Said Nursî, telif etmiş olduğu ve adına “Risale-i Nur” dediği
eserlerinin, “Kur’an’ın bu asra bakan bir tefsiri” olduğunu bildirmektedir. Bu
ifade, aslında Risale-i Nurların vermek istediği mesajların ipuçlarını
göstermektedir. Bu şekilde nitelendirilen bir külliyatın elbette ananevi tefsir
geleneğinden farklı bir metodu olacaktır. Ki, Risale-i Nur eserlerinin Kur’an’ın
bütün ayetlerini değil de bazı ayetlerini tefsir etmesiyle metod farklılığı da
kendisini ortaya koymaktadır. O halde, bu eserler, birinci derecede, bu asırda
insanlığın karşı karşıya olduğu problemlere, sorunlara, Kur’an’a dayalı çözümler
sunma hedefini gütmüştür. Bununla yakından ilgili olan, bin yıldır gedikler
açılmaya çalışan İslam kalesinin surlarını tamir etme hedefi de unutulmamalıdır.
Bu makalenin mevzuu, Risale-i Nur’ların birinci derecedeki hedefiyle ilgili
olacaktır.
Bu konuyu ele alırken, önce “asır” kavramının anlamını
belirlememiz gerekir. Asır yüzyıllık bir zaman dilimini içine almaktadır. Ancak
söz konusu yaşanılan asırda insanlığın karşı karşıya olduğu sorunlar ise, o
takdirde o sorunların hem geçmişe hem de geleceğe bakan yönlerinin olacağı
şüphesizdir. Çünkü o asırda yaşanılan sorunların geçmiş asırlarla bağlantısı
olacaktır. Hele de bu sorunların oluşmaları ve etkileri asırlarca süren fikri,
akli ve ilmi sorunlar olduğu düşünülürse, bu bağlantı daha bariz bir şekilde
ortaya çıkar. O halde, Risale-i Nur’ların ilgilendiği sorunların, kendinden
önceki asırlara kadar uzanan kökleri bulunmaktadır.
Said Nursi’nin yaşadığı asır, sanayi inkılabı ile gelişen
olayların çeşitli şekillerde etkisinin devam ettiği bir asırdır. Bunun yanında
Avrupa’da kilisenin bilime, bilim adamına ve akla değer vermeyişine karşı
duyulan tepkilerin, genel olarak “din, dini inanç ve buna bağlı insani
değerlere” yönelmesiyle şekillenen sosyal ve beşeri bilimlerin, dinsiz ve
inançsız ve insani değersiz bir toplum oluşturma yönündeki gayretlerinin zirveye
ulaştığı, sistemleşerek geliştiği bir asırdır.
Avrupa’da meydana gelen ama İslam dünyasını da derinden
etkileyen bu durumla ilgili yapılan tespitler, Risale-i Nurların ilgilendiği
sorunların da ipuçlarını verecektir.
Bu konuda Erich Fromm’un tesbitleri dikkat çekicidir. Ona göre,
insanoğlu bilimsel hakikatin araştırılması süreci içinde, doğaya egemen olmada
yararlanacağı bilgiye rastladı. Bu alanda büyük başarılar elde etti. Ancak,
tekniğe ve maddi tüketime tek taraflı ağırlık vermekle, kendisiyle ve yaşamla
olan bağını yitirdi. Dinsel inancını ve ona bağlı olan insansal değerleri
yitirince, teknik ve maddi değerler üzerine yoğunlaştı; derin coşkular duyma
yetisini yitirdi. İnsanoğlunun inşa ettiği makine öylesine gelişti ki, onun
düşünme biçimini saptayan yeni bir güç haline geldi.1
Fromm’un tespitlerinden anlaşılan husus, Said Nursi’nin
ifadesiyle, “maddiyatla fazla tevaggulün, maneviyatta gabileşme”yi doğurmasıdır.
Fromm, bu maneviyattaki gabileşmeyi, “dinsel inancın ve ona bağlı insansal
değerlerin yitirilmesi” olarak ifade etmektedir.
Böyle bir sonuca varmada, Avrupalının aklı, “pozitivist bir
akıl” haline getirmesinin büyük rolü bulunmaktadır. Bu pozitivist akıl,
Graudy’nin ifade ettiği gibi, “temel boyutları koparılıp alınmış, kötürüm bir
akıldır. Bu akıl, gayeler problemini hiç ortaya atmaz, sadece vasıtalar
problemiyle uğraşır. Bu yolda bilim bilimcilik, teknik teknokrasi, siyaset de
Makyavelizm şeklinde yozlaşmış, soysuzlaşmıştır. Bilimcilik, bilime tapınmadır.
Bu batıl bir itikat şeklini almıştır. Daha doğrusu bir totaliter gericilik
anlayışıdır. Şu postulata dayanır: “Bilim bütün sorunları çözebilir. Bilimin
ölçemediği, deneyemediği şeyler mevcut değildir. Bu indirgeyici positivizm aşk,
sanatsal yaratıcılık, iman gibi hayatın en yüksek boyutlarını yok sayar.
İşte pozitivist, kötürüm aklın bu “sapmaları”, vasıtaların
bulunmayışından değil, “gayelerin olmayışından” ötürü, dünyayı ölüme sürüklüyor.
Bu sebeple Graudy, bilimi bilgeliğe bağlamakla kalmayıp, bilgeliğin de imana
bağlanması gerektiğini dile getiriyor.2
Erich Fromm’un yitirildiğini söylediği, “dinsel inanç ve ona
bağlı insansal değerler”in yerini, Graudy’nin ifadesiyle, “bilimlerde pozitivizm
ve insani ilişkilerde de bireycilik” almıştır. Bu nedenle de Batı kültürü,
hayata ve tarihe bir anlam ve amaç veremez. Çünkü bilimlerde pozitivizm, “gerçek
bir Allahsızlığa” yol açmıştır. Graudy bir kaç asra damgasını vuran, bu asrı da
derinden etkileyen bu Allahsızlığı ve onun sonuçlarını da dile getiriyor:
“Evrensel olanın, bütün bireysel çıkarlardan üstün tutulduğu
hakiki bir topluluğun canlı prensibi olan tek Allah’ın unutuluşu, sonuçta
vahşice birbirine saldıran bireyler ve grupların çıkar ve ihtiraslarının ve
hakimiyet hırsı ile büyüme tutkularının dizginsiz bir şekilde ortalığı
kaplamasına sebep olmuştur.”3
Graudy’ye göre Batı dünyası yalnızca Allahsız değildir. Aynı
zamanda çok tanrılı, yani putçudur. Her fert, her grup artık bizzat kendi
arzusuna bir Allah’ın niteliğini veriyor. Çünkü her fert ve her grup parayı,
iktidarı, tekniği, cinselliği, milleti, ideolojiyi başlı başına bir gaye, bir
mutlak değer, sahte bir ilah olarak görüyor. Bu konularda öylesine
fanatikleşiyor, öylesine vahşileşiyor ki, diğer her türlü değeri ve yayılmasına
engel olan her insani varlığı acımadan tepeleyip geçiyor.4
Graudy’nin bu tesbitlerini, başka ifadelerle Amerikalı Baptist
papaz Martin Luther King de destekliyor. King’e göre, “Tanrı merkezli bir evren
yerine, insan merkezli bir evren” yerleştirilmeye çalışılıyor. Bu çabalar da
Rönesansla birlikte başlamıştır. Ona göre bu tür düşüncelerin etkisiyle bazı
kimseler, Tanrı’nın hayat gündeminde gereksiz olduğuna inanmışlardır. Laboratuar
yavaş yavaş dinin yerini almaya başlamış, bilim adamları da peygamber ikamesi
olmaya başlamışlardır. İnsanlar artık, “insanın en yüce haline inan. İnsan her
şeyin sahibidir” “ilahi”sini söylemeye başlamışlardır.5
King’in insanların artık, “insanın en yüce haline inan. İnsan
her şeyin sahibidir” sözünü söylemeye başladıklarını ifade etmesi, bilimsel
gelişmelere sebep olan insanın, Allah’ı unutarak, kendisini Tanrı olarak görmeye
başladığını anlatıyor. Aslında bu anlayış, ilahi bir irade olmaksızın da insanın
kendi tecrübe, akıl ve bilgisiyle insanlığı ve toplumu eşitlik, adalet ve sevgi
ilkeleriyle yönetilen bir sosyal düzene kavuşturabileceği tezine dayanır. Ki bu
da hümanist felsefenin en ciddi iddiasıdır. Böyle bir anlayışa göre insanlar,
“insanlığa” inanmalıdır. İnsan henüz böyle bir düzen kurmayı başaramamıştır,
dolayısıyla bunu gerçekleştirebileceği düşüncesi, inancı zorunlu kılmaktadır. Bu
hümanist düşünce, “akıl dışı inanç son derece güçlü olduğu hissedilen, her şeyi
bilen, her şeye gücü yeten bir kuvvete boyun eğmekten, kendi gücünden ve
kuvvetinden ise vazgeçmekten kaynaklanır.” diyerek, bir noktada tek Allah’a olan
inancı da, dünyevi otoriter liderlere duyulan inançla bir tutarak, “akıl dışı
inanç” kategorisine sokmaktadır. Bununla daha çok “kilise”nin kastedildiği
anlaşılmaktadır.6
Ama King’e göre, insanlığa ve bilime inanç, sarsılmıştır. Daha
dün tapılan araçlar, bugün kozmik ölümü içermekte, hepimizi yok olmanın eşiğine
sürükleme tehdidi taşımaktadır.7
Buna göre insanoğlu, geçen süre içinde, Allah’tan başka taptığı
nesnelerin acı tokatlarını yemiştir. Bilime tapmıştır: ama bilim ona atom
bombalarını hediye etmiş, kaygı ve korkuları giderememiştir. Zevk tanrısına
tapmış: zevklerin de geçici olduğunu ve sonunun geldiğini görmüştür. Paraya
tapmıştır: o zaman da sevgi, dostluk gibi şeylerin parayla satın alınamayacağı
ortaya çıkmıştır.8
Bütün bu analizlerden anlaşılan husus, insanlığın son birkaç
asırdır, korkunç bir “cahiliye dönemi” geçirdiğidir. Cahiliyenin en önemli
özelliği, tek Allah inancı yerine putçuluğun yaygınlaşması, bireysel, ailevi ve
toplumsal hayatın da bu inanca göre şekillenmesidir. Hatta Kur’an’ın
belirttiğine göre, cahiliye döneminde insanlar, tıpkı müminlerin Allah’ı sevdiği
gibi putları sevmekte9 idiler. Hatta bu putperestlerin puta
tapmaları, kendi aralarındaki “muhabbet”in bile vesilesi yapılmıştır.10
Cahiliyeden büyük izler taşıyan günümüzde de, insanların adeta put haline
getirdiği bilim, zevk, iktidar, teknoloji gibi nesneler, hem Allah gibi
sevilmekte, hem de insanlar arasındaki sevgi, saygı, ilişkinin de biricik ölçüsü
ve vesilesi haline getirilmektedir.
Said Nursi de, kendi dönemine kadar gelen bütün fen ve felsefe
bilimlerini iyi bilen bir kimse olarak, çağımızda dini dışlayan felsefenin
ortaya çıkardığı insan ve toplum modelini, çok sistematik bir şekilde ortaya
koymaktadır. Onun yaptığı tesbitler, teşhisler takdim ettiğimiz tesbitlerin de
özünü teşkil etmektedir. Ona göre, dinsiz felsefe, insanı ilahlaştırmış,
Firavunlaştırmıştır. Ama bu Firavunlaşan kimseler, menfaati için en alçak
şeylere tapacak kadar “zelil” bir duruma düşebilmektedirler. Buna göre birkaç
asırdır Batıda gelişen dinsiz felsefenin ortaya çıkardığı insan, Allah’a değil,
insana inanan ve tapan, bununla birlikte yalnızca kendi menfaatine olan şeylere
de tapınmaktan kaçınmayan zavallı bir kimsedir. Böyle bir insanın en önemli
özelliklerinden birisi, “lezzet” düşkünü olmasıdır. Diğer bir özelliği de
gururlu gözükmesine rağmen, kendini beğendirmeye çalışan aslında aciz bir zalim
olmasıdır. Böyle bir insanın hayatının gayesi nefsin, midenin ve şehvetin
tatminini sağlamak, şahsi menfaatini milletin, insanların menfaati içinde
aramaktır. Böyle bir kişi aldatıcı ve bencil bir insandır.
Böyle bir felsefenin bireyi sürüklediği bu nokta, topluma da
olumsuz bir şekilde yansımaktadır. Bu felsefe ile “dini inanç, insani
değerler”den yoksun olarak eğitilen fertler, aynı özellikleri taşıyan toplumları
ortaya çıkaracaklardır. Said Nursi’nin bu doğrultudaki tesbitleri, doğrusu
çağımızın toplumsal yapılarını analiz etmektedir. İşte böyle bir toplumda
geçerli olan ilkeler, “kuvvet, menfaat, cidal(çatışma), ırkçılık, nefsin
heveslerini tatmin, insanların ihtiyaçlarını artırmak” gibi hususlardır. Bu
prensiplerin hepsinin de ortak sonucu, toplumda ve milletler, devletler
arasındaki münasebetlerde, “çarpışma ve tecavüz”ün yaygınlaşmasıdır. Ki, Said
Nursi bu yüzden, “beşerin saadetinin selb olduğunu” söylemektedir.11
Bu prensiplerin çağımızda yalnızca iki korkunç savaşa sebep olduğunun bilinmesi
bile, bu prensipleri aşılayan dinsiz felsefenin ve ona bağlı ortaya çıkan diğer
beşeri bilimlerin, nasıl bir yanılgı içine düştüğünü göstermektedir. Bu iki
savaş, diğer bütün huzursuzlukları bir kenara bıraksak bile, dini inanç ve ona
bağlı insani değerlerden yoksun olan bu medeniyetin bütün pisliklerini kustuğu
bir fiili durumdur. İnsanlığı sevgi, kardeşlik, dostluk ve yardımlaşma yerine,
düşmanlığa, çatışmaya ve ölüme sürükleyen durum, herhalde hiç kimse tarafından
tasvip edilecek bir durum değildir.
Elbette, bu çağda dinsiz felsefenin ortaya çıkardığı en önemli
akım, komünizmdir. Komünizm adeta, birkaç asırdır dine ve imana açılan savaşın
bir meyvesi gibidir. Batıda dine ve inanca karşı ilan edilmemiş,
kurumsallaşmamış bir savaş devam ederken, Doğu’da bütün dinlere ve inançlara
devletler eliyle büyük bir savaş açılmıştır. Şimdi her ne kadar Doğu Bloku
çözülmüş gözükse de, dinsizlik rejimlerinin açtığı yaralar, kanamaya devam
etmektedir.
Bütün bu akımların etkisiyle—yine Said Nursi’nin
tespitiyle—herkeste “hayatı güzelce yaşamak, medeniyet fantaziyeleriyle
kendisini oyalamak, nefsi ve şehveti tatmin etmeye çalışmak” yaşamanın tek
gayesi haline gelmiştir. İnsanın terakkisinin, kemale ermesinin ancak, “hayat-ı
dünyeviyenin bütün inceliklerine girmek ve zevklerin her çeşitlerini, hatta en
süflisini tatmak için bütün letaifini ve kalb ve aklını nefs-i emmareye yardımcı
vermek”le12 mümkün olacağı fikri her tarafa yayılmıştır. Dini inancın
ve ona bağlı insani değerlerin kontrolünden çıkan insanlar, artık “hayvan gibi”
yaşamayı arzu ederken, onları taklit eden ve sahip oldukları dini değerleri bir
kenara iten kimseler de, “ecnebi dinsizleri gibi” yaşamak istemektedirler. İşte
bütün bunların sonunda “anomi” ve “anarşi”, başıbozukluk, ahlaksızlık gibi
toplumsal hastalıklar gittikçe yaygınlaşmıştır.
Filozoflar bir taraftan din ile ahlak arasındaki bağlantıyı
çeşitli metodlarla keserken13 diğer taraftan özgürlük fikri, ifrat
bir noktaya ulaşmış, yine insan ile Allah arasındaki bağı kopararak, “insanın
efendisi insandır” şeklinde formüle edilen, antik Yunan felsefesine geri dönüşü
sağlamıştır. Bu özgürlük fikri, insanın “kendisi” olması gerektiği mesajını
vermiş, bu da kendisinden başka, ilahi bir otoriteye bağlı olma fikrini ortadan
kaldırmıştır. Özgürlük fikrinin Allah’ın otoritesine boyun eğmemek şeklinde
geliştiği anlaşılmaktadır. Bu durumda, insan Allah’a inanmakla, özgürlüğünü
yitirir. Çünkü Allah’a inanan Allah’ın dediklerini ifa edecek, bu da o kişinin
“köleleşmesine” sebep olacaktır!
Görüldüğü gibi, bir kaç asırdır etkisi devam eden ve yaygınlaşan
dinsiz felsefi akımların, insanı karşı karşıya bıraktığı en önemli husus, “dini
bir inanç”tan mahrumiyettir. Bu, ahlakın ve insanlar arası ilişkilerin temelini
teşkil etmektedir. Sevgisizliğin, kin ve düşmanlığın yaygınlaşmasının dini
inanca sırt çevrilmesiyle yakından ilişkisi olduğu da söylenebilir.
Elbette ki, temelleri bundan önceki asra dayanan çağımızın
sorunlarını, bütünüyle ifade etmek, bu makalenin sınırlarını aşmaktadır. Ama
yukarıda ifade edilen konular, bu asrın önemli problemleri içinde hatırı sayılır
bir mevkie sahiptir. İşte Risale-i Nur, yalnızca Müslümanların değil, çağımızda
insanlığın içinde bulunduğu ve adeta bunaldığı sorunlara Kur’anî cevaplar
vermeye çalışmıştır.
Risale-i Nurlardaki Mesajların Çağın Problemleriyle İlişkisi
Pozitivist bilimin ve dinsiz felsefe ekollerinin
yaygınlaşmasıyla ortaya çıkan inançsızlığın yerinin bilim ve batıl inançlarla
doldurulmaya çalışıldığı bir vasatta telif edilen Risale-i Nur’un en önemli
mesajının bu konuyla ilgili olması kaçınılmazdır.
Bir Allah inancından uzaklaşmanın İslam dünyasındaki etkileri
biraz farklılık arz etmektedir. Bir tarafta çeşitli dinsizlik akımlarının
tesirinde kalan kimseler bulunurken, diğer tarafta Allah inancı, bir kaç asırdır
yayılan şüphelere karşı mukavemet gösteremeyecek bir durumu ifade eden “taklid”
seviyesinde kalmıştır. Bu sebeple, Başta Ayetü’l-Kübra risalesi ve Sözler olmak
üzere Risale-i Nurlarda, tevhid bütün ayrıntılarıyla, Kur’an’ın işaret ettiği
tarzda, kainattaki varlıklar delil gösterilerek ispat edilmiştir. Risale-i
Nur’un iman konusundaki vurgularının bazı sebepleri Kastamonu Lahika’sında izah
edilirken, daha önce telif edilen eserlerle de mukayese yapılıyor.
Bu izahlara göre, eski mübarek zatların çoğu divanları ve
ulemanın bir kısım risaleleri imanın ve marifetin neticelerinden ve
meyvelerinden, feyizlerinden bahsetmektedirler. Çünkü onların zamanlarında
imanın esaslarına ve köklerine hücum yoktu ve iman esasları sarsılmıyordu. Şimdi
ise köklerine ve erkanına şiddetli ve cemaatli bir surette taarruz var. O
divanlar ve o risalelerin çoğu has müminlere ve fertlere hitap ederler; bu
zamanın dehşetli taarruzunu defedemiyorlar.
Bunu karşılık Risale-i Nur ise, Said Nursi’nin ifadesiyle,
“Kur’an’ın bir manevi mucizesi olarak, imanın esaslarını kurtarıyor. Mevcut
imandan istifade etmeye değil, belki çok deliller ve parlak bürhanlarla, “imanın
ispatına, tahkikine, muhafazasına ve şüphelerden kurtarılmasına “çalışıyor.”14
Risale-i Nurların bu özellikleri, Otuzüçüncü Sözün sonunda da değişik ifadelerle
şöyle dile getirilir:
“İmanı olmayanı inşaallah imana getirir. İmanı zayıf olanın
imanını kuvvetlendirir. İmanı kavi ve taklidi olanın imanını tahkiki yapar.
İmanı tahkiki olanın imanını genişlendirir. İmanı geniş olana bütün kemalat-ı
hakikiyenin medarı ve esası olan marifetullahta terakkiyat verir; daha parlak,
daha nurani manzaraları açar.”15
Said Nursi’nin Mektubat’ta yaptığı bir tesbit de, aslında
Risale-i Nurların mesajlarının özetini ifade ediyor:
“Hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi ‘iman-ı
billah’tır. Ve insaniyetin en ali mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı,
iman-ı billah içindeki ‘marifetullah’tır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en
tatlı nimeti, o marifetullah içindeki “muhabbetullah”tır. Ve ruh-u beşer için en
halis sürur ve kalb-i insan için en safi sevinç, o muhabbetullah içindeki
‘lezzet-i ruhaniyedir. Evet bütün hakiki saadet ve halis sürur ve şirin nimet ve
safi lezzet, elbette, marifetullah ve muhabbetullahdadır. Onlar, onsuz olamaz.
Cenab-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envara, esrara ya
bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakiki tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz
şekavete, âlâma, evhama manen ve maddeten müptela olur. Evet, şu perişan
dünyada, avâre nev-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta; sahipsiz, hâmisiz bir
surette; aciz miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder.
İşte bu avâre nev-i beşer içinde, bu perişan fani dünyada; insan sahibini
tanımazsa, malikini bulmazsa, ne kadar biçare, sergerdan olduğunu herkes anlar.
Eğer sahibini bulsa, malikini tanısa, o vakit rahmetine iltica eder, kudretine
istinad eder. O vahşetgah dünya, bir tenezzühgaha döner ve ticaretgâh olur.”16
Bu ifadeler, Risale-i Nur’un üzerinde odaklandığı üç ana
meseleyi, oldukça veciz ifadelerle ortaya koyuyor. Bunlar; Allah’a iman,
marifetullah ve muhabbetullahtır. Aslında insanın karanlık dünyasını aydınlatan,
onu insan haline getiren, en yüksek mertebeye yükselten de bu prensiplerdir.
Bunlar, Risale-i Nur’daki diğer konulara da rengini veren, zengin ve kapsamlı,
çağdaş insanı içinde bulunduğu ferdi, ailevi ve toplumsal bunalımdan da
çıkarabilecek ulvi prensiplerdir. Birbiriyle yakından ilişkisi olan bu
kavramlar, Kur’an’dan çıkarılmış ve anlamları çağdaş insanın anlayabileceği bir
şekilde bildirilmiştir.
Allah’a İman Noksanlığı ve Risale-i Nur
Said Nursi, bu zamanın imansızlık açısından dehşetini bildirmek
için, “Karşımda müthiş bir yangın var; alevleri göklere yükseliyor, içinde
evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor.” ifadelerini kullanıyor. Buna karşılık
kendisinin de, “o yangını söndürmeye, imanı kurtarmaya koştuğunu” bildiriyor.17
Onun imansızlık probleminin önemini dile getirdiği şu ifadeleri
de dikkat çekicidir: “Dünya büyük bir manevi buhran geçiriyor. Manevi temelleri
sarsılan Garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taun felaketi
gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sari illete karşı İslam cemiyeti ne gibi
çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, batıl
formülleri ile mi? Yoksa İslam cemiyetinin terü taze iman esaslarıyla mı? Büyük
kafaları gaflet içinde görüyorum. İman kalesini küfrün çürük direkleri tutamaz.
Onun için ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum.”18
İçinde bulunduğu asrın fen ve felsefesiyle meşgul olduğunu, bu
hususta en derin meseleleri hallettiğini ifade eden Said Nursi, kendisinin
cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve imanını terennüm ettiğini
bildirerek, “Yalnız Kur’an’ın tesis ettiğini tevhid ve iman esası üzerinde
işliyorum ki, İslam cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün cemiyet
yoktur.”19 demek suretiyle, esas derdinin insanların imansızlık
girdabına düşmesine engel olmaya çalışmak olduğunu dile getiriyor.
Said Nursi, bir taraftan imansızlık cereyanına karşı, iman
hakikatlerini milletin kalbinde yerleştirmeye çalışırken, diğer taraftan da
taklidi olan, yalnızca “Allah vardır ve birdir” diyen, ama imanı her türlü
şüpheden etkilenen insanlara da, “tahkiki iman” mesajları vermektedir. O,
insanların imanlarını taklitten kurtarıp tahkiki yapmanın metotlarını da
göstermektedir. Ona göre “tahkiki” iman kolay kolay selb edilemez. Şeytan
sekerat vaktinde yalnızca akla şüpheler verir. Halbuki tahkiki iman yalnızca
akılda durmuyor kalbe, ruha, sırra ve latifelere sirayet ediyor, kökleşiyor,
şeytanın eli o yerlere yetişemiyor. Öylelerin imanı zevalden mahfuz kalıyor.
İşte Risale-i Nurlar, insanı böyle bir iman derecesine çıkarıyor.20
Said Nursi, bir eserinde taklidi iman için, “tevhid-i ami ve
zahiri” tabiri kullanıyor. Tahkiki iman yerine de, “tevhid-i hakiki” diyor. Ona
göre, tevhid-i ami, “Cenab-ı Hak birdir; şeriki, naziri yoktur. Bu kainat
onundur” demektir. Tevhid-i hakiki ise şudur: “Her şey üstünde sikke-i kudretini
ve hatem-i Rububiyetini ve nakş-ı kalemini görmekle, doğrudan doğruya her şeyden
O’nun nuruna karşı bir pencere açıp, O’nun birliğine ve her şey O’nun dest-i
kudretinden çıktığına ve Uluhiyetinde ve Rububiyetinde ve mülkünde hiçbir
vecihle, hiçbir şeriki ve muini olmadığına, şuhuda yakın bir yakin ile tasdik
edip iman getirmektir ve bir nevi huzur-u daimi elde etmektir.”21
Said Nursi’ye göre bu tahkiki iman ile elde edilen şey,
“marifetullah”tır. Ona göre, en küçük zerreden, en büyük yıldıza kadar her
şeyde, Allah’ın varlığına ve birliğine deliller olduğunu göstermek Kur’ani bir
tarzdır. Kelam ilmi vasıtasıyla kazanılan “marifet-i İlahiye”nin “marifet-i
kamile ve huzur-u tam” vermediğini belirterek, kendisinin bu tarzı eksik
bulduğunu ifade ediyor. Ona göre, “Kur’an-ı Mucizü’l-Beyanın tarzında olduğu
vakit, hem marifet-i tammeyi verir; hem huzur-u etemmi kazandırır ki, inşaallah,
Risale-i Nur’un bütün eczaları, o Kur’an-ı Mucizü’l-Beyanın cadde-i nuranisinde
birer elektrik lambası hizmetini görüyorlar.”
İlmi Kelâm ve Tasavvuf Ekolünden Farklılığı
Said Nursi, ilm-i kelam yanında tasavvuf mesleğiyle alınan
marifetin de, Kur’an-ı Hakim’den doğrudan doğruya, veraset-i nübüvvet yoluyla
alınan marifete nispeten noksan olduğunu bildiriyor. Çünkü tasavvuftaki
marifetullahın bir vesilesi olan vahdet-i vücut, “la mevcude illa hu” diyerek,
bütün kainatı inkar edecek bir dereceye gelirken, “vahdet-i şuhud” ise, kainatı
“nisyan-ı mutlak” altına alıyor. Halbuki ona göre, Kur’an-ı Hakim’den alınan
marifet ise, huzur-u daimiyi vermekle beraber, ne kainatı yokluğa mahkum eder ne
de mutlak nisyanda bırakır. Belki başıbozukluktan çıkarıp, Cenab-ı Hakk’ın
namına istihdam eder. Her şey “mirat-ı marifet” olur. Her şeyde Allah’ın
marifetine bir pencere açar. Said Nursi’ye göre, ilm-i kelam, marifet için çok
uzun bir yolda gidiyor. Adeta uzak yerlerden borularla sular getirmeye benzer
bir metot takip ediyor. Ki, bu metod, “esbabı, nihayet-i alemde teselsül ve
devrin muhaliyeti ile kesip, onunla Allah’ın varlığını ispat etmeye çalışmaktır.
Buna karşılık Kur’an’ın hakiki minhacı, her yerde suyu buluyor, çıkarıyor her
bir ayeti, birer Asa-yı Musa gibi, nereye vursa ab-ı hayat fışkırtıyor.”22
Son yıllarda postmodernist bir arayışa giren Batı dünyasının,
eski Çin ve Hind dinlerindeki mistisizme yönelmesi sebebiyle, İslamiyeti de bu
insanlara “tasavvuf” boyutuyla sunma gayreti içinde bulunanlar göze çarpıyor.
Aslında Said Nursi’nin ifadesiyle Kur’ani bir tarzda gitmeyen, mevcud imandan
istifade cihetine giden, gıda değil, bir meyve mesabesinde olan tasavvuf, tam
olarak İslamiyeti yansıtan bir tarz olmaktan uzaktır. Bu sebeple bu zamanda
İslâm’a bir hizmet yapılacaksa, akılla kalbi birleştiren ve Batıda bir çok
insanın Müslüman olmasına sebep olan Risale-i Nur’ların daha geniş kitlelere
duyurulması ve ulaştırılması elzemdir. Çünkü Risale-i Nur, felsefecilerin içinde
boğulduğu ve felsefenin etkisinde kalan insanların çıkmaz bir yola sürüklendiği
sorunlara, yine Kur’ân’a dayanarak en güzel cevapları hem de “ikna” metoduyla
vermektedir. Tasavvufi eserler, belli bir mertebeye yükselmeden anlaşılması
mümkün olmayan eserler olarak bilinmektedir. Risale-i Nurlar ise her kesimden,
her yaştan, her seviyeden ve her kültürden insanları kendisinden istifade etmeye
çağırmakta, bu çağrıya kulak verenler de onun çağın hastalığına sunduğu
reçetelerden azami derecede istifade etmektedirler.
İşte Said Nursi tasavvuf ve kelam tarzından farklı olarak, çağın
gereklerine ve ihtiyaçlarına göre eserlerini telif ederek, birinci ihtiyacın
iman olduğunu, birinci sorunun imansızlık olduğunu tesbit etmiş, buna göre de
izahlar getirmiştir.
“Bazı muterizler, Risale-i Nur’un kıymetini bir derece kırmak
için demişler: ‘Herkes Allah’ı bilir. Adi bir adam bir veli gibi Allah’a iman
eder.’ diye Nurların pek yüksek ve pek çok kıymetdar ve gayet lüzumlu
tahşidatını ziyade göstermek istemişler.
“Şimdi, İstanbul’da [daha dehşetli fikirde] anarşi fikirli
küfr-ü mutlaka düşmüş bir kısım münafıklar, Risale-i Nur gibi, ekmek ve suya
ihtiyaç derecesinde herkesin muhtaç olduğu iman hakikatlerine ihtiyacı düşürmek
desisesiyle diyorlar ki: ‘Her millet, herkes Allah’ı bilir. O’nu daha yeni ders
almağa ihtiyacımız çok yok.’ diye mukabele etmek istiyorlar.”
Böyle bir itiraz karşısında Said Nursi’nin cevabı imanın da ne
demek olduğunu ortaya koymaktadır:
“Halbuki Allah’ı bilmek, bütün kainatı ihata eden Rububiyetine
ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz’i ve külli her şey onun kabza-i tasarrufunda
ve kudret ve iradesiyle olduğuna kati iman etmek ve mülkünde hiç bir şeriki
olmadığına ve ‘La ilahe illallah’ kelime-i kudsiyesine, hakikatlarına iman
etmek, kalben tasdik etmekle olur.
“Yoksa ‘bir Allah var’ deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata
taksim etmek ve onlara isnad etmek, hatta hadsiz şerikleri hükmünde esbabı merci
tanımak ve her şeyin yanında hazır irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli
emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini
bilmemek, elbette hiçbir cihette Allah’a iman hakikati onda yoktur. Belki küfr-ü
mutlaktaki manevi cehennemin dünyevi tazibinden kendini bir derece teselliye
almak için o sözleri söyler.
“Evet inkar etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır.
“Evet kainatta hiçbir zişuur, kainatın bütün eczası kadar
şahitleri bulunan Halık-ı Zülcelali inkar edemez. Etse, bütün kainat onu tekzib
edeceği için susar, lakayt kalır. Fakat O’na iman etmek, Kur’an-ı Azimüşşan’ın
ders verdiği gibi, O Halıkı sıfatları ile, isimleri ile, umum kainatın
şehadetine istinaden kalben tasdik etmek ve elçileriyle gönderdiği emirleri
tanımak, günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tevbe ve nedamet etmek
iledir. Yoksa, büyük günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o
imandan hissesi olmadığına delildir.”23
Tevhid inancına tahkiki bir tarzda ulaşan bir kimseye Risale-i
Nur’da şöyle seslenilir:
“Allah birdir. Başka şeylere müracaat edip yorulma, onlara
tezellül edip minnet çekme, onlara temellük edip boyun eğme; onların arkasına
düşüp zahmet çekme, onlardan korkup titreme.”24
O halde, Allah’ın birliğine inanan bir kimse, O’ndan başka
hiçbir şeyi ve kimseyi ibadet edecek kadar büyük görmeyecektir. Çünkü O’nun
dışındaki her şey, O’nun sanat eseridir.
Said Nursi’nin yaptığı bu “imani tecdit” vazifesinde en önemli
husus, Kur’ani bir tarzda sunulan tevhid inancının, yani her şeye, “mana-yı
ismiyle değil, mana-yı harfiyle” bakma alışkanlığının insanda bir “tevhidi bakış
açısı” kazandırıyor olmasıdır. İnsan kainattaki varlıklara bu gözlükle baktığı
gibi, her türlü olaylara da bu gözle bakmalıdır. Ki, kalp huzuru ve gönül
rahatlığı, ancak böyle bir bakışla ortaya çıkmaktadır. Bu açıdan İkinci Şua’nın
dikkatlice okunması gerekiyor.
Said Nursi’ye göre, “tevhid ve vahdette cemal-i İlahi ve kemal-i
Rabbani tezahür eder. Eğer vahdet olmazsa, o hazine-i ezeliye gizli kalır.”
Örneğin; “iktidarsız ve ihtiyarsız bir yavrunun imdadına umulmadık bir yerden,
yani kan ve fışkı ortasından beyaz, safi, temiz bir süt göndermek olan cüzi fiil
ise; tevhid nazarıyla bakıldığı vakit, birden bütün yavruların pek çok
harikulade ve pek çok şefkatkarane olan külli ve umumi iaşeleri ve validelerini
onlara musahhar etmeleriyle rahmet-i Rahman’ın cemal-i lâyezâlisi, kemal-i şaşaa
ile görünür. Eğer tevhid nazarıyla bakılmazsa, o cemal gizlenir ve o cüz’i iaşe
esbaba ve tesadüfe ve tabiata havale edilir; bütün bütün kıymetini, belki,
mahiyetini kaybeder.”25
Şualarda, bahsi geçen yerde, bütün hastalıklardan şifa bulmaya,
dalaletin müthiş manevi elemini hisseden bir adama hidayet ihsan edilmesine
tevhid nazarıyla bakıldığı gibi, Kainata da tevhid nazarıyla bakılmaktadır. Said
Nursi bu eserinde, kainatın kemalatının, mevcudatın ulvi vazifelerinin,
masnuatın yaratılış neticelerinin, kıymetlerinin, bu alemdeki ilahi maksatların,
zihayat ve zişuurların yaratılış hikmetlerinin anlaşılması tevhid sırrıyla
mümkündür diyor. Aynı zamanda tevhidi bakışla, bu dehşetli değişimler içinde
kahharane fırtınaların hiddetli, ekşi simaları arkasında rahmetini ve hikmetin
güler, güzel yüzleri görünür ve fena ve zevalde kaybolan mevcudatın neticeleri
ve hüviyetleri ve mahiyetleri, ruhları ve tesbihatları gibi çok vücudları
kendilerine bedel şehadet aleminde bırakıp, sonra gittikleri bilinir.26
Yine Nursi’nin ifade ettiği gibi, insana da “vahdet sırrı” ile
bakılmalıdır. O takdirde insan, bütün kainat içinde büyük bir kemal sahibi ve
kainatın en kıymettar bir meyvesi ve mahlukatın en nazenini, en mükemmeli,
zihayatın en bahtiyarı, en mesudu, Allah’ın muhatabı ve dostu olabilir. Hatta
bütün “kemalat-ı insaniye ve beşerin bütün ulvi maksatları tevhid ile bağlıdır.
Eğer vahdet olmazsa, insan mahlukatın en bedbahtı, mevcudatın en süflisi,
hayvanatın en biçaresi, zişuurun en hüzünlüsü, azaplısı ve gamlısı olur.
Çünkü insanın nihayetsiz bir aczi ve nihayetsiz düşmanları,
hadsiz bir fakrı, hadsiz ihtiyaçları bulunmakla beraber, mahiyeti öyle çok ve
mütenevvi alatla ve hissiyatla teçhiz edilmiştir ki, yüz bin çeşit elemleri
hisseder ve yüz binler tarzlarda lezzetleri zevk ederek ister. Ve öyle
maksatları ve arzuları var ki, bütün kainata birden hükmü geçmeyen bir zat, o
arzuları yerine getiremez. Said Nursi’nin ifadelerine göre, insanda şiddetli bir
şekilde bulunan “beka arzusu”nu dünya kapısını kapayıp ahiret menzilinin
kapısını açmaya gücü yetecek olan Allah giderebilir.27
Said Nursi, gençlerden bazılarının, “Biz hayatın her bir çeşit
lezzetini ve keyiflerini tatmak ve tattırmak istiyoruz; bize karışma” demelerine
karşılık, lezzet ve zevk için ölümü hatıra getirmek istemeyen o insanları ikaz
ederken de, “iman nuru” ve “iman sineması” ile yeni bakışlar sunmaktadır. Böyle
bir insan “dalalet” nazarıyla, yani imansız bir bakışla baktığı zaman, bütün
geçmiş zamanı, herkesin içinde öldüğü bir “vahşetli mezaristan” gibi görürken,
“insaniyet alakadarlığı ve dalalet yoluyla” o insanın başına, canlı varlıkların,
insanların ölmesi, yani dünyadan ayrılmaları büyük elemleri yükleyecek, dünyadan
aldığı cüzi lezzeti imha edecektir. Ama insan dalaleti ve sefaheti bırakarak,
iman-ı tahkiki ve istikamet dairesine girip “iman nuru ile” baktığında, geçmiş
zaman her şeyi çürüten bir mezaristan olmaktan çıkıp, baki ruhların saadet
saraylarına girmelerine bir “intizar (bekleme) salonu” olacaktır. İşte bu durum,
ölümlerden elem değil, belki imanın kuvvetine göre Cennetin bir nevi manevi
lezzetini insana dünyada tattıracaktır. Gelecek zaman ise, inançsızlık yüzünden
“madum, karanlıklı, ölü bir vahşetgah” olmaktan çıkacak, “iman gözüyle” Allah”ın
ebedi ziyafet ve sergilerini hazırladığı “ebedi bir saadet sarayı” olarak
görünecektir.28
Buna göre, iman dairesine girip o bakış ile her şeye bakmak,
insana “hakiki ve elemsiz bir lezzet”i bahşetmektedir. İman hakikati,
kendisinden “hususi Cennet” çıkarma potansiyeline sahip çekirdektir.29
Said Nursi’nin sık sık atıfta bulunduğu Dördüncü Mesele, insanda
bulunan en küçük daire olan “kalb dairesinde” en büyük vazife olan iman vazifesi
bulunduğunu, diğer büyük dairelerde ise buna göre derecesine göre küçük
vazifeler bulunduğunu gözler önüne seriyor. Küçük dairedeki görevi ihmal eden,
büyük dairelerin cazibelerine aldanarak malayani ve afaki işlerle “kalb
dairesini” meşgul eden bir kimse, tevhidi bakış açısına sahip olmadığından,
“sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymettar ömrünü kıymetsiz şeylerde
öldürür.”30
Said Nursi, küçük daire olan kalpte bulunan tevhidi iman
bakışının, geniş dairelerde, çoğu zaman hikmetini bilmediğimiz olayları
değerlendirmede de ölçü olması gerektiğini belirtir. Dünyada meydana gelen savaş
gibi büyük hadiselere merak ile bakmanın ancak şu şartlarla mümkün olacağını
söyler. Ona göre, bu tür hadiselere zevkle ve merakla bağlanmak ancak, dünyanın
ebedi olması, o hadiselerin daimi olması, herkese o hadiseden bir menfaat ve
zarar gelmesi, o hadiseye sebebiyet verenlerin hakiki fail ve mucid olması
şartıyla olabilir. Halbuki, o hadiseler havanın fırtınaları gibi geçici
hallerdir, sebebiyet verenlerin tesirleri de pek cüzidir. Onlardaki zarar ve
menfaatin ise her insana uzanması mümkün değildir. Diğer taraftan bu tür
meraklar gaflet de vermekte, insanın hakiki vazifesini de unutturmaktadır. Böyle
umumi mücadele suretindeki hadiseler (İkinci Dünya Savaşı gibi), kalbi de
boğmaktadır. Bu tür hadiseleri değerlendirirken de, “güneş gibi bir iman lazım
ki; her şeyde, her vaziyette, herbir harekette, Kader-i İlahi ve Kudret-i
Rabbaniye’nin izini, eserini görsün, ta o zulm-ü zulmette kalp boğulmasın, iman
sönmesin, akıl, tabiat ve tesadüfe saplanmasın.”31
İşte, Risale-i Nur’da asrın insanını yaralayan, o insanın aciz
ve zayıf olduğunu, her şeye gücü yeten bir Allah’a muhtaç olduğunu
hissettirmeyen inançsızlığa veya tek Allah inancından uzaklaşarak her şeyi İlah
yerine koymaya karşı insanlığa takdim ettiği tevhidi iman, insanın aklına ve
gözüne öyle manevi bir gözlük takmaktadır ki, o gözlükle bakıldığında her şeyin
rengi değişmekte, insan—Kur’an’ın ifadesiyle—“en güzel boya olan Allah’ın
boyasıyla” boyanmış olmaktadır.
Böyle bir boya ile boyanan insan, “Allah’ın merhametinden daha
fazla merhamet, O’nun şefkatinden daha fazla şefkat etmemeyi” öğrenecektir.
Böyle bir tevhidi bakış açısı, müstehaklara gelen afetlerden masumların da
etkilenmelerini değerlendirirken, onlar hakkında gizli bir “merhamet” olduğunu
keşfedecektir. Said Nursi bu bakışla, İkinci Dünya Savaşında çoluk çocukların
öldürülmesini değerlendirirken önemli noktalara temas ediyor:
“O maktul masumlar şehid olup veli olurlar; fani hayatları, baki
bir hayata tebdil ediliyor ve zayi olan malları sadaka hükmünde olup, baki bir
mal ile mübadele olur. Hatta o mazlumlar kafir de olsa, ahirette kendilerine
göre o dünyevi afattan çektikleri belalara mukabil Rahmet-i İlahiyenin
hazinesinden öyle mükafatları vardır ki; eğer perde-i gayb açılsa, o mazlumlar
haklarında büyük bir tezahür-ü rahmet görünüp, Ya Rabbi şükür elhamdülillah
diyeceklerini bildim.”32
Sevgi ve Allah’a İman İlişkisi
Çağımızda Allah’ın var ve bir olduğuna inanmayanların veya Ona
sayısız putları şirk koşanların ve bütün varlıkları tesadüfe havale edenlerin
sevgileri de, put haline getirdikleri olacaktır. Bu tür düşünceler, her türlü
sevginin, tevhidi bakışa göre değil, tapınılan nesnelere, çağdaş putlara göre
boyanması gerektiğini ileri sürmektedir. Buna göre dinsiz felsefenin tesirinde
kalan çağdaş insan, kendini, kendi menfaatini ve lezzet aldığı şeyleri
sevmelidir. Halbuki bu anlayış, insanların kalplerindeki sınırsız sevgi
potansiyelini tatmin etmekten uzak olduğu gibi, insanın insanla, kainatla ve
çevre ile olan ilişkilerini de “seviyesiz, düşmanca” bir hale getirmektedir. Bu
yüzden Said Nursi, tevhidi bakışı sevgi konusuna da yaymakta, çağın bu önemli
sorununu, yine tevhidi yaklaşımla çözmektedir. Bunu anlamak için, Onbirinci
Söz’ün satırları arasında kısa bir gezinti yapmamız gerekecektir.
Onbirinci Söz’de hayatın gayesinin “dokuz emir” olduğunu
belirten Said Nursi, bunlardan birincisinin, “insana verilen duygular
terazileriyle, rahmet-i İlahiyenin hazinelerinde depolanan nimetleri tartmak ve
külli şükretmek” olduğunu belirtiyor. İnsan hayatının ikinci gayesinin ise,
fıtratına yerleştirilen cihazların anahtarlarıyla İlahi Kudsi isimlerin gizli
definelerini açmak ve Allah’ı o isimler ile tanımak olduğuna dikkat çekiliyor.
İnsanın üçüncü gayesi ise, Esmanın insan üzerindeki tecellilerini bilerek,
hayatıyla onları teşhir ve izhar etmek şeklinde ifade ediliyor. Dördüncü gaye,
hal ve kal ile ibadet; beşincisi, İlahi isimlerin cilvelerinin insana verdiği
insani latifeler murassaatıyla bilerek süslenmek ve Allah’ın nazar-ı şuhud ve
işhadatına görünmek; altıncısı, mahlukatın ibadet ve tesbihatlarını bilerek
müşahede etmek, tefekkürle görüp şehadetle göstermek; yedincisi, Allah’ın mutlak
sıfat ve şuunatını bize verilen cüz’i sıfat ve haller ile anlamak olarak
bildiriliyor. Sekizinci gaye, şu alemdeki mevcudatın her birinin kendine mahsus
bir dil ile Halık’ının birliğine ve Rububiyetine dair manevi sözlerini anlamak;
dokuzuncusu da, acz ve zaafın, fakr ve ihtiyacın ölçüsüyle Kudret-i İlahiye ve
Gına-yı Rabbaniyenin tecelli derecelerini anlamak olarak dile getiriliyor.
Said Nursi’nin bu tesbitlerinin özünü, “Allah’ın isimlerini
okuyup anlamak, anlatmak ve izhar etmek” oluşturuyor. Ki hakiki iman dediği şey
de zaten bundan başka bir şey değildir. Bu mevzuun sonunda Nursi, hayatın vazife
tarzını ve suretini de şu şekilde gösteriyor:
“Hayatın, bir kelime-i mektubedir. Kalem-i kudretle yazılmış,
hikmetnüma bir sözdür. Görünüp, işitilip, Esma-i Hüsnaya delalet eder. İşte
hayatının sureti bu gibi emirlerdir. Şimdi hayatın sırr-ı hakikati şudur ki:
Tecelli-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete ayineliktir. Yani bütün aleme tecelli
eden esmanın nokta-i mihrakiyesi hükmünde bir camiiyetle Zat-ı Ehad-i Samede
ayineliktir. Şimdi hayatın saadet içindeki kemali ise, senin hayatının
ayinesinde temessül eden Şems-i Ezelinin envarını hissedip sevmektir. Zişuur
olarak Ona şevk göstermektir. Onun muhabbetiyle kendinden geçmektir. Kalbin göz
bebeğinde, aks-i nurunu yerleştirmektir. İşte bu sırdandır ki, seni ala-yı
illiyyine çıkaran bir Hadis-i Kudsi’nin meal-i şerifi olan, ‘ben semavata ve
zemine sığmam, ancak müminin kalbine sığarım’ denilmiştir.33
Çağın imansızlık sorununa, gerekçeleriyle ve tafsilatıyla,
herkesi ikna edecek tarzda cevaplar veren Nursi, sevginin yanlış yerlerde ve
şekillerde aranması karşısında da Kur’an’dan bağlantılı tezler geliştirmiştir.
Kur’an’da müşriklerin putlara sevgisinden ve onları birbirlerini sevmenin
vesilesi ittihaz edinmelerinden bahsedilirken, müminlerde Allah sevgisinin daha
kuvvetli olduğu belirtilir. Bediüzzaman, bu ayetlerin rehberliğinde, Allah
sevgisinin nasıl olacağının ipuçlarını da yukarıdaki ifadelerde vermektedir. Ona
göre, “hayatın saadet içindeki kemali, senin hayatının ayinesinde temessül eden
Şems-i Ezeli’nin envarını hissedip sevmektir. Zişuur olarak Ona şevk
göstermektir. Onun muhabbetiyle kendinden geçmektir.” Bu ifadeler, sentaksı
içinde bize şunları anlatıyor:
Kalbiyle Allah’a inanan bir insan, aklıyla Kur’ân’ı, kendisini
ve kainatı okuyup, tefekkür yoluyla da O’nu tanımaktadır. Rahman, Rahim, Rab,
Gafur, Afüvv, Settar, Vedud gibi bütün isimleriyle Onu tanıyan bir kimse ise,
yarattığı varlıkları seven ve Ona merhamet eden bir Yaratıcıyı sevme duygusuna
erişecektir. Özellikle insan hayatında tecelli eden Allah’ın isimlerinin
nurları, Onu sevmeye daha fazla sebep olacaktır. Çünkü insan hayatı, diğer
hayatlar içerisinde en değerli hayattır. Zira, bu hayat sahibi varlık, Allah’ın
muhatap olduğu, düşünebilen ve sevebilen bir varlıktır. Bir insanın cansız bir
varlık, bitki veya hayvan olarak değil de aynı elementlerden, bir irade ve kasıt
ile insan olarak yaratılması, kendisine düşünebilen bir akıl, hissedebilen
sınırsız duygular, sınırsız sevgi potansiyeline sahip bir kalp verilmiş olması,
üstelik hayatına lazım olacak bütün maddi ve manevi rızıkların birer sofra
olarak önüne açılmış olması,34 bütün bunları kendisine bahşeden bir
varlığı “sevme” duygusunu insanda uyandıracaktır. Allah’ı sevmek, Ona inandıktan
ve Onu tanıdıktan sonra geldiği gibi, Ona ibadet etmek de, sevgiyle
olabilmektedir. Bu ilişki Said Nursi’nin ifadelerinde derinlemesine izah edilir.
Said Nursi’ye göre, kainatın en cami bir meyvesi olan insanın
kalp çekirdeğine, kainatı istila edecek bir sevgi konulmuştur. Bu nihayetsiz
sevgiye de ancak, nihayetsiz bir kemal sahibi layık olabilir. İnsan bu
sevgisini, hakiki sahibi olan Allah’a verdiği zaman, bütün eşyayı da O’nun
namıyla ve O’nun ayinesi olduğu cihetle ıstırapsız sevebilir. Bu sebeple bu
sonsuz muhabbet, doğrudan doğruya kainata sarf edilmemelidir.
Ama çağımızın insanı, Said Nursi’nin ifadesiyle, “muhabbeti
kendi nefsine sarf etmekte, kendi nefsini kendine mabud ve mahbub yapmakta, her
şeyi nefsine feda etmekte, adeta ona bir nevi Rububiyet vermektedir. Halbuki,
Said Nursi’ye göre, sevginin sebepleri kemal, menfaat, lezzet ve hayriyet gibi
hususlardır. İnsan ise noksan, fakr içinde, kusurlu, aciz bir varlıktır. Ona bu
eksikliklerin verilmesi, karanlığın ışığı göstermeye sebep olması gibi,
“Allah’ın kemal, cemal, kudret ve rahmetini” göstermesi içindir.
İnsan fani olduğu ve hiçbir özelliği de ebedi ve mükemmel
olmadığı için “nefsini sevmek şöyle dursun, ona düşmanlık etmelidir, hatta
acımalıdır, mutmainne olduktan sonra da şefkat etmelidir. Çünkü insan, cüz’i
lezzete müptela ve meftun olan nefsini severse, Allah’ın insana sunmak istediği
sonsuz lezzet ve menfaatleri elinin tersiyle itmiş olur. Bundan dolayı insana,
kendisi bir küçük ışıkla iktifa edip, ahbabını karanlığa boğan yıldız böceği
gibi olmak yakışmaz. İnsan, kendisine ve sevdiklerine bütün nimetleri ve
lezzetleri bahşeden, “Ezeli Mahbubu” sevmek durumundadır. Bu takdirde, bütün
sevdiklerinin saadetlerinden lezzet alır, hem de mutlak kemal sahibi olan
Allah’ı sevmenin sonsuz lezzetini tadar. Zaten ilginç olan nokta, insanın
nefsine olan şiddetli sevgi duygusu, Allah’ın zatına karşı bir “muhabbet-i
zatiye”dir. Ama insan bunu suiistimal edip kendi nefsine sarf etmektedir. Bu
yüzden insan, nefsindeki “ene”yi yırtıp, “hüve”yi göstermelidir.35
O halde bir olan Allah’a inanan ve O’nu tanıyan, her şeyden önce
O’nu sevmelidir. Otuzikinci Söz, bu konuda üzerinde durulması gereken bir
bölümdür. Şu ifadeler, nefsin sevgisinden, Allah’ın sevgisine ulaşmayı açık bir
şekilde anlatıyor:
“Hem de Kur’an’ın hakikati der ki: Ey mümin! Sendeki nihayetsiz
muhabbet kabiliyetini, çirkin ve noksan ve şerur ve sana muzır olan nefs-i
emmarene verme. Onu mahbub ve onun hevesatını kendine mabud ittihaz etme. Belki
sendeki o nihayetsiz muhabbet kabiliyetini, nihayetsiz bir muhabbete layık, hem
nihayetsiz sana ihsan edebilen, hem istikbalde seni nihayetsiz mesud eden, hem
bütün alakadar olduğun ve onların saadetleriyle mesud olduğun bütün zatları,
ihsanatıyla mesud eden, hem nihayetsiz kemalatı bulunan ve nihayet derecede
kudsi, ulvi, münezzeh, kusursuz, noksansız, zevalsiz cemal sahibi olan ve bütün
esması, nihayet derecede güzel olan ve her isminde pek çok envar-ı hüsün ve
cemal bulunan ve Cennet bütün güzellikleriyle ve nimetleriyle, O’nun cemal-i
rahmetini ve rahmet-i cemalini gösteren ve sevimli ve sevilen bütün kainattaki
bütün hüsün ve cemal ve mehasin ve kemalat, O’nun cemaline ve kemaline işaret
eden ve delalet eden ve emare olan bir Zat’ı, mahbub ve mabud ittihaz et.”36
İnsanın başta nefis olmak üzere bir çok şeyi “mabud ve mahbub”
yapmayıp, Allah’ı “mabud ve mahbub” yapmasının gerektiğini bu şekilde dile
getiren Nursi, böylece “iman ile sevgi” arasındaki ilişkiyi dile getirmektedir.
O halde, insanın dünyadaki diğer nesneleri sevmesi mümkün müdür? Nursi’ye göre,
“evet.” Ancak burada da tevhid boyasıyla boyanmış bir sevgi söz konusudur. Zaten
böyle bir yaklaşımın olmadığı durumlarda, diğer nesnelere duyulan sevgi ve
şefkat da “yapmacık ve suri” olmaktadır. Onun için, Nursi, “tadad ettiğin
sevdiklerini sevme demiyoruz. Belki onları Cenab-ı Hakk’ın hesabına ve namına
sev, deriz.” ifadesini kullanıyor. Ve kainattaki her şeyin bu tarzda nasıl
sevileceğini örnekleriyle anlatıyor. Bu örneklerden birincisi, leziz yiyecekleri
ve meyveleri, Cenab-ı Hakk’ın ihsanı ve Rahman-ı Rahim’inin in’amı cihetinden
sevmektir. Ki, bu şekilde bir sevgi, Allah’ın Rahman ve Mün’im isimlerini sevmek
demektir. Şu muhabbetin yalnız nefis hesabına olmadığını ve Rahman namına
olduğunu gösteren nokta, meşru dairede kanaatkârane kazanmak, tefekkür ve
şükrederek yemektir.
Anne-baba sevgisi ile ilgili de şu ifadeler bulunmaktadır: “Hem
peder ve valideyi, şefkat ile teçhiz eden ve seni onların merhametli elleriyle
terbiye ettiren hikmet ve rahmet hesabına onlara hürmet ve muhabbet, Cenab-ı
Hakk’ın muhabbetine aittir. O muhabbet ve hürmet, şefkat, lillah için olduğuna
alameti şudur ki: Onlar ihtiyar oldukları ve sana hiçbir faydaları kalmadığı ve
seni zahmet ve meşakkate attıkları zaman, daha ziyade muhabbet ve merhamet ve
şefkat etmektir.
Said Nursi, ilgili eserde, çocuklara, eşe, enbiya ve evliyaya,
hayata, gençliğe, bahara ve dünyaya sevginin nasıl Allah namına olacağını,
ayrıntılı bir şekilde anlatmaktadır. Onun dünya sevgisiyle ilgili ifadeleri
tevhidi bakış açısını çok güzel yansıtmaktadır: “Hem dünyayı, ahiretin mezraası
ve Esma-i İlahiyenin ayinesi ve Cenab-ı Hakk’ın mektubatı ve muvakkat bir
misafirhanesi cihetinde sevmek—nefs-i emmare karışmamak şartıyla—Cenab-ı Hakk’a
ait olur.
“Elhasıl: Dünyayı ve ondaki mahlukatı mana-yı harfiyle sev.
Mana-yı ismiyle sevme. ‘Ne kadar güzel yapılmış’ de. ‘Ne kadar güzeldir’ deme.
Ve kalbin batınına, başka muhabbetlerin girmesine meydan verme. Çünkü, batın-ı
kalb ayine-i Sameddir ve O’na mahsustur.”37
Said Nursi’nin sevgiyi tevhidi bir boya ile boyamak suretiyle
insanların daha çok mutlu olmalarını, dünya ve ahiret saadetini kazanmalarını
sağlama yönündeki ifadelerinin yanında, insanlar arasındaki düşmanlığın
kaldırılıp, dostluğun, kardeşliğin ve sevginin hakim olması için de yine bu
tevhidi bakış açısını, tevhid boyasını kullandığını görüyoruz. Said Nursi bu
konuyu ele aldığı Yirmiikinci Mektup’ta, bir müminin iman, İslâmiyet ve komşuluk
gibi bir çok masum sıfatları bulunduğu halde, onun bir kötü sıfatı yüzünden ona
düşmanlık ve kin beslemenin yanlışlığına dikkat çekerek, böyle bir davranışın
“gaddar bir zulüm” olduğunu belirtiyor. Buna göre, “mümin, kardeşini sever ve
sevmeli. Fakat fenalığı için yalnızca acır. Tahakkümle değil, belki lütufla
ıslahına çalışır.”38
Ona göre, “Allah için sevmek ve Allah için buğz etmek”
prensipleri, hareket düsturu olmazsa, nifak ve şikak meydana gelir. Bu çerçevede
onun, hasımları bile mağlup etmek için, onların fenalıklarına karşı fenalık
yapılmak yerine, iyilikle mukabele etme gereğine işaret ederek, bunun hasmı da
dost haline getireceğini ileri sürer. Said Nursi’nin Hıristiyanların dindar
ruhanileri ile ittifak edilmesini istemesine de “tevhid” nazarıyla bakıldığı
zaman bir anlam ifade etmektedir. Çünkü o, dinsizlik ve imansızlığa karşı böyle
bir ittifakı önermektedir.
Kısaca, Said Nursi, içinde yaşadığı toplumun en önemli
sorunlarına Kur’ânî çözümler sunarken, insanların pençesine düştükleri en büyük
hastalık olan imansızlığa karşı “dini tevhid inancını” merkeze almıştır. Yani
“ben merkezli” bir toplum yerine, “Kur’an merkezli” bir toplum oluşturma yönünde
büyük gayretler sarf etmiştir. Çünkü insanın kendisiyle, bilimle, çevresiyle,
ailesi ve toplumla münasebetlerinde ortaya çıkan sorunlar hep bu yüzden
çıkmaktadır.
O, hayatın her safhasına damgasını vuran, inançsızlığın veya
inanç zayıflığının üstesinden gelmek için, “Allah’a imanı” ön plana almış, diğer
bütün insani değerleri de Kur’an’ın ön gördüğü şekilde, bu inancın gücüyle
yerleştirmeye çalışmıştır. İşte onun, Onikinci Söz’de, Kur’an’ın hayat-ı
içtimaiyeye verdiği terbiyeyi anlatırken ortaya koyduğu prensipler, böyle bir
tevhid anlayışının ürünü olarak kabul edilmelidir. Çünkü, Allah’a inanan
insanlardan müteşekkil bir toplumda, “kuvvete bedel hak”ka dayanak noktası
olacaktır. Bu tür insanların gayesi de, menfaat yerine, “fazilet ve Allah
rızası” eksenine oturacaktır. Diğer taraftan böyle bir toplum modelinde,
insanlar “çarpışmak” yerine, “yardımlaşmayı” esas alacaklar, grupların
birbirleriyle irtibatlarında da, ırkçılığı değil, dinî, sınıfî ve vatanî bağları
kabul edeceklerdir. Bütün bunlar, ittifak, tesanüt, birbirinin yardımına koşmak,
kardeşlik ve sevgi ve sonunda da iki dünya saadeti gibi sonuçlar doğuracaktır.39
İşte tevhid inancının yerleştiği bir toplum, insanların
birbirlerine düşman olduğu değil, dost olduğu, herkesin birbirinin kuyusunu
kazmak yerine yardımına koştuğu, sevginin esas alındığı, Allah rızasının amaç
edinildiği bir toplum olacaktır.
Elbette ki bizim ele aldığımız hususlar, onun bahsettiklerinin
yanında çok az bir yer işgal etmektedir. Bu konuda çok daha geniş ve kapsamlı,
aynı zamanda akademik çalışmalara ihtiyaç duyulduğu da bir vakıadır.
Dipnotlar
1. Fromm, Erich, Umut Devrimi, çev: Şemsa Yeğin, Payel
Yayınları, İstanbul 1995, s. 16.
2. Graudy, Roger, İslam ve İnsanlığın Geleceği, çev: Cemal
Aydın, Pınar Yayınları, İstanbul 1996, s. 122.
3. A.g.e., s. 168.
4. A.g.e., s. 169.
5. King, Martin Luther, Sevginin Gücü, çev: Belkıs Çorakçı
Dişbudak, Arda’s Yayınları, İzmir 1995, s. 139.
6. Fromm, Erich, Erdem ve Mutluluk, çev: Dr. Ayda Yörükan,
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, tarihsiz yy., s. 227-241.
7. King, Martin Luther, Sevginin Gücü, s. 139, 166-167.
8. A.g.e., s. 145.
9. Bakara:2/165.
10. Ankebut: 29/25.
11. Nursi, Said, Sözler, Sözler Yayınevi, İstanbul 1980, s.
119.
12. Sözler, s. 291.
13. Din ile ahlak arasındaki ilişkiyi kesenler arasında
Freud ve Kant sayılabilir. Freud. dini “bir nevroz” olarak tanımlayarak, dinin,
ahlakı son derece sallantılı bir zemine oturttuğunu iddia etmektedir Ona göre
ahlak ölçülerinin geçerliliği, bunların Tanrı buyruğu olmalarına dayanıyorsa,
ahlakın geleceği de Tanrı inancına bağımlı olacaktır. Freud, dinsel inancın
zayıflama sürecinde olduğu varsayımını benimsediği için din ile ahlak arasındaki
bağlantıyı sürdürmenin, ahlaksal değerlerimizde yıkıma neden olacağını belirtmek
zorunda kalmıştır. (Erich Fromm, Psikanaliz ve Din, çev: Şükrü Alpagut, Kabalcı
Yayınları, İstanbul, 1990, s. 22-23.) Diğer taraftan Kant da, Allah’a inanmanın
ahlakiliği değil, ahlak kurallarının Allah’ı gerektirdiğini söyleyerek, bir
şekilde ilahi dinlerdeki ahlak anlayışına karşı bir görüş serdetmiş, din ile
ahlak arasındaki bağı koparmıştır.
14. Nursi, Said, Kastamonu Lahikası, Sinan Matbaası,
İstanbul 1960, s. 19.
15. Sözler, s. 644.
16. Mektubat, s. 204-205.
17. Nursi, Said, Tarihçe-i Hayat, Sözler Yayınevi, İstanbul
1976, s. 553.
18. A.g.e., s. 553.
19. A.g.e., s. 553.
20. Kastamonu Lahikası, s. 15-16.
21. Sözler, s. 272.
22. Mektubat, s. 306-307.
23. Nursi, Said, Emirdağ Lahikası I, Sinan Matbaası,
İstanbul 1959, s. 199-200.
24. Mektubat, s. 205.
25. Nursi, Said, Şualar, Çelçut Matbaası, İstanbul, 1960, s.
7.
26. Şualar, s. 10-11.
27. Şualar, s. 13-14.
28. Nursi, Said, Asa-yı Musa, Sözler Yayınevi, İstanbul
1978, s. 16-17.
29. A.g.e., s. 17.
30. Asa-yı Musa, s. 20.
31. Emirdağ Lahikası I, s. 56-57.
32. Nursi, Said, Kastamonu Lahikası, Sinan Matbaası,
İstanbul 1960, s. 44-45.
33. Sözler, s. 114-116.
34. Said Nursi, Yirmidördüncü Sözde, insana verilen
nimetleri orijinal ifadelerle anlatmaktadır. Ona göre, insana vücudunu veren
Allah, ona “iştihalı bir mide” verdiğinden, Rezzak ismiyle bütün yiyecekleri bir
nimet sofrası olarak onun önünde açmıştır. İnsana hassasiyetli bir hayat vermiş,
o hayatın da mide gibi rızkını halk etmiştir. Diğer taraftan, göz kulak gibi
bütün duygular eller gibidir ki, zemin yüzü kadar geniş bir nimet sofrası o
ellerin önüne konulmuştur. İnsaniyet de bir “mide” gibidir ki, mülk ve melekut
alemi gibi geniş bir nimet sofrası, o insaniyet midesinin önüne ve aklın eli
yetişecek tarzda açmıştır. İnsana bahşedilen İslamiyet ve iman da, “mümkinat
dairesi ile birlikte, Esma-i Hüsna ve Sıfat-ı Mukaddese’nin dairesine şamil
“nimet, saadet ve lezzet sofrası” açılmıştır. Sonra imanın bir nuru olan
“muhabbeti” vermekle sonsuz bir “nimet, saadet ve lezzet” sofrası verilmiştir.
İnsan, bu durumda, cismaniyet olarak küçük, zayıf, aciz, zelil, kayıtlı, mahdut
bir cüz’iken, O’nun ihsanıyla cüz’i bir cüz’den külli bir küll-ü nurani hükmüne
geçmiştir. Zira hayatı vermekle, cüz’iyetten bir nevi külliyete; ve insaniyeti
vermekle hakiki külliyete; ve İslamiyeti vermekle ulvi ve nurani bir külliyete;
ve marifet ve muhabbeti vermekle muhit bir nura insanı çıkarmıştır. (Sözler, s.
333.) İşte bütün bu nimetlerin hepsi, Allah’ı bilmeyi, O’nu sevmeyi, O’na ibadet
etmeyi gerekli kılmaktadır.
35. Sözler, s. 331-333.
36. Sözler, s. 595.
37. Sözler, s. 596-598. Ayrıca daha fazla tafsilat için aynı
eserin, 599-607 arasındaki sayfalarına bakınız.
38. Mektubat, s. 243.
39. Sözler, s. 119-120.