Arapça’da ‘rücu’ mastarından türetilen ‘İRTİCA’ geri dönmek ve geride olanı talep etmek anlamına gelir. Türkçe’de ise bu kelimeye ‘Gericilik’ yani geriye doğru hareket etme anlamı yüklenmiştir.
Kur’an-ı Kerim’de irtica, "Onlara; ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiğinde, ‘hayır, babalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter’ derler. Ataları hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor ise de mi?"1 ayet-i kerimesinden anlaşıldığı üzere ‘geçmişte
ataların yaptıkları yanlışlara sahip çıkma ve onlarda ısrar etme’ anlamında yer aldığı görülmektedir.
Sosyal hayatın çeşitli alanlarında hızlı değişimlerin yaşandığı Osmanlı’nın son döneminde irtica, düşünce ve sosyal hayat tarzında yenileşmeye karşı olma ve eskiye dönmeyi isteme anlamında, küçümseme ve kınama amacıyla kullanılmış, bu şekilde itham edilenlere de
‘Mürteci’ denilmiştir.
Daha çok siyasi amaçlı karalama ve küçümseme maksadıyla kullanılan ‘irtica’ deyimi ilk defa dar anlamda II. Meşrutiyete karşı çıkanlar veya Sultan II. Abdülhamit yönetimini isteyenler için kullanılmıştır. Bununla yeni düzene muhalefet eden herkesin küçümsenerek
sindirilmesi amaçlanmıştır. Ama irtica zamanla muhalefetinde dini motiflere yer veren tüm şahıs ve gruplar için kullanılır hale gelmiştir.
Konuya bu açıdan bakıldığında bunun bütün iktidarlar tarafından uygulanan muhalefeti sindirme anlayışının bir yansıması olduğu düşünülebilir. Zira özellikle Sosyalizme ilgi duyan bazı Arap-İslam ülkelerinde Sosyalizm karşıtı her görüş ve düşüncenin aynı anlamda
‘Rec’iyye’ ile karalandığını, Marksist görüşlere uymayan her türlü muhafazakarlığın Batı dünyasında ‘Reaksiyoner’ kelimesi ile suçlandığı bilinmektedir. ‘Mürteci’ bu anlamda ‘Reaksiyoner’ kelimesinin eş anlamlısı olarak kullanılmaktadır.
Günümüz Türkiye’sinde ise irtica, anlamı siyasi şartlardaki gelişmelere bağlı olarak oldukça genişletilerek, başta kılık ve kıyafet olmak üzere halkın bir kesiminin hayat ve düşünce tarzı anlamında kullanılır hale gelmiştir. Bu anlamda irtica nedense hep cehaleti çağrıştırır
ve mürteci ilan edilenlerin, kaba, softa, yobaz ve cahil oldukları vurgusu yapılır. İlmi esaslar üzerine müesses İslam’ı bir din ve yaşama biçimi olarak kabul etmiş insanların bu anlamda irtica ile karalanmaları ve itham edilmeleri mümkün değildir.
Problemin merkezine insanı koyarak tahlil etmek gerekirse; Hz. Adem ilk insan ama aynı zamanda ilk peygamberdir.2 Dolayısı ile insanoğlunun din ile ilişkisi insanlık tarihi ile başlar.3 İnsan hiçbir zaman dinden müstağni olamamış tam tersine tarih boyunca olumlu veya olumsuz daima
din ile irtibat hâlinde olmuştur. Bu sebeple dinin ne olduğunu anlamak, kişinin kendi varlığını idrâk edebilmesi açısından zarurîdir.
Din’in yirminin üzerinde, hatta otuza yakın anlamının olduğu bilinmektedir.4
"Din" kavramının anlamlarını şu şekilde tasnif etmek mümkündür:
1) Hâkimiyet, üstün gelme, zelil kılma, zorlama, ceza (karşılık) verme, mükâfat verme, hüküm koyma, hesap sorma.
2) Âdet, yol, kanun, şeriat, millet, mezhep.
3) İtaat, teslimiyet, ibâdet.
Bu tariflerin bütünü Kur’an-ı Kerim ve İslam inançları göz önünde bulundurularak yapılmıştır. Din, kaynağı itibariyle Allah’a, tebliğ yönünden peygambere, uygulanması yönünden de ümmete nisbet edilir.5
Kur’an-ı Kerim’de İslam dışındaki inanç sistemlerine, hattâ müşriklerin inandıklarına bile din adının verildiği dikkate alınırsa yukarıda verilen tanımların özellikle hak din için düşünülmüş olduğu anlaşılır. Bu sebeple son dönem İslam âlimlerinden bazıları,
"din" kavramını daha geniş kapsamlı şekilde tarif etmişlerdir. Bunlardan Muhammed Abduh’a göre din, "insanın kâinattaki varlıkları müşahede ederek, duyular üstü ilâhî gerçekleri kavramasından ibarettir".6
Yahudilikte "abodath elahim" (Allah’a ibâdet) tabiri, diğer tutum ve davranışlar yanında özellikle din kavramını ifade etmektedir. Bu tabir mâbetteki ibâdet de dâhil olmak üzere, dini kucaklamaktadır. Bununla birlikte; korku, haşyet, iman, Tanrı bilgisi, ilâhî doktrin,
telkin, kanun anlamına gelen, dine yakın kelimelerin kullanıldığı da bilinmektedir.7
Eski Yunanca’da din hem korku hem saygı anlamını içeren "thrioheya" kelimesiyle ifade edilmekteydi. Hıristiyanlık, Yahudi geleneğinden gelmesine rağmen, din terimini eski putperest Roma’dan almıştır. Romalılardan devralınan "religio" kelimesi: kutsal, kabul
edilene karşı doğruluk, dürüstlük ve saygıyı, ibadet olarak yapılan âyinlerin titizlikle yerine getirilmesiyle Tanrı şuurunu veya Tanrılara karşı bağlılığı ifade eden bir terimdi. Günümüzde Batı dillerinde "religion" kelimesiyle ifade edilen din için İnciller de
"Tanrı yolu" ifadeleri kullanır.8
Hinduizm’in kutsal dili Sanskritçe’de din anlamına gelen "dharma", Budizm’in kutsal lisanı olan Poli dilinde "dhamma" şeklindedir. Bunların din, gerçek, doktrin, doğruluk, fazilet, kanun, düstûr, mahiyet, öz gibi anlamları vardır. Çinliler Konfüçyüs öncesi dönemde
"Tao" kelimesini din anlamında almışlarsa da, bugün "Chung Chiao" (cong ciav) kelimesini kullanmaktadırlar. Japonlar’da Budizm’den önceki dinî yapılarını ifade etmek üzere "şinto" (Tanrıların yolu) kelimesi mevcuttur.9
Her kültürün din kavramını ifade etmek üzere seçtiği anlamlardan yola çıkılarak bir genelleme yapılacak olursa denilebilir ki din; "insanın kendisini ve çevresinde gördüğü her şeyi yaratan, yaşatan, yöneten, ceza ve mükâfat veren, âciz kalındığında kendisine yönelinen
varlığın yüceliğini kabul ile onun rızasına erişmek, dünyada sevgi, saygı, hoşgörüye dayalı güzel bir yaşantıya sahip olup, iki cihan saadetine kavuşmak için konulan kural ve kaidelerin bütünüdür."
Din, Allah’a ibadetin her türlüsü, verâ ve vasiyet; bir şeye zorlanmak; aziz veya zelil olmak; itaat etmek; iyi ya da kötü bir şeyi alışkanlık haline getirmek anlamına da gelmektedir.10 Din kelimesi, gerek İslam öncesi Arapça’sında gerekse Kur’an ve Sünnet’te oldukça yaygın bir
şekilde kullanılmıştır.
Aynı kökten gelen ve Allah’ın ismi olarak kullanılan "ed-Deyyân", yapılan işlerin karşılığını veren, kahreden, yani istediğine zorlayan, egemen, hikmetle yöneten, hesaba çeken, hiçbir ameli karşılıksız bırakmayıp hayra da şerre de karşılık veren anlamına
gelmektedir.11
"Mütedeyyin" ise, Allah’ın dinine teslim olan, itaatkâr, öldükten sonra hesap ve cezaya inanan kimse demektir.12
Istılah olarak din, "Yüce Allah’ın, kullarının kendisi vasıtası ile hakka ulaşmaları için peygamberleri aracılığı ile akıl sahibi insanlara tebliğ ettiği, onları dünya ve ahiret mutluluğuna kavuşturan hükümler" anlamındadır. Bu anlamıyla din hem inanç konularını
hem de amelî konuları kapsamaktadır. Her peygamberin getirdiği "millet" hakkında da kullanılabilir. Allah’tan geldiği için (Allah’ın dini şeklinde) Allah’a; Peygamber tarafından tebliğ edildiği için (Peygamber’in dini şeklinde) peygambere; ona uyup bağlandıkları için de
(meselâ "Müslümanların dini" şeklinde) ümmete izafe edilebilir.13
İbn Teymiyye’ye göre İslam, İman, İhsân diye ifade edilen her üç kademe de, "din"in kapsamı içerisindedir. Çünkü sahih hadiste de belirtildiği gibi Hz. Cebrail gelip bu konularda soru sorarak cevaplarını aldıktan sonra Hz. Peygamber (s.a.s.) "O, Cebrail idi. Size
dininizi öğretmek üzere gelmiştir." buyurmuştur. Böylece O, bunların hepsinin "din"in kapsamına girdiğini açıklamış olmaktadır.14
"Din" ıstılahta genelde "hak din" ve "son din" olan İslam anlamını ifade etmektedir. Bunun en önemli sebebi, Allah katında geçerli tek din’in İslam olmasıdır.15
Hak din olan İslam’ın temel birtakım özellikleri vardır:
Din, irade sahibi akıllıları muhatap alır.
Din, Allah tarafından insanların faydasına konulmuştur. Allah tarafından konulmamış bir din kabul edilmez.
Din, insanı dünya ve ahirette kurtuluşa götürür. Dolayısıyla bunu gerçekleştiremeyen dinler, Allah’ın kulları için öngördüğü din olamaz. Yalnız dünyaya yönelik tez ve düzenlere sözlük manâsı itibariyle "din" demek mümkündür. Dünyayı tümüyle hesaba
katmayan salt ruhânî ve dar ibadet kalıplarını aşmayan "ruhbanlık" türü yaklaşımlar da "hak din" olamaz.
Din, "teslimiyet"i, "iman"ı ve "ihsan"ı birlikte içerir. Dolayısıyla Hak Din’de insanlar bütün kâinatın boyun eğdiği, gökteki ve yerdeki her şeyin teslim olduğu Allah’a teslim olurlar.16
Bu dinde müminler kâinatın kendisine teslim olduğu gerçek Rab ve İlâh olan Allah’ın bildirdiği gayb’a inanılmasını emrettiği şeylere iman ederler; bu imanlarının gereği olarak hayatlarını Allah’ın isteklerine göre düzenleyerek teslimiyetlerini ifade ederken, kendileri Allah’ı
görmeseler dahi, Allah’ın kendilerini görmekte olduğu şuuru ile Rab’lerine ibadet ederler.
"Borç" anlamına gelen ve "din" kelimesi ile aynı harflerden oluşan "deyn" kelimesini ve onun türevlerini bir kenara bırakacak olursak; "din" ve türevleri Kur’an-ı Kerîm’de; doksan beş defa tekrarlanmaktadır. Buna göre "Din", itaat,
boyun eğme, ibadet17 kıyamet ve ceza (karşılık) günü18 Allâh’ın dini, İslam, tevhîd19 kanun, hüküm, şerîat20 anlamlarına gelmektedir.
Hadis-i şeriflerde de "din" kökünden türeyen kelimeler çeşitli tip ve anlamlarıyla kullanılmıştır21 hadis-i şeriflerde "din" kelimesi, boyun eğmek, itaat ve ibadet etmek,22 inanç ve ibadet,23 hayır olsun, şer olsun karşılık,24 kahretmek, mecbur
etmek25
anlamlarına gelmektedir.
Hz. Adem hem ilk insan hem de ilk peygamber olunca, insan ve din birbirinden ayrılması mümkün olmayan iki gerçek olarak karşımıza çıkar. Bu nedenle de insanı tanıma çabaları insanın tarihiyle eşdeğerdir. Bütün insanlık tarih boyunca "Kimiz, Nereden geliyoruz, Nereye
gidiyoruz?" şeklindeki üç sorunun cevabını aramıştır.
Kimiz sorusuna alınacak cevap ile ilk insan Hz. Adem’den itibaren hem kutsal kitaplarda, hem filozoflar nazarında insanın mahiyeti irdelenmeye çalışılmıştır.
Kur’an-ı Kerim bize tam anlamıyla bir insan anatomisi verir. Allah insanı sadece öğrenme yetenekleri ile yaratıp kendi haline bırakmamıştır. Zaman zaman kendi içlerinden seçtiği elçiler vasıtasıyla, değerler sistemi ittihaz edip, belirli prensipler ihdas etmiş ve insanlara örnek
olabilmeleri, teorik potansiyelin, insanın işlemesine hazır hale getirilmesi için bu seçkin insanları -peygamberleri- birer model olarak tanıtmıştır.26
İnsan en güzel bir biçimde yaratılmış, sonra yapıp işledikleri onu zelil kılmış ve aşağıların aşağısına yuvarlanmıştır. Ancak iradesi pozitif meyveler vermişse kesintisiz bir ecre malik olmuş ve olmaktadır.27
İnsan, Allah’ın verdiği nimetlere karşı şımarma, şehvetine (aşırılık) mağlup olma eğilimindedir. İnsanın kendini beğenmesi kibrin kapılarını açar. Kibrin sonu ise felaketlerin en acısı olan Allah’ın sevgisinden mahrumiyettir.28 İnsan kendi kazandıklarıyla hesaba çekilecektir;
"kendi elinin emeğini yiyecektir." Başkasının günahını yüklenmeyecektir. Kendi çaba ve gayretinin müsbet sonuçlarıyla şerefyab olacak, menfi sonuçlarıyla da derin bir azaba düçar olacaktır.29 İnsan, tabiatı icabı ilahi bir imzanın eseri olarak iyilik ve kötülük
yapmaya meyyal bir varlıktır. Fıtratını hayra (iyilik) kanalize ederse kurtuluşa, şerre (kötülük) kanalize ederse ziyana uğrayacaktır.30 Ona yol göstermek üzere kitap indirilmiş ve peygamber gönderilmiştir. Kur’an’a tabi olan kendi yararına bir fiil işlemiş olacak; kim de onun
genel geçer bir kıymet ifa ettiğini inkâr ederse sapkınlardan olacaktır. Peygamber dahi bu sapkınlardan sorumlu değildir. İnsanın ferdi özgürlüğü esastır.31 İnsan, salih amel denilen ve hayatın tamamını kapsayan yararlı iş yaptığı müddetçe şereflenecektir. Varoluş sebebi
de budur. Bunun aksine olarak koskoca bir hayatı şerirlikle dolduracak bir güce de sahiptir.32
İnsan kendi musibetini kendi elleriyle hazırlayan bir varlık olarak sürekli kendisine verilen mühletleri değerlendirdiği oranda affa mazhar olmaktadır. İnsan hayat yolculuğunda Allah’ın merhamet vahalarında nefeslendikçe rahatlayabilecektir.33 İnsan sorumluluk üstlenmiştir. Bu
sorumluluk hiç de kolay bir sorumluluk değildir. Bu, altından kalkılması için hayatın ortaya konulması gereken bir sorumluluktur. İnsan bu sorumluluğu kabullenmede gönüllü davranmıştır.34 İnsan, göklerin yolu yüreğinden geçen bir varlıktır. Darda kaldığı zaman imdadına koşacağı,
sığınacağı yegane dayanağı olan Rabb’i ona yardım edecektir.35
Kur’an-ı Kerim’de profili çizilen insana Hz. Peygamber canlı bir nümunedir. Hz. Peygamber’in aldığı ilk vahiyden itibaren yepyeni değerler sisteminin tebliğ edilmesi ve benimsetilmesi gibi zor bir görevi üstlendiğini görüyoruz. Bu görev ona muallimlik misyonunu yüklemiş, tebliğ
malzemesi de mahiyeti itibariyle kıymet namına kısır bir durumda olan insan kavramına yepyeni bir anlam yüklemiştir. Yeryüzünün halifesi olan bir insanı esfel-i safilinden meleklerin bile gıpta edeceği bir mertebeye çıkarabilme ameliyesi, koskoca bir hayatın her katresinin hayret
verici bir mücadele azmi ile işlenmesine sebep olmuştur.36
Bu muazzam mücadelede "oluş" halindeki insanı, mükemmel bir hale getirme, onu kuyunun en diplerinden alıp yıldızlara taşıma azmi ve gayreti vardır. Çünkü insan, tabiatı gereği gelişebilen ve hatta gelişmesi için hayata çıkarılan bir varlıktır. Bu gelişme süreci
onun ilk hücrelerinin teşekkülüyle birlikte başlayıp son nefesini vermesine kadar devam eder ve son nefesiyle birlikte tamamlanmış olur. İnsan bu değişmeyi fark etmese bile, hem fizyolojik, hem de psikolojik yönden sürekli yenilenir ve tazelenir. Bu durum, onun "kendini gerçekleştirmesi"ne
imkan sağlar. Zira insanın yaratılış amacı, ömür denilen kısa zaman diliminde, toplum içinde, kendini gerçekleştirmektir. Bu bağlamda din, insan için, insanın kendini gerçekleştirebilmesi için muazzam bir "araç" niteliği taşımaktadır.
Değişen aslında sadece insan değildir. "Oluş" halindeki bireylerden oluşan toplum da, tabii olarak sürekli gelişmekte, tıpkı akıp giden nehirler gibi, sürekli değişmektedir. Buna bağlı olarak, insan ile ilintili ve bağlantılı olan her şey bu değişimden hissesine düşen
payı olmaktadır. Bu kabilden olmak üzere insanın ürettiği kültür, medeniyet ve siyasal yapı, hatta değerler alanı değişmektedir. Ancak, sürecin çok yavaş, ya da çok hızlı işlediği dönemlerde, değişimin fark edilmesi, bir hayli güçleşmektedir.
Din olgusu da bu değişim sürecinin içindedir. Çift yönlü olarak hem değişim sürecini etkilemekte, hem de zaman zaman onun istikametini belirlemektedir. Bilim ve teknoloji alanındaki göz kamaştırıcı başarılar, iletişim imkanlarının artması ve hızlı kültür değişimi,
insanlığı yeni arayışlara yöneltmiştir. Bu gün süreklilik kazanan değişim rüzgarlarından zarar görmemek, hatta en iyi şekilde ondan yararlanmak, ancak doğru bilgi ile mümkün olabilir.
Bu nedenle din olgusu, unutuldu unutulacak, bitti bitecek denilirken, hiç beklenmedik bir anda, insanlığın gündeminde en baş sıralara oturuvermiştir. Bundan sonra insanlığın geleceğinde doğru bilgi ve din etken olacaktır. İşin gerçeği, din, insanlık tarihi boyunca, insanlığın
doğal akışında daima etkin olmuş; hatta bu akışa ciddi olarak damgasını vurmuştur. Yapılan kazı çalışmaları ve arkeolojik araştırmalar, tarihte, bütünüyle dinden uzak bir toplumun mevcut olmadığını; toplumun olduğu her yerde, mutlaka din olgusunun da var olduğunu ortaya
koymuştur. Bugün gelinen noktada, dinin yeniden ön plana çıkmış olması, din olgusunu dışlayarak, ya da görmezlikten gelerek herhangi bir şey yapmanın mümkün olmayacağını göstermektedir.
Kişilerin bir birey olarak inanıp-inanmamaları, dindar olup-olmamaları bir yana, insanların birbirlerini doğru anlayabilmeleri, büyük ölçüde din hakkındaki doğru bilgiye dayalıdır. Burada hemen belirtmek lazım ki, din hakkında doğru bilgi sahibi olmak, mutlaka dindar olmayı
gerektirmez. Eğer birlikte ve barış içinde yaşamak gibi bir kaygımız varsa, görüşümüz, ideolojimiz, din anlayışımız ve din konusundaki tavrımız ne olursa olsun, öncelikle, birbirimize katlanmayı öğrenmek zorundayız. Bu ise, insanların birbirlerini doğru anlamalarına bağlıdır.
Din olgusu, 20. asrın sonlarında, bütün dünyada yeniden yükselen değer olmuştur. Bu sürecin günden güne daha da gelişerek ve güç kazanarak devam etmesi beklenmektedir. Değerler alanındaki erozyonun doğurduğu sonuçlar, arayış içindeki insanları dine ve dinî değerlere yöneltmekte
ve topyekün insanlığın geleceğini tehdit eden problemlerin çözümlenmesinde dinden yardım umulmaktadır. İşin gerçeği, Allah katından gelen vahyin ve onun etrafında şekillenen İlahî nitelikli "din"in esas amacı da, insanoğlunun sorunlarının çözümüne katkıda
bulunmaktır.
Türkiye’de, topluma yön vermek ve fikir üretmek durumunda olan aydınlar, özellikle son bir asırdır, "din" olgusunu pek fazla önemsememişler; hatta bir kısmı, "çağdaşlaşma"nın, "Modernleşme"nin bir "bütün" olarak "Batılılaşma"
olduğunu, ancak "Batılı olmakla" kurtuluşun mümkün olacağını iddia etmişlerdir.37 Bu durum, maalesef din alanının büyük ölçüde kendi haline bırakılmasına sebebiyet vermiş ve bu gün karşı karşıya geldiğimiz pek çok problemin kaynağı olan din alanındaki bilgi
boşluğunu ortaya çıkarmıştır. Türkiye, gerçek dışı bir takım fobilerle din alanında topluma istikamet verecek, fikir üretecek "aydın"ı yetiştiremediği için zamanla din bizatihi problem olarak algılanmaya başlamış, irtica, mürteci gibi ithamlar da bunun tabii bir
sonucu olarak gündemimize oturmuştur.
Bunların sebebi olarak aşağıda ele almaya çalışacağımız muhtemel faktörlerin etken olduğu düşünülebilir:
1- Doğru Düşünememek: Bir konuyu iyi anlayabilmek için, öncelikle, zihnin, o konuyu doğru anlayacak şekilde donatılması ya da konuyu doğru anlamaya hazır hale gelmesi gerekmektedir. Bu ise ancak doğru düşünmeyi bilmekle mümkün olabilecektir. Herkes, doğru düşündüğü
kanaatindedir. Halbuki insanın doğru düşünmesini engelleyen önyargıları vardır. Bu nedenle de zaman zaman bazı olay ve olguları, işine geldiği şekilde anlama ve değerlendirmeye yatkındır. Ne yazık ki, bazen menfaatler, çıkarlar insanın doğru düşünmesini engellemekte, bazen
de sosyal baskı insanı miyoplaştırabilmekte, hatta körleştirebilmektedir.
Doğru düşünmek demek, insanın, olay ve olguları oldukları gibi görebilmesi, fikirler ve olaylar arasındaki bağlantıları doğru tespit ederek, doğru anlamak ve doğru yorumlamaktır. Normal sınırların ötesindeki korku, sevgi, bağımlılık, duyarsızlık, insanın doğru düşünmesini
engelleyen hususların başında gelmektedir. Öbür yandan doğru düşünebilmesi için, insan aklının çelişkileri kolayca fark edebilme özelliğinin körelmemiş olması lazımdır. Akıl, çelişkileri fark edecek güçte yaratılmıştır. İnsanın akıl sayesinde doğruyu yanlışı,
iyiyi kötüyü ayırt edebilmesi de, bunun sonucudur. Toplumsal baskı, şartlanma, çıkarlar, hırs, açgözlülük, arzuların ve zevklerin esiri olmak, insan aklının bu üstün özelliğini günden güne törpülemektedir. Sonunda, akıl, çelişkiler karşısında duyarlılığını
yitirmektedir.
Kur’an, insan aklının en ileri seviyede etkin olmasını; insanın insanı, eşyayı, olay ve olguları doğru anlamasını ve doğru değerlendirmesini sağlamak amacıyla gelmiştir. Kur’an, insanoğlunun doğru düşünmesine yardımcı olmak için vardır. Müslüman insan, "bilmediği
şeyin ardına düşmemek", "zanla hareket etmemek", "delillere dayalı olarak konuşmak" zorundadır. Bu ise, öncelikle doğru düşünmeyi gerektirir. Neyi bilip bilmediğini bilmeyen bir insan, doğru düşünmeyi de bilemez. Aklın çelişkiler karşısında duyarsızlaşmasını
önlemek için insanın kendisini eleştirebilmeyi ve kendisiyle hesaplaşabilmeyi öğrenmesi lazımdır.
2- Eleştiriye kapalı olmak: Eleştiriye açık olmak, gelişebilmenin, zenginleşebilmenin ilk şartıdır. Ne var ki, bizim geleneğimizde eleştiri, daha çok olumsuzlukların ön plana çıkartılması şeklinde gerçekleşmektedir. Bu da, insanların eleştiriden hoşlanmalarını zorlaştırmaktadır.
İslam dini, insanın kendisine karşı dürüst olmasını istemektedir. Bu ise, özeleştiri ile mümkün olabilir. Ancak, özeleştirinin sağlıklı olabilmesi için insanın uyarılmaya ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç, aklın en iyi şekilde fonksiyonel kılınması ile ilgilidir. Kur’an’da, ısrarla,
Kur’an’ın bir "öğüt" olduğu hususunun altının çizilmesi; Hz. Peygamber’in "insanları vahiyle uyaran bir uyarıcı" olduğunun vurgulanması, yanında Hz. Peygamberin dinin nasihat olduğunu bildirmesi "din"in insanların uyarılma ihtiyacına bir cevap olduğunu
düşündürmektedir. Zira eleştiri olmadan, ne bilimsellikten, ne de kalıcı başarılardan söz edilebilir.
Eleştiriye açık olmak, doğrular karşısında duyarlı olmak demektir. Bu açıdan Türkiye’de, fikir üretecek, ülke problemlerine çözüm arayacak herkesin hem bizatihî eleştiriye açık olması; hem de, insan ürünü olan her şeyin sonuna dek her türlü tahlil ve tenkide açık olduğunu
bilmesi gerekmektedir.
3- Akıl ve İmanın Alternatif Kavramlar Olarak Algılanması: Genel bir kanaat olarak toplumda iman ve akıl alternatif kavramlar gibi algılanmakta ve iman, hiç düşünülmeksizin kabul edilmesi gereken bir ön kabuller yığını, bir dogma olarak takdim edilmektedir. Oysa Allah ancak akıllı
olanı sorumlu tutarken, Hz. Peygamber de "aklı olmayanın dininin de olmayacağı"nı haber vermiştir.
Akıl insanoğlunun en mümeyyiz vasfı olduğuna göre, insanın yaşadığı her alanda en etkin olmak durumundadır. Bu sebeple aklın olmadığı yerde insanlıktan söz etmek de mümkün değildir. İnsan yaratılışı gereği akılla Allah’ın varlığına inanabilen bir varlıktır. Bu doğrultuda,
akıl ve vahiy birbirinin tamamlayıcısıdır ve akıl ile iman da birbirinin alternatifi değildir. İman akıl temeli üzerinde, vahye dayalı doğru bilgi ile, insanın hür iradesi sayesinde gerçekleşir. Akıl olmadan iman da olmaz. Kur’an, açıkça, "bilenlerle bilmeyenlerin bir
olmayacağı"nı bildirmiş; "Allah’a saygı duymanın, Allah’tan sakınmanın bile ilimle olacağı"na dikkat çekmiştir. Her türlü bilimsel gelişme, Müslüman’ın imanını daha da güçlendirir.
4- İlmî Zihniyetin Önemsenmemesi: Beşerî bilimlerin kendine özgü mantığını kavrayamayan kimselerin insana yönelik genel geçer nitelikli, sağlıklı tahliller yapmaları zordur. Bu gün ülkemizin karşı karşıya bulunduğu problemleri dinden ve dini değerlerden ayırarak çözüme
ulaştırmak, din ve dinî değerlerle alakasının olmadığını söylemek mümkün değildir. Bir çok problemin temelinde din konusunda yeterli, doğru ve güvenilir bir bilgi ile meseleleri ele almamak, bilgi sahibi olmamak yatmaktadır. Bu noktada dinî tabulaştıran dindar insan da, dindar
insanın her davranışını "irtica" olarak anlayan ön yargılı insan da dinin ne olduğunu bilmemektir. Din konusunda doğru bilgilenme meselesi halledilmeden her gün biraz daha ağırlaşan problemlerin üstesinden gelebilmemiz ve kalıcı çözümler üretebilmemiz hayalcilik
olacaktır.
5- Din ile Geleneğin Özdeşleştirilmesi ya da Geleneğin Dinleştirilmesi: Dinden bahsederken, geleneği küçümseyip maziyi görmezlikten gelemeyiz. Bunu yaparsak içinde bulunduğumuz zaman dilimindeki gerçekleri anlama imkanı bulamayız. Çünkü din, kökü insanlığın başlangıcına
kadar uzanan, insanın olduğu her yerde karşımıza çıkan bir olgudur. Bu bağlamda İslam dinini, diğer dinlerden bağımsız olarak ele almak ve anlamak biraz zordur. Üstelik İslam, kendisini, Hz. Adem’e kadar uzanan vahiy geleneğinin son halkasında şekillenmiş bir din olarak görür.
Kur’an’da mevcut olmasına rağmen, asırların imbiğinden süzülerek günümüze ulaşan ve günümüz Müslüman’ının, inanç dünyasını şekillendiren temel ilkeler, teorik olarak çoğu zaman Müslüman’ın hayatını doğrudan etkilememektedir. Geçen zaman içinde Kur’an’ın hayata
olan tesiri günden güne azalmış; din, yaşanan gerçekler, başka bir ifade ile gelenekle bütünleşmiştir. Bizatihi Kur’an, geleneğin böyle bir nitelik kazanmasına "Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine ve Allah’ın elçisine gelin!’ dendiği zaman: ‘Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol
bize yeter’ derler. Ya ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler! Ey inananlar! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olduktan sonra, (yoldan) sapanın size bir zararı dokunmaz. Hepinizin dönüşü Allah’adır, o yapmakta olduklarınızı size bildirecektir"
buyurarak "ataların dini zihniyeti" adını vermekte ve şiddetle eleştirmektedir.38
Türkiye’de geleneğin kutsallaştırılması, sadece dindar insanın problemi değildir. Bu açıdan bakıldığında, dindar olanla olmayan arasında zihniyet noktasında belirgin bir fark olduğunu söyleyebilmek mümkün değildir. Zira Türkiye’de din, laiklik, demokrasi gibi konularda,
ileri seviyede bir kavram kargaşası yaşanmaktadır. Bu durum, zaman zaman, dindar insanları, devlet düşmanlığı gibi, düşünülmesi bile doğru olmayan bir noktaya sürüklerken; laiklik konusunda aşırı hassasiyeti olan kimseleri de, din düşmanı haline getirmektedir. Bunun tabii bir
sonucu olarak da bir takım suni gerilimler ortaya çıkmaktadır. Halbuki -sağcı, solcu, dindar, dinsiz, laik, laikçi, kim olursa olsun- bu ülkede yaşayan herkesin bilmesi gereken bir şey var ki, o da bizler ay-yıldızlı bayrağımızın gölgesinde, aynı topraklara üzerinde aynı havayı
koklayarak bir arada yaşamak zorundayız. Bu nedenle de birbirimize katlanmak, birbirimizi anlamak ve birbirimize hoşgörü ile yaklaşmak mecburiyetindeyiz. Çünkü hep denildiği gibi ikinci bir Türkiye yok.
Bu anlamda bakıldığı zaman bizim asıl problemimiz zihniyetle ilgilidir. Türkiye’de, Müslüman olmasına rağmen, dini, olması gereken şekilde anlamayan insanlarımızın yanında, laikliği, demokrasiyi, insan haklarını söylemlerinin ana teması yapan insanlarımızın da, yine
temelde din hakkında doğru bilgi sahibi olmamaktan kaynaklanan korkuları ve endişeleri vardır. İşte zaman zaman yükselen, sun’î laik-dindar gerilimi, bu bilgi boşluğundan ve eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Maalesef bu gerilim ortamından çıkar sağlayan insanlar vardır ve bu
tablonun devamını arzulamaktadırlar. Bu sebeple de Türkiye’yi "sağırlar diyaloğu cehennemi"ne çevirmişlerdir. Öncelikle bu zihniyet probleminin aşılması gerekmektedir. Önyargılı olmaya, eleştiriden korkmaya, değişmemek için bilinçsizce direnmeye ve çelişkileri görmemeye
devam edersek bu problemin çözülmesi mümkün olmayacaktır. Bu başka hiçbir şey değil sadece ve sadece bir zihniyet problemidir. Bu çarpık zihniyete sahip insanın, Müslüman, Hıristiyan, dinli, dinsiz, laik, laiklik karşıtı olmasının ise hiç bir önemi yoktur.
Bu sebeple ülkemizde öncelikle problemin doğru tespit edilmesine ve sağlıklı çözümler üretilmesine ihtiyaç vardır. Bunun için de, ne İslam dininden, ne de demokrasiden vazgeçmenin mümkün olmayacağını göz önüne alarak zihniyetle ilgili problemlerimizin üstesinden gelmemiz
gerekmektedir. Bu bağlamda dinin -en azından- bir sosyal realite olduğunu göremeyenlerle, İslam’ın Batı standartlarının da ötesinde bir demokrasinin oluşmasına imkan sağlayacağını fark edemeyenler arasında, zihniyet olarak fazla bir fark olduğunu söylemek mümkün değildir.
Birisi din, öteki ise demokrasi ve laiklik konusunda ön yargılıdır. Ortak nokta, ön yargılı olmak, çare ise tüm önyargılardan kurtulmaktır.
İşaret edilmesi gerekiyor ki, Türkiye’de, hem din hem de laiklik birileri tarafından acımasızca kullanılmakta, bunun sonucu olarak da insanlar bir türlü uzlaşabilecekleri ortak zeminler oluşturamamaktadırlar. Türkiye’nin yüzde 98’nin Müslüman olduğu resmî istatistiklerde yer
almasına rağmen bazı insanlar, bazılarını "İslam düşmanlığı" ile, bazıları da günlük hayatını inançları doğrultusunda yaşamak isteyen bir Müslüman’ı gericilikle, yobazlıkla ve mürteci olmakla suçlayabilmektedir. Maalesef "Şeriat gelecek, dertler
bitecek" diyenler de, "kahrolsun şeriat" diye slogan atanlar da "şeriat"ın ne olduğunu bilmemektedirler. Din alanında, tahmin edilenin de çok üstünde olan bu bilgi boşluğu, insanların birbirlerini anlamalarını engellemektedir. Sadece dindar olanla olmayan değil,
farklı gruplara mensup olan dindarlar bile birbirlerini anlayamamaktadırlar.
Din alanında oluşan bilgi boşluğu "İslamî düzen, İslam Devleti, İslam iktisadı, Şeriat vs." gibi kavramların ideolojik amaçlı kullanılabilir hale gelmesine yol açmış, bu da zihinlerin karışmasını kolaylaştırmıştır. Zira İslam, siyasî meseleleri insana bırakmıştır.
Bu ise Müslümanların, sosyal değişme olgusuna paralel olarak, insanların insanca yaşayabilecekleri, ahlâkın ve adaletin hakim olduğu bir toplum meydana getirebilmek için, kendi siyasî yapılarını kendilerinin kurması anlamına gelmektedir. İslam bu konuda, evrensel nitelik taşıyan
ana ilkeleri belirlemiştir. Bunlar:
Toplumda adaletin sağlanması,39
İnsanlar arasında yegane üstünlük ölçüsünün ilim ve takva olması,40
İşlerin insanlara danışılarak (istişare ile) yürütülmesi (Şura prensibi),41
İşlerin ehil ellere (en iyi bilenlere) verilmesi,42
Hiç bir şeyin, körü körüne desteklenmemesi43 gibi her insana mutluluk getirecek ve bütün siyasî iktidarların vazgeçemeyecekleri, evrensel nitelik taşıyan ilkelerdir. Sosyal değişme olgusuna bağlı olarak ortaya çıkan yeni gelişmeler, bu ilkeler çerçevesinde yerli yerine
oturabilecektir.
Çok iyi bilinmesi gerekmektedir ki, yobazlık ve bağnazlık, ruh sağlığı yerinde olmayan her insanda ortaya çıkan bir davranış biçimidir. Ancak dindarlık yobazlık, bağnazlık veya gericilik değildir. Türkiye, son iki asırdır maalesef din konusunda sağlıklı bir politika üretememiştir.
Aydınlarımız, dindar olan halkımızı aşağılamış, dindarlık geniş bir yelpazede kendisini göstermiş olmasına rağmen, hiçbir fark gözetilmeksizin, bütün dindarlar bir kefede değerlendirilerek mahkum edilmiştir. Bilinçli veya bilinçsiz şekilde uygulanan yanlış politikalar,
dinin yeraltına çekilmesine yol açmıştır. Bu alanda oluşan bilgi boşluğu, batıl inanç ve hurafelerin din gibi telakki edilmesine sebep olmuştur. Buna dayalı olarak ortaya çıkan, dinî değerleri koruma içgüdüsü ile bütünleşen bir tür korku, zaman zaman yobazlık olarak telakki
edilebilecek davranışlara zemin hazırlamıştır.
İnanmak-inanmamak, dindar olup-olmamak bireysel bir tercihtir. Ancak bu gün ülkemizin öncelikle İslam dini hakkında doğru bilgi sahibi olan insanlara ihtiyacı vardır. Yobazın, bağnazın ve gericinin sağcısı, solcusu, dinlisi-dinsizi olmaz; çünkü bu bir zihniyet meselesidir. Önyargılarla
hareket eden, eleştiriye kapalı olan, doğruları tekeline aldığını zanneden, "değişim"in değişmeyen tek gerçek olduğunun farkında olamayıp, gelişen ve değişen şartlara karşı bilinçsizce direnen her kişi, sıfatı ne olursa olsun, gericidir, yobazdır ve bağnazdır.
Bilgiden, bilimden ve eleştiriden korkan bir insan, hangi konumda olursa olsun, hangi sıfatı taşırsa taşısın, toplumun önünde, toplumun geleceğini tıkayan bir engel olmaktan öteye gidemeyecektir. Bunun için:
1. İnsanımızın İslam hakkında doğru bilgi sahibi olmasını sağlayacak çok yönlü bir bilgilendirme seferberliği başlatılmalıdır. Böylece dindar insanın, dinden çıkma korkusuyla, ya da bilinçsizce Cenneti garantileme sevdasıyla fanatik eğilimlere, şiddete açık hale
gelmesi, temiz dinî duygularının istismar edilmesi önleneceği gibi, din karşıtı olmayı modernlik, çağdaşlık, ilericilik olarak algılayanlar da, neye karşı çıktıklarını bilmiş olurlar. Doğru bilgiden korkmak, hiç kimseye, hiçbir yarar sağlamaz. Cehalet ve şiddetin kaynağı
ancak, sevgi ve bilgi ile kurutulabilir.
2. Din ve dindar insan, hiçbir şekilde potansiyel suçlu olarak görülmemeli, dışlanarak yer altına itilmemelidir.
3. Din alanında ortaya çıkan, bilgisizlikten ve cehaletten kaynaklanan olumsuzluklar fırsat bilinerek "din düşmanlığı" yapılmamalı, samimi dindarlar incitilerek küstürülmemelidir.
4. Demokrasi, laiklik ve din gibi değerler hiçbir zaman ve hiçbir şekilde tabulaştırılmamalı, tartışılabilmeli ve doğru bilgiden korkulmamalıdır. Zira toplumu derinden etkileyen değerlerin istismarı ancak bu şekilde önlenebilir.
5. Batı standartlarının daha ilerisinde bir demokrasiye ulaşmak, bir hedef olarak Türk insanın önüne konulmalı ve İslam’ın bu konuda bir engel değil, tam tersine, yapıcı bir rol oynayacağı unutulmamalıdır.
6. Din en azından "sosyal bir realite" olarak kabul edilmeli, dini dışlayarak ya da görmezlikten gelerek hiçbir şey yapmanın mümkün olmayacağı bilinmelidir.
8. Kişisel eğilimlerimiz ve tercihlerimiz ne olursa olsun, birarada yaşamak zorunda olduğumuz unutulmamalı; insanımızın yüzde 98’inin Müslüman olduğu hususu göz önüne alınarak sanal ve yapay şeriat tartışmaları ile, dindar-laik gerilimlerine meydan verilmemeli, irtica ve mürteci
yaygaralarına son verilmelidir.
1. Lokman, 31/21.
2. Bakara: 2/ 38; Taha: 20/122-123; Âli İmran; 3/33.
3. İnsanın ve dinin belirli bir evrimden geçmek şartıyla bugünkü şeklini aldığı görüşünü belirten düşünürler olsa da semavî dinler ve özellikle İslâm bu görüşü kesinlikle reddeder.
4. T.D.V. İslam Ansiklopedisi, cilt: 9, s. 312.
5. a.g.e. cilt: 9, s. 314.
6. a.g.e. cilt: 9, s. 315.
7. a.g.e. cilt: 9, s. 314.
8. a.g.e. cilt: 9, s. 314.
9. a.g.e. cilt: 9, s. 314.
10. el-Fîrûzâbâdî, el-Kâmûsü’l-Muhît, s. 1546, Beyrut 1407/1987; Ebu’l-Hasen İbn Sîde, el-Muhassas, s. C. XVII, 155-156, Beyrut (t.y.); Ebu’l-Beka, el-Külliyyât, Âmira, s. 327, 1287; Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihâl, I/38, Beyrut 1395/1975; Ebu’l-A’lâ el-Mevdûdî, Kur’an’a Göre
Dört Terim, "Din" Bahsi; Aynı Müellif, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi, 300 vd, Çev: Dr. N. Ahmed Asrar, Ankara 1983.)
11. İbn Sîde, a.g.e., XIII/155; el-Fîrûzâbâdî, a.y.; Mecdü’d-Dîn İbnu’l-Esîr, en-Nihâye fi Garîbi’l-Hadis, II/148, Beyrut 1399/1979.
12. Şehristânî, a.g.e., I, 38.
13. Râgıp el-Isfâhânî, el-Müfredat fî Garîbi’l-Kur’an, I 74, Kahire 1381/1961; Tehânevî, Keşşâfu Istılâhâti’l-Fünûn, I/503, Kalkutta 1862’den İstanbul 1404/1984 tıpkı basım.
14. Mecmû’u Fetâvâ, İbn Teymiyye, XV, 158.
15. Âl-i İmrân, 3/19, 85.
16. Âl-i İmrân, 3/83.
17. 2/193; 3/5, 24, 73, 85; 7/29; 8/39; 9/29, 33, 16/52; 29/65; 30/30; 39/2, 3, 11; 40/14, 65; 42/13; 48/28; 61/9; 98/5.
18. 1/4; 15/35; 24/25; 26/82; 37/20; 38/53, 78; 51/6,12; 56/56, 86; 70/26; 74/46; 82/9,15,17,18; 83/11; 95/7.
19. 2/132, 193, 217, 259; 3/5, 19, 83; 4/46, 146; 5/3, 54, 57; 6/161; 7/29; 8/39, 49, 72; 9/11,12;19/29, 33, 36, 122; 10/22, 104, 105; 12/40; 16/52; 22/78;24/55; 29/65; 30/30, 43; 31/32; 33/5; 39/2, 3, 11, 14; 40/14, 65; 42/13, 21; 48/28; 60/8, 9; 61/9; 98/5; 107/1; 110/2; 109/6.
20. 2/217; 3/73; 12/76; 22/78; 24/2; 40/26; 42/13, 21; 49/16; 98/5;107/1;109/6.
21. el-Mu’cemu’l-Müfehres li Elgazi’l-Hadîs… II/163 vd.; 165 vd.
22. "Akıllı kişi nefsine boyun eğdiren ve onu (Allah’a) ibadet ettirendir." Tirmizî, Kıyame, 25; İbn Mâce, Zühd, 31; Bu hadis-i şerifte geçen "dâne"nin "hesaba çeken" manasına geldiği de söylenmiştir. "Kureyş’ten, söyledikleri takdirde bütün
Araplar’ın kendilerine boyun eğecekleri bir tek söz söylemelerini istiyorum." Tirmizî, Tefsir, Sûre, 38, Bab 1; Ahmed b. Hanbel, I, 237.
23. "Kureyş ve onlar gibi inanıp ibadet edenler (dâne, dinehum) Müzdelife’de vakfe yaparlardı." Buhârî, Tefsir, Sûre 3, Bab 35; Müslim, Hac, 151; Yani bununla, dinlerine uygun hareket eden ve onlar gibi ibadet eden kimseler kastedilmektedir.
24. "Nasıl davranırsan, öyle karşılık görürsün." Buhârî, Tefsir, Süre 1, Bab 1.
25. Allah’ın "ed-Deyyan" ismi bu anlamdadır. Ebu Ubeyd el-Kasım b. Sellâm, Garîbu’l-Hadis, Beyrut, III/134-136, 1396/1976; Haydarabad, 1385/1966’dan tıpkı basım; Mecdu’d-Din İbnu’l-Esîr, en-Nihâye-fi Garîbi’l-Hadîs, II/148-149, Beyrut 1399/1979.
26. Kutup Muhammed, İslam ve Materyalizme Göre İnsan, 126-133, Şamil Yay. İst.; Tecelli Muhittin, İçimizdeki Gizli Güçler, 12-87, R.M. Yay. İst. 1985; Alex Carrel, İnsanlar Uyanın, 29-33, Hamle Mat. İst. 1950.
27. Tin, 95/4.
28. Lokman, 31/18.
29. Necm, 53/38.
30. Şems, 91/7.
31. Zümer, 39/41.
32. Mümin, 40 /85; Fussilet, 41/34-40.
33. Şura, 42/30.
34. Ahzab, 33/72.
35. Bakara, 2/186.
36. Parladır Selahattin, D.E.Ü. İ.F.Der, sayı.1, s. 259,
37. Mehmet S. Aydın, "Türkiye’de Din ve Modernleşme İlişkisi Üzerine Bazı Düşünceler", Türk Yurdu, c. 17, sayı 116-117, Nisan-Mayıs 1997.
38. Maide, 5/104-105
39. Nisâ, 4/58; 105; Sad, 38/26.
40. Hucurât, 49/13.
41. Şura, 42/36-38; Al-i İmran, 3/159.
42. Nisâ, 4/58.
43. İsrâ, 17/36.