I- Nübüvvet ve İnsan

Evrende (kâinât) birçok şey insan içindir. Güneş, nükleer enerji
depomuz; mevsimler, gayb hazinesinden rızkımızı getiren vagonlarımız; dünya ise,
insanın hizmetine musahhar kılınmış itaatkâr bir neferdir. Gökyüzünün lâmbası
olan ay, insanlığın takvimi; arzın derinliklerine depolanmış madenler, bizim
ihtiyaç stoklarımız ve sırlarını henüz keşfedemediğimiz yağmur, semadan
canlıların hizmetine koşan bir hizmetçidir. Yüzlerce maksat için kullandığımız
bitkiler, küremizin havasını zararlı gazlardan arındıran oksijenli taraklarımız;
hayat gerçeğinin, kendisiyle anlam kazandığı su, mücessem bir rahmet eseri;
Cenab-ı Hakk’ın yüzlerce isim ve sıfatını apaçık yazılarla bize okutturan
toprak, gıdalarımızın pişirildiği muhteşem bir kazandır.

Hârikulâde nimetler içinde yüzen insan ise, diğer eşya ve
hayvanların kumandanıdır. Akıl ve şuur sebebiyle, diğer eşya ve hayvanlar
üzerinde tasarruf yetkisini kullanır.

Âlemi dolduran şu nimetlerin hangisi insanın iktidarına
bağlıdır? Zira hangi nimet olursa olsun, insanın o nimetin var kılınmasında pek
rolü yoktur. İnsana düşen vazife bu nimetlerden istifâde etmektir. Çünkü,
insanın zekâsı ve teknoloji ne kadar ileri gitse de, hiçbir şeyi yoktan var etme
gücüne sahip değildir. O, sadece, gizli bir kudretin cömert bir şekilde insanın
önüne koyduğu bu nimetler arasındaki ilişkiyi fark etmek, “yoktan yaratılanları”
bir araya getirmek, ayırmak ve onlar üzerinde kısmî bir tasarrufta bulunma
imkanına sahiptir.

Aslında insan âcizdir. Gözle görülmeyen bir mikrop, sağlam
zannedilen insan vücudunu alt edebilir. İnsanlar bir araya gelip, en yüksek
teknolojiyi kullansalar da bir damla suyun orijinalini ortaya çıkaramazlar.
Hayat için gerekli elemanlardan, sadece toprağın yokluğunu düşünün; bu durumda,
hiçbir nimet üretilemezdi. İnsan, çoğunlukla varlığını fuzûlî ve basit gördüğü
sinek kanadını bile meydana getiremez. İnsanın çaresiz kaldığı gerçeklerin en
dehşetlisi de, ayrılık ve ölümdür. Öyle ki, insan o nimetleri bazen canından çok
sever. Dünyaya “taparcasına” bağlanır. Sevdiklerinden, ebedî ayrılış
olmayacağını sanır.

İnsanın gerçek mahiyeti âcizlik hamuru ile yoğrulmuştur. Fakat
mahlukatın da kumandanıdır. Evrendeki her şey neticeleri itibariyle insana
hizmet eder. Peki, bunca değer verilen ve kendine masraf edilen insanın vazifesi
nedir? Nereden gelip, nereye ve niçin gitmektedir? Bu dünyadaki işlerinden
hesâba çekilecek midir? Yoksa, ölümle toprak olmaya mı terk edilecektir? Eşya
üzerinde kumandanlık vazifesini yürüten insan, ölüm karşısında hayvanlar ile
aynı akıbete mi maruz kalacaktır?

Buna benzer binlerce sorunun cevabı insanlık tarihi boyunca
araştırılmıştır. Bu problemlere iki ayrı yönden yaklaşıldığı görülmektedir:
Vahiy ve akıl. Vahiy yolu, Peygamberlerin Allah’tan aldıkları bilgiler ile bu
tür problemlere çare önerdikleri bir metoddur. Akıl yolu ise, genellikle Allah’ı
düşünmeden, insanın kendi gücüyle bu problemlerin üstesinden gelme çabasına
girmesidir.

Vahiy yolunu problemlerin çözümünde çare olarak görmek, insan
aklını tamamen devreden çıkarmayı da gerektirmez. Bilâkis, vahyin de kendi
içinde akıl ölçüleri ile uyuşan belirli sistemi; anlaşılabilir, makul bir yapısı
vardır. Ancak, bazı insanlar vahyi hiç dikkate almadan, sırf akılla bu
problemlerin altından kalkmaya çalışmıştır. Yunan düşünürleri ve bunların
tesirinde kalan bazı İslam filozofları gibi. Burada anlaşılmasında zorluk
çekilen bir mesele vardır: Vahiy ve aklın sınırları nerede başlayıp, nerede son
bulmaktadır? İnsan hangi meseleleri vahiyden, hangilerini akılla öğrenmelidir?
Akıl ile vahyin örtüştükleri noktalar var mıdır, yok mudur? Bu hususlar Kelâm
ilminde, Nübüvvetle ilgili konular içinde incelenmektedir.

İnsanlık tarihinde, en ilkel kabileler arasında bile yanlışları
ile birlikte bir Uluhiyet inancı var olagelmiştir. İnsanlar yüce bir Yaratıcının
varlığını mutlak anlamda hiç bir zaman inkâr etmemişler. Şu kadar var ki, kabul
edilen Uluhiyetin özellikleri, sahip olduğu sıfatlar konusunda, yanlışlara
düşmüşlerdir. Hatta, Kur’an’ın nâzil olduğu esnada, Arap müşrikleri bile
Allah’ın varlığını inkâr etmiyordu. Putları, insanlarla Allah arasında
yakınlaştırıcı birer vasıta olarak görmekteydiler. Bu itibarla, insanlık kültür
tarihi ve sosyoloji açısından, “insanların bir dine bağlı olması temel bir
kural, dinsizlik ise kuraldışı bir harekettir. İslâm’ın fıtrat dini olması da,
bu gerçeği teyid etmektedir.”1

Kanaatimizce, din ve Uluhiyet konusunda yanlışları ile birlikte
bir ittifak varken, nübüvvet konusu bundan farklıdır. Çünkü nübüvvet, kabul
edilen Uluhiyetle kulluk ilişkisini düzenleyen bir kurumdur. Bu kurumun
varlığının kabul edilmesi veya reddedilmesi bir takım aklî ve mantıkî kıyaslar
ile mümkündür. Nübüvvet kurumunun varlık ve imkânı, Uluhiyetin ispatına bağlı
olması sebebi ile de iman esasları içinde kilit noktayı teşkil eder.

II- Peygamberlere İmanın Muhtevası

İmanın temelleri içerisinde, Allah’ın varlığını tasdîk ve ikrar
etmenin ardından, Peygamberlere iman gelir. Hz. Muhammed’e iman ise diğerlerine
göre daha özel bir durumdur. Çünkü, önceki nebîler belirli bir döneme ve kavme
gönderilmişken, Hz. Muhammed (a.s.m.) ise, kendisinin bulunduğu devirdeki
insanlar ve sonrakilere; sadece insanlara değil, cinlere de hitap etmek üzere,
kıyamete kadar Allah’ın nebîsi ve resûlü olarak vazifelendirilmiştir.

Allah, Kur’an’da peygamberlere imanı, kendisine imanla birlikte
zikretmiştir. Geçmiş peygamberlerin arasında bir fark gözetilmemesini istemiş,
onlardan birisine iman edip diğerine iman etmemeyi kendisini inkâr etmekle eşit
saymıştır.2 Çünkü, peygamberlere iman Allah’a imanı ve itaat etmeyi
gerektirir. Bunun aksini düşünmek mümkün değildir. Zira “peygamberlik birisi
tarafından gönderilmiş”3 olmayı, bu da nübüvvetin kabulünü ve
Allah’ın gönderici olduğunu netice vermektedir. Resûlün, Allah tarafından
gönderildiğini kabullenmek ve ona itaat etmek, Allah’a da itaat etmektir.
Aslında, kendine ibadet edilen (ma’bud) gerçek anlamda kendisinden korkulan ve
hoşnutluğu istenen kimse, Allah’tır. Kim risaletin varlığını kabul ederse, o
kimseye, Resûle uymak da gerekli olur. Çünkü Resûlün emirleri onu gönderene
âittir.

Resûlü gönderen Zat’a itâat etmenin bir çok sebebi vardır.
Bunlardan birkaçı şöyle sıralanabilir. O insanı güzel bir kıvamda yaratmıştır.
İnsana hayat ve akıl vermiş; konuşma kabiliyeti ihsan etmiştir. Akıl, Allah’ın
kudret elinin üstünde bir elin bulunmadığını itiraf eder. Onun her şeyin sahibi
oluşu ve kendisine -mutlak anlamda- isyan edilememesi, birine kötülük
dokundurmak istediğinde O’na engel olunamaması… Bunlar gibi yüzlerce sebepten
ötürü insan O’nu ta’zim (en büyük olarak tanımak) etmekle vazifelidir.4
Nübüvvete iman, “Allah’ı her şeyi yaratan ve en büyük varlık” olarak tanımak,
O’na itaat etmeyi kabul etmektir.

Peygamberlik kurumuna imanın muhtevasında şunlar vardır:

Peygamberleri vazifelendirip, diğer insanların içinden seçen
Allah’tır. Allah onları bir “emânetle/vahiyle” gönderir. Allah peygamberi
belirli bir grup, bir millet ya da bütün insanlara vazifelendirebilir. Hz.
Muhammed peygamberlerin sonuncusudur. Ondan sonra bir Nebî ve Resûl
gelmeyecektir. Onun şeriatı da, kıyamete kadar devam edecektir. Hz. Muhammed
insanlara olduğu gibi cinlere de gönderilmiştir. O, cinleri de insanlar gibi
görmüş, vicâhen onlara da Kur’an’ı tebliğ etmiştir. Cinlere göre,
Peygamberliğinin ispatı da ancak böylece mümkündür. Cinler âlemi bizim gözümüze
perdelidir.5

III- Nübüvvetin Gerçekleşme Yolu: Vahiy

Vahiy insanın Allah’a karşı olan yükümlülüklerini yerine
getirebilmesi için, Allah’tan insanlara yol gösterici olarak indirilen bir
rahmet, bir nur, bir şifâdır. Değişik türevleri ile bu kelime Kur’an-i Kerim’de
seksen kadar yerde geçmektedir.6

Kur’an ayetleri, insanların ahlâksızlık, tuğyan (azgınlık),
zulüm ve fesat gibi ahlâkî olmayan bir ortama sürüklendiğinde, Allah’ın şefkat
ve rahmeti gereği peygamberler gönderdiğini bildirmektedir.7 Bu
noktadaki tespit mü’minler içindir. Çünkü mü’min, görünen evrenin ötesinde
görünmeyen (metafizik/ulvî) bir âlemin ve gerçekliğin olduğunu bilir.8
Bu sebeple vahyin de bu yüce âlemlerin Yaratıcısı ve sahibi olarak Allah’tan
geldiğini kalbiyle tasdik, aklıyla kabul eder. Allah peygamberler ile
iletişimini vahiy yoluyla gerçekleştirmiştir. Vahiy genelde vazifeli melek
Cebrail vasıtasıyla gönderilmiş olmakla beraber değişik şekillerde de gelmiştir.

Son nebi olarak Hz. Muhammed’e indirilen vahiy, çan sesi,
meleğin bizzat görünmesi, Cebrailin bir insan suretinde görünmesi gibi yollarla
ulaştırılmıştır. Vahyin en ağır şekli de meleğin görünmeden gelmesiydi. Bu
esnada Hz. Peygamber, yürümekte ise durur, ayakta ise oturur, binekte ise
inerdi. Yüzünden terler boşanır, binek üzerinde bulunursa, hayvan, vahyin
ağırlığından karnı yere yapışacak gibi olur, ayakları zorlanırdı. Allah vahiyle
konuştuğu zaman sema ve arz ehli, bu vahyi zil sesi halinde işitirdi. Vahiy
bittikten sonra yer ve göklerdeki ruhani varlıklar, korkularından birbirlerine,
“Rabbiniz ne buyurdu?” diye sorarlardı. Sema ve yerdekiler, “Allah gerçeği
söyledi” derler. (Sebe’, 34/23)

Vahiy meleği kimi zaman da, güzel bir insan suretinde gelir, bu
esnada Hz. Peygamberle melek arasında hiç bir engel bulunmadan söylenen şeyleri
Peygamberimiz muhafaza ederdi. Bazen, vahye muhatap olma keyfiyetinin kâhinlik
gibi beşerî ve şeytânî hâdiselerden ayrılması için, vahyin muhtevası, bizzat
Allah tarafından ulaştırılmıştır. Allah, vahyi, ilhâm ederek, bir sesi
işittirmek, kalbine mânâları koymak ve rüyasında göstermek gibi değişik
şekillerde vermiştir.9

Vahye muhatap olmak, Allah’ın özel bilgi vermekle, bazı
kimseleri imtiyazlı kılmasıdır. Bu durum, O kimseye (peygamber seçilen) Allah’ın
bir ikramıdır. Nübüvvetin ayrıcalıklı tarafı, vahiy gelmesiyle sözde; mucize ile
de fiillerde görülür. Bu delil ve özelliklerin en yücesi, Musa’ya (a.s.) nasip
olmuştur. O Allah’la konuşmuştur.10

Hz. Peygamberin (a.s.) bir hadiste haber verdiği gibi,11
melek, kimi zaman Peygamberin kalbine Allah’ın kelâmını üflemek şeklinde
ulaştırmıştır. İşitme olmadan, sadece kalbe gelen bu vahyin bir benzeri, şu
âyette görülür: “Onu, insanlara uyarıcı olman için kalbine Cebrail indirdi. Bir
vakit Rabbin meleklere, ‘Ben sizinle beraberim, mü’minlere destekçi olun’ diye
vahyetti.” (Şuârâ, 26/193; Enfâl, 8/16)

IV- Nübüvvetin İspatı

Nübüvvetin akıl yoluyla varlığının ortaya konması (ispatı), sırf
nassla (Kur’an ayetleri, Hz. Peygamberin sünneti) bilinen Sem’iyyat konuları,
ahiret halleri gibi hususların kavranması bakımından önemli bir yere sahiptir.
Kaldı ki, bilgi kaynağı olarak akıl her şeyi bulamaz. Dinin yapılması ve
kaçınılması gerekli hususları akılla tespit edilemez. İnsan akılla Allah’ın
varlığını bulabilir. Fakat, hangi işin (salih amel) Allah’ın hoşnutluğunu
kazandıracağını; hangi hareketin Allah’ın öfke ve gadabına sebep teşkil
edeceğini soyut bir akılla bulmak mümkün değildir. Bu konularda aklına
güvendiğini söyleyen, kesin olmayan (zannî bilgi) şeyle hareket etmiş olur.
Hâlbuki din, kesin bilgilere dayanır. Kesin bilginin kaynağı da başta vahiy ve
onu bize ulaştıran nübüvvet kurumudur. Neticede, Allah ile kul arasındaki
iletişimi temin edecek olan kurumun, tutarlı temellere oturması gerekir. Aksi
halde, her şeyi kendi gücü ile bilmeye kalkışan beşerin, “sönük akıl feneri”,
insanları kısa sürede karanlık vadilere sürükleyebilir.

Düşünce tarihinde Brahmanların, “insan aklının doğruyu ve
yanlışı peygamberlere muhtaç olmadan bulabileceği”12 şeklinde ortaya
attıkları iddia günümüzde değişik isimler altında insanların zihninde varlığını
sürdürmektedir. Bu sebeple, ehl-i sünnet âlimlerinin çoğunluğu, “Allah’ın
peygamber göndermesi mümkündür, akıl bunu kabul eder” demiş, bunun delili olarak
da, “Yüce Allah’tan kullarına emir ve yasakların açıklaması, akılların idrâk
edemeyeceği dünya ve ahiret saâdetine dair hususları onlara bildirmesi muhal
değildir, hatta bu hikmettir” tezini ortaya atmışlardır.13

Bu teze göre, insan şeriatın ahlâk, ibâdet, muâmelâtla ilgili
konularını akılla tespit edemez. Şeriatların bu tarafı, Allah tarafından
kendisine vahiyle peygamberlik vazifesi verilmiş; böyle bir vazifeye layık
görüldükleri mucize ile desteklenmiş kimselerin Allah’tan aldıkları bilgilerle
bulunabilir.

a- Peygamberliğin Tasdiki Olarak Mucize: Peygamberlik
kurumunun ispat edilmesindeki en büyük aklî ve hissî (duyu organlarıyla fark
edilen) delil mucize realitesidir. Mucize bütün dinlerce kabul edilen bir
olaydır.

Evrendeki olaylar bir takım kanun ve sebepler perdesi önünde
cereyan etmektedir. Fen bilimlerinin tespitlerine göre rüzgâr, soğuk ve sıcak
havanın yer değişimiyle meydana gelir. Yeryüzündeki suların güneş ışınları ile
buharlaşıp, yükselerek atmosferdeki soğuk hava kütlesine çarpması yağmur, dolu
ve karı oluşturur. Bitkiler toprağın bağrında su ve ısının tohumları kuşatması
ile yeşermektedir. Boşluğa bırakılan cisim düşer. Ateşin ayrılmaz özelliği
yakmasıdır. Bazı canlılar suda yaşarken bir kısmı da boğulup, ölür. Isınan hava
genleşir…

İçinde bulunduğumuz dünya, tabiat ve kainatta bunlar gibi
yüzlerce kanun sayılabilir. “Bütün bu kanunların, “koyucusu” ve yaratıcısı
Allah’tır. Evrendeki kanunlar mutlak değildir. Bu kanunlar onları yaratan Zatı
sınırlamaz. Aksine O’nun irâdesine tâbidir. Çünkü kanunlar O’nun
uygulamalarıdır. Kanun olan yerde irâde de vardır. Değişmez olan kanuniyet
değil, irâdedir.”14 İrâde sahibi kanunları kendi maksatlarına göre
değiştirebilir, başka türlü bir uygulamayı başlatabilir. Asrımız felsefesi de,
“tabiattaki kanunların değişmez olmadıklarını” yani, “değişebilirlik özelliğini”
kabul eder.15

Mucize, âciz bırakan anlamındadır. Terim olarak mucize,
“Peygamberlik iddiasında bulunan kişinin elinde, davasını doğrulamak üzere,
inkarcıların benzerini getirmekten aciz kalacakları şekilde, âdetin hilâfına
(tabiattaki kanunların zıddına) zuhur eden hârikulâde işlerdir.”16
Peygamberin davasını dolaylı olarak ispat eden kerametler ile mucize arasındaki
fark, kerametin, “ümmetin salih kullarına ihsan edilmesi ve peygamberlik iddiası
olmaksızın meydana gelen fevkalâde olaylar olmasıdır.

Tabiat kanunlarının (Allah’ın sünneti/âdeti) geçerliliğini kısa
bir süre durduran mucize, mâhiyeti gereği müspet ilimler ile izah edilemez bir
nitelik taşır.17 Mucizevî hadiseler akıl ve tabiata hâkim olan
kanunlar ile açıklanmış olsaydı, mucize olmaktan çıkar; tabîîleşir, fevkalâde
olma özelliğini kaybederdi. Mucize’nin bu sebepten “determinizmle uyuşmadığını”
söylemek gerekir. İslâm inancına göre Allah, her an, her türlü hadiseye serbest
iradesiyle müdâhale eder.18 Kur’an kâinattaki kanunların Allah’tan
bağımsız hareket etmediklerini vurgular. Bunun sebebi, insanlığın, tabiatta var
olan nedenselliğe olan güvenini sarsmak değildir. Çünkü insanın dünya hayatını
sürdürebilmesi için, güvenini kazanmış bir nedenselliğe de ihtiyacı vardır.
Allah’ın her işi kendi iradesine göre yarattığını anlatan ayetlerin gayesi,
“hikmet sahibi bir müdebbiri göstermesi gereken nedenselliğin” Allah’ın varlık
ve kudreti önünde bir perde olarak algılanması, O’nu örter duruma
gelebilmesidir.”19

Mucizenin “âdetlerin zıddına bir durum” olması, Allah’la
insanlar arasındaki haberleşmenin kilit noktasını teşkil eden, nübüvvetle ilgili
kesin bir bilgi oluşturmak içindir. Klâsik kelâm eserleri bu sebeple nübüvvetin
ispatı için, ilk olarak kullanılan mucize delilini anlatır. Çünkü mucize,
nübüvvet iddiasıyla ortaya çıkan kimseyle, yalancı kişiyi ayırt edici en açık
bir kriterdir. O, aslında, Allah’ın fiilidir. Meydana geldiği sırada nebinin
dışındakileri acze düşürücü özelliğinden dolayı bu ismi almıştır. İnsanlar hiç
bir hile ile mucizenin benzerini meydana getiremezler.”20

Mucize, diğer insanlardan farkı olmayan birinin elinde ortaya
çıkar. Peygamberliğin delili olması da burada görülür. Sair insanlar gibi
yaşayan bu kişinin, adetlerin üstünde bir hadiseye sahip olması, mucizenin, onun
kudretinin eseri olmadığını gösterir. Başkasının işi (Allah’ın eseri) olan bu
halin, kendi işi olmadığı gibi, diğer insanların işi olması da mümkün değildir.
Mucizeyi yaratan Allah’tır. Mucize meydana geliş şekliyle insanların işine
benzemediği gibi Allah da mahlukatına benzemez. Çünkü Allah, eksik sıfatlardan
münezzehtir. Mucize, Allah’ı ve onun gönderdiği elçisini, risalet kurumunu ve
göndericisini ispat eder. Bu hali ile risalete ve mucizeye iman etmek, Allah’a
imana bağlı olarak meydana gelir.21

Gönderilen hiç bir peygamber mucizesiz değildir. Nebî, davasının
gerçekliğine bu ayetle (mucize) işaret eder. Mucizenin bilinen, yaşanan, normal
şeylerin zıddına bir durum olarak görünmesi, o kişinin peygamberliğinin apaçık
ve kesin bir bilgi sağlayacak şekilde ortaya çıkması içindir. Her nebî, “Şayet
ben Allah’a iftira ediyorsam, siz de bunların benzerini yapın” demiş, kendisinin
yalancı olduğunu iddia edenlere kendisinin gösterdiği gibi bir mucize
getirmeleri konusunda meydan okumuştur (tahaddi). Fakat hiçbir kimse böyle bir
işe muvaffak olamamıştır. Çünkü Peygamberlerin destekçisi ve şâhidi Allah’tır.

Mucize bir topluma gelen iki kişinin, sultanın elçisi olduğunu
iddia etmeleri gibidir. Bu kişilerden birinin isteği ile Sultan, o milletin
huzurunda, o güne kadar süregelen uygulamasını değiştirir. Elçinin isteği ile
sürekli olan bir uygulamayı (âdet) değiştirmesi, oradakilere onun elçiliği
hakkında kesin bir bilgi kazandırmak içindir. İşte mucize de Allah’ın, toplumda
ve tabiatta sürekli olan sünnetini (adetullah, tabiat kanunları) nübüvvet iddia
edeni tasdîk etmeye yönelik olarak değiştirmesidir.22

Yalancı peygamberin elinde mucize görülemez. Çünkü, yalancı
peygamber Allah’a karşı en büyük iftira ve cinâyete cür’et eden kimsedir.
Peygamberlerde olduğu gibi Allah’ın ona mucize vermesi düşünülemez; bu insan
aklına ve Allah’ın hikmetine aykırıdır. “Eğer bazı lâflar uydurup da bize iftira
etseydi, onun sağ elini (kuvvetini) söküp alırdık.” (Hakka, 69/44, 46) âyeti,
yalancı nebinin mucize türünden bir olaya mazhar kılınmayacağını gösterir.
Yalancı birinin elinde mucizeler ortaya çıkmak suretiyle Allah’ın ona yardım
etmesi aklen imkânsızdır. Çünkü Allah, kendisine en ciddî konulardan olan
risalet ve nübüvvet gibi bir hususta yalan ve iftirada bulunan birisini, mucize
ile temize çıkarmaz! Kullar böyle bir şey ile fitneye düşer. Din ve dünya
işlerinde doğru ve yanlışı karıştırır. Bu, Allah’ın insanları, kendi
prensiplerine zıt giden bir kimseye uymaya teşvik etmek anlamına gelir ki, böyle
bir çelişki Allah hakkında imkânsızdır. Allah doğru kişiyi terk edip yalnız
bırakmayacağı gibi, yalancıya da yardım etmez.23

Her nebi, içinde bulunduğu şartlara uygun mucizelerle
donatılmıştır. Sihrin yaygın olduğu Mısır’da, Musa peygamber’e onların sanatıyla
ilgili bir mucize ihsan edilmiştir. Musa’nın (a.s.) sihirbazların sihrini yutan
asası, denizin yarılması gibi mucizeler Kur’an’da anlatılmaktadır. İsa Peygamber
devrinde tıp ilmi rağbette idi. Îsâ’nın (a.s.) babasız dünyaya gelmesi, beşikte
konuşması, ölüleri diriltmesi, alaca hastalığına yakalanmış ve dilsiz kimselerin
onun dokunması ve dua etmesi ile iyileşmeleri, kuş şekli verilen bir çamur
parçasının içine üflemekle kuş olup uçması da onun mucizelerinden bazılarıdır.24

Hz. Peygamberin gönderildiği bölgede, Araplar güzel konuşma
sanatına düşkündü. Söz en tesirli bir silâhtı. İnsanlar bir söz ve şiirin
tesiriyle savaş ya barışa karar verirdi. Araplar, tarihi, örf ve âdetleri,
insanlar arasındaki hadiseleri şiirle muhafaza etmekte idi. Kur’an onların
bildikleri nazım ve şiirin çok yücesinde bir üslûpla geldi. Ne şiir, ne de nesir
onun özelliklerini sınırlayabildi. Bu sebepledir ki, Arapların en belîğ söz
ustaları, Kur’an karşısında secdeye kapanmak zorunda kaldı; Kâbe’nin duvarındaki
altınla yazılmış eserleri kendi elleriyle indirmişlerdi.25 Bununla
birlikte, Hz. Muhammed son nebi olması sebebiyle, geçmiş nebilerin gösterdikleri
bütün mucize türlerinden birer mucize gösterdi. Ayrıca onun mucizelerinin bir
diğer özelliği de, her türlü mahlûkla ilgili ayrı bir delile mazhar kılınmış
olmasıydı. Ay ve güneşle ilgili mucizesi olduğu gibi, yerdeki taş, yanımızdaki
ağaç ve bardağımızdaki suyla ilgili olarak da mucizeler göstermişti.26

b- Toplumsal Adalet ve Fıtrat: Peygamberlik kurumunu
ispat delillerden birisi de insanoğlunun yaratılış itibari ile medenî olmasıdır.
İnsan mutlaka, bir cemiyet içinde yaşama arzu ve ihtiyacındadır. İnsanın
psikolojik ve sosyolojik yapısı; görünen ve görünmeyen duygusal tarafları onun
cemiyete muhtaç olduğunu göstermektedir. İnsanın ihtiyaçları çok çeşitlidir.
Yemek-içmek gibi, arkadaşlığa, evlenmeye, ticaret yapmaya da ihtiyacı vardır.
Fiziki ihtiyaçlarının temininde, kendi çalışması yeterli değildir. Diğer
insanların ürettikleri şeyler ile kendi ürettiği/kazandığını değiştirmekle
hayatını sürdürebilir. Cemiyet hayatına katılan insanın karşılıklı ilişkilerinde
her zaman hak ve adaleti sağlaması mümkün değildir. Kendi ihtiyaçları ve
hislerinin galeyânı, onu sık sık zulüm, adaletsizlik, başkasının hakkını çiğneme
gibi zâlimâne uygulamalara itebilmektedir. Hâlbûki insanın aklı gibi fıtratı da
adâletten yanadır. Hukuk ve adâlet evrensel bir değerdir. İnsanlar arasındaki
adâleti temin edecek, tecavüzleri önleyecek ulvî prensipleri getirenler de
nebilerdir.27

Nübüvvet kurumu cemiyette uyulması gerekli doğru prensipleri
getirmesi açısından gerekli olduğu gibi, insanların bu kaidelere uyabilecek
kıvama getirilmesi (terbiye) noktasından da zaruridir. İnsan hayatını
sürdürebilmek için çok farklı duygu ve kuvvelerle donatılmıştır. Akıl, öfke,
şehvet, korku, sevgi, hırs, bencillik… bunlardan bir kaçıdır. İnsanın hem
kendisine hem de başkalarına karşı, farklı duygular arasındaki dengeyi sağlamak,
zulüm ve haksızlıktan korunmak için sahip olduğu akıl yeterli olmamaktadır.
İnsan önce kendini düşünür. Böyle bir eksiklik, onu ifrat ve tefrite sürükler.
Akıl cerbezeye sürüklenir. Nefis iffet ve hayasını kaybeder… Duyguların
doğruluktan ayrılması ise, nefiste başlayan fesadı, diğer fertler ve cemiyete de
bulaştırır. Topluluk hayatında huzur ve saadet yok olur. Nübüvvet kurumu, bütün
akılların da yaratıcısı olan Allah’tan gelen prensipleri öğrettiği için, insanın
iç ve dış hayatını; insanın başkalarıyla ilişkisini hakkaniyet ve adâlet
dengesin üzerinde tutar.28

c- Peygamberlik ve İnsanların Mazeretleri: İnsan ibâdete
muhtaçtır. Çünkü insanda, bağlanma, fedakarlık, benimseme, kendini yüce bir
hedefe adama, varlığına bir anlam kazandırma gibi duygular vardır. Kendini
kuşatan nimetlere ve sahibine teşekkür etme isteği, iyilik edene minnet duygusu,
kendisini aşmak suretiyle bir ideâl uğrunda hareket etme motifi insanın “kulluk
yapmayı” ruhunun derinliklerinde hissettiği gerçeğini ortaya çıkarmaktadır.
İnsan iki kutuplu bir yaratıktır: Beden ve ruh. Beden fiziki gıdalarla ayakta
kaldığı gibi, ruhun ve aklın gıdası ve ihtiyaçları da ibadetlerdir. İbadeti bir
çok sembolik anlamlar da taşıyan namaz, oruç, zekat gibi fiziki işlerden ibaret
görmek yanlış olur. Allah’ı tanımak, O’na iman etmek bir ibadet olduğu gibi,
O’nun sıfatlarını düşünmek, insanlar hakkında sahip olduğumuz düşünceler de
(sevgi, merhamet, adalet, takdir vb.) ibadete girer. Namaz, zekat gibi maddi
ibadetler dinin en önemli pratik yanını teşkil etmekle birlikte, söz, düşünce ve
fiil gibi ayrı alanlarda da ibadet kavramı geçerlidir.

İnsanların ibadetle ilgili bilgileri ancak “nübüvvet”ten
alabileceğini başta söylemiştik. Kur’an’da buna bir çok ayet işaret eder. Allah,
akılları, bu hususta şüphe kalmayacak şekilde aydınlatmıştır. “Peygamberler,
insanlar adalete sarılıp onunla ayakta dursunlar diye apaçık ayetlerle”
gelmiştir. (Hadid, 57/25) Başka bir ayette de, “Peygamberler, insanların Allah’a
karşı bahane göstermemesi için, cennetle müjdeleyen, cehennemle sakındıran
kimseler olarak” gönderilmişlerdir. (Nisa, 4/165; Taha, 20/134) buyurulmaktadır.

Bunu âlimler, hüsün ve kubuh29 (Allah’ın iyi ve kötü
olarak bildirdikleri) kelimeleriyle anlatmışlardır. İnsan çoğunlukla subjektif
değerlerin merkezidir. Subjektiflik onu yanıltır. Halbuki dinin önerdiği hayat
modeli subjektif değerler üzerine bina edilemez. Objektif değerlere ulaşmak ise
Allah’ın bildirmesi ile ortaya çıkar. İnsanın belirli ölçülerde de olsa güzellik
ve çirkinliği (dinen iyi ve kötü) fark etme melekesi vardır. Fakat bu hususta
yanılmaz ölçüye ulaşmak insanın aklıyla ulaşacağı kadar basit değildir. Çünkü
insan çok değişik tesirler altındadır. İçinde bulunduğu zaman, muhit, hadiseler
gibi insanın düşünce melekesini yanıltan sebepler olabilmektedir. Nübüvvet
kurumu bu açıdan da insana rehberlik yapmaktadır.

d- Uluhiyet Bilgisi ve Nübüvvet: İnsan aklı Allah’ın
varlığını bulabilir. Fakat onun sıfatlarını keşfedemez. Allah’ın zatı hakkında
bize bilgi veren şey, onun sahip olduğu mükemmel isim ve sıfatlarıdır. O’nun
sıfatlarında, Uluhiyetinde, Rububiyetinde, fiillerinde ve kendisine yapılacak
ibadette, vahdâniyet (teklik, birlik) sahibi olduğu ancak nübüvvetle
bilinebilir. Ayrıca, Allah’ın mahlukata benzemediği, (muhalefetün lil havadis;
tenzîhî sıfatlar) hiç bir şekilde yaratılmışların taşıdıkları sıfat ve haller
ile nitelenemeyeceği de, ancak peygamberlerin getirdiği mesajla elde edilecek
bilgi türlerindendir. Kısacası insan, varlığını bildiği Allah’ı doğru düşünmek
ve O’na uygun ibâdet yapabilmek için, Uluhiyetle ilgili hak ve doğru bilgileri
almaya da muhtaçtır. Bunları da nübüvvetten öğrenir.

V- Peygamberlerin Özellikleriyle Nübüvvetin İspatı

Allah’ın seçtiği birer elçi olarak Peygamberler, (Âl-i İmrân,
3/33) mükemmel insanlardır. İnsan taşıdığı nitelikler ile kıymet ifade eder.
Allah’ın emir ve yasaklarını (marziyyat) insanlara ulaştırma vazifesi verdiği
kimselerin, emanetin yüceliği ölçüsünde sağlam karakterli olması gerektiği aklın
bileceği bir husustur.

Akaid kitaplarında peygamberlerin, sahip olduğu sıfatlar
anlatılır. Nebilerin birinci özelliği (ismet) hiç bir günaha bulaşmamış
olmalarıdır. Hz. Âdem’in yasak ağaçtan yemesi ve neticede dünyaya indirilmesi
ise; bütün insanlığın hayra ve şerre olan kabiliyetinin ortaya çıkması gibi bazı
hikmetlere mebnîdir.30 Peygamberlerden nübüvvetleri öncesi ve
vazifeleri esnasında büyük günah asla görülmemiştir.

Diğer bir sıfat da emanettir. Hiç bir peygamber hıyanete
düşmemiş, istikametten uzaklaşmamıştır. Çünkü hâin olan kimse ilâhî sırların
taşıyıcısı olamaz. Sıdk, (doğruluk) da peygamberlerin en önemli
sıfatlarındandır. Yalancılık, emanete ve günahtan korunmuşluk (mâsumiyet) haline
aykırı bir durumdur.

Peygamberler, kavimleri içinde şerefli birer âileden gelir.
Düşük işlerle uğraşan kimselerden değildir.31 Onlar, çağının en
akıllısı, zamanındaki insanların ahlâken en güzelidir. Aksi halde Nübüvvet
kurumuna güven kalmazdı. Elçilik vazifesinden önce bir kusurları var idiyse,
Allah, bunu bi’set sırasında yok etmiştir. Musa’nın (a.s) dilindeki tutukluğu
gidermesi gibi.32

Nebilerin önemli özelliklerinden birisi akıllarının mükemmel
(fetanet) olmasıdır. Onlar, hatadan, delilik ve benzeri arazlardan korunmuştur.
Çünkü, hak ile batılı ayırma, doğru ile yanlışı fark etme âleti akıldır.
Allah’ın emir ve yasak; va’d ve vaid gibi şeyleri emanet etmek üzere seçtiği ve
kendisine melek gönderdiği kimsenin, insanların en akıllısı ve idrâki en parlağı
ve en üstün kişilerden olması gerekir. Çünkü o, Allah’tan aldıklarını insanlara
ulaştıracaktır. İnsan ise, ancak aklının kuvveti ölçüsünde anlayabilir. Akıl, en
yüksek derecede olmazsa, zaafa düşer; kendisine verilen şeyleri korumak ve
ulaştırmakta gerçeğe uygun hareket edemez. Bu sebeple, nebîler vahiyi kabul
etmek, insanlara ulaştırabilmek için mükemmel bir akıl, parlak ve keskin bir
görüşe sahip kılınmışlardır.33

Nebilerin akıl yanında, hafıza gücü de kuvvetlidir. Daha önceden
bir harfini bile işitmedikleri, insanların konuşmaları gibi tanzim edilmemiş
kelâmı, bir kere melekten duyar, insanlara ulaştırana kadar bir harfini bile
karıştırmaksızın korurlar.

Peygamberler sonradan meydana gelen düşünce ve görüşlerinde
hataya düşmezler. Hak ve gerçeğe olduğu gibi isabet ederler.

Nebiler kendilerine sunulan aklî kıyasların hepsini
kuşatabilecek kadar idrak bakımından geniştirler. Onların ulaştıkları kavrayış
seviyesine başkası varamaz. Ümmetini âlimlerinden daha ileri seviyede bir ilim
ve anlayışa sahip kılınmışlardır.34

Başkaları uzak ve yakını aynı derecede göremezken, peygamberlere
mesafe kaydı olmaksızın görebilecek bir göz verilmiştir. Muhammed (a.s.m.) bunu,
“Arz benim için toplandı, batısı ve doğusu gösterildi. Ümmetimin sultan(ları)ı
arzın dürülerek bana gösterilen yerlerine ulaşacak.”35 diyerek ifade
etti. Hz. Peygamber semanın dört bir yanını kuşatmış, alınları secdeye kapanmış
meleklerin ibadet esnasında çıkardıkları sesleri işitiyordu. Yakub (a.s.)
kilometrelerce uzak mesafedeki oğlunun gömleğinin kokusunu duymuştu.36
(Yusuf, 12/94)

Peygamberlerin rüyaları her halde doğru ve gerçeğe uygundur.
Rüyaları birkaç açıdan diğer insanların rüyasından ayrılır. Onların rüyada
gördükleri düzenli ve te’vile imkânı olan şeylerdir. “Kıyamet yaklaşınca
mü’minin rüyası neredeyse hiç yalan çıkmaz. Rüyası en sadık kişi, sözleri en
doğru olandır”37 hadisi, “Nebi yalan söylemez. Yalan söylemeyenin
rüyası da yalan olmaz. Çünkü onlar yalandan korunmuştur. Nebilerin rüyada
gördükleri Allah’tandır. Allah ise yalandan en uzak olandır.” diye
yorumlanmıştır.

Konuyla ilgili Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği bir hadise göre,
Resulullah, kendisinden sonra, nübüvvetten, “mübeşşirattan başka bir şey
kalmadığını” ifade etmiştir. “Mübeşşiratın ne olduğu” sorulunca, “Salih rüyadır”
buyurmuştur.38 Kamil Miras, hadisteki mübeşşiratı, (müjdeleyici
şeyler) muhatabın gönlüne sevinç ve huzur konulması olarak yorumlar, “Halis
mü’minlerin gönülleri rüya ile ilâhî müjdelere ve telkinlere mâkes oluyor”
açıklamasını yapar. Miras, mübeşşiratın ilhamla karıştırılmaması için, “ilham,
Allah tarafından feyz yolu ile kulun gönlüne bir şeyin ilka’ ve telkin
olunmasıdır. Bu vahiye nisbetle enbiyanın rüyası mesâbesindedir. İlham, rüya
gibi, peygamberlerin dışındaki insanlarda da görülür. “İsrailoğulları içinde
Peygamber olmadıkları halde, kendilerine haber ilham olunan (muhaddesun)
bulunduğunu bildiren” Peygamberimiz, ümmeti içinde Hz. Ömer’in (r.a) bunlardan
birisi olduğunu haber vermiştir. K. Miras hadiste geçen, “Muhaddesun, kelimesini
mülhemün, (kendilerine ilham edilenler) şeklinde anlamak gerektiğini ifade eder.39

Rüyanın, nübüvvetin kırk cüz’ünden bir cüz’ olma durumuyla
ilgili Miras, “Rasul-ü Ekremin nübüvvet ve risalet hayatı yirmi üç sene devam
ettiğine göre, rüya yolu ile vahiy, nübüvvetlerinin kırkda biri olur. Bu sebeple
salih mü’minin gördüğü rüya, sıhhat ve isabet itibariyle nübüvvetin kırk altı
cüz’ünden birine muvafık olur. Yoksa nübüvvetten böyle bir cüz’ü bâkidir (devam
etmekte) ve o kuvvette bir ilmî özelliğe sahip olarak devam etmektedir
sanılmamalıdır. Sonra bu zan rüyayı vahiy ve nass derecesine yükseltir, bu da
şeriat konulmasının devamını gerektirir ki, bu çok tehlikelidir. Dînî
prensiplerin istikrarına zıttır” açıklamasını yapmıştır.40

Peygamber rüyada dinin bazı hükümlerini de görebilir. Bu durum,
sadece peygamberlere mahsustur. İnce, kapalı konular peygamberlere rüyada
açılabilir. Bu durum onların akıl, zekâ ve idraklerinin parlaklığındandır.

a- Ahiret Hallerine Vakıf Kılınmışlardır: Nebiler,
Allah’ın bildirmesi ile ahiret nimetlerini, oradaki insanların kötü hallerini
bilirler. Bu durum, onların ümmetine karşı olan şefkat ve merhametini de
artırır. Dünyadaki amellerin uhrevî neticeleri Peygamberlere gösterilmiştir.
Resulullah’a (a.s.m.) Mi’rac gecesinde, faiz yiyen, gıybet eden, insanların
hakkını gasp eden kişinin Ahirette maruz kalacağı azaplar gösterilmiştir. Hz.
Peygamber, cennette Ömer’e (r.a) verilecek olan altından sarayı; evdeki kedisini
ölene kadar aç ve susuz bırakan bir kadın için hazırlanan cehennem ateşini
gördüğünü bildirmiştir.41

VI- Nübüvvet Kurumunun Neticeleri

a- Teknolojinin Temellerini Peygamberler Atmıştır: Mânevî
yükselişin şaşmaz rehberi peygamberler olduğu gibi, insanoğlunun maddî
terakkisinin ilk önderleri ve ustabaşıları da onlardır. Kur’an, Nuh’un, tufan
öncesinde gemiyi Allah’ın “emri ve nezareti altında” yaptığını bildirmekle,
(Hud,11/37) Nuh’un (a.s.) gemicilerin piri olduğunu haber verir. Denizler, ağır
yüklerin en ucuza taşınma vesilesidir. Demirin ve bakırın kendisine yumuşatılıp
Davut peygamber için akıtıldığını haber veren (Sebe’, 34/12) Kur’an, bütün
teknolojinin en önemli gelişmesinden söz etmektedir. Dolayısıyla Davud (a.s.)
hem nebi hem de sanayicidir. Savaştan korunmak için zırh yapmıştır. (Enbiya,
21/80) Hz. İdris terzilerin; Yusuf (a.s.) ise saatçilerin ustabaşısıdır. Cenab-ı
Hak, Hz. Süleyman’a ihsan ettiği, uzun mesafeyi, havada, kısa sürede alma
mucizesi ile insanlığa uçuş mucizesini öğretmiştir.

Sondajla su çıkarma tekniği, Mûsâ (a.s.)’ın asâ mucizesinin
hediyesidir. Âsâ’sını taşa vurmakla, on iki ayrı kabilenin ihtiyacı olan su
kaynaklarının fışkırması, bize bunu öğretmektedir. Bugün, insanlar gelişmiş
sondaj aletleriyle, yerin metrelerce derinliklerine inerek, hayat kaynağı olan
suyu çıkarmakta ve çölleri yeşile çevirme imkânı bulmaktadır.

Süleyman peygamberin yanında bulunan ve semavi kitapların
esrarına vakıf bir alimin uzak mesafedeki Belkıs’ın tahtını ve yanındaki
insanları Süleyman’ın yanında hazır ettiğini bildiren Kur’an; günümüzün
televizyon, uydu anteni, telekonferans, internet ve -henüz gerçekleşmeyen-
eşyanın aynen nakli gibi sistemlere işaret ederek, insanları bunların benzerini
yapmaya teşvik etmektedir. (Neml, 27/40)

Tıp ilmindeki hârikaların ilk örnekleri, Hz. Îsâ’nın mucizevî
eliyle insanlığa gösterilmiştir. Anadan doğma körleri, alaca hastalığını ve
ölüleri Allah’ın izni ile dirilten Hz. Îsâ’nın, mucizelerinin ortak mesajı
şudur: “Ey insan, Benim için dünyayı terk eden bir kuluma iki hediye verdim:
Biri manevî dertlerin dermanı, diğeri de maddî dertlerin ilâcı. Ölmüş kalbler
hidâyet nuruyla diriliyor. Ölmüş gibi hastalar dahi onun nefesiyle ve ilâcıyla
şifâ buluyor. Sen de benim hikmet eczahânemde her derdine devâ bulabilirsin.”
Hikmet eczahânesi tabiattır, bitkiler, ağaçlar, madenlerdir… Şu âyet
günümüzdeki tıp ilminin ulaştığı merhalenin çok daha ilerisini insanlara hedef
olarak gösteriyor.42

b- Medenî Olmayı Öğrettiler: Ahlâk ve muâşeret
kaidelerini bilmeyen insan, cemiyetten uzak, a-sosyal bir hayata mahkûm olur.
Böyleler, yüksek bir ilim sahibi olsa da, mesajını insanlara ulaştıramaz.
İnsanlar duygu ve kaygılarını aşamadıkları sürece iletişimi sağlıklı bir zemine
getiremez. Karşılıklı hoşgörü, doğru fikirlerin ulaşması ve benimsetilmesi için
gerekli stratejiler insanın aniden keşfedeceği psikolojik kaideler değildir.
Peygamberler bu noktada da insanlığın nûmûne-i imtisâli olmuştur.

Allah, Hz. Musa ile Harun’a Uluhiyet davasına kalkışan Firavun’a
gidip yumuşak bir sözle hitap etmeleri; belki böylece Allah’tan korkarak söz
dinleyebileceğini söylemiştir. (Taha, 20/44) Bu ayette ters kutuplar arasındaki
iletişimle ilgili dikkate değer bir metod vardır: Yumuşak sözle hitap etmek.
Peygamberlerin “Allah’ın emrini tebliğ etme” sırasında dikkat ettikleri bu
hususla ilgili, birçok örnek ve âyet vardır. Cenab-ı Hakk Peygamberimize (a.s.)
de, “Kolaylık göster, affa sarıl, iyiliği tavsiye et, cahillerden yüz çevir.”
(A’raf, 7/199) buyurur; “adâletli olmayı, ihsanı, akrabaya iyilikle muâmele
etmeyi” emreder. İnsanlar Hz. Muhammed’in çevresine hilmi sayesinde
toplanmıştır. Kur’an, “katı ve sert davranması halinde çevresindeki insanların
dağılıp gidecekleri” uyarısını yapmıştır.43 (Nahl, 16/90; Al-İ İmran,
3/159) Hilm ile muâmele, merhamet ve şefkatle ve hitap etmek gibi bir çok
iletişim teknikleri bize Peygamberler eliyle getirilmiştir.

c- Aklı Kullanma Yolunu Açtılar: Aklî kıyaslar yaparak
insanlarla en güzel şekilde mücadele etmenin metodlarını bildirmişlerdir.
İbrahim (a.s.) ile Nemrud arasındaki mücadele bunun örneklerinden biridir.
(Bakara, 2/258) Kur’an, tebliğ esnasında, “hikmetle, güzel öğütle ve en güzel
mücadele şekli ile” hareket edilmesini emreder. (Nahl,16/125) İbn Rüşd bu âyete
dayanarak, insanları ikna olma bakımından, hikemî, cedelî ve hatabî olmak üzere
üç tipe ayırmıştır. Hikemî tipe girenler, en üst seviyedeki insanlar olup, kesin
aklî, ilmî ve felsefî deliller ile ikna edilebilir. Cedelî tip ise, karşılıklı
konuşma, cedel/diyalektik sonucunda, bir fikri tasdîk eder. Hatabî ve iknaî
tiplerin ise duygu ve sezgi yönleri daha kuvvetlidir. Bu tür insanlar vaaz,
nasîhat yollu sözler ile gerçeği tasdik ederler.44

Sonuç

Allah insanı evrenin en yüce, şuurlu canlısı olarak yaratmıştır.
Akıl ise insanın yüceliğini fark ettiren bir nimettir. Fizikî ve sosyal
hadiseler arasındaki ilişkileri tespit ederek bir takım umûmî prensiplerin
varlığını keşfetmek, aklın varabileceği sonuçlardır. Bunları müspet ilim, fen ve
teknoloji; psikoloji ve sosyoloji, estetik gibi disiplinlerde görmekteyiz.

Mezkur gelişmeler genelde, insanın bedenî ihtiyaçlarını telâfi
etmeye yöneliktir. İnsanın bir de ruh ve metafizik yönü vardır. Akıl hangi bilim
ve teknikte ne kadar ileri giderse gitsin, ruhun, kalbin, insandaki mânevî
lâtifelerin ihtiyaçlarını örtemez. Peygamberlik, varlığın mânevî boyutu olan
ilâhî âlem ve Allah’la ilişkimizi kuran bir sistemdir. Akıl, gerçek kıymetini,
nübüvvetin getirdiği vahiy nuruyla, varlığımızın ikiz kardeşi olan ruhânî
yönümüzü anlama gayreti ile kazanır. Aksi halde, gökteki güneşin ışığına
gözlerini kapatarak, elindeki sönük fenerle yol almaya çalışan zavallı kişiden
farksız bir duruma düşeriz. Ve minallahi’t- tevfîk…

Dipnotlar

1. Bilmen, Ömer Nasuhi, Muvazzah İlm-i Kelam, Bilmen Yay.,
İstanbul, t.y., s. 50, 51.

2. Halîmî, Ebû Abdullah Hüseyin b. Hasen, Kitabu’l-Minhac fi
Şuabi’l-İman, thk ve nşr: Hilmi Muhammed Fude, Beyrut 1399/1979. Halîmî, (v.
403/1016) Maverâünnehir bölgesi (Cürcan) alimlerindendir. “İman yetmiş küsur
şubedir: En yücesi Allah’tan başka ilah olmadığına iman etmek; en aşağısı da
yoldan (insanlara) eziyet veren bir şeyi kaldırmaktır.” hadisini şerh eden bir
eser yazmıştır. Eserde, mutlak imanın birer yansıması olarak ele aldığı inanç
prensipleri ve itaat fiillerini en yücesinden en alt mertebesine kadar 79 şubeye
ayırarak, her bir şube için ayet ve hadislerden deliller getirmiştir. Halîmî’nin
atıfta bulunduğu ayetler için bkz: Hadid, 7; Bakara, 285; Nisa, 150, 152.

3. Resul kelimesinin iştikakından üretilen bu ifade, Halid
İbn Velid’e aittir. Hz. Peygamber Halid b. Velid’i bazı Arap kabilelerini
İslâm’a davet için gönderdiğinde, onlar, “Bize Muhammed’i anlat” dediler. O da,
“Vecîz mi, uzun mu olsun” dedi. “Vecîz olsun” denince, Halid b. Velid, “O
Allah’ın Resulüdür. Resul de, Göndericinin kudretine göredir” dedi. (Huve
Resulullah-ı ve’r-Resulü ala Kadri’l Mürsili.) Maverdî, A’lamü’n-Nübüvve, 57.

4. Halîmî, age. I, 238.

5. Halîmî, age. I, 247.

6. Albayrak, Halis, Kur’an’da İnsan-Gayb İlişkisi, Şûle
Yay., İstanbul 1993, s. 260; Demirci, Muhsin, Vahiy Gerçeği, İFAV Yay., İstanbul
1996.

7. Ayetler için bkz: Nahl, 16/44, 43; Şûrâ, 42/7; Nisâ,
4/163.

8. Demirci, Muhsin, Vahiy Gerçeği, s. 29.

9. Halîmî, I, 238, 239, 243, 244; Ayrıca bkz: Buhari, Ebu
Abdullah Muhammed b. İsmail, Sahihu’l-Buhari, (v.h: 256) Kahire, Tıbatu’l Munire
tab’ı, ty.; Sahih, Bed’ül Vahy, B. 2; Bed’ül-Halk B. 6.

10. Halîmî, age., I, 239. Allah’ın Musa (a.s.)’la konuşma
mu’cizesine işaret eden ayetler için bkz: Nisa, 164; Naziat, 85; Kasas, 30.

11. Bu hadisin tamamı şöyledir: “Kudsi’nin ruhu (Ruhu-l
Kuds, Cebrail a.s.) kalbime şöyle üfledi: Şüphesiz, hiç bir kimse rızkını
tamamlamadan ölmeyecek. Allah’tan sakının ve rızkınızı güzelce arayın!” İbn
Mace, Sünen, Ticarat, B. 2 Hn. 2144. Hadisin zayıf olduğu ifade edilmiştir.

12. Gölcük, Şerafettin-Toprak, Süleyman, Kelâm, Konya 1991,
s. 265.

13. Sâbûnî, el-Bidâyet-ü fi Usûli’d-Din, (Maturidiye Akaidi
adıyla çvr: Bekir Topaloğlu) DİB Yay., Ankara t.y., s. 45; Baqillânî,
Kitâbü’t-Temhîdi’l Evâili ve Telhîsü’d-Delâil, Thk: İmadü’d-Din Haydar, Lübnan
1414/1993, s. 130.

14. Sezen, Yümni, Tarihi Maddeciliğin Tahlil ve Tenkidi,
İstanbul 1984, s. 60.

15. İzmirli, İsmail Hakkı, Cevabu’s-Sedid, s. 37.

16. Cürcani, Kitabü’t-Ta’rifat, Beyrut 1983, s. 219.

17. Ebu Hanife, Fıkhu’l-Ekber, Ali el-Kari Şerhi, Trc: Yunus
V. Yavuz, İstanbul 1979, s. 191; Taftazani, Sa’dü’din Mes’ud b. Ömer, (v.
797/1395) Şerhu’l-Akaid, (trc: Süleyman Uludağ) Dergah Yay., İstanbul 1982, s.
61.

18. Allah’ın dilediği takdirde mevcut düzen ve sebepler
sistemini bozacağını anlatan ayetler için bkz: Furkan, 25/45-46; Kasas,
28/71-72; Şura, 42/33.

19. Özsoy, Ömer, Sünnetullah, Bir Kur’an İfadesinin
Kavramlaşması, Fecr Yay., Ankara 1994, s. 78.

20. İbn Furek, Mücerredü Makalât-i Eş’arî, Thk: Daniel
Gımaret, Beyrut 1987, s. 178, 179.

21. Halîmî, age., I, 147.

22. Nursî, Bediüzzaman Said, Mektûbât, Yeni Asya Neşr.,
Germany 1994, 19. Mkb., s. 91; Halîmî, age. I, 259; Ali el-Kari, Fıkh-ı Ekber
Şerhi, s. 191-193.

23. Halîmî, age., I, 260.

24. Beyhaqî, Ebu Bekir Ahmed b. Hüseyin (h: 384-458)
Delâilu’n-Nübüvve, Thk: Mu’tî Kal’acî, Lübnan 1408/1988, I, 8-10; Maverdi, Ebu’l
Hasan Ali b. Muhammed, A’lamü’n-Nübüvve (v. h. 450) Thk: Muhammed Mu’tasım
Billah, Beyrut 1407/1987, s. 97; Halîmî, age., I, 251-253.

25. Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, Yeni Asya Neşr.,
İstanbul 1998, 25. Söz, s. 332; İşârâtü’l İ’câz, (çvr: A. Mecid Nursi) Sözler
Yay., İstanbul 1978, s. 138.

26. Nursî, Mektûbât, 19. Mkb. s. 92.

27. Halîmî, age., I, 147.

28. Nursî, İşârâtü’l İ’câz, s. 24, 25, 93.

29. Halîmî, age., I, 255, 256.

30. Nursî, Mektûbât, 12. Mkb., s. 46; Bilmen, İlm-i Kelâm,
s. 184.

31. İbn Furek, (v. 406/1015) Maqàlât, Beyrut 1987, s. 176;
Bilmen, İlm-i Kelâm, s. 183.

32. Sabuni, el-Bidaye, s. 53. Musa (a.s) Allah’a, “Ya Rabbi,
dilimdeki tutukluğu çöz. Ta ki, sözümü iyice anlasınlar” diye yalvardı. Allah
“İstediğin sana verildi ey Musa” diye onun dilindeki tutukluğu giderdi. Bkz:
Taha, 20/25, 26, 28.

33. Halîmî, age., I, 240, 241.

34. Halîmî, age., I, 241.

35. İbn Mace, Sünen, Fiten, B. 9, Hn: 3952.

36. Halîmî, age., I, 242.

37. Müslim, Sahih, Kitabü’r-Rü’ya, 6 IV, 1773. Hadisin
tamamı şöyledir: “Zaman yaklaştıkça Müslüman’ın rüyası neredeyse, aynen
çıkacaktır. Sizin en doğru rüya göreniniz, en doğru söyleyeninizdir. Hem,
Müslüman’ın rüyası peygamberliğin kırk beş cüz’ünden bir cüz’dür. Rüya üç
kısımdır: Biri salih rüyadır ki, Allah’tan müjdedir, diğeri şeytanın verdiği
üzüntüdür, üçüncüsü kişinin kendi kendine konuştuğu şeylerdendir. Biriniz
hoşlanmadığı bir şey görürse, hemen kalkıp namaz kılmalı ve onu kimseye
söylememelidir.” (Müslim, Sahih, IV, 1773, Kitabü’r-Rü’ya, 42, “Bana Muhammed
Tahdis etti Babı, Açıklama için bkz: Said Havva, El-Esas, Fi’s-Sünne,
(Hadislerle İslam Akaidi II, 451.)

38. Müslim, Sahih, Fedailü’s-Sahabe, 23; Tirmizi, Sünen,
Menakıb, 17; Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 6, s. 55.

39. Müslim, Sahih, Fedailü’s-Sahabe, 23; Tirmizi, Sünen,
Menakıb, 17; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 55 Miras, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı,
Tecrid-i Sarîh Tercemesi, XII, 276; IX, 352 .

40. Miras, age., XII, 272.

41. Halîmî, age., I, 251.

42. Nursî, Sözler, 20. Söz, s. 229-242. Bediüzzaman Said
Nursi bu eserde, elektriğin icadı, cinlerin -insana zarar vermeyecek şekilde-
kullanımı, hayvanlardaki bazı kabiliyetlerden faydalanılması, soğutma
sistemlerinin keşfi, yangına karşı koruyucu olarak kullanılan (amyant)
maddelerin de insanlığa ilk defa Peygamberler eliyle öğretildiğini
anlatmaktadır.

43. Halîmî, age., I, 253, 254

44. İbn Rüşd, Faslu’l Makal, (İbn Rüşd’ün Felsefesi, çvr: N.
Ayasbeyoğlu), Ankara 1955, s. 18.