Giriş

Son yüz yılda İslam dünyasında ve Türkiye’de fikir ve aksiyon
alanına damgasını vurmuş en önemli şahsiyetlerden bir ve belki de—kendi
cephesinde—birinci kişi Said Nursî’dir.

Fikrî mücadele içindeki herkes gibi Said Nursî de devletle ve
devletin yargı organı ile karşı karşıya kalmıştır. Bir ekol kurucusu ve önder
olarak fikirlerini, davasını ve hizmetlerini savunma biçimi, günümüzde de
davasını savunmak durumunda kalan herkesin ders alması gereken başarılarla
doludur.

Bu nedenle Bediüzzaman’ın nasıl bir savunma yöntemi takip
ettiği, üzerinde dikkatle durulması ve bağımsız araştırmalara konu yapılması
gereken bir husustur.

Biz bu makalede, Said Nursî’nin müdafaa yöntemini çeşitli
yönleriyle inceleyeceğiz.

Savunmanın Sebebi: Saldırı

Her savunma bir saldırının karşılığıdır ve saldırıyı (hücumu,
isnadı, iddiayı) defetmek için başvurulan yöntemin adıdır. Diğer deyişle savunma
bir karşı-kavramdır.

O halde savunmanın sebebini bulabilmek için önce savunmaya yol
açan durumu ele alarak başlamak gerekir.

Said Nursî hukuk düzeni ile olan ilişkileri yönünden herhangi
bir din adamından ya da herhangi bir düşünürden farklı bir konumda olmuştur.
Saldırılar ve buna karşı savunma ihtiyacı bu konumundan doğmaktadır.

Osmanlı Devleti döneminde ve Kurtuluş Savaşı yıllarındaki
saldırıları, farklı yönleri ve özellikleri nedeniyle bir kenara bırakacak
olursak, Cumhuriyet dönemindeki saldırı hareketleri ve isnatlar, Said Nursî’nin
Birinci Said dönemindekinden farklı bir alanda ve farklı metodlar takip ederek
yürüttüğü bir faaliyet nedeniyle ortaya çıkmıştır.

İkinci Said dönemi de denilen bu dönemde, Said Nursî’nin ve
cemaatinin temel kavramı “iman hizmeti”dir. Said Nursî Müslüman halkın imanının
tehlikede olduğunu görmüş ve doğrudan Kur’an’dan ilham alarak bu tehlikeyi
bertaraf edecek dersler vermiş, kitaplar (risaleler) yazmış ve talebeler
yetiştirmiştir.

Cumhuriyet dönemi boyunca, laiklik karşıtı hareket olarak
algılanan bu faaliyetler, devlete hakim olan zihniyetin dikkatinden kaçmamış,
işine gelmemiş, Batılılaştırma ve dinsizleştirme çalışmalarına engel teşkil
ettiği anlaşılmış ve bu nedenle saldırı başlatılmıştır.

Saldırının Biçimi

Said Nursî’nin, iman hizmeti olarak nitelendirilen irşad
faaliyeti, siyasal içerik taşımamaktadır. Ancak devlet, benzer diğer faaliyetler
gibi kendi siyasetine aykırı olan bu faaliyeti de engellemek ve sindirmek
istemiş ve bu amaçla başlıca iki yöntemi bir arada kullanmıştır: Yasal takip
(dava) yöntemi ve illegal (zorbaca) yöntemler.

İllegal saldırılarla kastettiğimiz, Said Nursî ve talebelerine
karşı kanun dışı yöntemler kullanılmış olmasıdır. Örneğin sahte deliller
oluşturmayı sağlayacak iftiralar, ölümünü sağlayacak zehirlemeler, normal
gözaltı-tutuklama sınırını aşan ve işkenceye dönüşen gözaltı-tutukluluk halleri
gibi.

Said Nursî, bu kanunsuz uygulamalara karşı aynı (illegal)
yöntemle mukabele etmemiştir. Örneğin kendisinin ya da talebelerinin canına
kasteden ya da legal tedbirlerle yetinmeyip haksız yere zulmeden kişileri, bir
karşı hareketle tesbit ve imha etmeye ve dolayısıyla bunu sağlayacak illegal
karşı oluşumlar (komiteler-cepheler) kurmaya teşebbüs dahi etmemiştir.
Belirtelim ki bu tarz bir savunma, bir “meşru müdafaa hareketi” kılıfına
rahatlıkla büründürülebilirdi. Oysa Said Nursî, asayişi muhafaza, müsbet hareket
ve iman hizmetinin zarar görmemesi gerekçeleriyle, bu tarz bir “meşru” müdafaa
biçimine yönelmemiş ve müsaade etmemiştir.

Bu tutum kimilerince bir zaafiyet ya da korkaklık olarak
değerlendirilebilmektedir.

Ancak Said Nursî’nin bu tür saldırı hareketlerinin içinde
olanlara (polis müdürü, savcı) karşı beddua etmeyip, sadece ıslahları için dua
etmesi; karşı komitacılığı korkaklık ve hatta imkansızlık ya da zayıflık
nedeniyle değil, gerçekten uygun görmediği için benimsemediğini açıkça
göstermektedir.

Bu konuda örnek ve delil olması nedeniyle aşağıdaki parçayı
nakletmekte fayda görüyoruz.

“Benim şahsımı çürütmek fikriyle, bir kısım resmî memurlar, hiç
kimsenin inanmayacağı isnatlarda bulundular, pek acip iftiraları işaaya
çalıştılar. Fakat kimseyi inandıramadılar.

“Sonra, pek âdi bahanelerle, zemherinin en şiddetli soğuk
günlerinde beni tevkif ederek, büyük ve gayet soğuk ve iki gün sobasız bir
koğuşta, tecrid-i mutlak içinde hapsettiler. Ben küçük odamda günde kaç defa
soba yakar ve daima mangalımda ateş varken, zaafiyet ve hastalığımdan zor
dayanabilirdim. Şimdi, bu vaziyette, hem soğuktan bir sıtma, hem dehşetli bir
sıkıntı ve hiddet içinde çırpınırken, bir inâyet-i İlâhiye ile bir hakikat
kalbimde inkişaf etti. Mânen, ‘sen hapse medrese-i Yusufiye namı vermişsin. Hem
Denizli’de, sıkıntınızdan bin derece ziyade hem ferah, hem mânevî kâr, hem
oradaki mahpusların Nurlardan istifadeleri, hem büyük dairelerde Nurların
fütuhatı gibi neticeler, size şekvâ yerinde binler şükrettirdi. Her bir saat
hapsinizi ve sıkıntınızı on saat ibadet hükmüne getirdi, o fâni saatleri
bâkileştirdi. İnşaallah, bu üçüncü medrese-i Yusufiyedeki musibetzedelerin
Nurlardan istifadeleri ve teselli bulmaları, senin bu soğuk ve ağır sıkıntını
hararetlendirip sevinçlere çevirecek. Ve hiddet ettiğin adamlar, eğer
aldanmışlarsa, bilmeyerek sana zulmediyorlar; onlar hiddete lâyık değiller. Eğer
bilerek ve garazla ve dalâlet hesabına seni incitiyorlar ve işkence
yapıyorlarsa, onlar pek yakın bir zamanda ölümün idam-ı ebedîsiyle kabrin haps-i
münferidine girip, daimî sıkıntılı azap çekecekler. Sen onların zulmü yüzünden
hem sevap, hem fâni saatlerini bâkileştirmeyi, hem mânevî lezzetleri, hem
vazife-i ilmiye ve diniyeyi ihlâsla yapmasını kazanıyorsun’ diye ruhuma ihtar
edildi.

“Ben de bütün kuvvetimle ‘Elhamdülillâh’ dedim. İnsaniyet
damarıyla o zalimlere acıdım, ‘Yâ Rabbi, onları ıslah eyle’ diye dua ettim. Bu
yeni hadisede, ifademde Dahiliye Vekâletine yazdığım gibi, on vecihle kanunsuz
olduğu ve kanun namına kanunsuzluk eden o zalimler, asıl suçlu onlar olması
gibi, öyle bahaneleri aradılar, işitenleri güldürecek ve hakperestleri
ağlattıracak iftiraları ve uydurmalarıyla ehl-i insafa gösterdiler ki, Risale-i
Nur’a ve şakirtlerine ilişmeye, kanun ve hak cihetinde imkân bulamıyorlar,
divaneliğe sapıyorlar.

“Ezcümle, bir ay bizi tecessüs eden memurlar bir şey bahane
bulamadıklarından, bir pusula yazıp ki, ‘Said’in hizmetkârı bir dükkândan rakı
almış, ona götürmüş.’ o pusulayı imza ettirmek için hiç kimseyi bulamayıp, sonra
yabanî ve sarhoş bir adamı yakalamışlar, tehditkârâne: ‘Gel bunu imza et’
demişler. O da demiş: ‘Tövbeler tövbesi olsun, bu acip yalanı kim imza
edebilir?’ Onları, pusulayı yırtmaya mecbur etmiş.”1

İkinci saldırı türü olan legal saldırı (suçlama-ceza davası)
yöntemine karşı da Said Nursî’nin savunma yöntemi yine yargısal ve legaldir.
Yani mer’i hukukun içinde kalarak, yargı önünde suçsuzluğunu ispat etme
yöntemini benimsemiş ve bunda büyük ölçüde muvaffak olmuştur.

Bazı İpuçları

1. Ceza davaları konusu, kanaatimizce Nur Talebelerinin yeterli
teknik bilgiye sahip olmaksızın, en çok konuştukları konuların başında gelir.

Said Nursî hukukçu, hele ceza hukukçusu hiç değildir. Buna
rağmen gerek savunmalarda ve gerekse diğer risalelerde kullandığı hukuki
terimleri zamanın anlayışına göre doğru kullanmaktaydı. Oysa talebeleri bunları
çoğu kez doğru anlamlandıramamışlar ya da yerinde kullanamamışlardır.
Geliştirmeleri ya da sistematikleştirmeleri ise mümkün olamamıştır.

Said Nursî’nin ve talebelerinin muhteşem avukatları vardı.
Abdurrahman Şeref Laç, Bekir Berk ve diğerleri kahramanca savunmalar yaptılar.
Profesyonel ceza hukukçularının tecrübelerinden ve akademisyenlerin bilimsel
desteğinden mahrumdular.2 Ancak, şahısları değil davayı ve idealleri,
maddi ücret için değil manevi hizmet için savundular ve muvaffak oldular. Çünkü
kamuoyu desteğine değil, dualara dayandılar. Tavizde pazarlık değil, hakta sebat
ettiler.

Bugün gelinen noktada, risalelerde yer alan savunma metinlerinin
ve hukuki bilgilerin bağımsız bir çalışma konusu yapılarak hukuki temele
oturtulması, en azından geçmişin sağlıklı bir biçimde değerlendirilebilmesi için
gereklidir.3

2. Said Nursî’nin kullandığı kelimelerin ve deyimlerin zamanın
şartlarına göre anlamlandırıldığı unutulmamalıdır. Örneğin “hükümet” kelimesi,
bugün, bakanlar kurulunu yani devletin yürütme organını ifade etmektedir. Oysa
1961 Anayasasından önce, kuvvetler ayrılığı prensibi yürürlükte değilken yani
henüz meclis hükümeti sisteminin uygulandığı yıllarda Said Nursî’nin “Afyon
Hükümeti”nden ne kastettiğini, bu günkü anlamla değil ancak o günkü anlamla
bulmak mümkündür.

3. Bilgi eksikliği bazen yanlış değerlendirmelere de yol
açmaktadır. Hangi mahkemedeki hangi davada, kimin yargılanacağını bilmeden,
sözgelimi sulh ceza mahkemesinde yürüyen bir davada alınan bir beraat kararına
dayanarak “Nurculuk yargılandı ve beraat etti” demek bilgisizlikten kaynaklanan
bir abartıdır.

Diğer bir örnek, bir yandan suçların ve cezaların şahsiliğinden
bahsederken, diğer yandan, farklı kişiler hakkında farklı olaylar nedeniyle
açılmış bulunan ceza davalarının kararlarının birbiri için bir kesin hüküm
(kaziye-i muhkeme) oluşturduğunu, fakat bu durumun nazara alınmadığını iddia
etmek aslında bir çelişkidir.4

Yine bir örnek; gerek Said Nursî ve gerekse avukatlarının
müdafaalarda sık kullandıkları bir savunma aracı olarak “cemiyet” ve “cemaat”ın
birbirinden farklı olduğu iddiası; sadece TCK. 163 açısından ve savunma mantığı
içinde önemli olabilecek bir düşünce iken, genelleştirilmekte ve aslında
etimolojik olarak aynı kökten gelen bu iki kelimenin genel olarak da farklı
anlamlara geldiği gibi bir yaklaşım ortaya konulmaktadır.

O halde Said Nursî’nin müdafaa tarzı konusunda fikir yürütürken,
bu özelliklere dikkat edilmelidir.

Legal Saldırıların (Ceza Davalarının) Temel Özellikleri

Said Nursî ve Nur Talebelerine karşı açılan davalarda ilk
hareketi başlatan güç, çoğunlukla herhangi bir ceza davasını başlatan legal
güçten farklı olmuştur. Şöyle ki;

Kural olarak savcı, suç işlendiğini ya bir şikayet—ihbar yazısı
(yanlışlıkla dilekçe denir)—üzerine ya da kendisine bağlı bir memura
(polise-jandarmaya) intikal eden bir adli vakıa nedeniyle öğrenir. Bunun üzerine
savcı kendiliğinden harekete geçer, ilk soruşturmayı yapar ve gerçekten suç
işlendiği kanaatine varırsa, suçlu olduğuna kanaat getirdiği kişiyi (suçu değil)
mahkemeye sevk eder ve yargılama başlar.

Dolayısıyla neyin suç olduğu ve kimin ya da kimlerin bu suç
nedeniyle takip edilip yargılanması (yargılanma ızdırabına katlanması)
gerektiği, öncelikle savcının takdirindedir.

Nurculuk konusunda da bazen bu yöntem işlemiştir. Ancak
çoğunlukla uygulamada, hükümetler, bakanlar vasıtasıyla valilere, kaymakamlara,
nahiye müdürlerine ve hatta polis-jandarma komutanlarına kendilerince suç
gördükleri olaylarda suç takibi için kanunsuz ve yetkisiz emirler vermişler ve
bunlar da sicil astlarını yönlendirerek, savcıya-hakime (adliyeye) rağmen
takibat başlatabilmişlerdir.

Savcılar da çoğunlukla, kendilerine rağmen—kendileri istemeseler
de—açılmış olan suç dosyalarını takipsizlikle sonuçlandırmaya cesaret
edememişler ve böylece Nurculukla ilgili davalar, hükümet politikalarının sonucu
olarak gereksiz yere artmıştır.

Bu davalarda son sözü söyleyen hakimler, genellikle adaletli
davranmışlar ve beraat ve iade kararları vermişlerdir. Ancak, hakimlere ve
mükerrer hükümlerine rağmen, yargı dışında başlatılan yargılama süreci bir
baskı, zulüm ve yıldırma aracı olarak kullanılagelmiştir.

Ceza Davalarının Türleri

Said Nursî ve Nur Talebelerine karşı açılmış olan ceza
davalarını, üç grupta inceleyebiliriz: TCK 163’e dayalı davalar, TCK 526’ya
dayalı davalar ve diğerleri.

1. TCK’nun 163. maddesi, 1991’de yürürlükten kaldırılıncaya
kadar, uzun yıllar dindarların ve dine hizmet edenlerin üzerinde bir baskı aracı
olarak kullanılmış ve şöhret olmuştur. Ancak bu maddeye dayanarak açılan dava
adedi ve mahkum olan kişilerin sayıları ile kıyaslandığında, şöhretinin pek de
haklı olmadığı anlaşılacaktır.

TCK 163. madde, birinci ve dördüncü maddelerinde cürüm nevinden
iki ayrı ağır cezalık suç ihdas etmişti. Birinci suç, “laikliğe aykırı olarak,
devletin içtimai ve iktisadi veya hukuki temel nizamlarını, kısmen de olsa dini
esas ve inançlara uydurmak amacıyla cemiyet tesis, teşkil, tanzim veya sevk ve
idare” etmek olup, bu suçu işleyen kimse iki yıldan yedi yıla kadar ağır hapis
cezasıyla cezalandırılır.

İkinci suç, “laikliğe aykırı olarak devletin içtima i veya
iktisadi veya siyasi veya hukuki temel nizamlarını kısmen de olsa dini esas ve
inançlara uydurmak amacıyla veya siyasi menfaat veya şahsi nüfuz temin ve tesis
eylemek maksadıyla dini veya dini hissiyatı veya dince mukaddes tanınan şeyleri
alet ederek, her ne suretle olursa olsun propaganda yapmak veya telkinde
bulunmak”tır. Bu suçu işleyen kimse, bir yıldan beş yıla kadar hapis cezasıyla
cezalandırılır.

Birinci suç olan, laikliğe aykırı olarak bir din devleti düzeni
kurmak amacıyla cemiyet oluşturmak iddiası, Nurcular için ispatı zor bir iddia
olagelmiştir. Zira Said Nursî ve Nur Talebeleri hükümete talip olmak için parti
kurmamışlar, devleti ele geçirmek için organizasyon oluşturmamışlar, hatta
devletin idare biçimiyle doğrudan ilgilenmemişler, sadece demokrasinin ve bunun
sonucu olarak din ve vicdan hürriyetinin uygulanmasını ısrarla talep etmişler,
bunu gerçekleştireceğini düşündükleri için de oylarıyla Demokrat Parti ve Adalet
Partisini desteklemişlerdir.

İkinci suç olan laikliğe aykırı bir rejim için propaganda
iddiası da Nurculuk için aynı gerekçeyle ispatı zor bir iddia olmuştur.

Bu nedenle 163. maddeye dayalı olarak açılan davaların çoğu
beraatle sonuçlanmıştır. Ancak bir kısım davalarda yalancı şahitler ve düzmece
delillerin de yardımıyla Nurculuğun Cumhuriyet karşıtı bir hareket olduğu,
padişahlığı geri getirmeye çalıştığı gibi saçma ve mantıksızca tesbitler(!)
yapılarak, laikliğe aykırı cemiyet kurmak (üye olmak) ya da laikliğe aykırı
propaganda yapmak suçunun işlendiği kanaatiyle mahkumiyet kararları verilmiştir.

Ne yazık ki bu gün kütüphanelerde mutena bir yer tutan bir çok
ceza-özel-hukuku kitabında ve TCK şerhinde 163. madde anlatılırken emsal karar
olarak bu mahkumiyet karaları alınmakta, bu durum da Nurculukla ilgili beraat
kararlarını gölgelemektedir.

Nurculuğun yargılandığı esaslı davalar, bu maddeye dayanarak
açılmış davalardır. Zira bir cemaat olarak Nurcular ve dolayısıyla bu cemaatin
temel fikri olan Nurculuk, bu davalarda tartışılmıştır. İsnat edilen ana suç,
bir fikir etrafında ve bir amaç doğrultusunda bir araya gelmek olunca, bu
“fikrin yasadışı ya da yasaya uygun olması!” da tartışmaya açılmış olacaktır.

Bu aşamada Nurculuk akımının suç olmadığı defalarca tesbit ve
teyid edilmiştir. Beraatlerin ana gerekçesi şudur: Said Nursî ve talebeleri
doğrudan ya da dolaylı bir biçimde devletin rejimini değiştirmeye yönelik bir
hareketin içinde değildirler. Said Nursî’nin yetiştirmeye çalıştığı insan
tipinin çoğalması, toplumun dindarlaşması ve bu da giderek toplumsal sistemin
(devletin) dindarlaşması sonucunu doğurabilir. Bu gidiş laiklik ilkesi ve
dinsizleştirme politikasına aykırı ise de bu dolaylı etkiyi gerekçe göstererek,
salt dini esaslı bir toplumsal gruba ceza vermek, Türk toplumunun “Elhamdülillah
Müslümanım, yaşayamasam da” diyen çoğunluğunun dini yapısına ve anlayışlarına
ters düşer.

Zaten Said Nursî de temelde bu delile dayanmış, yani
çoğunluğun—tam dindar olmasa da buna gayret eden ya da en azından dindarlara
gıpta eden türden—Müslüman olduğu bir toplumda, dindarların sayısını ve
kalitesini artırmayı hedefleyen organize faaliyetlerin illegal cemiyet faaliyeti
sayılamayacağını savunmuş ve başarılı olmuştur. (Said Nursî ve talebeleri
hakkında açılan dört büyük davadan, sırasıyla; Eskişehir davası kısmi
mahkumiyetle, Denizli davası beraatle, Afyon davası genel af nedeniyle dosyanın
takipten kaldırılmasıyla, İstanbul-Gençlik Rehberi davası ise beraatle
sonuçlanmıştır.)

2. TCK’nun 526. maddesi: “Selahiyettar mercilerin emirlerine
riayetsizlik” başlığı altında, kabahat nevinden sulh cezalık bir suç ihdas
edilmiştir. Buna göre “yetkili makamlar tarafından adli işlemler dolayısıyla ya
da kamu güvenliği ve kamu düzeni veya genel sağlığın korunması düşüncesiyle
kanun ve nizamlara aykırı olmayarak verilen bir buyruğu dinlemeyen veya bu yolda
alınmış bir önleme uymayan kimse, eylem ayrı bir suç oluşturmadığı takdirde, üç
aydan altı aya kadar hafif hapis ve bin liradan üç bin liraya kadar hafif para
cezasıyla cezalandırılır.” der.

Nurculuk hakkında açıldığı bilinen bir çok dava, aslında sadece
bu maddeye muhalefetten yürütülmüştür.

Savcıları 163 yerine 526’ya yönelten birinci unsur, 163’ün
Nurculuğu ve Nurcuları mahkum etmeye gerçekten yeterli olmamasıdır. İkinci unsur
ise bir çok olayda 163. maddeye muhalefetin varlığını göstermeye yetecek hiçbir
delilin bulunamamış olmasıdır.

Kanaatimizce iyi niyetli savcılar, 163’ten bilerek uzak
durmuşlar ve genellikle dosyayı takipsizlikle kapatmışlardır. Kötü niyetli
olanlar ise ya yukarıdan gelen baskılar sonucu ya da kendi keyfi arzuları ile
zulmen, hiç değilse yasak kitap bulundurmak suçundan cezalandırılmalarını
sağlamak için, Nurcular aleyhine bu davaları açmışlardır. Ancak Yargıtay’ın
yerleşmiş içtihadı gereğince başka bir dava sonunda suç unsuru taşıdığına karar
verilmiş olsa dahi, bu karar tek başına bir kitabı bulundurmanın suç sayılması
sonucunu doğurmamaktadır. Bu nedenle bu türden davaların dahi büyük çoğunluğu
beraat ve kitapların iadesi ile sonuçlanmıştır.

3. Yukarıdaki iki madde ile ilgili davalar dışında, Nur
Talebeleri hakkında az da olsa, inkılap kanunlarına, basın ile ilgili kanunlara
ve Atatürk’ü Koruma Kanununa muhalefetten çeşitli davalar açılmış ve işin
niteliğine göre beraat ya da mahkumiyetle sonuçlanmıştır. Ancak bu davalarda
doğrudan Nurculuk fikrinin tartışıldığı söylenemez. Dolayısıyla mahkumiyet
kararlarının doğrudan Nurculuk ile ilgili bir etkisi yoktur.

Ayrıca, TCK’nun 146. maddesinde, idam cezası gerektiren ağır
cezalık bir suç olarak düzenlenmiş olan, anayasal düzeni bozmak suçundan dolayı
açılmış bir dava olup olmadığını bilemiyoruz.

Belirtelim ki, incelemelerimiz sırasında tesbit edebildiğimiz
kadarıyla, Nurcular hakkında 1990 yılı öncesinde TCK 312’ye dayanarak açılmış
bir dava da yoktur. Ancak bu konudaki yeni içtihatlarla kendisini gösteren, bu
maddeyi 163’ün ilgasından doğan boşluğu(!)5 doldurabilmek ümidiyle
mülga 163 yerine ikame etme gayretleri, Nurcuların da zaman zaman bu suçtan
dolayı yargılanacaklarını ve hazırlıklı olmaları gerektiğini göstermektedir.*

Said Nursî’nin Savunmada Kullandığı Yöntemler

1. Said Nursî her şeyden önce, ancak bir lidere yakışacak
biçimde, kendisini değil davasını ve dava arkadaşlarını savunmuştur. Bu tarz,
talebelerinin savunmalarına da aynen yansımıştır. Nur Talebeleri, Üstadları ile
olan münasebeti ya da aralarındaki manevi bağı red ya da inkar etmemişler, Nur
Risalelerinin hikmetini veya faydasını her vesileyle zikretmişlerdir.

Nurculuğun önemli dava adamlarından ve avukatlarından Bekir
Berk’in, ilk vekaletini aldığı Nur Talebeleri olan Zübeyir Gündüzalp ve Ceylan
Çalışkan’a “sizi hapisten kurtarmamı mı yoksa fikirlerinizi savunmamı mı
istersiniz” diye sorduğu ve “fikirlerimizi hakkıyla savun, yeter” cevabı üzerine
davayı kendi davası ve fikri olarak benimsediği ve bir Nur Talebesi haline
geldiği, buna güzel bir örnektir.

Bu yönüyle savunmalar, Nurculuğu tanıtmaya yönelik bir
propaganda vasıtasına dönüşmüştür. Hatta bunu gören kimi hakim-savcılar,
yargılama usulü kurallarını ve savunmanın kutsallığı ilkesini hiçe sayarak, bazı
haksız uygulamalarla, mahkemelerde Nurculuk hakkında bilgi verilmesini
engellemeye çalışmışlardır.

2. Said Nursî ve Nurcular, ceza tehdidine önem vermemişler,
davalarda beraat etmeyi, cezadan kurtulmak için değil, öncelikle kamuoyu
nazarında beraat etmenin bir tür ön şartı olduğu için talep etmişlerdir.

Esasen hapishaneye medrese-i Yusufiye namını veren ve gerçekte
de burayı bir irşad ve hizmet zemini olarak kabul eden yaklaşımın, başka türlü
bir müdafaa yöntemini benimsemesi düşünülemezdi.

Nur hizmetinin temelde Nur Risalelerini okumaya ve okutmaya
(neşretmeye) bağlı olduğu ve diğer bütün hizmet yöntemlerinin (araçlarının) bu
asıldan kaynaklandığı nazara alındığında, cezaevlerinin, Nur derslerinin
yapıldığı bir medrese haline gelmesinin, Nur hizmetinin devamı için gerekli ve
yeterli olduğu anlaşılır.

Gerçekten, tarih boyunca hiçbir fikir hareketi, sadece hapis ve
baskı ile engellenememiştir. Zira gönül ferman dinlemediği gibi, akılda ferman
dinlemez. Düşünceye zincir vurulamaz. Fikirler kilit altına alınamaz. Bir fikrin
takipçileri topyekün imha edilmedikçe, hapiste de olsalar, bu fikirler mutlaka
bir vicdanda makes bulur. Bu, ya bir hücre arkadaşı veya bir gardiyan, bazen de
bir hakim ya da savcı olur. Bunun bilincinde olan Nur Talebeleri de hapis ya da
ceza tehdidine önem vermemişlerdir.

3. Savunmalarda asıl amaç beraat etmek değil, bilgilendirmek ve
hatta bir tür propaganda yapmak olunca, “takiyye” yapmaya ihtiyaç duyulmayacağı
da açıktır.

Gerçekten Said Nursî, takiyyeye yabancı bir hizmet metodu ihdas
etmiş ve bunu hem kendisi hem de talebeleri, mahkeme savunmalarında da
sürdürmüştür.

“Takiyye” basın yayın organlarında, kamuoyuna, olumsuz anlam
içeren bir kavram imiş gibi gösterilmektedir. Oysa bu kelime kavram olarak “1.
sakınma çekinme, 2. birinin mensup olduğu mezhebi gizlemesi” anlamına
gelmektedir. Bu anlamda takiyyenin bir savunma yöntemi olarak dinen yasaklandığı
söylenemez.

Ancak Said Nursî bir hizmet metodu gereği olarak, dinen mübah
olan bazı hareketleri talebelerine yasakladığı gibi kendisi de—hediyeyi kabul
etmek, evlenmek6 gibi—bazı sünnetleri, yine hizmetinin bir gereği
olarak terk etmiştir.

Bu kapsamda, Said Nursî’nin dinen yasak olmamasına rağmen
takiyyeden uzak durmasının, kanaatimizce en önemli sebebi, zaten “öküzün altında
buzağı arayan” hasımlarına “ikiyüzlülük” ihtimalini çağrıştıracak bir koz
vermemektir. Zira net bir görüntü hasmı korkutur, dostu ise gerçek bir dost
yapar. Fikirlerin, mahkeme önünde takiyyeyle elde edilmiş bir beraatten çok,
kamuoyu nezdinde ve toplum vicdanında berraklığa ihtiyacı vardır.

4. Said Nursî’nin ve talebelerinin bazı davalarda, bir tür
ajitasyon ya da zımni tehdit içeren bazı ifadeler kullanmış olmasının sebebi
nedir? Örneğin, “Eğer maddî müdafaadan Kur’an menetmeseydi, bu milletin can
damarı hükmünde, umûmun teveccühünü kazanan ve her tarafta bulunan o şakirtler,
Şeyh Said ve Menemen Hadiseleri gibi cüz’î ve neticesiz hadiselerle bulaşmazlar;
Allah etmesin, eğer mecburiyet derecesinde onlara zulmedilse ve Risale-i Nur’a
hücum edilse, elbette hükümeti iğfal eden zındıklar ve münafıklar bin derece
pişman olacaklar.”7

Bu sözler bir tür tehdit sayılabilir. Ancak onun bu sözlerine
rağmen, böyle bir suç isnadı ile hakkında yeni davalar açılmamış olması da
göstermektedir ki, bu sözlerin asıl amacı, mahkemeleri, beraat kararı vermeye
zorlamak amacıyla tehdit etmek değildir.

Gerçekten aksi düşüncenin kabulü, hem Said Nursî’nin müsbet
hareket ve asayişi muhafaza ilkeleriyle hem de mahkumiyetten korkmadığı ve
savunmalarını beraat etmek hedefi (temeli) üzerine kurmadığı tezine aykırı olur.
Nitekim kendisi de “Kur’an menetmeseydi…” diyerek bu gerçeği ifade etmektedir.

Bir başka örnek, Zübeyir Gündüzalp’in Afyon Mahkemesi
müdafaalarından verilebilir.

“Bunun için, sizlerin Bediüzzaman ve Risale-i Nur şakirtlerine
vereceğiniz beraat kararını bütün bir millet bekleşiyor. Eğer Said Nursî,
talebelerine musibet zamanında sabır ve tahammül ve itidal telkin etmemiş
olsaydı; Gönüllü Alay Kumandanı olarak Harbe iştirak ettiği zaman topladığı
talebeleri gibi hürmetkâr olan binler Risale-i Nur şakirtleri, Afyon tepelerine
kuracakları çadırlar içerisinde, Afyon Ağır Ceza Mahkemesinin beraat kararını
bekleyeceklerdi.”8

Bu ifadede de bir tür şartlı tehdit var sayılabilir. Ancak “eğer
Said Nursî, musibet zamanında talebelerine sabır, tahammül ve itidal telkin
etmemiş olsaydı” denilerek ifade yumuşatılmakta ve müsbet bir yöne
çevrilmektedir.

Bu tür ifadelerle, korkması gerekenlerin yüreklerine korku
salındığı açıktır. Ancak bu korkutmanın tehdit niteliği taşımadığı ve suç
sayılmadığı da bir gerçektir.

Said Nursi’nin Savunma Araçları

Said Nursî’nin savunmalarında birinci dereceden muhatapları,
gayet tabiidir ki mahkeme heyetidir. Ancak Said Nursî, duruşma safahatının
devletin ilgili birimleri tarafından yakından takip edildiğini bildiği için,
savunmalarını—özellikle bu dolaylı muhataplarını da hedef alarak—eksik
bilgilenmeyi giderecek ve yanlış anlamayı önleyecek bilgilerle desteklemiştir.

Said Nursî, mahkemeleri etki altına almak amacıyla sözlü savunma
yöntemini her zaman ve etkili biçimde kullanmıştır. Bu esnada bazen sakin, bazen
şiddetli ve hiddetli konuşmuş, hatta bazen duruşmaları bir gövde gösterisine
dönüştürmüştür. Heyet içerisinde hakimler ile savcıyı ayrı değerlendirmiş,
savcının iddia makamında bulunmasının ve karar oylamasında katkısının
olmamasının da etkisi ile savcıya hitaplarında genellikle şiddetli ifadeler
kullanmış, buna karşılık mahkeme heyetine ise heyetin gizli bir ifsat komitesi
tarafından yanıltılmak, iğfal edilmek istendiğini, bu oyunlara alet olmamaları
gerektiğini belirten türden konuşmalarla, ılımlı bir hitap biçimini tercih
etmiştir.

Yazılı savunmalarında ise genellikle daha sakin bir üslup tercih
ettiği söylenebilir. Zira yazılı savunmalar daha ziyade bilgilendirmeye yönelik
olmuştur.

Said Nursî’nin bu tür davalarda, kamuoyu baskısının faydasını da
dikkate alarak, mahkemeleri etki altına almak amacıyla basın organlarından
istifade etmeye gayret ettiğini de biliyoruz.

Yine dolaylı bir etki aracı olarak kalabalık bir dinleyici grubu
ile duruşmalara katılmak da gerek Said Nursî ve gerekse talebeleri ve
avukatları—bilhassa Bekir Berk—tarafından sıklıkla kullanılmış olan bir
yöntemdir.

Dipnotlar

* Bu yazı yazıldıktan sonra Ankara 1 No’lu DGM, muhterem
Mehmet Kutlular’a 312/2-3. maddelerinden 2 yıl 1 gün hapis ve 352 bin lira ağır
para cezası verdi.

1. Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat,
Germany 1994, s. 257-258.

2. Ancak çeşitli davalarda bilimsel mütalaalar ya da
bilirkişi raporları vererek Said Nursî’yi ve cemaatini savunan Sulhi Dönmezer,
Recai Galip Okandan, Selçuk Özçelik, Bekir Sadak, Öztekin Tosun, Uğur
Alacakaptan ve özellikle halen de yazdığı çeşitli bilimsel makalelerde cesaretle
Said Nursî’nin eserlerine atıf yapmayı sürdüren Servet Armağan gibi bilim
adamlarını ve—şimdi çoğu yönden beğenilmese de—Cemal Kutay gibi yazarları bu
vesileyle zikretmek gerekir. (Bkz. Hakkın Müdafaası, Sebahattin Aksakal, Yeni
Asya Yay., İstanbul 1973, s. 91 vd.)

3. Bu tür bir çalışma için Yeni Asya Yayınları arasında
neşredilmiş olan, Av. Bekir Berk’in, Nurculuk Davası, Hakkın Zaferi İçin, Zafer
Bizimdir ve İthamları Reddediyorum isimli eserleri önemli bir başvuru
kaynağıdır.

4. Ancak belirtelim ki bir çok karar, hukuk tekniği
anlamında kaziye-i muhkeme niteliğinde bulunmamakla birlikte, bu kavramın hukuki
tavsifinin yeniden gözden geçirilmesini gerektirecek ölçüde tekrar tekrar dava
açılmakla, haksız uygulamalara da yol açılmıştır.

5. 163. maddenin ilgasının bir boşluk doğurduğu doğrudur.
Ancak Meclisin iradesiyle doğan bu boşluğu, Yüce iradeye rağmen, başka
iradelerin de tesiriyle yargının doldurmaya çalışması, trajikomik bir uygulama
olmuştur.

6. Bkz. Abdülkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat, Timaş
Yay., 3. Cilt, s. 1643.

7. Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya
Neşriyat, İstanbul 1998, s. 352, 482.

8. Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, Yeni Asya Neşriyat,
Germany 1994, s. 472.