Nübüvvet beşerde zarûriyedir.
Karıncayı emirsiz, arıları yâsubsuz bırakmayan kudret-i ezeliye, elbette,
Beşeri de bırakmaz şeriatsız, nebîsiz. Sırr-ı nizam-ı âlem böyle ister elbette.

Sözler, s. 642.

Saniyen: Kur’an’daki anasır-ı esasiye ve Kur’an’ın takip
ettiği maksatlar tevhid, nübüvvet, haşir, adalet ile ibadet olmak üzere dörttür.
Bu dört unsuru beyan edeceğiz.

Sual: Kur’an’ın, şu dört hedefe doğru yürüdüğü neden
malumdur?

Cevap: Evet, beni adem, büyük bir kervan ve azim bir
kafile gibi mazinin derelerinden gelip, vücut ve hayat sahrasında misafir olup,
istikbalin yüksek dağlarına ve müzeyyen bağlarına müteveccihen kafile kafile
müteselsilen yürümekte iken, kainatın nazar-ı dikkatini celb etti. “Şu garip ve
acip mahluklar kimlerdir? Nereden geliyorlar? Nereye gidiyorlar?” diye
ahvallerini anlamak üzere hilkat hükumeti, fenn-i hikmeti karşılarına çıkardı ve
aralarında şöyle bir muhavere başladı:

Hikmet:

“Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz? Bu dünyada işiniz
nedir? Reisiniz kimdir? Bu suale, beni adem namına, emsali olan büyük
peygamberler gibi, Muhammed-i Arabi Aleyhissalatü Vesselam, nev-i beşere
vekaleten karşısına çıkarak şöyle cevapta bulundu:

“Ey hikmet! Bu gördüğün insanlar, Sultan-ı Ezelinin kudretiyle,
yokluk karanlıklarından, ziyadar varlık alemine çıkarılan mahluklardır. Sultan-ı
Ezeli, bütün mevcudatı içinde biz insanları seçmiş ve emanet-i kübrayı bize
vermiştir. Biz, haşir yoluyla saadet-i ebediyeye müteveccihen hareket
etmekteyiz. Dünyadaki işimiz de, o saadet-i ebediye yollarını temin etmekle
re’sü’l-malımız olan istidatlarımızı nemalandırmaktır. Ve şu azim insan
kervanına, bundan sonra Sultan-ı Ezeliden risalet vazifesiyle gelip riyaset eden
benim. İşte o Sultan-ı Ezelinin risalet beratı olarak bana verdiği Kur’an-ı
Azimüşşan elimdedir. Şüphen varsa al, oku!”

Muhammed-i Arabi Aleyhissalatü Vesselamın verdiği şu cevaplar,
Kur’an’dan muktebes ve Kur’an lisanıyla söylenildiğinden, Kur’an’ın anasır-ı
esasiyesinin şu dört maksatta temerküz ettiği anlaşılıyor.

İşârâtü’l-İ’caz, s. 17-18.

Evet, mu’cizât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) yüz tevatür kuvvetinde bir
katiyeti vardır. Mucize ise, Hâlık-ı Kâinat tarafından, onun dâvâsına bir
tasdiktir,

hükmüne geçer. Nasıl ki, sen bir padişahın meclisinde ve daire-i nazarında desen
ki, “Padişah beni filân işe memur etmiş.” Senden o dâvâya bir delil istenilse,
padişah “Evet” dese, nasıl seni tasdik eder. Öyle de, âdetini ve vaziyetini
senin iltimasınla değiştirirse, “Evet” sözünden daha kati, daha sağlam, senin
dâvânı tasdik eder.

Öyle de, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dâvâ etmiş ki:

“Ben, şu kâinat Hâlıkının mebusuyum. Delilim de şudur ki:
Müstemir âdetini, benim dua ve iltimasımla değiştirecek. İşte, parmaklarıma
bakınız, beş musluklu bir çeşme gibi akıttırıyor. Kamere bakınız, bir parmağımın
işaretiyle iki parça ediyor. Şu ağaca bakınız, beni tasdik için yanıma geliyor,
şehadet ediyor. Şu bir parça taama bakınız, iki üç adama ancak kâfi geldiği
halde, işte, iki yüz, üç yüz adamı tok ediyor.”

Ve hâkezâ, yüzer mu’cizâtı böyle göstermiştir.

Şimdi, şu zâtın delâil-i sıdkı ve berâhin-i nübüvveti, yalnız
mu’cizâtına münhasır değildir. Belki, ehl-i dikkat için, hemen umum harekâtı ve
ef’âli, ahval ve akvâli, ahlâk ve etvârı, sîret ve sureti, sıdkını ve
ciddiyetini ispat eder. Hattâ, meşhur ulema-i Benî İsrailiyeden Abdullah ibni
Selâm gibi pek çok zatlar, yalnız o Zât-ı Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın
simasını görmekle, “Şu simada yalan yok; şu yüzde hile olamaz” diyerek imana
gelmişler.”

Çendan muhakkıkîn-i ulema, delâil-i nübüvveti ve mu’cizâtı bin
kadar demişler; fakat binler, belki yüz binler delâil-i nübüvvet vardır. Ve yüz
binler yolla yüz binler muhtelif fikirli adamlar, o zâtın nübüvvetini tasdik
etmişler. Yalnız Kur’ân-ı Hakîmde kırk vech-i i’câzdan başka, nübüvvet-i
Ahmediyenin (a.s.m.) bin bürhanını gösteriyor.

Hem madem nev-i beşerde nübüvvet vardır. Ve yüz binler zat,
nübüvvet dâvâ edip mucize gösterenler gelip geçmişler. Elbette, umumun fevkinde
bir katiyetle, nübüvvet-i Ahmediye (a.s.m.) sabittir. Çünkü, İsâ Aleyhisselâm ve
Mûsâ Aleyhisselâm gibi umum resullere nebî dedirten ve risaletlerine medar olan
delâil ve evsaf ve vaziyetler ve ümmetlerine karşı muameleler, Resul-i Ekrem
Aleyhissalâtü Vesselâmda daha ekmel, daha câmi bir surette mevcuttur.

Madem hükm-ü nübüvvetin illeti ve sebebi, zât-ı Ahmedîde
(a.s.m.) daha mükemmel mevcuttur. Elbette, hükm-ü nübüvvet, umum enbiyadan daha
vâzıh bir katiyetle ona sabittir.

Birinci Esas: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın, çendan her
hali ve her tavrı, sıdkına ve nübüvvetine şahit olabilir. Fakat her hali, her
tavrı harikulâde olmak lâzım değildir. Çünkü, Cenâb-ı Hak onu beşer suretinde
göndermiş, tâ insanın ahvâl-i içtimaiyelerinde ve dünyevî, uhrevî saadetlerini
kazandıracak a’mâl ve harekâtlarında rehber olsun ve imam olsun ve herbiri birer
mu’cizât-ı kudret-i İlâhiye olan âdiyat içindeki harikulâde olan san’at-ı
Rabbâniyeyi ve tasarruf-u kudret-i İlâhiyeyi göstersin. Eğer ef’âlinde
beşeriyetten çıkıp harikulâde olsaydı, bizzat imam olamazdı; ef’âliyle,
ahvâliyle, etvârıyla ders veremezdi.

Fakat, yalnız nübüvvetini muannidlere karşı ispat etmek için
harikulâde işlere mazhar olur ve indelhâce, ara sıra mu’cizâtı gösterirdi.
Fakat, sırr-ı teklif olan imtihan ve tecrübe muktezasıyla, elbette bedâhet
derecesinde ve ister istemez tasdike mecbur kalacak derecede mucize olmazdı.
Çünkü, sırr-ı imtihan ve hikmet-i teklif iktiza eder ki, akla kapı açılsın ve
aklın ihtiyarı elinden alınmasın. Eğer gayet bedihî bir surette olsa, o vakit
aklın ihtiyarı kalmaz, Ebu Cehil de Ebu Bekir gibi tasdik eder, imtihan ve
teklifin faydası kalmaz, kömürle elmas bir seviyede kalırdı.

Cây-ı hayrettir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın,
mübalâğasız binler vecihte binler çeşit insan, her biri bir tek mucizesiyle veya
bir delil-i nübüvvetle veya bir kelâmıyla veya yüzünü görmesiyle, ve hâkezâ,
birer alâmetiyle iman getirdikleri halde, bütün bu binler ayrı ayrı insanları ve
müdakkik ve mütefekkirleri imana getiren bütün o binler delâil-i nübüvveti,
nakl-i sahihle ve âsâr-ı katiye ile şimdiki bedbaht bir kısım insanlara kâfi
gelmiyor gibi, dalâlete sapıyorlar.

İkinci Esas: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, hem beşerdir,
beşeriyet itibarıyla beşer gibi muamele eder; hem resuldür, risalet itibarıyla
Cenâb-ı Hakkın tercümanıdır, elçisidir. Risaleti, vahye istinad eder. Vahiy iki
kısımdır:

Biri vahy-i sarihîdir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm
onda sırf bir tercümandır, mübelliğdir, müdahalesi yoktur: Kur’ân ve bazı
ehâdis-i kudsiye gibi.

İkinci kısım, vahy-i zımnîdir. Şu kısmın mücmel ve hülâsası,
vahye ve ilhama istinad eder; fakat tafsilâtı ve tasvirâtı Resul-i Ekrem
Aleyhissalâtü Vesselâma aittir. O vahiyden gelen mücmel hadiseyi tafsil ve
tasvirde, zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, bazen yine ilhama, ya vahye
istinad edip beyan eder, veyahut kendi ferasetiyle beyan eder. Ve kendi
içtihadıyla yaptığı tafsilât ve tasvirâtı ya vazife-i risalet noktasında ulvî
kuvve-i kudsiye ile beyan eder, veyahut örf ve âdet ve efkâr-ı âmme seviyesine
göre, beşeriyeti noktasında beyan eder.

İşte, her hadiste, bütün tafsilâtına vahy-i mahz noktasıyla
bakılmaz. Beşeriyetin muktezası olan efkâr ve muamelâtında, risaletin ulvî âsârı
aranılmaz. Madem bazı hadiseler mücmel olarak, mutlak bir surette ona vahyen
gelir, o da kendi ferasetiyle ve tearüf-ü umumî cihetiyle tasvir eder. Şu
tasvirdeki müteşabihâta ve müşkülâta bazen tefsir lâzım geliyor, hattâ tabir
lâzım geliyor. Çünkü, bazı hakikatler var ki, temsille fehme takrib edilir.
Nasıl ki, bir vakit huzur-u Nebevîde derince bir gürültü işitildi. Ferman etti
ki: “Şu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp şimdi Cehennemin dibine düşmüş bir
taşın gürültüsüdür.” Bir saat sonra cevap geldi ki, “Yetmiş yaşına giren meşhur
bir münafık ölüp Cehenneme gitti.” Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâmın beliğ
bir temsille beyan ettiği hadisenin tevilini gösterdi.

Altıncı Esas: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ahval ve
evsâfı, siyer ve tarih suretiyle beyan edilmiş. Fakat o evsaf ve ahvâl-i galibi,
beşeriyetine bakar. Halbuki, o zât-ı mübarekin şahs-ı mânevîsi ve mahiyet-i
kudsiyesi o derece yüksek ve nuranîdir ki, siyer ve tarihte beyan olunan evsaf,
o bâlâ kamete uygun gelmiyor, o yüksek kıymete muvafık düşmüyor. Çünkü,


sırrınca, hergün, hattâ şimdi de bütün ümmetinin ibadetleri kadar bir azîm
ibadet sahife-i kemâlâtına ilâve oluyor. Nihayetsiz rahmet-i İlâhiyeye,
nihayetsiz bir surette, nihayetsiz bir istidatla mazhar olduğu gibi, hergün
hadsiz ümmetinin hadsiz duasına mazhar oluyor.

Ve şu kâinatın neticesi ve en mükemmel meyvesi ve Hâlık-ı
Kâinatın tercümanı ve sevgilisi olan o zât-ı mübarekin tamam-ı mahiyeti ve
hakikat-i kemâlâtı, siyer ve tarihe geçen beşerî ahval ve etvâra sığışmaz.
Meselâ, Hazret-i Cebrâil ve Mikâil iki muhafız yaver hükmünde gazve-i Bedir’de
yanında bulunan bir zât-ı mübarek, çarşı içinde bedevî bir Arapla at
mübayaasında münazaa etmek, birtek şahit olan Huzeyme’yi şahit göstermekle
görünen etvârı içinde sığışmaz.

İşte, yanlış gitmemek için, her vakit mahiyet-i beşeriyeti
itibarıyla işitilen evsâf-ı âliye içinde başını kaldırıp hakikî mahiyetine ve
mertebe-i risalette durmuş nuranî şahsiyet-i mâneviyesine bakmak lâzımdır.
Yoksa, ya hürmetsizlik eder veya şüpheye düşer. Şu sırrı izah için şu temsili
dinle:

Meselâ bir hurma çekirdeği var. O hurma çekirdeği toprak altına
konup açılarak koca meyvedar bir ağaç oldu. Hem gittikçe tevessü eder, büyür.

Veya tavus kuşunun bir yumurtası vardı. O yumurtaya hararet
verildi, bir tavus civcivi çıktı. Sonra, tam mükemmel, her tarafı kudretten
yazılı ve yaldızlı bir tavus kuşu oldu. Hem gittikçe daha büyür ve güzelleşir.
Şimdi, o çekirdek ve o yumurtaya ait sıfatlar, haller var. İçinde incecik
maddeler var. Hem ondan hasıl olan ağaç ve kuşun da, o çekirdek ve yumurtanın
âdi, küçük keyfiyet ve vaziyetlerine nispeten büyük ve âli sıfatları ve
keyfiyetleri var.

Şimdi, o çekirdek ve o yumurtanın evsâfını ağaç ve kuşun
evsâfıyla raptedip bahsetmekte lâzım gelir ki, her vakit akl-ı beşer başını
çekirdekten ağaca kaldırıp baksın ve yumurtadan kuşa gözünü tevcih edip dikkat
etsin-tâ işittiği evsâfı onun aklı kabul edebilsin. Yoksa, “Bir dirhem
çekirdekten bin batman hurma aldım” ve “Şu yumurta, cevv-i âsumanda kuşların
sultanıdır” dese, tekzip ve inkâra sapacak.

İşte, bunun gibi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın
beşeriyeti, o çekirdeğe, o yumurtaya benzer. Ve vazife-i risaletle parlayan
mahiyeti ise, şecere-i tûbâ gibi ve Cennetin tayr-ı hümayunu gibidir. Hem daima
tekemmüldedir. Onun için, çarşı içinde bir bedevî ile nizâ eden o zâtı düşündüğü
vakit, Refref’e binip, Cebrâil’i arkada bırakıp, Kab-ı Kavseyne koşup giden
zât-ı nuranîsine hayal gözünü kaldırıp bakmak lâzım gelir. Yoksa ya hürmetsizlik
edecek veya nefs-i emmâresi inanmayacak.

Mektubat, s. 90-98.

On Dokuzuncu Söz

Risâlet-i Ahmediyeye dâirdir


Evet, şu Söz güzeldir. Fakat onu güzelleştiren, güzellerin
güzeli olan evsâf-ı Muhammediyedir.

On Dört Reşahâtı tazammun eden On Dördüncü Lem’a’nın

Birinci Reşha: Rabbimizi bize tarif eden üç büyük küllî muarrif
var. Birisi şu kitâb-ı kâinattır ki, bir nebze, şehâdetini on üç lem’a ile,
Arabî Nur Risâlesinden On Üçüncü Dersten işittik; birisi şu kitâb-ı kebîrin
âyet-i kübrâsı olan Hâtemü’l-Enbiyâ Aleyhissalâtü Vesselâmdır; biri de Kur’ân-ı
Azîmüşşandır. Şimdi, şu ikinci bürhan-ı nâtıkı olan Hâtemü’l-Enbiyâ
Aleyhissalâtü Vesselâmı tanımalıyız, dinlemeliyiz.

Evet, o bürhanın şahs-ı mânevîsine bak:

Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrab, Medîne bir minber; o
bürhan-ı bâhir olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ehl-i imâna imam,
bütün insanlara hatip, bütün enbiyâya reis, bütün evliyâya seyyid, bütün enbiyâ
ve evliyâdan mürekkeb bir halka-i zikrin serzakiri; bütün enbiyâ hayattar
kökleri, bütün evliyâ tarâvettar semereleri bir şecere-i nurâniyedir ki, herbir
dâvâsını, mu’cizâtlarına istinad eden bütün enbiyâ ve kerâmetlerine itimad eden
bütün evliyâ tasdik edip imza ediyorlar. Zîrâ, o

der, dâvâ eder. Bütün sağ ve sol, yani mâzi ve müstakbel taraflarında saf tutan
o nurânî zâkirler, aynı kelimeyi tekrar ederek, icmâ ile mânen

derler.

Hangi vehmin haddi var ki, böyle hesapsız imzalarla teyid edilen
bir müddeâya parmak karıştırsın.

İkinci Reşha: O nurânî bürhan-ı tevhid, nasıl ki iki cenâhın
icmâ ve tevâtürüyle teyid ediliyor; öyle de, Tevrat ve İncil gibi kütüb-ü
semâviyenin yüzler işârâtı ve irhâsâtın binler rumuzâtı ve hâtiflerin meşhur
beşârâtı ve kâhinlerin mütevâtir şehâdâtı ve Şakk-ı Kamer gibi binler
mu’cizâtının delâlâtı ve Şeriatın hakkàniyeti ile teyid ve tasdik ettikleri
gibi, zâtında gayet kemâldeki ahlâk-ı hamîdesi ve vazifesinde nihayet hüsnündeki
secâyâ-i gàliyesi ve kemâl-i emniyeti ve kuvvet-i imânını ve gayet itminânını ve
nihayet vüsûkunu gösteren fevkalâde takvâsı, fevkalâde ubûdiyeti, fevkalâde
ciddiyeti, fevkalâde metâneti; dâvâsında nihayet derecede sâdık olduğunu güneş
gibi âşikâre gösteriyor.

Üçüncü Reşha: Eğer istersen gel, Asr-ı Saadete, Cezîretü’l-Araba
gideriz. Hayalen olsun onu vazife başında görüp ziyâret ederiz. İşte bak:

Hüsn-ü sîret ve cemâl-i sûret ile mümtaz bir zâtı görüyoruz ki,
elinde mu’ciznümâ bir kitap, lisânında hakàikâşinâ bir hitâb, bütün benîâdem’e,
belki cin ve inse ve meleğe, belki bütün mevcudâta karşı bir hutbe-i ezeliyeyi
tebliğ ediyor. Sırr-ı hilkat-i âlem olan muammâ-i acîbânesini hall ve şerh edip
ve sırr-ı kâinat olan tılsım-ı muğlâkını feth ve keşfederek, bütün mevcudâttan
sorulan, bütün ukùlü hayret içinde meşgul eden üç müşkül ve müthiş suâl-i azîm
olan “Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?” suâllerine muknî, makbul
cevap verir.

Dördüncü Reşha: Bak, öyle bir ziyâ-i hakikat neşreder ki, eğer
onun o nurânî daire-i hakikat-i irşâdından hariç bir sûrette kâinata baksan,
elbette kâinatın şeklini bir mâtemhâne-i umumi hükmünde ve mevcudâtı birbirine
ecnebî, belki düşman ve câmidâtı dehşetli cenazeler ve bütün zevi’l-hayatı zevâl
ve firâkın sillesiyle ağlayan yetimler hükmünde görürsün.

Şimdi bak, onun neşrettiği nur ile, mâtemhâne-i umumi, şevk u
cezbe içinde bir zikirhâneye inkılâb etti. O ecnebî, düşman mevcudât, birer dost
ve kardeş şekline girdi. O câmidât-ı meyyite-i sâmite, birer mûnis memur, birer
musahhar hizmetkâr vaziyetini aldı. Ve o ağlayıcı ve şekvâ edici, kimsesiz
yetimler, birer tesbih içinde zâkir veya vazife paydosundan şâkir sûretine
girdi.

Beşinci Reşha: Hem o nur ile; kâinattaki harekât, tenevvüât,
tebeddülât, tegayyürât, mânâsızlıktan ve abesiyetten ve tesadüf oyuncaklığından
çıkıp, birer mektubât-ı Rabbâniye, birer sahife-i âyât-ı tekviniye, birer
merâyâ-i esmâ-i İlâhiye ve âlem dahi birer kitâb-ı hikmet-i Samedâniye
mertebesine çıktılar.

Hem, insanı bütün hayvanâtın mâdununa düşüren hadsiz zaaf ve
aczi, fakr ve ihtiyacâtı ve bütün hayvanlardan daha bedbaht eden, vâsıta-i
nakl-i hüzün ve elem ve gam olan aklı o nur ile nurlandığı vakit, insan bütün
hayvanât, bütün mahlûkat üstüne çıkar. O nurlanmış acz, fakr, akılla niyaz ile
nâzenin bir sultan ve fîzâr ile nazdar bir halîfe-i zemin olur. Demek, o nur
olmazsa, kâinat da, insan da, hattâ herşey dahi hiçe iner. Evet, elbette böyle
bedî bir kâinatta, böyle bir zât lâzımdır; yoksa, kâinat ve eflâk olmamalıdır.

Altıncı Reşha: İşte o zât, bir saadet-i ebediyenin muhbiri,
müjdecisi, bir rahmet-i bînihâyenin kâşifi ve ilâncısı ve saltanat-ı Rubûbiyetin
mehâsininin dellâlı, seyircisi ve künûz-u esmâ-i İlâhiyenin keşşâfı, göstericisi
olduğundan, böyle baksan, yani ubûdiyeti cihetiyle, onu bir misâl-i muhabbet,
bir timsâl-i rahmet, bir şeref-i insaniyet, en nurânî bir semere-i şecere-i
hilkat göreceksin; şöyle baksan, yani risâleti cihetiyle, bir bürhan-ı Hak, bir
sirâc-ı hakikat, bir şems-i hidâyet, bir vesîle-i saadet görürsün.

İşte, bak: Nasıl berk-i hâtif gibi, onun nuru şarktan garbı
tuttu. Ve nısf-ı arz ve hums-u beşer onun hediye-i hidâyetini kabul edip hırz-ı
cân etti. Bizim nefis ve şeytanımıza ne oluyor ki, böyle bir zâtın bütün
dâvâlarının esası olan Lâ ilâhe illallah’ı, bütün merâtibiyle beraber kabul
etmesin?

Yedinci Reşha: İşte, bak: Şu cezîre-i vâsiada vahşî ve
âdetlerine mutaassıb ve inatçı muhtelif akvâmı, ne çabuk âdât ve ahlâk-ı
seyyie-i vahşiyânelerini def’aten kal’ ve ref’ ederek bütün ahlâk-ı hasene ile
teçhiz edip bütün âleme muallim ve medenî ümeme üstad eyledi. Bak, değil zâhirî
bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri feth ve teshîr
ediyor. Mahbub-u kulûb, muallim-i ukùl, mürebbî-i nüfûs, sultan-ı ervâh oldu.

Sekizinci Reşha: Bilirsin ki sigara gibi küçük bir âdeti, küçük
bir kavimde büyük bir hâkim, büyük bir himmetle ancak dâimî kaldırabilir.
Halbuki, bak, bu zât büyük ve çok âdetleri, hem inatçı, mutaassıb büyük
kavimlerden zâhirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref’
edip, yerlerine öyle secâyâ-i âliyeyi-ki, dem ve damarlarına karışmış derecede
sabit olarak-vaz’ ve tesbit eyliyor. Bunun gibi daha pek hârika icraatı yapıyor.

İşte, şu Asr-ı Saadeti görmeyenlere Cezîretü’l-Arabı gözlerine
sokuyoruz. Haydi yüzer feylesofu alsınlar, oraya gitsinler, yüz sene
çalışsınlar. O zâtın, o zamana nisbeten bir senede yaptığının yüzden birisini,
acaba yapabilirler mi?

Dokuzuncu Reşha: Hem, bilirsin, küçük bir adam, küçük bir
haysiyetle, küçük bir cemaatte, küçük bir meselede, münâzaralı bir dâvâda
hicabsız, pervâsız, küçük fakat hacâletâver bir yalanı, düşmanları yanında,
hilesini hissettirmeyecek derecede teessür ve telâş göstermeden söyleyemez.

Şimdi bak bu zâta: Şek büyük bir vazifede, pek büyük bir
vazifedar; pek büyük bir haysiyetle, pek büyük emniyete muhtaç bir halde, pek
büyük bir cemaatte, pek büyük husûmet karşısında, pek büyük meselelerde, pek
büyük dâvâda, pek büyük bir serbestiyetle, bilâpervâ, bilâtereddüt, bilâhicab,
telâşsız, samimi bir safvetle, büyük bir ciddiyetle, hasımlarının damarlarına
dokunduracak şedid, ulvî bir sûrette söylediği sözlerinde hiç hilâf bulunabilir
mi? Hiç hile karışması mümkün müdür? Kellâ!

Evet, hak aldatmaz, hakikatbîn aldanmaz. Hak olan mesleği
hileden müstağnîdir; hakikatbînin gözüne hayalin ne haddi var ki hakikat
görünsün, aldatsın.

Onuncu Reşha: İşte bak: Ne kadar merakâver, ne kadar câzibedar,
ne kadar lüzumlu, ne kadar dehşetli hakàikı gösterir ve mesâili ispat eder.
Bilirsin ki, en ziyâde insanı tahrik eden meraktır. Hattâ, eğer sana denilse,
“Yarı ömrünü, yarı malını versen, Kamerden ve Müşteriden biri gelir, Kamerde ve
Müşteride ne var, ne yok, ahvâlini sana haber verecek. Hem doğru olarak senin
istikbâlini ve başına ne geleceğini doğru olarak haber verecek”; merakın varsa,
vereceksin.

Halbuki, şu zât öyle bir Sultanın ahbârını söylüyor ki,
memleketinde Kamer, bir sinek gibi, bir pervâne etrafında döner. O Arz olan o
pervâne ise, bir lâmba etrafında pervâz eder; ve o güneş olan lâmba ise, o
Sultanın binler menzillerinden bir misafirhânesinde binler misbahlar içinde bir
lâmbasıdır.

Hem öyle acâib bir âlemden hakiki olarak bahsediyor ve öyle bir
inkılâbdan haber veriyor ki, binler küre-i arz bomba olsa, patlasalar, o kadar
acîb olmaz. Bak, onun lisânında

gibi sûreleri işit.

Hem öyle bir istikbâlden doğru olarak haber veriyor ki, şu
dünyevî istikbâl ona nisbeten bir katre serap hükmündedir. Hem, öyle bir
saadetten pek ciddi olarak haber veriyor ki, bütün saadet-i dünyeviye, ona
nisbeten bir berk-i zâilin bir şems-i sermede nisbeti gibidir.

On Birinci Reşha: Böyle acîb ve muammââlûd şu kâinatın perde-i
zâhiriyesi altında, elbette ve elbette böyle acâib bizi bekliyor. Böyle acâibi
haber verecek, böyle hârika ve fevkalâde mu’ciznümâ bir zât lâzımdır.

Hem, bu zâtın gidişatından görünüyor ki, o, görmüş ve görüyor ve
gördüğünü söylüyor. Hem, “Bizi ni’metleriyle perverde eden şu semâvât ve arzın
İlâhı, bizden ne istiyor, marziyâtı nedir?” pek sağlam olarak bize ders veriyor.

Hem bunlar gibi daha pek çok merakâver, lüzumlu hakàikı ders
veren bu zâta karşı herşeyi bırakıp ona koşmak, onu dinlemek lâzım gelirken,
ekser insanlara ne olmuş ki, sağır olup kör olmuşlar, belki divâne olmuşlar ki
bu hakkı görmüyorlar, bu hakikati işitmiyorlar, anlamıyorlar?

On İkinci Reşha: İşte şu zât, şu mevcudât Hàlıkının
vahdâniyetinin hakkàniyeti derecesinde hak bir bürhan-ı nâtık, bir delil-i sâdık
olduğu gibi, haşrin ve saadet-i ebediyenin dahi bir bürhan-ı kàtıı, bir delil-i
sâtııdır. Belki, nasıl ki o zât, hidâyetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husûlü
ve vesîle-i vüsûlüdür. Öyle de; duâsıyla, niyazıyla o saadetin sebeb-i vücudu ve
vesîle-i icadıdır. Haşir meselesinde geçen şu sırrı, makam münâsebetiyle tekrar
ederiz.

İşte, bak: O zât öyle bir salât-ı kübrâda duâ ediyor ki, güyâ şu
cezîre, belki arz, onun azametli namazıyla namaz kılar, niyaz eder. Bak, hem
öyle bir cemaat-i uzmâda niyaz ediyor ki, güyâ benîâdem’in zaman-ı Adem’den
asrımıza, Kıyâmete kadar bütün nurânî kâmil insanlar, ona ittibâ ile iktidâ edip
duâsına âmin diyorlar.

Hem bak, öyle bir hâcet-i âmme için duâ ediyor ki, değil ehl-i
arz, belki ehl-i semâvât, belki bütün mevcudât, niyazına, “Evet, yâ Rabbenâ,
ver, biz dahi istiyoruz” deyip iştirak ediyorlar.

Hem öyle fakirâne, öyle hazinâne, öyle mahbubâne, öyle
müştâkàne, öyle tazarrûkârâne niyaz ediyor ki, bütün kâinatı ağlattırıyor,
duâsına iştirak ettiriyor.

Bak, hem öyle bir maksad, öyle bir gàye için duâ ediyor ki,
insanı ve âlemi, belki bütün mahlûkatı esfel-i sâfilînden, sukuttan,
kıymetsizlikten, faydasızlıktan âlâ-yı illiyyîne, yani kıymete, bekàya, ulvî
vazifeye çıkarıyor.

Bak, hem öyle yüksek bir fîzâr-ı istimdâdkârâne ve öyle tatlı
bir niyaz-ı istirhamkârâne ile istiyor, yalvarıyor ki, güyâ bütün mevcudâta ve
semâvâta ve Arşa işittirip, vecde getirip, duâsına “Âmin, Allahümme âmin”
dedirtiyor.

Bak, hem öyle Semî, Kerîm bir Kadîr’den, öyle Basîr, Rahîm bir
Alîm’den hâcetini istiyor ki, bilmüşâhede en hafî bir zîhayatın en hafî bir
hâcetini, bir niyazını görür, işitir, kabul eder, merhamet eder. Çünkü,
istediğini-velev lisân-ı hal ile olsun-verir ve öyle bir sûret-i Hakîmâne,
Basîrâne, Rahîmânede verir ki, şüphe bırakmaz, bu terbiye ve tedbîr, öyle bir
Semî ve Basîr ve öyle bir Kerîm ve Rahîm’e hastır.

On Üçüncü Reşha: Acaba bütün efâzıl-ı benîâdem’i arkasına alıp,
arz üstünde durup, Arş-ı Âzama müteveccihen el kaldırıp duâ eden şu şeref-i
nev-i insan ve ferîd-i kevn ü zaman ve bihakkın Fahr-i Kâinat ne istiyor?

Bak, dinle; saadet-i ebediye istiyor, bekà istiyor, likà
istiyor, Cennet istiyor. Hem, merayâ-i mevcudâtta ahkâmını ve cemâllerini
gösteren bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiye ile beraber istiyor. Hattâ, eğer rahmet,
inâyet, hikmet, adâlet gibi, hesapsız o matlûbun esbâb-ı mûcibesi olmasa idi, şu
zâtın tek duâsı, baharımızın icadı kadar kudretine hafif gelen şu Cennetin
binâsına sebebiyet verecekti.

Evet, nasıl ki onun risâleti şu dâr-ı imtihanın açılmasına
sebebiyet verdi; öyle de, onun ubûdiyeti dahi, öteki dârın açılmasına sebeptir.
Acaba ehl-i akıl ve tahkike

dediren şu meşhud intizam-ı fâik, şu rahmet içinde kusursuz hüsn-ü san’at ve
misilsiz cemâl-i Rubûbiyet, hiç böyle bir çirkinliği, böyle bir merhametsizliği,
böyle bir intizamsızlığı kabul eder mi ki, en cüz’î, en ehemmiyetsiz arzuları,
sesleri ehemmiyetle işitip ifâ etsin, en ehemmiyetli, en lüzumlu arzuları
ehemmiyetsiz görüp işitmesin, anlamasın, yapmasın? Hâşâ ve kellâ, yüz bin defa
hâşâ; böyle bir cemâl, böyle bir çirkinliği kabul etmez, çirkin olmaz.

Yâhu, ey hayalî arkadaşım! Şimdilik kâfidir, geri gitmeliyiz.
Yoksa yüz sene şu zamanda, şu cezîrede kalsak, yine o zâtın garâib-i icraatını
ve acâib-i vezâifini, yüzden birisine, tamamen ihâta edip, temâşâsında
doyamayız. Şimdi, gel, üstünde döneceğimiz her asra birer birer bakacağız. Bak,
nasıl her asır, o şems-i hidâyetten aldıkları feyiz ile çiçek açmışlar; Ebû
Hanife, Şâfiî, Bâyezid-i Bistâmî, Şâh-ı Geylânî, Şâh-ı Nakşibend, İmâm-ı Gazâlî,
İmâm-ı Rabbânî gibi milyonlar münevver meyveler veriyor.

Sözler, s. 214-222.

Dokuzuncu Nota

Bil ki, nev-i beşerde nübüvvet, beşerdeki hayır ve kemâlâtın
fezlekesi ve esasıdır. Din-i hak, saadetin fihristesidir. İman, bir hüsn-ü
münezzeh ve mücerreddir. Madem şu âlemde parlak bir hüsün, geniş ve yüksek bir
hayır, zâhir bir hak, fâik bir kemal görünüyor. Bilbedâhe, hak ve hakikat,
nübüvvet içindedir ve nebîler elindedir. Dalâlet, şer ve hasâret, onun
muhalifindedir.

Mehâsin-i ubudiyetin binlerinden yalnız buna bak ki, Nebî
Aleyhisselâm, ubudiyet cihetiyle muvahhidînin kalblerini iyd ve Cuma ve cemaat
namazlarında ittihad ettiriyor ve dillerini bir kelimede cem ediyor. Öyle bir
surette ki, şu insan, Mâbûd-u Ezelînin azamet-i hitabına, hadsiz kalblerden ve
dillerden çıkan sesler, dualar, zikirlerle mukabele ediyor. O sesler, dualar,
zikirler birbirine tesanüd ederek ve birbirine yardım edip ittifak ederek öyle
geniş bir surette Mâbûd-u Ezelînin ulûhiyetine karşı bir ubudiyet gösteriyor ki,
güya küre-i arz kendisi o zikri söylüyor, o duayı ediyor ve aktârıyla namaz
kılıyor ve etrafıyla, semâvâtın fevkinde izzet ve azametle nâzil olan


emrini, küre-i arz imtisal ediyor. Bu sırr-ı ittihad ile, kâinat içinde bir
zerre gibi zayıf, küçük bir mahlûk olan şu insan, ubudiyetin azameti cihetiyle
Hâlık-ı Arz ve Semâvâtın mahbub bir abdi ve arzın halifesi, sultanı ve
hayvânâtın reisi ve hilkat-i kâinatın neticesi ve gayesi oluyor.

Evet, eğer namazların arkasında, hususan bayram namazlarında,
bir anda Allahu ekber diyen yüzer milyon insanların sesleri, âlem-i gaybda
ittihad ettikleri gibi, âlem-i şehadette dahi birbiriyle ittihad edip içtima
etse, küre-i arz tamamıyla büyük bir insan olup, azametine nisbeten büyük bir
sadâ ile söylediği Allahu ekber’e müsavi geldiğinden, o muvahhidînin ittihadıyla
bir anda Allahu ekber demeleri, küre-i arzın büyük bir Allahu ekber’i hükmüne
geçiyor. Adeta bayram namazlarında âlem-i İslâmın zikir ve tesbihiyle zemin
zelzele-i kübrâya mazhar olup, aktâr ve etrafıyla Allahu ekber deyip, kıblesi
olan Kâbe-i Mükerremenin samimî kalbiyle niyet edip, Mekke ağzıyla, Cebel-i
Arefe diliyle Allahu ekber diyerek, o tek kelime, etraf-ı arzdaki umum
mü’minlerin mağara-misal ağızlarındaki havada temessül ediyor. Birtek Allahu
ekber kelimesinin aks-i sadâsıyla hadsiz Allahu ekber vuku bulduğu gibi, o
makbul zikir ve tekbir, semâvâtı dahi çınlatıp berzah âlemlerine de temevvüç
ederek sadâ veriyor.

İşte, bu arzı böyle kendine sâcid ve âbid ve ibâdına mescid ve
mahlûklarına beşik ve kendine müsebbih ve mükebbir eden Zât-ı Zülcelâle, yerin
zerrâtı adedince hamd ve tesbih ve tekbir edip ve mevcudatı adedince hamd
ediyoruz ki, bize bu nevi ubudiyeti ders veren Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü
Vesselâmına ümmet eylemiş.

Mesnevi-i Nuriye, s. 139-140.

İkinci Nota

Hakikattar bir rüyada gördüm ki, insanlara diyordum:

“Ey insan! Kur’ân’ın desâtirindendir ki, Cenâb-ı Hakkın
mâsivâsından hiçbir şeyi, ona taabbüd edecek bir derecede kendinden büyük
zannetme. Hem, sen kendini hiçbir şeyden tekebbür edecek derecede büyük tutma.
Çünkü mahlûkat mâbûdiyetten uzaklık noktasında müsâvi oldukları gibi, mahlûkiyet
nisbetinde de birdirler.”

Mesnevi-i Nuriye, s. 127.

İşte, bak: Âlem-i insaniyette, zaman-ı âdemden şimdiye kadar iki
cereyân-ı azîm, iki silsile-i efkâr, her tarafta ve her tabaka-i insaniyede dal
budak salmış: İki şecere-i azîme hükmünde, biri silsile-i nübüvvet ve diyânet,
diğeri silsile-i felsefe ve hikmet; gelmiş, gidiyor. Her ne vakit o iki silsile
imtizâc ve ittihad etmiş ise, yani silsile-i felsefe silsile-i diyânete dehâlet
edip itaat ederek hizmet etmişse, âlem-i insaniyet parlak bir sûrette, bir
saadet, bir hayat-ı içtimâiye geçirmiştir. Ne vakit ayrı gitmişler ise, bütün
hayır ve nur, silsile-i nübüvvet ve diyânet etrafına toplanmış ve şerler ve
dalâletler felsefe silsilesinin etrafına cem’ olmuştur. Şimdi şu iki silsilenin
menşelerini, esaslarını bulmalıyız.

İşte, diyânet silsilesine itaat etmeyen silsile-i felsefe ki,
bir şecere-i zakkum sûretini alıp, şirk ve dalâlet zulümâtını etrafına dağıtır.
Hattâ, kuvve-i akliye dalında, dehriyyun, maddiyyun, tabiiyyun meyvelerini beşer
aklının eline vermiş. Ve kuvve-i gadabiye dalında Nemrudları, Firavunları,
Şeddadları beşerin başına atmış. Ve kuvve-i şeheviye-i behîmiye dalında
âliheleri, sanemleri ve ulûhiyet dâvâ edenleri semere vermiş, yetiştirmiş. O
şecere-i zakkumun menşei ile, silsile-i nübüvvetin-ki, bir şecere-i tûbâ-i
ubûdiyet hükmünde bulunan o silsilenin küre-i zeminin bağında mübârek dalları,
kuvve-i akliye dalında enbiyâ ve mürselîn ve evliyâ ve sıddîkîn meyvelerini
yetiştirdiği gibi, kuvve-i dâfia dalında âdil hâkimleri, melek gibi melikler
meyvesini veren ve kuvve-i câzibe dalında hüsn-ü sîret ve ismetli cemâl-i sûret
ve sehâvet ve keremnâmdarlar meyvesini yetiştiren ve beşer nasıl şu kâinatın en
mükemmel bir meyvesi olduğunu gösteren o şecerenin menşei ile beraber, enenin
iki cihetindedir. O iki şecereye menşe’ ve medâr, esaslı bir çekirdek olarak
enenin iki vechini beyân edeceğiz. Şöyle ki:

Enenin bir vechini nübüvvet tutmuş gidiyor, diğer vechini
felsefe tutmuş geliyor.

Nübüvvetin vechi olan birinci vecih ubûdiyet-i mahzânın
menşeidir. Yani, ene kendini abd bilir; başkasına hizmet eder, anlar. Mahiyeti,
harfiyedir; yani başkasının mânâsını taşıyor fehmeder. Vücudu, tebeîdir; yani,
başka birisinin vücudu ile kàim ve icadıyla sabittir îtikad eder. Mâlikiyeti,
vehmiyedir; yani, kendi Mâlikinin izni ile sûrî, muvakkat bir mâlikiyeti vardır
bilir. Hakikati, zılliyedir; yani, hak ve vâcib bir hakikatin cilvesini taşıyan
mümkîn ve miskin bir zılldir. Vazifesi ise kendi Hàlıkının sıfât ve şuûnâtına
mikyas ve mîzan olarak, şuurkârâne bir hizmettir.

İşte, enbiyâ ve enbiyâ silsilesindeki asfiyâ ve evliyâ, eneye şu
vecihle bakmışlar, böyle görmüşler, hakikati anlamışlar. Bütün mülkü
Mâlikü’l-Mülke teslim etmişler ve hükmetmişler ki, o Mâlik-i Zülcelâlin ne
mülkünde, ne rubûbiyetinde, ne ulûhiyetinde şerik ve nazîri yoktur, muîn ve
vezire muhtaç değil. Her şeyin anahtarı Onun elindedir; her şeye kàdir-i
mutlaktır. Esbâb bir perde-i zâhiriyedir; tabiat bir şeriat-ı fıtriyesidir ve
kanunlarının bir mecmûasıdır ve kudretinin bir mistârıdır.

İşte, şu parlak nurânî, güzel yüz, hayattar ve mânidar bir
çekirdek hükmüne geçmiş ki, Hàlık-ı Zülcelâl, bir şecere-i tûba-i ubûdiyeti,
ondan halk etmiştir; ki, onun mübârek dalları âlem-i beşeriyetin her tarafını
nurânî meyvelerle tezyin etmiştir. Bütün zaman-ı mâzideki zulümâtı dağıtıp, o
uzun zaman-ı mâzi felsefenin gördüğü gibi bir mezar-ı ekber, bir ademistan
olmadığını belki istikbâle ve saadet-i ebediyeye atlamak için ervâh-ı âfilîne
bir medâr-ı envar ve muhtelif basamaklı bir mi’rac-ı münevver ve ağır yüklerini
bırakan ve serbest kalan ve dünyadan göçüp giden ruhların nurânî bir nuristânı
ve bir bostanı olduğunu gösterir.

İkinci vecih ise, felsefe tutmuştur. Felsefe ise, eneye mânâ-i
ismiyle bakmış. Yani, “Kendi kendine delâlet eder” der; mânâsı kendindedir,
kendi hesâbına çalışır, hükmeder. Vücudu aslî, zâtî olduğunu telâkkî eder. Yani,
“Zâtında bizzat bir vücudu vardır” der; bir hakk-ı hayatı var, daire-i
tasarrufunda hakiki mâliktir zum eder. Onu bir hakikat-i sabite zanneder.
Vazifesini, hubb-u zâtından neşet eden bir tekemmül-ü zâtî olduğunu bilir ve
hâkezâ, çok esâsât-ı fâsideye mesleklerini binâ etmişler. O esâsât ne kadar
esassız ve çürük olduğunu sâir risâlelerimde ve bilhassa Sözlerde, hususan On
İkinci ve Yirmi Beşinci Sözlerde katî ispat etmişiz. Hattâ, silsile-i felsefenin
en mükemmel fertleri ve o silsilenin dâhîleri olan Eflâtun ve Aristo, İbn-i Sînâ
ve Farâbî gibi adamlar, “İnsaniyetin gàyetü’l-gàyâtı, ‘teşebbüh-ü bilvâcib’dir,
yani Vâcibü’l-Vücuda benzemektir” deyip, Firavunâne bir hüküm vermişler ve
enâniyeti kamçılayıp, şirk derelerinde serbest koşturarak, esbâbperest,
sanemperest, tabiatperest, nücumperest gibi çok enva-ı şirk tâifelerine meydan
açmışlar. İnsaniyetin esâsında münderiç olan acz ve zaaf, fakr ve ihtiyaç, naks
ve kusur kapılarını kapayıp, ubûdiyetin yolunu seddetmişler. Tabiata saplanıp,
şirkten tamamen çıkamayıp, şükrün geniş kapısını bulamamışlar.

Nübüvvet ise, “Gàye-i insaniyet ve vazife-i beşeriyet, ahlâk-ı
İlâhiye ile ve secâyâ-i hasene ile tahallûk etmekle beraber aczini bilip
kudret-i İlâhiyeye ilticâ, zaafını görüp kuvvet-i İlâhiyeye istinat, fakrını
görüp rahmet-i İlâhiyeye itimad, ihtiyacını görüp gınâ-i İlâhiyeden istimdâd,
kusurunu görüp afv-ı İlâhîye istiğfar, naksını görüp kemâl-i İlâhîye tesbihhan
olmaktır” diye, ubûdiyetkârâne hükmetmişler. İşte, diyânete itaat etmeyen
felsefenin böyle yolu şaşırdığı içindir ki, ene kendi dizginini eline almış,
dalâletin her bir nevine koşmuş. İşte şu vecihteki enenin başı üstünde bir
şecere-i zakkum neşv ü nemâ bulup âlem-i insaniyetin yarısından fazlasını
kaplamış.

İşte, o şecerenin kuvve-i şeheviye-i behîmiye dalında beşerin
enzârına verdiği meyveler ise, esnâmlar ve âlihelerdir. Çünkü, felsefenin
esâsında, kuvvet müstahsendir; hattâ, “Elhükmü lilgàlip,” bir düsturudur.
“Galebe edende bir kuvvet var”; “Kuvvette hak vardır” der. Zulmü mânen
alkışlamış, zâlimleri teşcî etmiştir ve cebbârları ulûhiyet dâvâsına sevk
etmiştir.

Hem, masnu’daki güzelliği ve nakıştaki hüsnü masnua ve nakşa mal
edip, Sâni’ ve Nakkaşın mücerred ve mukaddes cemâlinin cilvesine nispet
etmeyerek, “Ne güzel yapılmış” yerine, “Ne güzeldir” der; perestişe lâyık bir
sanem hükmüne getirir. Hem, herkese satılan müzahraf, hodfüruş, gösterici,
riyâkâr bir hüsnü istihsan ettiği için, riyâkârları alkışlamış, sanem-misâlleri
kendi âbidlerine âbid yapmıştır.

O şecerenin kuvve-i gadabiye dalında, bîçare beşerin başında
küçük büyük Nemrudlar, Firavunlar, Şeddadlar meyvelerini yetiştirmiş; kuvve-i
akliye dalında, âlem-i insaniyetin dimâğına dehriyyun, maddiyyun, tabiiyyun gibi
meyveleri vermiş, beşerin beynini bin parça etmiştir.

Şimdi, şu hakikati tenvir için felsefe mesleğinin esâsât-ı
fâsidesinden neşet eden neticeleriyle, silsile-i nübüvvetin esâsât-ı
sâdıkasından tevellüd eden neticelerinin binler muvâzenesinden, numûne olarak üç
dört misâl zikrediyoruz.

Meselâ, nübüvvetin hayat-ı şahsiyedeki düsturî neticelerinden


kaidesiyle, “Ahlâk-ı İlâhiye ile muttasıf olup Cenâb-ı Hakka mütezellilâne
teveccüh edip, acz, fakr, kusurunuzu bilip, dergâhına abd olunuz” düsturu
nerede; felsefenin “Teşebbüh-ü bilvâcib insaniyetin gayet-i kemâlidir”
kaidesiyle, “Vâcibü’l-Vücuda benzemeye çalışınız” hodfüruşâne düsturu nerede?
Evet, nihayetsiz acz, zaaf, fakr, ihtiyaç ile yoğrulmuş olan mahiyet-i insaniye
nerede; nihayetsiz Kadîr, Kavî, Ganî ve Müstağnî olan Vâcibü’l-Vücudun mahiyeti
nerede?

O İkinci misâl: Nübüvvetin hayat-ı içtimâiyedeki düsturî
neticelerinden ve şems ve kamerden tut tâ nebâtât hayvanâtın imdadına ve
hayvanât insanın imdadına, hattâ zerrât-ı taâmiye hüceyrât-ı bedenin imdadına ve
muâvenetine koşturulan düstur-u teâvün, kanun-u kerem, nâmus-u ikram nerede;
felsefenin hayat-ı içtimâiyedeki düsturlarından ve yalnız bir kısım zâlim ve
canavar insanların ve vahşî hayvanların fıtratlarını sû-i istimâllerinden neşet
eden düstur-u cidâl nerede? Evet, düstur-u cidâli o kadar esaslı ve küllî kabul
etmişler ki, “Hayat bir cidâldir” diye, eblehâne hükmetmişler. o Üçüncü misâl:
Nübüvvetin tevhid-i İlâhî hakkındaki netâic-i âliyesinden ve düstur-u
gàliyesinden

yani “Her birliği bulunan yalnız birden sudûr edecektir”; “Mâdem her şeyde ve
bütün eşyada bir birlik var, demek bir tek zâtın icadıdır” diye olan,
tevhidkârâne düsturu nerede; eski felsefenin bir düstur-u itikadiyesinden olan


“Birden, bir sudûr eder;” yani, “Bir zâttan, bizzat bir tek sudûr edebilir; sâir
şeyler, vâsıtalar vâsıtasıyla, ondan sudûr eder” diye Ganî-i Alelıtlak ve
Kadîr-i Mutlakı âciz vesâite muhtaç göstererek, bütün esbâba ve vesâite
Rubûbiyette bir nevi şirket verip, Hàlık-ı Zülcelâle “akl-ı evvel” nâmında bir
mahlûku verip âdetâ sâir mülkünü esbâba ve vesâite taksim ederek, bir şirk-i
azîme yol açan şirkâlûd ve dalâletpîşe o felsefenin düsturu nerede? Hükemânın
yüksek kısmı olan İşrâkiyyun böyle halt etseler, maddiyyun, tabiiyyun gibi
kısımları ne kadar halt edeceklerini kıyas edebilirsin.

Dördüncü misâl: Nübüvvetin düstur-u hakîmânesinden


sırrıyla, “Her şeyin, her zîhayatın neticesi ve hikmeti, kendine âit bir ise,
Sâniine âit neticeleri, Fâtırına bakan hikmetleri binlerdir. her bir şeyin,
hattâ bir meyvenin, bir ağacın meyveleri kadar hikmetleri, neticeleri bulunduğu”
mahz-ı hakikat olan düstur-u hikmet nerede; felsefenin “her bir zîhayatın
neticesi kendine bakar veyahut insanın menâfiine âittir” diye, koca bir dağ gibi
ağaca hardal gibi bir meyve, bir netice takmak gibi gayet mânâsız bir abesiyet
içinde gördüğü hikmetsiz hikmet-i müzahrefe düsturları nerede? Şu hakikat Onuncu
Sözün Onuncu Hakikatinde bir derece gösterildiğinden kısa kestik.

İşte bu dört misâle binler misâli kıyas edebilirsin. Bu kitâbın
âhirinde derc edilen Lemeât nâmındaki bir risâlede bir kısmına işaret etmişiz.

İşte, felsefenin şu esâsât-ı fâsidesinden ve netâic-i
vahîmesindendir ki, İslâm hükemâsından, İbn-i Sina ve Farâbî gibi dâhîler,
şâşaâ-i sûriyesine meftun olup, o mesleğe aldanıp, o mesleğe girdiklerinden, âdi
bir mümin derecesini ancak kazanabilmiştir; hattâ, İmâm-ı Gazâlî gibi bir
Hüccetü’l-İslâm, onlara o dereceyi de vermemiş. Hem, mütekellimînin mütebahhirîn
ulemâsından olan Mûtezile imamları, zînet-i sûrîsine meftun olup o mesleğe ciddî
temas ederek, aklı hâkim ittihaz ettiklerinden, ancak fâsık, mübtedî bir mümin
derecesine çıkabilmişler. Hem, üdebâ-i İslâmiyenin meşhurlarından bedbînlikle
mâruf Ebû’l-Alâ-i Maarrî ve yetimâne ağlayışla mevsuf Ömer Hayyam gibilerin, o
mesleğin nefs-i emmâreyi okşayan zevkiyle zevklenmesi sebebiyle, ehl-i hakikat
ve kemâlden bir sille-i tahkir ve tekfir yiyip, “Edepsizlik ediyorsunuz,
zındıkaya giriyorsunuz, zındıkları yetiştiriyorsunuz” diye, zecirkârâne te’dib
tokatlarını almışlar. Hem, meslek-i felsefenin esâsât-ı fâsidesindendir ki, ene,
kendi zâtında hava gibi zayıf bir mahiyeti olduğu halde, felsefenin meşum nazarı
ile mânâ-i ismî cihetiyle baktığı için, güyâ buhar-misâl o ene temeyyü’ edip,
sonra ülfet cihetiyle ve maddiyâta tevaggul sebebiyle güyâ tasallûb ediyor.
Sonra gaflet ve inkâr ile, o enâniyet, tecemmüd eder. Sonra isyan ile tekeddür
eder, şeffâfiyetini kaybeder. Sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. Nev-i
insanın efkârıyla şişer; sonra sâir insanları, hattâ esbâbı kendine ve nefsine
kıyas edip, onlara-kabul etmedikleri ve teberrî ettikleri halde-birer firavunluk
verir. İşte o vakit, Hàlık-ı Zülcelâlin evâmirine karşı mübâreze vaziyetini
alır,

der, meydan okur gibi Kadîr-i Mutlakı acz ile ittiham eder. Hattâ, Hàlık-ı
Zülcelâlin evsâfına müdâhale eder; işine gelmeyenleri ve nefs-i emmârenin
firavunluğunun hoşuna gitmeyenleri ya red, ya inkâr, ya tahrif eder.

Ezcümle: Felâsifenin bir tâifesi, Cenâb-ı Hakka “mûcib-i bizzat”
demişler, ihtiyârını nefyetmişler, ihtiyârını ispat eden bütün kâinatın
nihayetsiz şehâdetlerini tekzib etmişler. Feyâ sübhânallah! Şu kâinatta zerreden
şemse kadar bütün mevcudât, taayyünâtlarıyla, intizamâtıyla, hikmetleriyle,
mîzanlarıyla Sâniin ihtiyârını gösterdikleri halde, şu kör olası felsefenin gözü
görmüyor!

Hem bir kısım felâsife, “Cüz’iyâta ilm-i İlâhî taallûk etmiyor”
diye ilm-i İlâhînin azametli ihâtasını nefyedip, bütün mevcudâtın şehâdât-ı
sâdıkalarını reddetmişler.

Hem, felsefe esbâba tesir verip, tabiat eline icad verir. Yirmi
İkinci Sözde katî bir sûrette ispat edildiği gibi, her şeyde Hàlık-ı Küll-i Şeye
has parlak sikkeyi görmeyip, âciz, câmid, şuursuz, kör ve iki eli tesadüf ve
kuvvet gibi iki körün elinde olan tabiata masdâriyet verip, binler hikmet-i
âliyeyi ifade eden ve herbiri birer mektubât-ı Samedâniye hükmünde olan
mevcudâtın bir kısmını ona mal eder. Hem, Onuncu Sözde ispat edildiği gibi,
Cenâb-ı Hak bütün esmâsıyla ve kâinat bütün hakàikıyla ve silsile-i nübüvvet
bütün tahkikatıyla ve kütüb-ü semâviye bütün âyâtıyla gösterdikleri haşir ve
âhiret kapısını bulmayıp, haşri nefyedip, ervâhlara bir ezeliyet isnad etmişler.
İşte, bu hurâfâtlara sâir meselelerini kıyas edebilirsin.

Evet, şeytanlar, güyâ ene’nin gaga ve pençesiyle, dinsiz
feylesoflarının akıllarını havaya kaldırıp, dalâlet derelerine atıp dağıtmıştır.
Küçük âlemde ene, büyük âlemde tabiat gibi tâğutlardandır.


Geçen hakikati tenvir edecek bir seyahat-i hayaliye sûretinde
nimmanzum olarak Lemeât’ta yazdığım bir vâkıa-i misâliyenin meâlini şurada
zikretmeye münâsebet geldi. Şöyle ki:

Bu risâlenin telifinden sekiz sene evvel, İstanbul’da, Ramazan-ı
Şerifte, meslek-i felsefe ile münâsebette bulunan Eski Said’in Yeni Said’e
inkılâb edeceği bir hengâmdadır ki, Fâtiha-i Şerîfenin âhirinde


ile işaret ettiği üç mesleği düşünürken şöyle bir vâkıa-i
hayaliye, bir hâdise-i misâliye, rüyâya benzer bir hâdise gördüm ki:

Kendimi bir sahrâ-i azîmede görüyorum. Bütün zeminin yüzünü
karanlıklı, sıkıcı ve boğucu bir bulut tabakası kaplamış. Ne nesîm var, ne ziyâ,
ne âb-ı hayat-hiçbirisi bulunmuyor. Her tarafı canavarlar, muzır ve muvahhiş
mahlûklarla dolu olduğunu tevehhüm ettim. Kalbime geldi ki, şu zeminin öteki
tarafında ziyâ, nesîm, âb-ı hayat var. Oraya geçmek lâzım. Baktım ki, ihtiyârsız
sevk olunuyorum. Zeminin içinde tünelvârî bir mağaraya sokuldum; git gide
zeminin içinde seyahat ettim. Bakıyorum ki, benden evvel o tahte’l-arz yolda çok
kimseler gitmişler. Her tarafta boğulup kalmışlar. Onların ayak izlerini
görüyordum. Bâzılarının bir zaman seslerini işitiyordum. Sonra sesleri
kesiliyordu.

Ey hayali ile benim seyahat-i hayaliyeme iştirak eden arkadaş! O
zemin, tabiattır ve felsefe-i tabiiyedir. Tünel ise ehl-i felsefenin efkârı ile
hakikate yol açmak için açtıkları meslektir. Gördüğüm ayak izleri, Eflâtun ve
Aristo gibi meşâhirlerindir. İşittiğim sesler, İbn-i Sina ve Farâbî gibi
dâhîlerindir. Evet, İbn-i Sina’nın bâzı sözlerini, kanunlarını bâzı yerlerde
görüyordum; sonra bütün bütün kesiliyordu. Daha ileri gidememiş. Demek boğulmuş.
Her ne ise, seni meraktan kurtarmak için hayalin altındaki hakikatin bir
köşesini gösterdim. Şimdi seyahatime dönüyorum.

Git gide baktım ki, benim elime iki şey verildi: Biri, bir
elektrik; o tahte’l-arz tabiatın zulümâtını dağıtır; diğeri, bir âlet ile dahi,
azîm kayalar, dağ-misâl taşlar parçalanıp bana yol açılıyor. Kulağıma denildi
ki, “Bu elektrik ile o âlet, Kur’ân’ın hazînesinden size verilmiştir.

Her ne ise, çok zaman öylece gittim. Baktım ki, öteki tarafa
çıktım. Gayet güzel bir bahar mevsiminde bulutsuz bir güneş, ruhefzâ bir nesîm,
hayattar bir âb-ı leziz, her taraf şenlik içinde bir âlem gördüm.
“Elhamdülillâh” dedim. Sonra baktım ki, ben kendi kendime mâlik değilim. Birisi
beni tecrübe ediyor. Yine evvelki vaziyette, o sahrâ-i azîmede, boğucu bulut
altında yine ben kendimi gördüm. Daha başka bir yolda, bir sâik beni sevk
ediyordu. Bu defa tahte’z-zemin değil, belki seyir ve seyahatle yeryüzünü kat’
edip öteki yüze geçmek için gidiyordum. O seyahatimde öyle acâib ve garâibi
görüyordum ki, tarif edilmez. Deniz bana hiddet ediyor, fırtına beni tehdit
eder, Her şey bana müşkülât peydâ eder. Fakat, yine Kur’ân’dan bana verilen bir
vâsıta-i seyahatimle geçiyordum, galebe çalıyordum. Git gide, bakıyordum her
tarafta seyyahların cenâzeleri bulunuyor; o seyahati bitirenler, binde ancak
birdir.

Her ne ise, o buluttan kurtulup, zeminin öteki yüzüne geçip
güzel güneşle karşılaştım. ruhefzâ nesîmi teneffüs ederek, “Elhamdülillâh”
dedim. O cennet gibi o âlemi seyre başladım.

Sonra baktım, biri var ki, beni orada bırakmıyor. Başka yolu
bana gösterecek gibi, yine beni bir anda o müthiş sahrâya getirdi. Baktım ki,
yukarıdan inmiş aynı asansörler gibi, muhtelif tarzlarda bâzı tayyâre, bâzı
otomobil, bâzı zembil gibi şeyler görünüyor. Kuvvet ve istidada göre onlara
atılsa, yukarıya çekiliyor. Ben de birisine atladım. Baktım, bir dakika zarfında
bulutun fevkıne beni çıkardı. Gayet güzel, müzeyyen, yeşil dağların üstüne
çıktım. O bulut tabakası, dağın yarısına kadar gelmemişti. En latîf bir nesîm,
en leziz bir âb, en şirin bir ziyâ her tarafta görünüyor.

Baktım ki, o asansörler gibi nurânî menziller her tarafta var.
Hattâ iki seyahatimde ve zeminin öteki yüzünde onları görmüştüm, anlamamıştım.
Şimdi anlıyorum ki, şunlar Kur’ân-ı Hakîmin âyetlerinin cilveleridir.

İşte,

ile işaret olunan evvelki yol, tabiata saplananların ve tabiiyyun fikrini
taşıyanların mesleğidir ki, onda hakikate ve nura geçmek için ne kadar müşkülât
olduğunu hissettiniz.

ile işaret olunan ikinci yol, esbâbperestlerin ve vesâite icad ve
tesir verenlerin, meşâiyyun hükemâsı gibi, yalnız akıl ile, fikir ile
hakikatü’l-hakàika ve Vâcibü’l-Vücudun mârifetine yol açanların mesleğidir.



ile işaret olunan üçüncü yol ise, sırat-ı müstakîm ehli olan ehl-i Kur’ân’ın
cadde-i nurâniyesidir ki, en kısa, en rahat, en selâmet ve herkese açık, semâvî
ve Rahmânî ve nurânî bir meslektir.

Sözler, s. 497-503.

Şeytan döndü ve dedi: “Kur’ân beşer kelâmına benziyor; onların
muhaveresi tarzındadır. Demek beşer kelâmıdır. Eğer Allah’ın kelâmı olsa, Ona
yakışacak, her cihetçe harikulâde bir tarzı olacaktı. Onun san’atı nasıl beşer
san’atına benzemiyor; kelâmı da benzememeli.”

Cevaben dedim: Nasıl ki Peygamberimiz (a.s.m.), mu’cizâtından ve
hasâisinden başka, ef’al ve ahval ve etvârında beşeriyette kalıp, beşer gibi
âdet-i İlâhiyeye ve evâmir-i tekviniyesine münkad ve mutî olmuş. O da soğuk
çeker, elem çeker, ve hâkezâ… Herbir ahval ve etvârında harikulâde bir vaziyet
verilmemiş-tâ ki ümmetine ef’âliyle imam olsun, etvârıyla rehber olsun, umum
harekâtıyla ders versin. Eğer her etvârında harikulâde olsaydı, bizzat her
cihetçe imam olamazdı, herkese mürşid-i mutlak olamazdı, bütün ahvâliyle
rahmeten li’l-âlemîn olamazdı.

Aynen öyle de, Kur’ân-ı Hakîm, ehl-i şuura imamdır, cin ve inse
mürşiddir, ehl-i kemâle rehberdir, ehl-i hakikate muallimdir. Öyleyse, beşerin
muhaverâtı ve üslûbu tarzında olmak, zarurî ve katidir. Çünkü, cin ve ins
münâcâtını ondan alıyor, duasını ondan öğreniyor, mesâilini onun lisanıyla
zikrediyor, edeb-i muaşereti ondan taallüm ediyor, ve hâkezâ, herkes onu merci
yapıyor. Öyleyse, eğer Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâmın Tûr-i Sina’da işittiği
kelâmullah tarzında olsaydı, beşer bunu dinlemekte ve işitmekte tahammül
edemezdi ve merci edemezdi. Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm gibi bir ulül’azm, ancak
birkaç kelâmı işitmeye tahammül etmiştir. Mûsâ Aleyhisselâm demiş:

Mektubat, s. 299-300.

Kur’an-ı Kerimin takip ettiği esas maksat dörttür. Birinci
maksadı olan “tevhid”, evvelki ayetle beyan edilmiştir. Bu ayetle de, ikinci
maksat olan “nübüvvet” beyan ve izah edilmiştir. Yalnız birşey var ki, bu ayet,
nübüvvet-i Muhammediyenin (a.s.m.) ispatı hakkındadır; nübüvvet-i mutlaka
hakkında değildir. Halbuki maksat, mutlak nübüvvettir. Fakat külli, cüz’ide
dahildir. Cüz’inin ispatıyla külli de ispat edilmiş olur. Bu ayet, Hazret-i
Muhammed Aleyhissalatü Vesselamın nübüvvetini, en büyük mucizesi olan i’caz-ı
Kur’an’dan bahisle ispat ediyor. O Zatın (a.s.m.) nübüvvetine dair delail başka
risalelerimizde beyan edilmiştir. Burada, yalnız bir kısmını hülasaten “altı
mesele” zımnında beyan edeceğiz.

Birinci Mesele

Enbiya-i salifinde nübüvvete medar ve esas tutulan noktalar ve
onların ümmetleriyle olan muameleleri hakkında-yalnız zaman ve mekanın tesiriyle
bazı hususat müstesna olmak şartıyla-yapılacak tam bir teftiş ve kontrol
neticesinde, Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselamda daha ekmel, daha yükseği
bulunmakta olduğu tahakkuk eder. Binaenaleyh, nübüvvet mertebesine nail
olanların heyet-i mecmuası, mucizeleriyle ve sair ahvalleriyle, lisan-ı hal ve
kal ile, nev-i beşerin sinni, kemale geldiğinde “Üstadü’l-Beşer” ünvanını
taşıyan Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselam’ın sıdk-ı nübüvvetine ilan-ı
şehadet etmişlerdir. O Hazret de (a.s.m.), bütün mucizeleriyle Saniin vücut ve
vahdetini, nurlu bir bürhan olarak aleme ilan etmiştir.

İşârâtü’l-İ’caz, s. 160-161.

Mukaddeme

Eğer desen: Dibaçede demiştin: Kelime-i şehadetin ikinci kelâmı
birincisine şahit ve meşhuddur.

Elcevap: Neam, evet. Mârifetullah denilen kâbe-i kemalâta giden
minhacların en müstakim ve en metini, Sahib-i Medine-i Münevvere Aleyhisselâmın
yaptığı tarik-i hadid-i beyzâsıdır ki, ruh-u hidayet hükmünde olan Muhammed
Aleyhisselâm, avâlim-i gaybın mişkât ve zücacesi hükmünde olan kalbinin mâkes ve
tercümanı makamında olan lisan-ı sadıkı, berahin-i Sâniin en sadık bir delil-i
zîhayat ve bir hüccet-i nâtıka ve bir bürhan-ı fasihtir. Evet, hem zatı, hem
lisanı birer bürhan-ı neyyirdir. Neam, hilkat tarafından zat-ı Muhammed bürhan-ı
bâhirdir. Hakikat canibinden lisanı, şahid-i sadıktır. Evet, Muhammed
Aleyhisselâm hem Sânie, hem nübüvvete, hem haşre, hem hakka, hem hakikate bir
hüccet-i katıadır. Tafsili gelecektir.

Tenbih

“Devir” lâzım gelmez. Zira, sıdkının delâili, Sâniin delâiline
tevakkuf etmez.

Temhid

Peygamberimiz, Sâniin bir bürhanıdır. Öyleyse, şu bürhanın
ispat-ı sıdkını ve intacını ve sureten ve maddeten sıhhatini ispat etmek
gerektir. Nahu:



Emma ba’dü, ey hakikatin âşıkı! Eğer vicdanımı mütalâa etmekle
hakikatleri rasad etmek istersen, kalb dedikleri lâtife-i Rabbaniyenin pası ve
zengârı hükmünde olan arzu-yu hilâf ve iltizam-ı taraf-ı muhalif ve mâzur
tutulmak için kendi evhamına bir hak vermek ve bir asla ircâ etmek ve mecmuun
neticesini herbir fertten istemek ki, zaafiyeti sebebiyle neticenin reddine bir
istidad-ı seyyie verilir.

Hem de bahaneli çocukluk tabiatı, hem de mahaneli düşman
seciyesi, hem de yalnız ayıbı görmek şanında olan müşteri nazarı gibi emirlerden
o mir’âtı taskîl ve tasfiye et. Muvazene ve mukabele eyle, ekser emârâtın
imtizacından tezahür eden hakikatın şule-i cevvalesini karine-i münevvire et; tâ
ekaldeki evham-ı muzlimeyi tenvir ve def edebilesin. Hem de munsıfane ve
müdakkikane ile dinle, kelâm tamam olmadan itiraz etme. Nihayete kadar bir
cümledir, bir hükümdür. Tamam olduktan sonra bir vehmin kalırsa söyle.

Tenbih

Şu bürhanın suğrâsı, nübüvvet-i mutlakadır. Kübrası ise,
nübüvvet-i Muhammed’dir (aleyhissalâtü vesselâm). İşte başlıyoruz:

İşaret

Sâniin hikmeti ve ef’âlindeki adem-i abesiyet ve kâinattaki en
hasis ve en kalîl şeyde nizamın müraatı ve adem-i ihmali ve nev-i beşerin
mürşide olan ihtiyac-ı zarurîsi, nev-i beşerde vücud-u nübüvvet, kat’an istilzam
ederler.

Eğer desen: “Bu icmaldeki mânâyı anlamadım, tafsil et.”

Derim: İşte dinle. Görüyorsun ki, maddiye ve mâneviye olan nev-i
beşerdeki nizamatın, hem de hasiyet-i aklın kuvvetiyle taht-ı tasarrufuna alınan
çok envâın ahvaline verildiği intizamatın merkezi ve madeni hükmünde olan
nübüvvet-i mutlakanın bürhanı, insanın hayvaniyetten üç noktada olan
terakkisidir.

Birincisi: “Fikrin evveli amelin âhiri, amelin evveli fikrin
âhiri” olan kaidesinin zımnındaki sırr-ı aciptir. Şöyle:

Nur-u nazarla ilel-i müterettibe-i müteselsilenin meyanında olan
terettübü keşfederek umum kemalât-ı insaniyenin tohumu hükmünde olan
mürekkebatı, besaite tahlil ve ircâ etmekle hâsıl olan kabiliyet-i ilim ve
terkip dedikleri kavanîn-i cariyeyi istimal edip, san’atıyla tabiatı muhakât
olan kabiliyet-i san’attan nazarının kusurunu ve evhamın müzahameti ve sevk-i
insaniyetin adem-i kifayeti cihetiyle bir mürşid-i nebîye ihtiyaç gösteriyor-tâ,
âlemdeki nizam-ı ekmelin muvazenesi muhafaza olunsun.

İkincisi: Gayr-ı mütenahi olan beşerin istidadı, gayr-ı mahsur
olan âmâl ve müyûlâtı ve gayr-ı mazbut olan tasavvurat ve efkârı, gayr-ı mahdut
olan kuvve-i şeheviye ve gazabiyesidir.

İşaret

Bir adama milyonlarca sene ömürle bütün lezaiz-i dünyeviye ve
her cihetten tasallut-u tâm verildiği halde, istidadındaki lâyetenâhîliğin
hükmünce bir “Ah, ah, leyte”yi çekecektir. Güya o adem-i rızayla remiz ve işaret
ediyor ki, insan ebede namzettir ve saâdet-i ebediye için halk olunmuştur. Tâ
gayr-ı mütenahi bir zamanda, gayr-ı mahdut ve geniş bir âlemde, gayr-ı mahsur
olan istidadatını bilfiile çıkarabilsin.

Tenbih

Adem-i abesiyet ve hakaik-i eşyanın sübutiyetleri imâ ediyor ki:
Bu dar ve mahsur ve herbir lezzetinde çok a’razın müzahametiyle keşmekeş ve
tehasüdden halî olmayan şu dünya-yı deniyye içinde kemâlât-ı insaniye yerleşmez.
Belki geniş ve müzahametsiz bir âlem lâzımdır. Tâ insan hakkıyla sümbüllensin ve
ahval ve kemalâtına nizam vermekle, nizam-ı âleme hem-dest-i vifak olabilsin.

Tenbih ve işaret

İstitradî olarak haşre imâ olundu. İleride zaten bürhan-ı
kat’iyle ispat edilecektir. Fakat burada istediğim nokta: İnsandaki istidat
ebede nâzırdır. Eğer istersen insaniyetin cevherine ve natıkıyetin kıymetine ve
istidadın muktezasına teemmül ve tetkik et. Sonra da o cevher-i insaniyetin en
küçük ve en hasis hizmetkârı olan hayale bak, gör, yanına git ve de: “Ey hayal
ağa, beşaret sana! Dünya ve mâfîhânın saltanatı, milyonlar sene ömürle beraber
sana verilecektir. Fakat âkıbetin dönmemeksizin fenâ ve ademdir.” Acaba hayal
sana nasıl mukabele edecek? Ayâ, istibşar ve sürur veyahut telehhüf ve
tahassürle cevap verecektir? Ecel, neam, evet, cevher-i insaniyet a’mak-ı
vicdanın dibinde enîn ve hanîn edip bağıracak: “Eyvah, vâ hasretâ saâdet-i
ebediyenin fıkdanına!” diyecektir. Hayale zecir ve ta’nif ederek, “Yahu! Bu
dünya-yı faniyeyle razı olma!”

İşte ey birader, hînâ bu saltanat-ı faniye, sultan-ı insaniyetin
en hakîr hizmetkârı veyahut şairi veyahut sanatkâr ve tasvircisini işbâ ve razı
edemezse, nasıl o hayal gibi çok hizmetkârların sahibi olan sultan-ı insaniyeti
işbâ edebilir? Kellâ! Neam, onu işbâ edecek, yalnız haşr-ı cismânînin sadefinde
meknun olan saâdet-i ebediyedir.

Üçüncüsü: İnsanın itidal-i mizacı ve letafet-i tab’ı ve ziynete
olan meylidir. Yani, insanın insaniyete lâyık bir suret-i taayyüşe olan meyl-i
fıtrîsidir. Neam. İnsan hayvan gibi yaşamamalıdır. Ve yaşamaz. Belki şeref-i
insaniyete münasip bir kemalle yaşamak gerektir. Binaenaleyh, beşer mesken ve
melbes ve me’keli, sanayi-i kesîreyle taltif etmesine muhtaçtır. Bu san’atlarda
yalnızca kudretinin adem-i kifayetine binaen ebnâ-yı cinsiyle imtizac etmek, o
da iştirak etmek, o da teâvün etmek, o da sa’yin semeratını mübadele etmesini
iktiza etmekle beraber, kuvâ-yı insaniyedeki inhimak ve tecavüz sebebiyle
adalete ihtiyaç, o da her aklın adalete adem-i kifayetine binaen, onu muhafaza
edecek kavanîn-i külliyenin vaz’larına ihtiyaç, o da tesirini muhafaza etmek
için icra edecek bir mukannine, o mukannin dahi zahiren ve bâtınen hâkimiyetini
muhafaza etmek için maddeten ve mânen tefevvuka, hem de Sâni-i Âlemin tarafından
bazı umurla muhassas olmasıyla bir imtiyaz ve kuvvet-i nispete, hem de evamirine
olan itaati temin ve tesis eden azamet-i Sâniin tasavvurunu zihinlerde idame
edecek bir müzekkire-i mükerrere olan ibadete muhtaçtır. O ibadet dahi Sâniin
canibine efkârı tevcih eder. O teveccüh ise, inkıyadı tesis, o inkıyad dahi
nizam-ı ekmele îsal eder. O nizam-ı ekmel dahi, sırr-ı hikmetten tevellüd eder.
Sırr-ı hikmet dahi ademü’l-abesiyeti ve Sâniin hikmeti, masnudaki teennuku
kendine şahit gösterir.

İşte, eğer insanın hayvandan şu cihat-ı selâseyle olan
temayüzünü derk edebildin; bizzarure netice veriyor ki: Nübüvvet-i mutlaka,
nev-i beşerde kutup, belki merkez ve bir mihverdir ki, ahval-i beşer onun
üzerine deveran ediyor. Şöyle ki:

Cihet-i ûlâda dikkat et. Bak, nasıl sevkü’l-insaniyet ve meyl-i
tabiînin adem-i kifayeti ve nazarın kusuru ve tarik-i akıldaki evhamın ihtilâtı,
nasıl nev-i beşeri eşedd-i ihtiyaçla bir mürşid ve muallime muhtaç eder. O
mürşid, peygamberdir.

İkinci cihette tedebbür et. Şöyle: İnsandaki lâyetanâhîlik ve
tabiatındaki meylü’t-tecavüz ve kuvâ ve âmâlindeki adem-i tahdid ve âlemdeki
meylü’l-istikmalin dalı hükmünde olan insandaki meylü’t-terakkinin semeresi
hükmünde olan kamet-i nâmiye-i istidad-ı insanîsine intibak etmeyen, belki camid
ve muvakkat olan kanun-u beşer ki, tedricen tecarüple hâsıl olan netaic-i
efkârın telâhukuyla vücuda gelen o kavânin-i beşer, şu semere-i istidadın
çekirdeklerinin terbiye ve imdadına adem-i kifayetinin sebebiyle maddeten ve
mânen iki âlemde saâdet-i beşeri temin edecek, hem de kamet-i istidadının
büyümesiyle tevessü edecek, zîhayat ve ebediye bir şeriat-ı İlâhiyeye ihtiyaç
gösterir. İşte, şeriatı getiren, peygamberdir.

Eğer desen: “Biz görüyoruz ki: Dinsizlerin veya sahih bir dini
olmayanların ahvalleri muaddele ve munazzemedirler.”

Elcevap: O adalet ve intizam, ehl-i dinin ikazat ve
irşadatıyladır. Ve o adalet ve faziletin esasları, enbiyanın tesisleriyledir.
Demek enbiya, esas ve maddeyi vaz etmişlerdir. Onlar da o esas ve fazileti
tutup, onda işlediklerini işlediler. Bundan başka nizam ve saadetleri,
muvakkattır. Bir cihetten kaime ve müstakime ise, çok cihattan mâile ve
münhaniyedir. Yani, ne kadar sureten ve maddeten ve lâfzan ve maâşen
muntazamadır; fakat sîreten ve mâneviyaten ve mânen faside ve muhtelledir.

Ey birader! İşte sıra üçüncü cihete geldi. İyi tefekkür et.
Şöyle:

Ahlâktaki ifrat ve tefrit ise, istidadatı ifsad ediyor. Ve şu
ifsad ise, abesiyeti intaç eder. Ve şu abesiyet ise, kâinatın en küçük ve en
ehemmiyetsiz şeylerinde mesalih ve hikemin riayetiyle âlemde hükümfermalığı
bedihî olan hikmet-i İlâhiyeye münakızdır.

Vehim ve tenbih

“Meleke-i mârifet-i hukuk” dedikleri her fenalığın maddeten
zararını ihsas ede ede ve efkâr-ı umumiyeyi ikaz etmekle hâsıl olan “meleke-i
riayet-i hukuk” dedikleri emri, şeriat-ı İlâhiyeye bedel olarak dinsizlerin
tasavvuru ve şeriatten istiğnaları bir tevehhüm-ü bâtıldır. Zira dünya
ihtiyarlandı. Öyle birşeyin mukaddematı da zahir olmadı. Bilâkis, mehasinin
terakkisiyle beraber mesâvî dahi terakki edip daha dehşetli ve aldatıcı bir
şekle giriyor.

Evet, nasıl ki nevâmis-i hikmet, desâtir-i hükûmetten müstağni
değildir. Öyle de, vicdana hâkim olan kavanin-i şeriat ve fazilete eşedd-i
ihtiyaçla muhtaçtır. İşte, şöyle mevhume olan meleke-i tâdil-i ahlâk, kuvâ-yı
selâseyi hikmet ve iffet ve şecaatta muhafaza etmesine kâfi değildir.
Binaenaleyh insan bizzarure vicdan ve tabiatlara müessir ve nâfiz olan mizan-ı
adalet-i İlâhiyeyi tutacak bir nebîye muhtaçtır.

İşaret

Binlerce enbiya, nev-i beşerde nübüvveti iddia ederek binlerce
mu’cizâtla müddeayı ispat etmişlerdir. İşte, o enbiyanın cemi mu’cizâtları
lisan-ı vâhidle nübüvvet-i mutlakayı ilân eder. Bizim şu suğrâmıza dahi bir
bürhan-ı kàtı’dır. Buna tevatür-ü bilmânâ veya ne tâbirle diyorsanız deyiniz,
metin bir delildir.

Tenbih

Şu Muhakemat’ın cihetü’l-vahdeti budur ki: Eğer cemî fünun ele
alınırsa ve fünunların kavaidinin külliyetleriyle keşfettikleri ittisak ve
intizama temaşa edilirse, hem de mesalih-i cüz’iye-i müteferrikanın mayası ve
ukde-i hayatiyesi hükmünde olan bir lezzeti veya bir muhabbeti veya bir emr-i
âhari içine atılmakla-ekl ve nikâhtaki gibi-perişan olan umur ve ef’al o maya
ile irtibat ve ittisal ettiklerini, inayet-i İlâhiye nokta-i nazarında nazar-ı
dikkate alınırsa, hem de hikmetin şehadetiyle sabit olan adem-i abesiyet ve
adem-i ihmali mutalâaya alınırsa, istikrâ-i tâmla netice veriyor ki: Mesalih-i
külliyenin kutup ve mihveri ve maden-i hayatı hükmünde olan nübüvvet, nev-i
beşerde zarurîdir. Faraza olmazsa, perişan olan nev-i beşer, güya muhtel bir
âlemden şu muntazam âleme düşüp cereyan-ı umumînin ahengini ihlâl ettiği kabul
olunursa, biz insanlar sair kâinata karşı ne yüzümüz kalacaktır?

Tenbih

Ey birader! Eğer bürhan-ı Sâniin suğrâsı senin sahife-i zihninde
intikaş etmişse, hazır ol. Kübrâsı olan nübüvvet-i Muhammed’in bahsine
geçiyoruz.

İşaret ve irşad

Kübrâ sadıktır. Zira sahife-i itibar-ı âlemde menkuş olan âsâr-ı
enbiyayı mütalâa etsen ve lisan-ı tarihte cereyan eden ahvallerini dinlersen ve
hakikatı, yani cihetü’l-vahdeti tesir-i zaman ve mekânla girdiği suretlerden
tecrit edebilirsen göreceksin ki: İnayet-i İlâhiyenin ziyası olan mehasin-i
mücerredenin şulesi olan hukukullah ve hukuk-u ibadı, enbiya düstur-u hareket
ettiklerini ve nev-i beşer tarafından enbiyaya karşı keyfiyet-i telâkkileri ve
ümeme karşı suret-i muameleleri ve terk-i menafi-i şahsiye ve sair umurlar ki,
onlara nebî dedirmiş ve nübüvvete medar olmuş olan esaslar ise, evlâd-ı beşerin
sinn-i tekemmül ve kühûlette olan üstadı ve medrese-i Ceziretü’l-Arapta menba-ı
ulûm-u âliye ve muallimi olan zat-ı Muhammed’de daha ekmel ve daha azhar
bulunur. Demek oluyor ki, istikrâ-i tam ile, hususan nev-i vahidde, lâsiyyema
intizam-ı muttarid üzerine müesses olan kıyas-ı hafînin iânesiyle ve kıyas-ı
evlevînin teyidiyle nübüvvet-i Muhammed’i netice vermekle beraber
tenkihü’l-menat denilen hususiyattan tecrit nokta-i nazardan, cemî enbiya,
lisan-ı mu’cizâtlarıyla, vücud-u Sâniin bir bürhan-ı bâhiresi olan Muhammed’in
sıdkına şehadet ederler.

İtizar: Kısa cümlelerle söylemiyorum; muğlâkça oluyor. Zira şu
hakaik her tarafa derin köklerini attıklarından, mesele uzunlaşıyor. Suret-i
meseleyi bozmak ve parça parça etmek ve hakikati incitmek istemiyorum. Hem de
hakikatın etrafına bir daireyi çekmek istiyorum, tâ hakikat mahsur kalıp
kaçmasın. Ben tutmazsam başkası tutsun. Beni mâzur tutsanız, febihâ… Ve illâ
hürriyet var; tahakküm yoktur. Keyfinize…

Muhakemat, s. 120-128.

Üç mühim müşkülüm daha var:

“Birincisi: Şu Mi’rac-ı azîm, niçin Muhammed-i Arabî
Aleyhissalâtü Vesselâma mahsustur?

“İkincisi: O zât, nasıl şu kâinatın çekirdeğidir? Dersiniz,
‘Kâinat, onun nurundan halk olunmuş. Hem, kâinatın en âhir ve en münevver
meyvesidir.’ Bu ne demektir? “Üçüncüsü: Sâbık beyânatınızda diyorsunuz
ki,’âlem-i ulvîye çıkmak, şu âlem-i arziyedeki âsarların makinelerini,
tezgâhlarını ve netâicinin mahzenlerini görmek için urûc etmiştir.’ Ne
demektir?”

Elcevap: Birinci müşkülünüz otuz adet Sözlerde tafsîlen
halledilmiştir. Yalnız, şurada zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) kemâlâtına ve delâil-i
nübüvvetine ve o Mi’rac-ı âzama en elyak o olduğuna icmâlî işaretler nevinde bir
muhtasar fihriste gösteriyoruz. Şöyle ki:

Evvelâ: Tevrat, İncil, Zebur gibi kütüb-ü mukaddeseden, pekçok
tahrifâta mâruz oldukları halde, şu zamanda dahi, Hüseyn-i Cisrî gibi bir
muhakkik nübüvvet-i Ahmediyeye (a.s.m.) dâir, yüz on dört işarî beşâretleri
çıkarıp, Risâle-i Hamîdiye’de göstermiştir.

Sâniyen: Tarihçe sabit, Şık ve Satîh gibi meşhur iki kâhinin,
nübüvvet-i Ahmediyeden (a.s.m.) biraz evvel, nübüvvetine ve âhirzaman Peygamberi
o olduğuna beyânâtları gibi çok beşâretler, sahih bir sûrette tarihen
nakledilmiştir.

Sâlisen: Velâdet-i Ahmediye (a.s.m.) gecesinde Kâbe’deki
sanemlerin sukùtuyla, Kisrâ-i Fârisin saray-ı meşhuresi olan Eyvânı inşikak
etmesi gibi, irhâsât denilen yüzer hârika, tarihçe meşhurdur.

Râbian: Bir orduya parmağından gelen suyu içirmesi ve câmide bir
cemaat-i azîme huzurunda, kuru direğin, minberin naklinden dolayı müfârakat-i
Ahmediyeden (a.s.m.) deve gibi enîn ederek ağlaması;

nassı ile, şakk-ı kamer gibi, muhakkiklerin tahkikatıyla bine bâliğ mu’cizâtla
serfirâz olduğunu tarih ve siyer gösteriyor.

Hâmisen: Dost ve düşmanın ittifakıyla ahlâk-ı hasenenin şahsında
en yüksek derecede ve bütün muâmelâtının şehâdetiyle secâyâ-i sâmiye,
vazifesinde ve tebligàtında en âlî bir derecede ve din-i İslâmdaki mehâsin-i
ahlâkın şehâdetiyle şeriatında en âlî hisâl-ı hamîde en mükemmel derecede
bulunduğuna ehl-i insaf ve dikkat tereddüt etmez.

Sâdisen: Onuncu Sözün İkinci İşaretinde işaret edildiği gibi;
Ulûhiyet, muktezâ-i hikmet olarak tezâhür istemesine mukabil, en âzamî bir
derecede zât-ı Ahmediye (a.s.m.), dinindeki âzamî ubûdiyetiyle en parlak bir
derecede göstermiştir.

Hem Hàlık-ı âlemin nihayet kemâldeki cemâlini bir vâsıta ile
göstermek muktezâ-i hikmet ve hakikat olarak istemesine mukabil, en güzel bir
sûrette gösterici ve tarif edici, bilbedâhe o zâttır. Hem Sâni-i âlemin nihayet
cemâlde olan kemâl-i san’atı üzerine enzâr-ı dikkati celb etmek, teşhir etmek
istemesine mukabil, en yüksek bir sadâ ile dellâllık eden, yine bilmüşâhede o
zâttır.

Hem bütün âlemlerin Rabbi, kesret tabakàtında Vahdâniyetini ilân
etmek istemesine mukabil, tevhidin en âzamî bir derecede, bütün merâtib-i
tevhidi ilân eden, yine bizzarure o zâttır.

Hem Sahib-i âlemin nihayet derecede âsârındaki cemâlin
işaretiyle, nihayetsiz hüsn-ü zâtîsini ve cemâlinin mehâsinini ve hüsnünün
letâifini aynalarda muktezâ-i hakikat ve hikmet olarak görmek ve göstermek
istemesine mukabil, en şâşaalı bir sûrette âyinedarlık eden ve gösteren ve sevip
ve başkasına sevdiren, yine bilbedâhe o zâttır.

Hem şu saray-ı âlemin Sânii, gayet hârika mu’cizeleri ile ve
gayet kıymettar cevâhirler ile dolu hazîne-i gaybiyelerini izhâr ve teşhir
istemesi ve onlarla kemâlâtını tarif etmek ve bildirmek istemesine mukabil, en
âzamî bir sûrette teşhir edici ve tavsif edici ve tarif edici, yine bilbedâhe o
zâttır.

Hem şu kâinatın Sânii, şu kâinatı enva-ı acâib ve zînetlerle
süslendirmek sûretinde yapması ve zîşuur mahlûkatını seyir ve tenezzüh ve ibret
ve tefekkür için ona idhâl etmesi ve muktezâ-i hikmet olarak onlara o âsâr ve
sanâyîinin mânâlarını, kıymetlerini ehl-i temâşâ ve tefekküre bildirmek
istemesine mukabil, en âzamî bir sûrette cin ve inse, belki ruhânîlere ve
melâikelere de Kur’ân-ı Hakîm vâsıtasıyla rehberlik eden, yine bilbedâhe o
zâttır.

Hem şu kâinatın Hâkim-i Hakîmi, şu kâinatın tahavvülâtındaki
maksad ve gàyeyi tazammun eden tılsım-ı muğlâkını ve mevcudâtın “Nereden?
Nereye? Ve ne oldukları?” olan şu üç suâl-i müşkülün muammâsını bir elçi
vâsıtasıyla umum zîşuurlara açtırmak istemesine mukabil, en vâzıh bir sûrette ve
en âzamî bir derecede hakàik-ı Kur’âniye vâsıtasıyla o tılsımı açan ve o
muammâyı halleden, yine bilbedâhe o zâttır.

Hem şu âlemin Sâni-i Zülcelâli, bütün güzel masnuâtıyla Kendini
zîşuur olanlara tanıttırmak ve kıymetli ni’metlerle Kendini onlara sevdirmesi,
bizzarûre onun mukabilinde zîşuur olanlara marziyâtı ve arzu-yu İlâhiyelerini
bir elçi vâsıtasıyla bildirmesini istemesine mukabil, en âlâ ve ekmel bir
sûrette, Kur’ân vâsıtasıyla o marziyât ve arzuları beyân eden ve getiren, yine
bilbedâhe o zâttır.

Hem Rabbü’l-âlemîn, meyve-i âlem olan insana âlemi içine alacak
bir vüs’at-i istidad verdiğinden ve bir ubûdiyet-i külliyeye müheyyâ ettiğinden;
ve hissiyâtça kesrete ve dünyaya mübtelâ olduğundan, bir rehber vâsıtasıyla
yüzlerini kesretten Vahdete, fânîden bâkîye çevirmek istemesine mukabil, en
âzamî bir derecede, en eblâğ bir sûrette, Kur’ân vâsıtasıyla en ahsen bir tarzda
rehberlik eden ve risâletin vazifesini en ekmel bir tarzda ifâ eden, yine
bilbedâhe o zâttır.

İşte, mevcudâtın en eşrefi olan zîhayat ve zîhayat içinde en
eşref olan zîşuur ve zîşuur içinde en eşref olan hakiki insan ve hakiki insan
içinde geçmiş vezâifi en âzamî bir derecede, en ekmelbir sûrette ifâ eden zât,
elbette o Mi’rac-ı Azîm ile Kàb-ı Kavseyne çıkacak, saadet-i ebediye kapısını
çalacak, hazîne-i rahmetini açacak, imânın hakàik-ı gaybiyesini görecek, yine o
olacaktır. Sâbian: Bilmüşâhede şu masnuâtta gayet güzel tahsînât, nihayet
derecede süslü tezyinât vardır. Ve bilbedâhe şöyle tahsînât ve tezyinât, onların
Sâniinde, gayet şiddetli bir irâde-i tahsin ve kasd-ı tezyin var olduğunu
gösterir. Ve irâde-i tahsin ve tezyin ise, bizzarûre o Sâni’de, san’atına karşı
kuvvetli bir rağbet ve kudsî bir muhabbet olduğunu gösterir. Ve masnuât içinde
en câmi’ ve letâif-i san’atı birden kendinde gösteren ve bilen ve bildiren ve
kendini sevdiren ve başka masnuâttaki güzellikleri “Maşaallah!” deyip istihsan
eden, bilbedâhe o san’atperver ve san’atını çok seven Sâniin nazarında en ziyâde
mahbub, o olacaktır.

İşte masnuâtı yaldızlayan mezâyâ ve mehâsine ve mevcudâtı
ışıklandıran letâif ve kemâlâta karşı, “Subhanallah, Maşaallah, Allahuek-ber!”
diyerek semâvâtı çınlattıran ve Kur’ân’ın nağamâtıyla kâinatı velveleye
verdiren, istihsan ve takdir ile, tefekkür ve teşhir ile, zikir ve tevhid ile,
berr ve bahri cezbeye getiren, yine bilmüşâhede o zâttır.

İşte böyle bir zât ki,

sırrınca, bütün ümmetin işlediği hasenâtın bir misli onun kefe-i mîzanında
bulunan ve umum ümmetinin salâvâtı, onun mânevî kemâlâtına imdad veren ve
risâletinde gördüğü vezâifin netâicini ve mânevî ücretleriyle beraber rahmet ve
muhabbet-i İlâhiyenin nihayetsiz feyzine mazhar olan bir zât, elbette Mi’rac
merdiveniyle Cennete, Sidretü’l-Müntehâya, Arş’a ve Kàb-ı Kavseyne kadar gitmek,
aynı hak, nefs-i hakikat ve mahz-ı hikmettir.

İkinci müşkül: Ey makam-ı istimâdaki insan! Şu ikinci işkâl
ettiğin hakikat o kadar derindir, o kadar yüksektir ki, akıl ona ne ulaşır, ne
de yanaşır; illâ, nur-u imân ile görünür. Fakat, bâzı temsilât ile o hakikatin
vücudu fehme takrîb edilir. Öyle ise, bir nebze takrîbe çalışacağız.

İşte şu kâinata nazar-ı hikmetle bakıldığı vakit, azîm bir
şecere mânâsında görünür. Ve şecerenin nasıl dalları, yaprakları, çiçekleri,
meyveleri vardır; şu şecere-i hilkatin de bir şıkkı olan âlem-i süflînin, anâsır
dalları, nebâtât ve eşcar yaprakları, hayvanât çiçekleri, insan meyveleri
hükmünde görünür. Sâni-i Zülcelâlin ağaçlar hakkında cârî olan bir kanunu,
elbette şu şecere-i âzamda da câri olmak, muktezâ-i ism-i Hakîmdir. Öyle ise,
muktezâ-i hikmet, şu şecere-i hilkatin de bir çekirdekten yapılmasıdır. Hem,
öyle bir çekirdek ki, âlem-i cismânîden başka, sâir âlemlerin numûnesini ve
esâsâtını câmi’ olsun. Çünkü, binler muhtelif âlemleri tazammun eden kâinatın
çekirdek-i aslîsi ve menşei, kuru bir madde olamaz. Mâdem şu şecere-i kâinattan
daha evvel, o nevden başka şecere yok; öyle ise, ona menşe’ ve çekirdek hükmünde
olan mânâ ve nur, elbette yine şecere-i kâinatta bir meyve libasının
giydirilmesi, yine Hakîm isminin muktezâsıdır. Çünkü, çekirdek dâimâ çıplak
olamaz. Mâdem evvel-i fıtratta, meyve, libasını giymemiş; elbette, âhirde o
libası giyecektir. Mâdem o meyve insandır ve mâdem insan içinde, sâbıkan ispat
edildiği üzere, en meşhur meyve ve en muhteşem semere ve umumun nazar-ı
dikkatini celb eden ve arzın nısfını ve beşerin humsunun nazarını kendine
hasreden ve mehâsin-i mâneviyesi ile âlemi ya nazar-ı muhabbet veya hayretle
kendine baktıran meyve ise zât-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâmdır; elbette,
kâinatın teşekkülüne çekirdek olan nur, onun zâtında cismini giyerek, en âhir
bir meyve sûretinde görünecektir.

Ey müstemi’! Şu acîb kâinat-ı azîme, bir insanın cüz’î
mahiyetinden halk olunmasını istib’âd etme! Bir nevi âlem gibi olan muazzam çam
ağacını, buğday tanesi kadar bir çekirdekten halk eden Kadîr-i Zülcelâl, şu
kâinatı nur-u Muhammedîden (Aleyhisselâtü Vesselâm) nasıl halk etmesin veya
edemesin? İşte şecere-i kâinat, şecere-i Tûba gibi, gövdesi ve kökü yukarıda,
dalları aşağıda olduğu için, aşağıdaki meyve makamından, tâ çekirdek-i aslî
makamına kadar, nurânî bir hayt-ı münâsebet var. İşte Mi’rac, o hayt-ı
münâsebetin gılâfı ve sûretidir ki, zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, o
yolu açmış; velâyetiyle gitmiş, risâletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış.
Arkasındaki evliyâ-i ümmeti, ruh ve kalb ile o cadde-i nurânîde, Mi’rac-ı
Nebevînin gölgesinde seyr ü sülûk edip istidadlarına göre makamât-ı âliyeye
çıkıyorlar.

Hem, sâbıkan ispat edildiği üzere, şu kâinatın Sânii, birinci
işkâlin cevabında gösterilen makàsıd için, şu kâinatı bir saray sûretinde yapmış
ve tezyin etmiştir. O makàsıdın medârı, zât-ı Ahmediye (a.s.m.) olduğu için,
kâinattan evvel Sâni-i Kâinatın nazar-ı inâyetinde olması ve en evvel
tecellîsine mazhar olmak lâzım geliyor. Çünkü, bir şeyin neticesi, semeresi
evvel düşünülür. Demek, vücuden en âhir, mânen de en evveldir. Halbuki, zât-ı
Ahmediye, (a.s.m.) hem en mükemmel meyve, hem bütün meyvelerin medâr-ı kıymeti
ve bütün maksadların medâr-ı zuhuru olduğundan, en evvel tecellî-i icada mazhar
onun nuru olmak lâzım gelir.

Üçüncü müşkülün o kadar geniştir ki, bizim gibi dar zihinli
insanlar, istiâb ve ihâta edemez. Fakat uzaktan uzağa bakabiliriz.

Evet, âlem-i süflînin mânevî tezgâhları ve küllî kanunları,
avâlim-i ulviyededir. Ve mahşer-i masnuât olan küre-i arzın hadsiz mahlûkatının
netâic-i amelleri ve cin ve insin semerât-ı ef’âlleri, yine avâlim-i ulviyede
temessül eder. Hattâ, hasenât Cennetin meyveleri sûretine, seyyiât ise
Cehennemin zakkumları şekline girdikleri, pekçok emârât ve pekçok rivâyâtın
şehâdeti ile ve hikmet-i kâinatın ve ism-i Hakîmin iktizâsıyla beraber, Kur’ân-ı
Hakîmin işârâtı gösteriyor. Evet, zeminin yüzünde kesret, o kadar intişâr etmiş
ve hilkat o kadar teşâub etmiş ki, bütün kâinatta münteşir umum masnuâtın pekçok
fevkınde ecnâs-ı mahlûkat ve esnâf-ı masnuât küre-i zeminde bulunur, değişir;
dâimâ dolup boşalır. İşte şu cüz’iyât ve kesretin menbaları, mâdenleri elbette
küllî kanunlar ve küllî tecelliyât-ı esmâiyedir ki, o küllî kanunlar, o küllî
tecellîler ve o muhît esmâların mazharları da bir derece basit ve sâfî ve
herbiri bir âlemin arşı ve sakfı ve bir âlemin merkez-i tasarrufu hükmünde olan
semâvâttır ki; o âlemlerin birisi de Sidretü’l-Müntehâdaki Cennetü’l-Me’vâdır.
Yerdeki tesbihât ve tahmîdât, o Cennetin meyveleri sûretinde-Muhbir-i Sâdıkın
ihbârı ile-temessül ettiği sabittir.

İşte, bu üç nokta gösteriyorlar ki, yerde olan netâic ve
semerâtın mahzenleri, oralardadır ve mahsülâtı o tarafa gider.

Deme ki, “havâî bir Elhamdülillâh kelimem nasıl mücessem bir
meyve-i Cennet olur?”

Çünkü, sen gündüz uyanık iken güzel bir söz söylersin; bâzan
rüyâda güzel bir elma şeklinde yersin. Gündüz çirkin bir sözün, gecede acı bir
şey sûretinde yutarsın. Bir gıybet etsen, murdar bir et sûretinde sana
yedirirler. Öyle ise, şu dünya uykusunda söylediğin güzel sözlerin ve çirkin
sözlerin, meyveler sûretinde uyanık âlemi olan âlem-i âhirette yersin ve
yemesini istib’âd etmemelisin.

Sözler, s. 528, 533.

Hadîs der âyete: “Sana yetişmek muhâl”

Hadîs ile âyeti muvâzene edersen, bilbedâhe görürsün: Beşerin en
beliği, vahyin de mübelliği, o dahi bâliğ olmaz

Belâgat-ı âyete. O da ona benzemez. Demek ki, lisân-ı Ahmedîden
gelen herbir kelâm her dem onun olamaz.

Sözler, s. 672.