Şüphesiz öyle bir şey vardır; geçenlerde istanbul’un fethi
münasebetiyle verilen bir Cuma hutbesini dinlerken bu gerçeği bir kere daha
farkettim; "İstanbul’un Müslümanlar tarafından fethedileceği, zaten Peygamber’in
haberiyle müjdelenmişti. Onu fetheden asker ne güzel asker, onu fetheden
kumandan ne güzel kumandandı."

İstanbul’un Türkler tarafından fethini sıhhati meşkuk bir
"hadis"e rabtederek, İstanbul üzerindeki mülkiyet haklarımızı "dini" garanti
altına alan bu yaklaşım, hiç şüphesiz bize dair bir "din" kavrayışının ürünüdür.
Çok tekrarlandığı için gayrıtabiiliğini artık farkedemediğimiz bu kavrayış,
İslam Tarihi içinde Türk kavmine özel bir önderlik misyonu ihdas eden efsane,
olgu ve yorumlarla beslenerek meseleyi "tarihi ve sosyolojik" özünden kopararak
"efsanevi ve kudsi" bir mahiyetle sarıp sarmalıyor. Böylece iki mühim olgu ile
akıl münasebetlerini keserek işimizi zorlaştırmış oluyoruz: din ve tarih!

İnsanın din ve tarih olgularıyla doğru ve belirli bir kalite
seviyesinin üstünde temas kurması gereklidir. Ancak her iki olgunun da insan
zihninde tabii bir karşılığa tekabül ediyor olması, çoğunlukla bu temasın kalite
itibariyle sağlıklı sonuçlar vermesiyle neticeleniyor: Din, fıtri bir vakıa
çünkü her insanda imana veya onun negatif formunu teşkil eden inkara mail bir
hassa bulunuyor. Kişinin bir dine mensubiyeti için çoğunlukla o dinin amentüsünü
(credo) kabullenmesi yeterli oluyor. İşte bu temel noktadan başlayan dini hayat,
kişinin fikri hamulesi nisbetinde zenginlik kazanarak sürüdürülüyor. Tarih için
de benzer şeyler söylemek mümkündür: Mantığın basit esasları çerçevesinde
mükayese yapabilen ve normal işleyen bir hafızaya sahip her insan, tarihi
vakıaları anlamak ve onları yorumlamak için gerekli altyapıya da sahip demektir.

Problem de burada başlar; din ve tarih herkesin hakkında
birşeyler söyleyebileceği, bu konuda açılmış tartışmalarda kendini taraf
hissedeceği, -ve işin en tatsız kısmını teşkil etmek üzere- kolaylıkla
yanılabileceği alanlardır.

Tartışmanın Masumiyetini Tartışmak

"Türk Müslümanlığı" kavramı, bundan bir süre önce medya
platformlarında dikkat çekici bir istek ve hararetle tartışmalara konu oldu.
Tartışma sathından edindiğim intiba, münakaşaların ilmi bir zaruretten ziyade,
"Türkiye’ye mahsus" bir Müslümanlık anlayışının tarif olunarak yürürlüğe
sokulması yönündeki bir toplum mühendisliği gayretinden ibaret olduğu şeklinde
idi. Eğer yorumum doğru ise, bu niyetlere yönelmiş bir tartışmanın tarafı
olmaktan yana olmadığımı açıklamalıyım. Türk toplumuna yeni bir din anlayışı
dikte etmeyi murad edinen totaliter üsluplu arayışlara, -velev ki itirazcı
sıfatıyla olsun- zemin teşkil etmenin yanlış olduğunu düşünüyorum.

İslam’ın farklı zaman, kültür ve coğrafyada farklı yorumlanması
tabiidir; Kur’an-ı Kerim, nazil olduğu günden bu yana bir "text" olarak hiçbir
değişikliğe uğramamış olmasına rağmen, ayetlerinin farklı yorumlara zemin teşkil
etmesi de bu tabiiliğin içindedir. Çünkü iletişimde esas, haberin bizatihi
kendisi değil, onun nasıl anlaşıldığı, daha doğrusu habere muhatap olan nihai
kişinin ondan ne anladığıdır. Haberleşme, "yorum"u ihmal edemez; özellikle dini
metinler adeta yorumla vücud bulurlar diyebilmek mümkündür. Belirli coğrafya
veya kültür çevresi içinde zamanla pekişen bu kabil yorumların, gittikçe ona
tabi olanlar tarafından "hakikatine en sadık din yorumu" olarak kabullenilmesini
de "anlamak" gerekir. Bu çerçevede, Bengal, Balkanlar veya Kuzey Afrikada
yaşayan müslümanların yorumundan farklı olduğu açıktır. Anlayışın, hoşgörü
sınırlarını aşarak, onaylamaya kadar uzatılmaması gereken kısmı, bu kabil
yorumlara herhangi bir gerekçe ile "resmi himaye" getirilmemesidir.

Her Devlet “Fitne”ye Karşı Tedirgindir

"Fitne katilden beterdir" ayetinin geniş kapsamlı yorumu,
tarihte Müslüman yöneticilerin, belirli bir dini yorumu sahiplendiklerini ve
neticede sosyal ve siyasi istikrar-sızlıkların önünü çevirmek için, farklı bir
takım yorumlara engeller getirdiklerini gösteriyor. Bugünün değerleri ile
geçmişi tenkid etmek yanıltıcı ve tehlikelidir ama bugünün değerleriyle, bugün
olup biteni değerlendirebiliriz; Devletin din karşısındaki tutumu, muasır
ölçülere göre, "din ve vicdan hürriyetini tesis etmek" olarak tarif ediliyor.
Devletin dini hayatta "belirleyici" olmak niyeti, din ve vicdan hürriyetinin en
temel rüknünü zedeler. Ama siyasi otorite için "fitne" veya onun tersinden
okunuşu demek olan "istikrar ve barış", hala çok güçlü bir tehdit olarak
algılanıyor ve bu yüzden evhama kadar uzanan tedirginliklerin beslediği bir
refleksle devlet,hala kendi devamlılığı açısından halkın hangi yoruma inanması
gerektiğin belirtmekten vazgeçemiyor. Bu ölçüler dairesinde Türk Müslümanlığı,
kendi içindeki bütün nüanslarla tabii bir vakıadır ve asla devletin
biçimlendireceği bir "resmi din" görüntüsü almamalıdır.

Yeni İnkılapçıların Yeni Toplum Projesi

Yeni Türk inkılapçılarının "yeni toplum" projesi, galiba heyecan
ve ilhamının evrensel (ekümenik) bir duruş ve iddiaya sahip Katolik Kilisesi’ne
karşı kuzey Avrupa ülkelerinin reformasyon devrinde geliştirdikleri bağımsız
kilise fikrinden alıyor. Protestan kuzey Avrupa ülkelerinin XVI. Yüzyıldan
başlayarak katolik ortodoxi’den yeni bir Hıristiyanlık yorumuyla farklılaşma
kalmayıp, sanayi ihtilali akımına kolayca intibak eden kalkınmacı tabiatı
gerçekten dikkat çekici bir vakıadır. Bu vakıa, bilindiği gibi kuzey Avrupa
kuşağında bir "milli kiliseler" zincirinin teşekkülüne yol açmış ve"ulus devlet"
fikri bu kuşaktan başlayarak, sonraki dönemler içinde yaygınlaşmıştı. Kuzey
Avrupa kuşağı ülkelerinin "milli birlik" ihtilaflarını, Avrupa’nın diğer
aksamına göre daha erken bir tarihte çözmüş olması vakıasına ilaveten Protestan
yorumun farklı renklerini benimsemiş olmaları ve bu yorum tarzının, monarkın
önderliğinde örgütlenen "milli kilise"lerle pekiştirilmesi de hayli ilginçtir.
Protestan toplumların diğerlerine göre erken ve başarılı bir şekilde
sanayileşmeleri, teşebbüs gücünün artmasıyla sosyal refahın belirgin şekilde
yaygınlaşması, bilindiği gibi Max Weber’in de dikkatini celbederek "Protestanlık
ahlakı ve kapitalizmin ruhu" isimli esere ilham vermişti.

Bir “İslam Protestanlığına” Doğru Arayışlar!

Ekümenik Katolik kilisesi’nin (papalık) bütün Avrupa’yı kaplayan
ezici ve karşı konulmaz nüfuzuna karşı Kuzey Avrupa ülkelerinde Protestenlığın
tutunması ve neticede milli kiliseler biçiminde örgütlenerek başarıya
ulaşmasında, ilk protestan önderlerin, gerek monarşi, gerek burjuvazi ile
ittifak içinde bulunmaları da tarihi bir gerçektir. Bu ülkelerde monarşi,
genellikle milli kiliseler biçiminde örgütlenerek başarıya ulaşmasında, ilk
protestan önderlerin, gerek monarşi, gerek burjuvazi ile ittifak içinde
bulunmaları da tarihi bir gerçektir. Bu ülkelerde monarşi, genellikle milli
kilise örgütünü himayesine almış, monark, kilisenin önderliğini ve himayesini
üstlenmiş, hatta bu durum, modern anayasalarda sonucunda farklı protestan
yorumların, o ülkelerin tabi olduğu anayasa hukuku çerçevesinde bir nevi devlet
dini, milli din halini almış olmasını da tesbit etmeliyiz.

Bu çerçevede Türk Müslümanlığı kavramının durup dururken bir
tartışma konusu haline gelmesi, yirminci yüzyılın son yılında toplum
mühendisliği teknikleriyle toplumu belki de son bir kere daha formatlama
gayretlerinin ürünü olsa gerek. Türkiye’de toplumun büyük çoğunluğu tarafından
benimsenen islam yorumu, bugüne kadar devlet tarafından -dozu zamana göre azalıp
çoğalan- bir tehdit unsuru olarak algılandı. XVIII. Yüzyılda Osmanlı Sarayında
kaybetmeyerek "laisizm" durağına kadar yükseldi. Cumhuriyet devrinde uygulanan
laisizm uygulamalarının, batı Avrupa ülkelerinde gördüğümüz uygulamadan çok
farklı bir tarzda yorumlandığı gözden kaçmamalıdır; bizdeki uygulama, dini
hayatın devlet tarafından bütün süreçleriyle denetim altına alma arzusunu
işaretliyor; laisizm, kavramın ortaya çıktığı ülkelerde "din ve devlet işlerinin
birbirinden bağımsızlaşması" olarak gelişirken bizde "devletin kontrolü
altındaki din" tarzında yorumlanması tesadüf değildir. Devlet, laisizmin iki
temel rüknünden birini teşkil eden, "dinin devlet işlerine bigane kalması"
şartını titizlikle takib ederken, "devletin dini hayata bigane kalması" ve
sadece "din ve vicdan hürriyeti"ni garanti eden hukuki altyapıyı hazırlamak
görevini belirgin biçimde savsaklaması anlamlıdır. Ezcümle; "Türk Müslümanlığı"
kavramı, bana, daha uygun bir zamanda bundan daha ciddi bir niyetle gündeme
getirilmesi muhtemel, "protestan" karakterli,-moda tabirle- "İslami
fundemendalizm"e geçit vermeyen bir Müslümanlık yorumunun zuhur edeceğini
düşündürüyor. Cereyan eden tartışmalar, bu büyük toplum mühendisliği projesinin
zihni egzersizleri olarak değerlendiriliyor olmalı.