ve milliyetime bu hakareti yapmayacağım."

Hem tarih şahittir ki, ehl-i İslâm ne vakit dinine tam temessük
etmişse, o zamana nispeten terakki etmiş; ne vakit salâbeti terk etmişse,
tedennî etmiş. Hıristiyanlık ise bilâkistir. Bu da mühim bir fark-ı esasîden
neş’et etmiş.

Hem İslâmiyet sair dinlere kıyas edilmez. Bir Müslüman,
İslâmiyetten çıksa ve dinini terk etse, daha hiçbir peygamberi kabul edemez.
Belki Cenâb-ı Hakkı dahi ikrar edemez ve belki hiçbir mukaddes şeyi tanımaz;
belki kendinde kemâlâta medar olacak bir vicdan bulunmaz, tefessüh eder. Onun
için, İslâmiyet nazarında harbî kâfirin hakk-ı hayatı var. Hariçte olsa,
musalâha etse; dahilde olsa, cizye verse İslâmiyetçe hayatı mahfuzdur. Fakat
mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Çünkü vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye
bir zehir hükmüne geçer. Halbuki, Hıristiyanın bir dinsizi, yine hayat-ı
içtimaiyeye nâfi bir vaziyette kalabilir. Bazı mukaddesâtı kabul eder ve bazı
peygamberlere inanabilir ve Cenâb-ı Hakkı bir cihette tasdik edebilir. Acaba, bu
ehl-i bid’a ve doğrusu ehl-i ilhad, bu dinsizlikte hangi menfaati buluyorlar?
Eğer idare ve âsâyişi düşünüyorlarsa, Allah’ı bilmeyen dinsiz on serserinin
idaresi ve şerlerini def etmesi, bin ehl-i diyanetin idaresinden daha müşküldür.
Eğer terakkiyi düşünüyorlarsa, öyle dinsizler idare-i hükümete muzır oldukları
gibi, terakkiye dahi mânidirler; terakki ve ticaretin esası olan emniyet ve
âsâyişi kırıyorlar. Doğrusu, onlar meslekçe tahribatçıdırlar. Dünyada en büyük
ahmak odur ki, böyle dinsiz serserilerden terakki ve saadet-i hayatiyeyi
beklesin.

Böyle ahmaklardan mühim bir mevkii işgal eden birisi demiş ki:
"Biz Allah Allah diye diye geri kaldık; Avrupa top tüfek diye diye ileri gitti."

"Cevâbü’l-ahmaki’s-sükût" kaidesince, böylelere karşı cevap
sükûttur. Fakat bazı ahmakların arkasında bedbaht âkıller bulunduğundan deriz
ki:

Ey biçareler! Bu dünya bir misafirhanedir. Her günde otuz bin
şahit, cenazeleriyle

hükmünü imza ediyorlar ve o dâvâya şehadet ediyorlar. Ölümü öldürebilir misiniz?
Bu şahitleri tekzip edebilir misiniz? Madem edemiyorsunuz; mevt Allah Allah
dedirtir. Sekeratta Allah Allah yerine hangi topunuz, hangi tüfeğiniz, zulümat-ı
ebedîyi o sekerattakinin önünde ışıklandırır, ye’s-i mutlakını ümid-i mutlaka
çevirebilir?

Madem ölüm var, kabre girilecek, bu hayat gidiyor, bâki bir
hayat geliyor. Bir defa top tüfek denilse, bin defa Allah Allah demek lâzım
gelir. Hem Allah yolunda olsa, tüfek de Allah der, top da Allahu ekber diye
bağırır, Allah ile iftar eder, imsak eder.

Dördüncü İşaret

Tahribatçı ehl-i bid’a iki kısımdır.

Bir kısmı, güya din hesabına, İslâmiyete sadakat namına, güya
dini milliyetle takviye etmek için, "Zaafa düşmüş din şecere-i nuraniyesini
milliyet toprağında dikmek, kuvvetleştirmek istiyoruz" diye, dine taraftar
vaziyeti gösteriyorlar.

İkinci kısım, millet namına, milliyet hesabına, unsuriyete
kuvvet vermek fikrine binaen, "Milleti İslâmiyetle aşılamak istiyoruz" diye,
bid’aları icad ediyorlar.

Birinci kısma deriz ki:

Ey "sadık ahmak" ıtlakına mâsadak biçare ulemâü’s-sû’ veya
meczup, akılsız, cahil sufîler! Hakikat-i kâinat içinde kökü yerleşmiş ve
hakaik-i kâinata kökler salmış olan şecere-i tûbâ-i İslâmiyet, mevhum, muvakkat,
cüz’î, hususî, menfî, belki esassız, garazkâr, zulümkâr, zulmanî unsuriyet
toprağına dikilmez. Onu oraya dikmeye çalışmak, ahmakane ve tahripkârâne,
bid’akârâne bir teşebbüstür.

İkinci kısım milliyetçilere deriz ki:

Ey sarhoş hamiyetfuruşlar! Bir asır evvel milliyet asrı
olabilirdi. Şu asır, unsuriyet asrı değil. Bolşevizm, sosyalizm meseleleri
istilâ ediyor, unsuriyet fikrini kırıyor, unsuriyet asrı geçiyor. Ebedî ve daimî
olan İslâmiyet milliyeti, muvakkat, dağdağalı unsuriyetle bağlanmaz ve
aşılanmaz. Ve aşılamak olsa da, İslâm milletini ifsad ettiği gibi, unsuriyet
milliyetini dahi ıslah edemez, ibka edemez.

Evet, muvakkat aşılamakta bir zevk ve bir muvakkat kuvvet
görünüyor; fakat pek muvakkat ve âkıbeti hatarlıdır. Hem Türk unsurunda ebedî
kabil-i iltiyam olmamak suretinde bir inşikak çıkacak. O vakit milletin kuvveti,
bir şık bir şıkkın kuvvetini kırdığı için, hiçe inecek. İki dağ birbirine karşı
bir mizanın iki gözünde bulunsa, bir batman kuvvet, o iki kuvvetle oynayabilir,
yukarı kaldırır, aşağı indirir.

Mektubat, s. 419-425

Dördüncü Desise-i Şeytaniye

Şeytanın telkiniyle ve ehl-i dalâletin ilkaâtıyla, bana karşı
propaganda ile hücum eden ve mühim mevkileri işgal eden bazı mülhidler,
kardeşlerimi aldatmak ve asabiyet-i milliyetlerini tahrik etmek için diyorlar
ki: "Siz Türksünüz. Maşaallah, Türklerde her nevi ulema ve ehl-i kemal vardır.
Said bir Kürttür. Milliyetinizden olmayan birisiyle teşrik-i mesai etmek
hamiyet-i milliyeye münâfidir."

Elcevap: Ey bedbaht mülhid! Ben felillâhilhamd Müslümanım. Her
zamanda kudsî milletimin üç yüz elli milyon efradı vardır. Böyle ebedî bir
uhuvveti tesis eden ve dualarıyla bana yardım eden ve içinde Kürtlerin
ekseriyet-i mutlakası bulunan üç yüz elli milyon kardeşi, unsuriyet ve menfi
milliyet fikrine feda etmek ve o mübarek hadsiz kardeşlere bedel, Kürt namını
taşıyan ve Kürt unsurundan addedilen mahdut birkaç dinsiz veya mezhepsiz bir
mesleğe girenleri kazanmaktan yüz bin defa istiâze ediyorum. Ey mülhid! Senin
gibi ahmaklar lâzım ki, Macar kâfirleri veyahut dinsiz olmuş ve frenkleşmiş
birkaç Türkleri muvakkaten, dünyaca dahi faydasız uhuvvetini kazanmak için, üç
yüz elli milyon hakikî, nuranî menfaattar bir cemaatin bâki uhuvvetlerini terk
etsin. Yirmi Altıncı Mektubun Üçüncü Meselesinde, delilleriyle menfi milliyetin
mahiyetini ve zararlarını gösterdiğimizden, ona havale edip, yalnız o Üçüncü
Meselenin âhirinde icmal edilen bir hakikati burada bir derece izah edeceğiz.
Şöyle ki:

O Türkçülük perdesi altına giren ve hakikaten Türk düşmanı olan
hamiyetfuruş mülhidlere derim ki:

Din-i İslâmiyet milliyetiyle ebedî ve hakikî bir uhuvvet ile,
Türk denilen bu vatan ehl-i imanıyla şiddetli ve pek hakikî alâkadarım. Ve bin
seneye yakın, Kur’ân’ın bayrağını cihanın cihât-ı sittesinin etrafında galibâne
gezdiren bu vatan evlâtlarına, İslâmiyet hesabına müftehirâne ve taraftarâne
muhabbettarım.

Sen ise, ey hamiyetfuruş sahtekâr! Türkün mefâhir-i hakikiye-i
milliyesini unutturacak bir surette mecazî ve unsurî ve muvakkat ve garazkârâne
bir uhuvvetin var. Senden soruyorum: Türk milleti, yalnız yirmi ile kırk yaşı
ortasındaki gafil ve heveskâr gençlerden ibaret midir? Hem onların menfaati ve
onların hakkında hamiyet-i milliyenin iktiza ettiği hizmet, yalnız onların
gafletini ziyadeleştiren ve ahlâksızlıklara alıştıran ve menhiyâta teşcî eden
frenkmeşrebâne terbiyede midir? Ve ihtiyarlıkta onları ağlattıracak olan
muvakkat bir güldürmekte midir?

Eğer hamiyet-i milliye bunlardan ibaretse ve terakki ve saadet-i
hayatiye bu ise, evet, sen böyle Türkçü isen ve böyle milliyetperver isen, ben o
Türkçülükten kaçıyorum; sen de benden kaçabilirsin. Eğer zerre miktar hamiyet ve
şuurun ve insafın varsa, şimdiki taksimata bak, cevap ver. Şöyle ki:

Türk milleti denilen şu vatan evlâdı altı kısımdır. Birinci
kısmı, ehl-i salâhat ve takvâdır. İkinci kısmı, musibetzede ve hastalar
taifesidir. Üçüncü kısmı, ihtiyarlar sınıfıdır. Dördüncü kısmı, çocuklar
taifesidir. Beşinci kısmı, fakirler ve zayıflar taifesidir. Altıncı kısmı
gençlerdir.

Acaba bütün evvelki beş taife Türk değiller mi? Hamiyet-i
milliyeden hisseleri yok mu? Acaba altıncı taifeye sarhoşçasına bir keyif vermek
yolunda o beş taifeyi incitmek, keyfini kaçırmak, tesellilerini kırmak hamiyet-i
milliye midir, yoksa o millete düşmanlık mıdır? "El-hükmü li’l-ekser" sırrınca,
eksere zarar dokunduran düşmandır, dost değildir………………

Evet, ben unsurca Türk sayılmıyorum. Fakat Türklerin ehl-i takvâ
taifesine ve musibetzedeler kısmına ve ihtiyarlar sınıfına ve çocuklar taifesine
ve zayıflar ve fakirler zümresine bütün kuvvetimle ve kemâl-i iştiyakla
müşfikane ve uhuvvetkârâne çalışmışım ve çalışıyorum. Altıncı taife olan
gençleri dahi, hayat-ı dünyeviyesini zehirlettirecek ve hayat-ı uhreviyesini
mahvedecek ve bir saat gülmeye bedel bir sene ağlamayı netice veren harekât-ı
nâmeşruadan vazgeçirmek istiyorum. Yalnız bu altı yedi sene değil, belki yirmi
senedir, Kur’ân’dan ahzedip Türkçe lisanıyla neşrettiğim âsâr meydandadır.

Evet, lillâhilhamd, Kur’ân-ı Hakîmin maden-i envârından iktibas
edilen âsâr ile, ihtiyar taifesinin en ziyade istedikleri nur gösteriliyor.
Musibetzedelerin ve hastaların tiryak gibi en nâfi ilâçları, eczahane-i
kudsiye-i Kur’âniyede gösteriliyor. Ve ihtiyarları en ziyade düşündüren kabir
kapısı, rahmet kapısı olduğu ve idam kapısı olmadığı, o envâr-ı Kur’âniye ile
gösterildi. Ve çocukların nazik kalblerinde hadsiz mesâib ve muzır eşyaya karşı
gayet kuvvetli bir nokta-i istinad ve hadsiz âmâl ve arzularına medar bir
nokta-i istimdat, Kur’ân-ı Hakîmin madeninden çıkarıldı ve gösterildi ve bilfiil
istifade ettirildi. Ve fukaralar ve zuafalar kısmını en ziyade ezen ve müteessir
eden hayatın ağır tekâlifi, Kur’ân-ı Hakîmin hakaik-i imaniyesiyle
hafifleşti-rildi.

İşte bu beş taife-ki, Türk milletinin altı kısmından beş
kısmıdır-menfaatlerine çalışıyoruz. Altıncı kısım ki gençlerdir; onların
iyilerine karşı ciddî uhuvvetimiz var, senin gibi mülhidlere karşı hiçbir
cihetle dostluğumuz yok. Çünkü ilhâda giren ve Türkün hakikî bütün mefâhir-i
milliyesini taşıyan İslâmiyet milliyetinden çıkmak isteyen adamları Türk
bilmiyoruz, Türk perdesi altına girmiş frenk telâkki ediyoruz. Çünkü, yüz bin
defa Türkçüyüz deyip dâvâ etseler, ehl-i hakikati kandıramazlar. Zira fiilleri,
harekâtları, onların dâvâlarını tekzip ediyor.

İşte, ey frenkmeşrepler ve propagandanızla hakikî kardeşlerimi
benden soğutmaya çalışan mülhidler! Bu millete menfaatiniz nedir? Birinci taife
olan ehl-i takvâ ve salâhatin nurunu söndürüyorsunuz. Merhamete ve tımar etmeye
şâyan ikinci taifesinin yaralarına zehir serpiyorsunuz. Ve hürmete çok lâyık
olan üçüncü taifenin tesellisini kırıyorsunuz, ye’s-i mutlaka atıyorsunuz. Ve
şefkate çok muhtaç olan dördüncü taifenin bütün bütün kuvve-i mâneviyesini
kırıyorsunuz ve hakikî insaniyetini söndürüyorsunuz. Ve muavenet ve yardıma ve
teselliye çok muhtaç olan beşinci taifenin ümitlerini, istimdatlarını akîm
bırakıp, onların nazarında hayatı mevtten daha ziyade dehşetli bir surete
çeviriyorsunuz. İkaza ve ayılmaya çok muhtaç olan altıncı taifesine, gençlik
uykusu içinde öyle bir şarap içiriyorsunuz ki, o şarabın humârı pek elîm, pek
dehşetlidir. Acaba bu mudur hamiyet-i milliyeniz ki, o hamiyet-i milliye uğrunda
çok mukaddesâtı feda ediyorsunuz? O Türkçülük menfaati, Türklere bu suretle
midir? Yüz bin defa el’iyâzü billâh!

Ey efendiler! Bilirim ki, hak noktasında mağlûp olduğunuz zaman
kuvvete müracaat edersiniz. Kuvvet hakta olduğu, hak kuvvette olmadığı sırrıyla,
dünyayı başıma ateş yapsanız, hakikat-i Kur’âniyeye feda olan bu baş size
eğilmeyecektir!

Hem size bunu da haber veriyorum ki, değil sizler gibi mahdut,
mânen millet nazarında menfur bir kısım adamlar, belki binler sizler gibi bana
maddî düşmanlık etseler, ehemmiyet vermeyeceğim ve bir kısım muzır hayvânattan
fazla kıymet vermeyeceğim. Çünkü bana karşı ne yapacaksınız?

Yapacağınız iş, ya hayatıma hâtime çekmekle veya hizmetimi
bozmak suretiyle olur. Bu iki şeyden başka dünyada alâkam yok.

Hayatın başına gelen ecel ise, şuhud derecesinde katî iman
etmişim ki, tagayyür etmiyor, mukadderdir. Madem böyledir; hak yolunda şehadetle
ölsem, çekinmek değil, iştiyakla bekliyorum. Bahusus ben ihtiyar oldum; bir
seneden fazla yaşamayı zor düşünüyorum. Zâhirî bir sene ömrü, şehadet
vasıtasıyla kazanılan hadsiz bir ömr-ü bâkiye tebdil etmek, benim gibilerin en
Âli bir maksadı, bir gayesi olur.

Amma hizmet ise, felillâhilhamd, hizmet-i Kur’âniye ve imaniyede
Cenâb-ı Hak rahmetiyle öyle kardeşleri bana vermiş ki, vefatımla, o hizmet, bir
merkezde yapıldığına bedel, çok merkezlerde yapılacak. Benim dilim ölümle
susturulsa, pek çok kuvvetli diller benim dilime bedel konuşacaklar, o hizmeti
idame ederler. Hattâ diyebilirim: Nasıl ki bir tane tohum toprak altına girip
ölmesiyle bir sümbül hayatını netice verir; bir taneye bedel yüz tane vazife
başına geçer. Öyle de, mevtim, hayatımdan fazla o hizmete vasıta olur ümidini
besliyorum.

Mektubat, s. 407-412

Hâtime

Asırlara göre şeriatlar değişir; belki, bir asırda kavimlere
göre ayrı ayrı şeriatlar, peygamberler gelebilir ve gelmiştir.
Hâtemü’l-Enbiyâdan sonra, Şeriat-ı Kübrâsı her asırda, her kavme kâfi
geldiğinden, muhtelif şeriatlara ihtiyaç kalmamıştır. Fakat, teferruâtta bir
derece ayrı ayrı mezheblere ihtiyaç kalmıştır.

Evet, nasıl ki mevsimlerin değişmesiyle elbiseler değişir,
mîzaçlara göre ilâçlar tebeddül eder; öyle de, asırlara göre şeriatlar değişir,
milletlerin istidadına göre ahkâm tahavvül eder. Çünkü, ahkâm-ı şer’iyenin
teferruât kısmı ahvâl-i beşeriyeye bakar, ona göre gelir, ilâç olur.

Enbiyâ-i sâlife zamanında tabakàt-ı beşeriye birbirinden çok
uzak ve seciyeleri hem bir derece kaba, hem şiddetli ve efkârca ibtidâî ve
bedeviyete yakın olduğundan, o zamandaki şeriatlar, onların haline muvâfık bir
tarzda, ayrı ayrı gelmiştir. Hattâ, bir kıtada, bir asırda ayrı ayrı
peygamberler ve şeriatlar bulunurmuş. Sonra, âhirzaman Peygamberinin gelmesiyle,
insanlar, güyâ iptidâî derecesinden idâdiye derecesine terakkî ettiğinden, çok
inkılâbât ve ihtilâtât ile, akvâm-ı beşeriye bir tek ders alacak, bir tek
muallimi dinleyecek, bir tek şeriatla amel edecek vaziyete geldiğinden, ayrı
ayrı şeriata ihtiyaç kalmamıştır, ayrı ayrı muallime de lüzum görülmemiştir.
Fakat, tamamen bir seviyeye gelmediğinden ve bir tarz-ı hayat-ı içtimâiyede
gitmediğinden, mezhebler taaddüd etmiştir. Eğer beşerin ekseriyet-i mutlakası
bir mekteb-i âlînin talebesi gibi, bir tarz-ı hayat-ı içtimâiyeyi giyse, bir
seviyeye girse, o vakit mezhebler tevhid edilebilir. Fakat, bu hal-i âlem, o
hale müsaade etmediği gibi, mezâhib de bir olmaz.

Eğer desen: "Hak bir olur. Nasıl böyle dört ve on iki mezhebin
muhtelif ahkâmları hak olabilir?"

Elcevap: Bir su, beş muhtelif mîzaçlı hastalara göre nasıl beş
hüküm alır, şöyle ki: Birisine, hastalığının mîzâcına göre, su, ilâçtır; tıbben
vâcibdir. Diğer birisine, hastalığı için zehir gibi muzırdır; tıbben ona
haramdır. Diğer birisine, az zarar verir; tıbben ona mekruhtur. Diğer birisine,
zararsız menfaat verir; tıbben ona sünnettir. Diğer birisine, ne zarardır, ne
menfaattir, âfiyetle içsin; tıbben ona mübahtır. İşte hak burada taaddüd etti.
Beşi de haktır. Sen diyebilir misin ki, "Su yalnız ilâçtır, yalnız vâcibdir,
başka hükmü yoktur"?

İşte bunun gibi, ahkâm-ı İlâhiye, mezheblere, hikmet-i
İlâhiyenin sevkiyle ittibâ edenlere göre değişir; hem, hak olarak değişir ve
herbirisi de hak olur, maslahat olur. Meselâ, hikmet-i İlâhiyenin tensibiyle
İmâm-ı Şâfiîye ittibâ eden, ekseriyet itibâriyle Hanefîlere nispeten köylülüğe
ve bedevîliğe daha yakın olup, cemaati bir tek vücud hükmüne getiren hayat-ı
içtimâiye de nâkıs olduğundan, her biri bizzat dergâh-ı Kàdiü’l-Hâcâtta kendi
derdini söylemek ve hususi matlûbunu istemek için, imam arkasında Fâtihayı birer
birer okuyorlar. Hem, ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir. İmâm-ı âzama ittibâ edenler
ekseriyet-i mutlaka itibâriyle, İslâmî hükümetlerin ekserîsi o mezhebi iltizam
etmesiyle, medeniyete, şehirliliğe daha yakın ve hayat-ı içtimâiyeye müstaid
olduğundan, bir cemaat bir şahıs hükmüne girip, birtek adam umum nâmına söyler;
umum, kalben onu tasdik ve rabt-ı kalb edip-onun sözü umumun sözü hükmüne
geçtiğinden, Hanefî mezhebine göre imam arkasında Fâtiha okunmaz. Okunmaması
ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir.

Hem meselâ, mâdem şeriat tabiatın tecavüzâtına sed çekmekle onu
tâdil edip nefs-i emmâreyi terbiye eder; elbette, ekser etbâı köylü ve nimbedevî
ve amelelikle meşgul olan Şâfiî mezhebine göre, "Kadına temas ile abdest
bozulur, az bir necâset zarar verir." Ekseriyet itibâriyle hayat-ı içtimâiyeye
giren, nimmedenî şeklini alan insanlar ittibâ ettikleri mezheb-i Hanefîye göre,
"Mess-i nisvan abdesti bozmaz, bir dirhem kadar necâsete fetvâ var."

İşte, bir amele ile bir efendiyi nazara alacağız. Amele, tarz-ı
maîşet itibâriyle, ecnebî kadınlarla ihtilâta, temasa ve bir ocak yanında
oturmaya ve mülevves şeylerin içine karışmaya mübtelâ olduğundan, sanat ve
maîşet itibâriyle, tabiat ve nefs-i emmâresi meydanı boş bulup tecavüz edebilir.
Onun için, şeriat onların hakkında, o tecavüzâta sed çekmek için, "Abdest
bozulur, temas etme; namazını iptal eder, bulaşma" mânevî kulağında bir sadâ-i
semâvî çınlattırır. Ammâ, o efendi, nâmuslu olmak şartıyla, âdât-ı içtimâiyesi
itibâriyle, ahlâk-ı umumiye nâmına, ecnebî kadınlara temasa mübtelâ değil,
mülevves şeylerle nezâfet-i medeniye nâmına kendini o kadar bulaştırmaz. Onun
için, şeriat, mezheb-i Hanefî nâmiyle ona şiddet ve azîmet göstermemiş, ruhsat
tarafını gösterip hafifleştirmiştir. "Elin dokunmuş ise, abdestin bozulmaz;
hicab edip, kalabalık içinde su ile istincâ etmemenin zararı yoktur, bir dirhem
kadar fetvâ vardır"der, onu vesveseden kurtarır.

İşte, denizden iki katre, sana misâl. Onlara kıyas et. Mîzan-ı
Şa’rânî mîzanıyla, şeriat mîzanlarını bu sûretle muvâzene edebilirsen, et.

Sözler, s. 446-448

İkincisi: Ekalliyette kalan kavl, eğer içindeki hakikat ve mağz,
onu intihap eden istidatlardaki heves ve hevâ ve mûris aynaya ve mizacına galebe
çalmazsa, o kavl bir hatar-ı azîmde kalır. Zira, istidat onunla insibağ edip
onun muktezasına inkılâp etmek lâzımken; o, onu kendine çevirir ve telkih eder,
kendi emrine musahhar eder. İşte şu noktada hüda hevâya tahavvül ve mezhep dahi
mizaçtan teşerrüb eder. Arı su içer bal akıtır, yılan su içer, zehir döker.

Sual: Taaddüd-ü zevcat ve esir ve köle gibi bazı mesâili, bazı
ecnebîler serrişte ederek, medeniyet nokta-i nazarında şeriata bazı evham ve
şübehâtı irad diyorlar. Cevap: Şimdilik mücmelen bir kaide söyleyeceğim.
Tafsilini müstakil bir risale ile beyan etmek fikrindeyim.

İşte, İslâmiyetin ahkâmı iki kısımdır:

Birisi: Şeriat ona müessestir, bu ise hüsn-ü hakikî ve hayr-ı
mahzdır.

İkincisi: Şeriat-ı muaddildir. Yani, gayet vahşî ve gaddar bir
suretten çıkarıp, ehven-i şer ve muaddel ve tabiat-ı beşere tatbiki mümkün ve
tamamen hüsn-ü hakikîye geçebilmek için zaman ve zeminden alınmış bir surete
ifrağ etmiştir. Çünkü, birden tabiat-ı beşerde umumen hükümferma olan bir emri
birden ref etmek, bir tabiat-ı beşeri birden kalb etmek iktiza eder.
Binaenaleyh, şeriat vâzı-ı esaret değildir; belki en vahşî suretten böyle
tamamen hürriyete yol açacak ve geçebilecek surete indirmiştir, tâdil etmiştir.

Hem de, dörde kadar taaddüd-ü zevcat tabiata, akla, hikmete
muvafık olmakla beraber; şeriat bir taneden dörde çıkarmamış, belki
sekiz-dokuzdan dörde indirmiştir. Bâhusus taaddütte öyle şerait koymuştur ki,
ona müraat etmekle hiçbir mazarrata müeddî olmaz. Bazı noktada şer olsa da
ehven-i şerdir. Ehven-i şer ise bir adalet-i izafiyedir. Heyhât! Âlemin her
halinde hayr-ı mahz olamaz.

Münazarat, s. 121-123

Câ-yı Dikkat Bir Hâl: Türk milleti anâsır-ı İslâmiye içinde en
kesretli olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır. Sair
unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir.
Nerede Türk taifesi varsa Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman
olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi). Halbuki, küçük
unsurlarda dahi hem müslim ve hem de gayr-ı müslim var.Ey Türk kardeş! Bilhassa
sen dikkat et. Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş; ondan kabil-i tefrik
değil. Tefrik etsen, mahvsın. Bütün senin mazideki mefâhirin İslâmiyet defterine
geçmiş. Bu mefâhir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen
şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefâhiri kalbinden silme.

Beşinci Mesele: Asya’da uyanan akvam, fikr-i milliyete sarılıp,
aynen Avrupa’yı her cihetle taklit ederek, hattâ çok mukaddesatları o yolda feda
ederek hareket ediyorlar. Halbuki her milletin kamet-i kıymeti başka bir elbise
ister. Bir cins kumaş bile olsa, tarzı ayrı ayrı olmak lâzım gelir. Bir kadına
bir jandarma elbisesi giydirilmez. Bir ihtiyar hocaya tango bir kadın libası
giydirilmediği gibi, körü körüne taklit dahi çok defa maskaralık olur. Çünkü:

Evvelâ: Avrupa bir dükkân, bir kışla ise, Asya bir mezraa, bir
cami hükmündedir. Bir dükkâncı dansa gider, bir çiftçi gidemez. Kışla vaziyeti
ile mescid vaziyeti bir olmaz.

Hem ekser enbiyanın Asya’da zuhuru, ağleb-i hukemanın Avrupa’da
gelmesi, kader-i ezelînin bir remzi, bir işaretidir ki, Asya akvâmını intibâha
getirecek, terakki ettirecek, idare ettirecek, din ve kalbdir. Felsefe ve hikmet
ise din ve kalbe yardım etmeli, yerine geçmemeli.

Saniyen: Din-i İslâmı Hıristiyan dinine kıyas edip Avrupa gibi
dine lâkayt olmak, pek büyük bir hatadır. Evvelâ, Avrupa dinine sahiptir. Başta
Wilson, Loyd George, Venizelos gibi Avrupa büyükleri, papaz gibi dinlerine
mutaassıp olmaları şahittir ki, Avrupa dinine sahiptir, belki bir cihette
mutaassıptır.

Salisen: İslâmiyeti Hıristiyan dinine kıyas etmek, kıyas-ı
maalfârıktır; o kıyas yanlıştır. Çünkü Avrupa dinine mutaassıp olduğu zaman
medenî değildi; taassubu terk etti, medenîleşti.

Hem din onların içinde üç yüz sene muharebe-i dahiliyeyi intaç
etmiş. Müstebit zalimlerin elinde avâmı, fukarayı ve ehl-i fikri ezmeye vasıta
olduğundan, onların umumunda muvakkaten dine karşı bir küsmek hasıl olmuştu.
İslâmiyette ise, tarihler şahittir ki, bir defadan başka dahilî muharebeye
sebebiyet vermemiş.

Hem ne vakit ehl-i İslâm dine ciddî sahip olmuşlarsa, o zamana
nispeten yüksek terakki etmişler. Buna şahit, Avrupa’nın en büyük üstadı Endülüs
devlet-i İslâmiyesidir. Hem ne vakit cemaat-i İslâmiye dine karşı lâkayt
vaziyeti almışlar; perişan vaziyete düşerek tedennî etmişler.

Hem İslâmiyet, vücub-u zekât ve hurmet-i ribâ gibi binler
şefkatperverâne mesâil ile fukarayı ve avâmı himaye ettiği,

gibi kelimâtıyla aklı ve ilmi istişhad ve ikaz ettiği ve ehl-i ilmi himaye
ettiği cihetle, daima İslâmiyet fukaraların ve ehl-i ilmin kalesi ve melcei
olmuştur. Onun için, İslâmiyete karşı küsmeye hiçbir sebep yoktur.

İslâmiyetin Hıristiyanlık ve sair dinlere cihet-i farkının
sırr-ı hikmeti şudur ki:

İslâmiyetin esası, mahz-ı tevhiddir; vesâit ve esbaba tesir-i
hakikî vermiyor, icad ve makam cihetiyle kıymet vermiyor. Hıristiyanlık ise,
"velediyet" fikrini kabul ettiği için, vesâit ve esbaba bir kıymet verir,
enâniyeti kırmaz. Adeta rububiyet-i İlâhiyenin bir cilvesini azizlerine,
büyüklerine verir.

âyetine mâsadak olmuşlar. Onun içindir ki, Hıristiyanların dünyaca en yüksek
mertebede olanları, gurur ve enâniyetlerini muhafaza etmekle beraber, sabık
Amerika Reisi Wilson gibi, mutaassıp bir dindar olur. Mahz-ı tevhid dini olan
İslâmiyet içinde, dünyaca yüksek mertebede olanlar ya enâniyeti ve gururu
bırakacak veya dindarlığı bir derece bırakacak. Onun için, bir kısmı lâkayt
kalıyorlar, belki dinsiz oluyorlar.

Altıncı Mesele: Menfi milliyette ve unsuriyet fikrinde ifrat
edenlere deriz ki:

Evvelâ: Şu dünya yüzü, hususan şu memleketimiz, eski zamandan
beri çok muhaceretlere ve tebeddülâta maruz olmakla beraber, merkez-i hükûmet-i
İslâmiye bu vatanda teşkil olduktan sonra, akvâm-ı saireden pervane gibi çokları
içine atılıp tavattun etmişler. İşte bu halde Levh-i Mahfuz açılsa, ancak hakikî
unsurlar birbirinden tefrik edilebilir. Öyleyse, hakikî unsuriyet fikrine
hareketi ve hamiyeti bina etmek, mânâsız ve hem pek zararlıdır. Onun içindir ki,
menfi milliyetçilerin ve unsuriyetperverlerin reislerinden ve dine karşı pek
lâkayt birisi, mecbur olmuş, demiş: "Dil, din bir ise millet birdir."

Madem öyledir. Hakikî unsuriyete değil, belki dil, din, vatan
münasebâtına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zaten kuvvetli bir millet; eğer biri
noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dahildir.

Saniyen: İslâmiyetin mukaddes milliyeti, bu vatan evlâdının
hayat-ı içtimaiyesine kazandırdığı yüzer faydadan iki faydayı misal olarak beyan
edeceğiz.

Birincisi: Şu devlet-i İslâmiye yirmi otuz milyon iken, bütün
Avrupa’nın büyük devletlerine karşı hayatını ve mevcudiyetini muhafaza ettiren,
şu devletin ordusundaki nur-u Kur’ân’dan gelen şu fikirdir: "Ben ölürsem
şehidim, öldürsem gaziyim." Kemâl-i şevkle ölümün yüzüne gülerek istikbal etmiş,
daima Avrupa’yı titretmiş. Acaba dünyada basit fikirli, sâfi kalbli olan
neferâtın ruhunda şöyle ulvî fedakârlığa sebebiyet verecek hangi şey
gösterilebilir? Hangi hamiyet onun yerine ikame edilebilir ve hayatını ve bütün
dünyasını severek ona feda ettirebilir?

İkincisi: Avrupa’nın ejderhaları (büyük devletleri) her ne vakit
şu devlet-i İslâmiyeye bir tokat vurmuşlarsa, üç yüz elli milyon İslâmı ağlatmış
ve inletmiş. Ve o müstemlekât sahipleri, onları inletmemek ve sızlatmamak için
elini çekmiş, elini kaldırırken indirmiş. Şu hiçbir cihetle istisgar edilmeyecek
mânevî ve daimî bir kuvvetü’z zahr yerine hangi kuvvet ikame edilebilir,
gösterilsin. Evet, o azîm mânevî kuvvetü’z zahrı menfi milliyetle ve
istiğnâkârâne hamiyetle gücendirmemeli.

Mektubat, s. 312-314

***

Saniyen: Irkçılık fikri, Emevîler zamanında büyük bir tehlike
verdiği ve hürriyetin başında "kulüpler" suretinde büyük zararı görülmesi ve
Birinci Harb-i Umumîde yine ırkçılığın istimaliyle mübarek kardeş Arapların
mücahid Türklere karşı zararı görüldüğü gibi, şimdi de uhuvvet-i İslâmiyeye
karşı istimal edilebilir ve istirahat-i umumiye düşmanları gizli dinsizler, yine
o ırkçılıkla büyük zarar vermeye çalıştıklarına emareler görünüyor. Halbuki,
menfî hareketle başkasının zararıyla beslenmek ırkçılığın seciye-i fıtrîsi
olduğu halde, evvelâ başta Türk milleti dünyanın her tarafında Müslüman
olduğundan onların ırkçılıkları İslâmiyetle mezc olmuş, kabil-i tefrik değil.
Türk, Müslüman demektir. Hattâ Müslüman olmayan kısmı, Türklükten de çıkmışlar.
Türk gibi Araplarda da Araplık ve Arap milliyeti İslâmiyetle mezcolmuş ve olmak
lâzımdır. Hakikî milliyetleri İslâmiyettir. O kâfidir. Irkçılık, bütün bütün bir
tehlike-i azîmdir.

Sizin bu defaki Irak ve Pakistan’la pek kıymettar ittifakınız,
inşaallah bu tehlikeli ırkçılığın zararını def edecek ve dört beş milyon
ırkçıların yerine, 400 milyon kardeş Müslümanları ve 800 milyon sulh ve
müsalemet-i umumiyeye şiddetle muhtaç Hıristiyan ve sâir dinler sahiplerinin
dostluklarını bu vatan milletine kazandırmaya tam bir vesile olacağına ruhuma
kanaat geldiğinden, size beyan ediyorum.

Salisen: Altmış beş sene evvel bir vali bana bir gazete okudu.
Bir dinsiz müstemlekât nâzırı Kur’ân’ı elinde tutup konferans vermiş. Demiş ki:
"Bu İslâmların elinde kaldıkça, biz onlara hakikî hâkim olamayız, tahakkümümüz
altında tutamayız. Ya Kur’ân’ı sukut ettirmeliyiz veyahut Müslümanları ondan
soğutmalıyız."

İşte bu iki fikirle, dehşetli ifsat komitesi bu biçare fedakâr,
mâsum, hamiyetkâr millete zarar vermeye çalışmışlar. Ben de, altmış beş sene
evvel bu cereyana karşı, Kur’ân-ı Hakîm’den istimdat eyledim. Hakikate karşı
kısa bir yol ve bir de pek büyük bir "Dârülfünun-u İslâmiye" tasavvuru ile,
altmış beş senedir, âhiretimizi kurtarmak ve onun bir faydası olarak hayat-ı
dünyeviyemizi de istibdad-ı mutlaktan ve dalâletin helâketinden kurtarmaya ve
akvam-ı İslâmiyenin mâbeynindeki uhuvvetini inkişaf ettirmeye iki vesileyi
bulduk.

Birinci vesilesi: Risale-i Nur’dur ki, uhuvvet-i imaniyenin
inkişafına kuvvet-i iman ile hizmet ettiğine kat’î delil, emsalsiz bir
mazlumiyet ve âcizlik hâletinde telif edilmesi ve şimdi âlem-i İslâmın ekseri
yerlerinde ve Avrupa ve Amerika’ya da tesirini göstermesi ve ihtilâlcilere ve
dinsiz felsefeye ve otuz seneden beri dehşetli bir surette maddiyun ve tabiiyun
gibi dinsizlik fikrine karşı galebe çalması ve hiçbir mahkeme ve ehl-i vukuf
dahi onları cerh edememesidir. İnşaallah bir zaman da, sizin gibi uhuvvet-i
İslâmiyenin anahtarını bulan zatlar, bu mucize-i Kur’âniyenin cilvesini âlem-i
İslâma işittireceksiniz.

İkinci vesilesi: Altmış beş sene evvel Câmiü’l-Ezhere gitmek
istiyordum. Âlem-i İslâmın medresesidir diye, ben de o mübarek medresede bir
ders almaya niyet ettim. Fakat kısmet olmadı. Cenab-ı Hak rahmetiyle bir fikir
ruhuma verdi ki:

Câmiü’l-Ezher Afrika’da bir medrese-i umumiye olduğu gibi, Asya
Afrika’dan ne kadar büyük ise, daha büyük bir darülfünun, bir İslâm üniversitesi
Asya’da lâzımdır. Tâ ki İslâm kavimlerini, meselâ: Arabistan, Hindistan, İran,
Kafkas,

Emirdağ Lahikası, s. 437-438

Bediüzzaman’a zurafâdan biri birgün irfanıyla mütenasip bir
esvap iktisaı lüzumundan bahseder. Müşarün ileyh de, "Siz Avusturya’ya güya
boykot yapıyorsunuz; hem onun yolladığı kalpakları giyiyorsunuz. Ben ise bütün
Avrupa’ya boykot yapıyorum; onun için yalnız memleketimin maddî ve mânevî
mâmulâtını giyiyorum" buyurmuştur.

Divan-ı Harb-i Örfi, s.16

***

Evet, ene ince bir elif, bir tel, farazî bir hat iken, mahiyeti
bilinmezse, tesettür toprağı altında neşv ü nemâ bulur, gittikçe kalınlaşır,
vücud-u insanın her tarafına yayılır, koca bir ejderha gibi, vücud-u insanı bel’
eder. Bütün o insan, bütün letâifiyle âdetâ ene olur. Sonra, nevin enâniyeti de
bir asabiyet-i neviye ve milliye cihetiyle o enâniyete kuvvet verip, o ene, o
enâniyet-i neviyeye istinat ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine
karşı mübâreze eder. Sonra, kıyas-ı binnefs sûretiyle herkesi, hattâ her şeyi
kendine kıyas edip Cenâb-ı Hakkın mülkünü onlara ve esbâba taksim eder; gayet
azîm bir şirke düşer, meâlini gösterir. Evet, nasıl mîrî malından kırk parayı
çalan bir adam, bütün hazır arkadaşlarına birer dirhem almasını kabul ile
hazmedebilir; öyle de, "Kendime mâlikim" diyen adam, "Her şey kendine mâliktir"
demeye ve îtikad etmeye mecburdur.

İşte, ene, şu hâinâne vaziyetinde iken, cehl-i mutlaktadır.
Binler fünûnu bilse de, cehl-i mürekkeble bir echeldir. Çünkü, duyguları,
efkârları, kâinatın envar-ı mârifetini getirdiği vakit, nefsinde onu tasdik
edecek, ışıklandıracak ve idâme edecek bir madde bulmadığı için, sönerler. Gelen
Her şey, nefsindeki renkler ile boyalanır. Mahz-ı hikmet gelse, nefsinde
abesiyet-i mutlaka sûretini alır. Çünkü, şu haldeki enenin rengi, şirk ve
ta’tîldir, Allah’ı inkârdır. Bütün kâinat parlak âyetlerle dolsa, o enedeki
karanlıklı bir nokta, onları nazarda söndürür, göstermez. On Birinci Sözde,
mahiyet-i insaniyenin ve mahiyet-i insaniyedeki enâniyetin, mânâ-i harfî
cihetiyle ne kadar hassas bir mîzan ve doğru bir mikyas ve muhît bir fihriste ve
mükemmel bir harita ve câmi’ bir ayna ve kâinata güzel bir takvîm, bir rûznâme
olduğu, gayet katî bir sûrette tafsil edilmiştir. Ona mürâcaat edilsin.

Sözler, S. 496

Eğirdir Müftüsüne son ihtar



Eski bir dost ve ilim noktasında bir arkadaş olmak üzere sizinle bir hasbıhal
edeceğim. İkimize taallûk eden mühim bir musibet-i diniyeyi size haber
veriyorum. Bunun telâfisine mümkün olduğu kadar beraber çalışmalıyız. Şöyle ki:

Zatınız, herkesten ziyade hizmetimize taraftar ve hararetle
himayetkâr olmak lâzım gelirken, maatteessüf, meçhul sebeplerle, aksimize
tarafgirâne ve bize karşı soğukça rakîbane baktığınızdan, oğlunuzu bu köyde
yerleştirip ona dost-ahbap buldurmak için çalıştınız. Neticesinde, burada öyle
bir vaziyet hasıl olmuş ki, mahiyetini düşündükçe senin bedeline ruhum titriyor.
Çünkü, kaidesince, bu vazi-yetten gelen günahlardan, seyyiattan siz mes’ulsünüz.

Zehire tiryak namı vermekle tiryak olmadığı gibi, zındıka
hissiyatını veren ve dinsizliğe zemin ihzar eden bir heyetin vaziyetine, ne nam
verilirse verilsin, Genç Yurdu denilsin, hattâ Mübarekler Yurdu denilsin, ne
denilirse denilsin, o mânâ değişmez. Başka yerlerde, Genç Yurdu ve Türklük
Meclisi, Teceddüt Mahfeli gibi isim ve ünvanlarla bulunan heyetler, başka
şekillerde zararsız bir surette bulunabilirler. Fakat bu köyde, madem sekiz
senedir ki, sırf esâsât-ı imaniye, usul-ü hakaik-i diniyeyle meşgulüz. Elbette,
bu köyde bize karşı muannidâne bir heyetin takip edeceği esas, imansızlığa ve
usul-ü diniyeye muhalif, hatta zındıka hesabına bir hareket yerine girer.
Bilinsin bilinmesin, netice öyle çıkar. Çünkü, bu havalide umumca tebeyyün etmiş
ki, siyaset cereyanlarıyla alâkadar değilim; belki yalnız hakaik-i diniyeyle
meşgulüz. Şimdi burada birisi bize muhalif hareket etse, hükûmet hesabına
olamaz; çünkü mesleğimiz siyasî değil. Hem yeni bid’alar hesabına da olamaz;
çünkü hakikî meşgalemiz esâsât-ı imaniye ve Kur’âniyedir.

Hem resmî Diyanet dairesinin emirleri hesabına dahi değil; çünkü
emirlerini tenkit ve muhalefet meşgalesi bizi kudsî hizmetimizden men ettiği
için, o meşgaleyi başkasına bırakıp onunla meşgul olmuyoruz. Mümkün olduğu kadar
o emirlere karşı temas ettirmemeye çalışıyoruz.

Öyleyse, sekiz sene bu cereyan-ı imanî merkezi olan bu köyde,
bize karşı muhalefetkârâne ve mütecâvizâne vaziyet alan, ne nam verilirse
verilsin, muhalefeti zındıka hesabına ve imansızlık namına kaydedilecek.

İşte, sizin ilminize ve makam-ı içtimaînize ve mensab-ı
fetvanıza ve bu havalideki nüfuzunuza ve evlât hakkındaki müfrit şefkatinizden
gelen teşvikkârâne muavenetinize istinad ederek, burada hem beni, hem seni pek
ciddî alâkadar edecek bir vaziyet vücuda geliyor.

Ben kendim burada muvakkatım; ıslahına da mükellef değilim;
belki bir derece mesuliyetten kurtulabilirim. Fakat zatınız hem sebep, hem
nokta-i istinad olduğunuzdan, o vaziyetten gelen müthiş meyveler defter-i
a’mâlinize geçmemek için, herşeyden evvel bu vaziyeti ıslah etmelisiniz. Veyahut
oğlunu buradan çek. O daimî senin mânevî zararına günah işleyecek tezgâhı tebdil
etmeye çalış. Zatınıza bu tezgâhın mahsulâtından nümune olarak, sizin
hesabınıza, bana muhalif suretinde gelen yalnız iki küçük nümuneyi göstereceğim:

Birincisi: Beni haddimden çok fazla hüsn-ü zanda bulunan ve
harekâtımı herkesten ziyade hak telâkki eden bir ehl-i ilim, sana itimaden,
oğlunuza meslekçe dostluk etmiş. O adam birgün yanıma geldi. Hususî odamda
namazımı kılmak vakti geldi. Benimle beraber cemaatle kılmak onun yanında çok
ehemmiyetli olduğu halde, gizli ezân-ı Muhammedîyi (a.s.m.) işitmekten kulağı
müteneffirâne, havftan gelen istikrah ile, kalktı, kaçtı. Bu işe sen fetva ver!
Fahr-i Âlemin (a.s.m.) en nuranî, leziz, kudsî kelimâtını işitmekten kaçan bir
kulağın altında olan kalbde bulunan iman, ne hale girdiğini sen söyle!

Bu böyle olsa, başka cahil yahut gençler, o meslekte nasıl boya
alırlar, kıyas ediniz, benimle beraber bu işe ağlayınız.

İkincisi: Bir dostum vardı, takvâsı ifrat derecesindeydi. Benim
yanıma geldiği vakit, âhirete ait en güzel parçaları bana gösteriyordu ve ihtar
ediyordu. Zatınız onu bir derece benden soğutmak ve senin oğluna dost yapmak
suretinde onunla konuşmuşsunuz.

İşte o zat, o telkinattan sonra geçen Ramazanda birgün, bana
Hülâgû ve Cengiz vâkıalarını okutmak için gösterdi. "Aman, bunları oku" dedi.
Ben kemâl-i taaccüp ve hayretten dedim: "Kardeşim, sen divane mi oldun? Benim
Delâil-i Hayrâtı okumaya vaktim yok. Böyle zalemelerin sergüzeşt-i
zâlimânelerini bu Ramazan-ı Şerifte bana okutmak hissini nereden kaptın?" dedim.
Haftada iki defa yanıma gelen o has dostumu, iki ayda bir defa daha göremedim.
Fakat hakkında inâyet vardı, o halden kurtuldu.

Her neyse… Bu neviden olan elîm hadiseler çoktur. Hakikatli
bir kardeşimin neseben kardeşi olduğunuzdan, haşînâne değil, mülâyimane bir
surette olan bu dertleşmekten gücenmeyiniz.

Barla Lahikası, s. 195