Düşünmek, insan üzerine düşünmek,
mutlaka yasak bölgelerden bir kaçına dalıp çıkmakla olur.
Cemil Meriç
İnsanlarda yeniye karşı merak ve istek, yeniye karşı korku ve tedirginlikle birlikte bulunur. Genç kuşaklar yeniliğe daha açıktır ama yaş ilerledikçe yenilik korkusu daha ağır basar ve yeniye karşı uyum kapasitesi azalır. Alışılmış yaşama tarzı, damak
zevki, gelenek ve göreneklerin bağlayıcılığı artar. Kuşak çatışmalarının temelinde de bunun ağırlıklı rolü bulunur. Bu nedenle bir toplumdaki ya da kültürdeki yerleşik doğruları savunmak kadar yerleşik yanlışları sahiplenmek de çoğunlukla daha "alışık" (yaşlı)
kuşaklar tarafından yürütülür.
Toplum içindeki yaş katmanlarının bu eğilimlerinin dışında bizzat toplumsal yapının da yaşından ve yaşının eğilimlerinden söz etmek mümkündür. Toplum yapısı yaşlandıkça bir yandan pekişen ve katılaşan bir gelenek oluşurken, diğer yandan yeni ve
farklı taleplere cevap veremeyen sisteme yönelik muhalefet damarları çoğalır ve güçlenir (Rusya’da komünizmi hâlâ savunanlar yaşlılardır ve Amerikan karşıtları çoğunlukla gençlerdir). Ergenlik yıllarında başlayan kendi doğrularını kendi inşa etme çabası, genç insanları
kendi yanlışını test etme ve bulma konusunda avantajlı kılarken, yanlış tercihler yapma riskine açık olmayı da beraberinde getirir. Genç kuşakların ütopik, kusursuz düzen arayışları, onları fanatik taraftarlara dönüştürebilir. Deneyimleri az, enerjileri fazladır. Yeni görüşler,
yeni dinler, yeni ideolojiler gençler tarafından daha kolay kabul edilir ve benimsenir. Yeniyi seçen kuşak eskidiğinde kendisinden sonra gelen kuşağın yenilik taleplerine karşı tedirgin olur, direnir ve hatta muhafazakâr kesilir. Ebu Cehil bir "muhafazakâr"dı, Hz. Muhammed bir
"devrimci"; Humeyni bir devrimciydi, Pehlevi bir muhafazakâr; Castro eski bir devrimciydi yeni bir muhafazakâr. Bu nedenle yeni korkusunun ve muhafazakârlık refleksinin hem psikolojik (bireysel) hem de sosyolojik (toplumsal) izdüşümleri üzerinde durmak, ilgili kavramların
arkaplanlarıyla irtibat kurmak, kavramların zihnimizde doğru temsiller kurmaları açısından zaruridir.
Bireyin yenilik karşısında duyduğu korkunun kaynağı nedir? Çağımızın bir anksiyete (bunaltı, sıkıntı) çağı olduğu çokça söylenir. Anksiyete belirsiz bir tehdit algılamasıdır. Öznesi ya da objesi belli olmayan bir tehdit. Kişi kendisini tehlikede
hisseder, güvende hissedemez ancak tehlikenin kaynağı belirsizdir. İşte değişimin duygu karşılığı "tehdidin belirsizliği" değil, ancak "belirsizliğin tehdidi"dir. İkisi de kişideki "güven içinde olma" duygusunu zedeler ve anksiyete uyandırır.
Yenilik korkusunun önemli bir diğer bileşeni, seçme mecburiyetinin ortaya çıkardığı sorumluluk duygusudur. Daha doğrusu, sorumluluk duygusunun verdiği sıkıntı (anksiyete). Buradan hareketle E. Fromm bazen toplumların ve bireylerin bilerek ve isteyerek özgürlüğü
reddettiklerini söyler.1
Diğer yandan köklü ve derin sosyal dönüşüm ve değişimlerin olduğu dönemlerde toplum içinde entegrasyonu ve stabilizasyonu sağlayan değerlerin zayıflamasıyla, bireylerde anksiyete artar, toplumda intihar ve suç olayları çoğalır. Bu etki, değişimin yönünden,
olumlu ya da olumsuz olmasından bağımsızdır. Gösterilen tepki refleksiftir ve direnç şeklindedir.2
Sayılan psikososyal faktörlerin de etkisiyle her yenilik muhaliflerini karşısında bulur. Tabir yerindeyse, muhaliflerini üretir. Matbaanın Osmanlıya ithaline karşı "gâvur icadı" diyerek karşı çıkanlar olduğu gibi bir parça daha analitik düşünen
muhaliflerin tezi şuydu: Makineler bu işi az emekle, az zamanda yapacak ama bu sektörden geçimini sağlayan binlerce yeni işsiz ne olacaktı? Hattatlar, musahhihler, yazı işçileri vs… Ancak, bu gün geldiğimiz noktada matbaanın devreye girmesiyle bilginin yaygınlaştığını ve daha
ulaşılabilir olduğunu, zihinsel alışverişin daha sistematik ve hızlı gerçekleştiğini ve insanlığın kronolojisinde bir dönüm noktası olduğunu biliyoruz.
Osmanlı’nın son dönemi için "Yenilikten şiddetle nefretin ve ürküntü hissinin eserleri her yerde kendini gösteriyordu" diyordu Sait Halim Paşa.3 Yalçın Küçük, "Aydınlar Üzerine Tezler" adlı kitabında, "Türk aydın tarihi
yenilik düşmanı bir halkı yenilikçi yapmanın tarihidir" derken, Fikret Başkaya onu bilimdışılıkla suçlayarak şiddetle eleştiriyordu. Başkaya’ya göre halk "çağdaşlığa" değil, "Çağdaşlaştırma"nın (Sömürgeleşme, üretici güçlerin tahribi biçiminde
ortaya çıkan) bizde aldığı biçime tepki göstermiştir. Son tahlilde Cumhuriyete uzanan Osmanlı yenilikçi aydınının çabası "aydınlanmadan aydınlatmaya girişmek" şeklinde idi.4
Cumhuriyet aydını Meşrutiyet aydınını, Meşrutiyet aydını da Tanzimat dönemi aydınlarını suçlar. Her dönemde, bir öncekiler yanlış yaptıkları için suçlanmışlardır. Oysa süreç aynıydı ve aynı çizginin sürdürücüsüydüler.5
"Gelecekten korkuyoruz" diyor bir Cumhuriyet dönemi Kamu Yönetimi akademisyeni. "Bu korkunun her toplumda, her bireyde mevcut olması kadar tabii bir şey olamaz. Velev ki halin büyüsü, emniyeti, huzuru onları gevşetmiş olmasın. Veya tersine, yaşanan ağır problemler bir
soluk alıp, geleceği düşünmeye fırsat bırakmasın. Bizim için fazladan bir korku daha mevcut. Biz geçmişten de korkuyoruz. Bu günümüzden emin değiliz, gelecek üzerimize karabasan gibi geliyor. Ve geçmişimizle bir türlü yüzleşemiyoruz. Toplum, devletinden korkuyor. Devlet, halkından
korkuyor. Etnik ayrılıkçılıktan, irticadan, komşularından, siyasetçiden korkuyor… Bir titreme nöbeti havasında, hep birlikte, uyum içinde korkuyoruz. Bu korkular aklımızı, ferasetimizi, basiretimizi ve enerjimizi yok ediyor."6
Diğer yandan "irtica", "gericilik", "ilericilik" gibi kavramlarla ilgili bir analiz yaparken, bu kavramların iç irtibatlar (paralellikler ve karşıtlıklar) taşıdığı "modern toplum", "ulus devlet", "din",
"cemaat", "postmodernizm", "bilgi toplumu" gibi kavramları da içeren bir değerlendirme yapılması zorunludur.
Bu gün insanoğlu ilkel toplum ve tarım toplumundan sonra yaklaşık iki asırdan fazladır yaşadığı sanayi toplumu sürecini yavaş yavaş tarihe gömmenin sancılarını yaşamaktadır. Bu dönemin adına ister "bilgi toplumu", ister "sanayi ötesi
toplumu", ister "postmodern toplum", ister "iletişim-bilişim toplumu" densin şu bir gerçek ki, bu yeni toplumsal aşama kendine özgü kurumları ve kuralları beraberinde getirmektedir. Bu değişim trendine karşı sosyal-siyasi organizasyonların negatif tepkisinin
iki şekilde olduğunu görüyoruz:
1- Değişimi kendi çıkarları doğrultusunda manipüle etme çabası,
2- Değişim dinamiklerinden ürkerek ona karşı direnç geliştirme çabası. Birinci tutuma örnek olarak ABD’yi, ikinci tutuma örnek olarak da Türkiye’yi gösterebiliriz. Türkiye’nin resmi ve derin politik tavrını belirleyen damarlardan biri mevcut hali çok yara
almadan korumaya çalışırken (muhafazakâr), bir diğer damarı aslında 1920’li, 30’lu yılları bir nevi "asr-ı saadet" olarak görüp oraya özlem ifade etmektedir(?!).
İlericilik-gericilik ikilemi de aslında modernitenin diğer ikilemleri gibi (doğru-yanlış, iyi-kötü, karanlık-aydınlık, evrensel-yerel vb.) gelmekte olan süreci tanımlamakta kullanılan "postmodernizm" tarafından şiddetle reddedilir [bu yazıda
"postmodern toplum" ve "bilgi toplumu" aynı süreci ifade eden ve farklı vurgu nüansları taşıyan iki kavram olarak kullanılmaktadır]. Nesnel ve mutlak doğruların yerine öznel ve göreceli (izafi) doğrular kabul edilir. Bu, aynı gerçeklik noktasında birden fazla doğru
olabileceği anlamına gelir. Postmoderniteye göre Marxizm, Liberalizm ve ideolojik sistemler birer büyük anlatı (grand narrative) olarak tekilliği, totalliği ve ötekini dışlamayı öngören "evrensel" siyasi pozisyonlardır. Bu büyük anlatılar ve ideolojiler modernitenin baskıcı
ve total uygulamalarının meşruiyet (meşrulaştırıcı) temelleri olarak tanımlanmaktadır.7
Dini paradigmalar kendilerini totaliter olmaktan koruyabildikleri ölçüde bu tanımdan muaf tutulabileceklerdir ancak. Yani mutlak hakikatin tek ve doğru yorumu olduğu iddiasından… Bir başka ifadeyle postmodernizm "benimki (de) hakikattir" demenizi meşru görür
ama "hakikat (yalnız) benimkidir" demenizi meşru bulmaz. Yani "medenilere galebe çalma"nın üslubu bir kademe daha incelmek zorundadır postmodern zamanlarda. İnsanlara söyleyecek sözü olanın "mukteza-i hâle mutabakat" etmesi gerekecektir.
Diğer taraftan çok önemli bir diğer husus "ilericilik", "çağdaşlık", "gericilik" kavramları ile "demokrasi" kavramı arasındaki ilişki biçimidir. Status-quo’yu belirleyen ideolojiler "tekil" ve "dayatmacı"
öneriler içerdiği için, kaçınılmaz olarak, çoğulcu demokrasiyle çatışacaklardır. Bu çatışmada, örneğin Türkiye’deki bazı aydınların demokrasinin değil, içeriğinin ne olduğu tam anlaşılamayan "çağdaşlaşma" gibi "ideokratik" söylem safında yer
almaları yeni bilgi toplumu anlayışıyla çelişir. "İdeokrat" aydınların temel açmazlarından biri aynı zamanda "demokrat olma" veya en azından öyle görünme ihtiyacını hissetmeleridir. Bu açmaz demokrasinin de korunmaya muhtaç olduğu, demokrasi düşmanlarının
demokrasiden istifade edemeyecekleri gibi "mücadeleci demokrasi" argümanlarına sığınılarak aşılmaya çalışılmaktadır. "Önce çağdaşlaşma, sonra demokrasi" şeklindeki bir açıklama kabul edilemez bulunur.8 Bu durum gericiliğe karşı yürütüldüğü
belirtilen mücadelenin yeni ve çağdaş olanla mücadeleye dönüşmesi şeklinde bir paradoksu içinde barındırır. Gericilik-çağdaşlık kavgası "çağdaşlık"-"postçağdaşlık" çatışmasına evrilir.
Postmodern sürecin bir diğer karakteristiği, değerler arasında bir hiyerarşik ilişki biçiminin yerini "yatay ve eşitlikçi" bir ilişki biçiminin almasıdır. Bu durumda "toplum" ve özellikle yapılandırılmış toplumdan (ulus) "topluluğa"
ve spontane topluluğa (cemaat) bir vurgu kayması yaşanmaktadır. Bu durumda birilerinin, başka birilerini onlara rağmen dönüştürmesi, değiştirmesi, geliştirmesi (?) tezi geçerliliğini kaybetmekte, topluluk ve bireyler daha serbest ve yoğun bir iletişim ortamı içinde spontan bir yapılanma
oluşturmaktadır. Yani postmodernizm, postmodern toplumda bireyin referans çerçevesini devlet ve toplumdan, topluluğa yöneltmekte, özel yaşamın değerlerini öne geçirmekte, kamu-özel ayırımında modernleşmenin tümüyle özel alana aldığı dinin yeniden bir çerçeve olmasını sağlamaktadır.
Türkiye özelindeki bu muhafazakâr-yenilikçi paradoksunun analizinde ilginç bir reel-politik de ortaya çıkmaktadır. Bunun nedeni aşağıda muhtasar bir şekilde açıklanacak olan ve bütün dünya toplumlarını etkisi altına alan küresel değişim trendinin
karakteristikleridir. Bu özellikler mevcut status-quo için tehdit unsurları içerirken farklı (ve karşıt) talepler için imkânlar taşımaktadır. Değişimin yeni yüzü, değişimin geleneksel (ve zorlayıcı) bazı unsurlarına karşı korunma imkânı sunmaktadır. Somutlaştırırsak;
sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçerken;
-hiyerarşi yerine eşitlik,
-uyum ve uygunluk yerine kişisel nitelik ve yaratıcılık,
-standardizasyon yerine farklılık,
-merkezileşme yerine merkeziyetçilikten uzaklaşma,
-etkinlik yerine etkililik,
-uzmanlaşma yerine bütünsellik, çok disiplinlilik,
-maddi refahın maksimizasyonu yerine yaşam kalitesinin artışı ve maddi kaynakların korunması,
-ürünün sayısal içeriği yerine kalitenin öne çıkması,
-güvenlik yerine kendini kanıtlama ve kendini gerçekleştirme,
-devletin ekonomideki ağırlığının giderek azalması,
-siyasal alanda demokratikleşme taleplerinde artış,
-sivilleşme şeklinde değerler sisteminde bir kayma ve yeniden yapılanma gerçekleşiyor.9 Bu maddeler tek tek Türkiye’yi baz alarak değerlendirildiğinde Türkiye’nin bu değişim rüzgârlarına direnç göstermekle kalmayıp aksi yönde bir miktar ilerleme
(daha doğrusu gerileme) eğilimi içinde olduğu da görülür.
Bunu biraz daha açabiliriz: "Komünizm sonrası toplumlar bir kez daha göstermiştir ki, "bilgi" toplumunun temel karşıtı "ideolojik" toplumdur. Bilgi toplumunun taşıyıcıları bilgi emekçileri olan öğretmen, muhasebeci, hekim, sosyolog,
jeolog, mühendis, matematikçi vb. kimseler iken; ideolojik toplumun taşıyıcıları askerler, polisler, ideolojik devletin jandarmalığını yapan yargıçlar ve politikacılardır. Bilgi toplumunun en gözde simaları bilim adamları iken; ideolojik toplumun en gözde simaları politikacılar,
ideologlar ve yöneticilerdir. Bilgi toplumunda başta okullar olmak üzere sokaklarda, parklarda, caddelerde, şehirlerin görkemli yerlerinde bilim adamlarının, düşünürlerin, mucitlerin, kısaca bilimsel ve teknolojik alanda yenilikler yapmış olan kişilerin heykelleri dikilirken;
ideolojik toplumlarda askerlerin, yöneticilerin, kurtarıcıların heykelleri dikilir. Bilgi toplumunda neden-sonuç arasındaki ilişki verimlilik ve üretkenlik ekseninde ele alınırken; ideolojik toplumda sonuçlar hakim ideolojiye uygun olup olmadığı ekseninde ele alınır. Bilgi toplumunda
insan, birey, akıl, bilgi, sistematik düşünce, yaratıcılık, özgünlük, buluş, icat, gelişme, kalkınma, ilerleme, hak, hukuk, özgürlük, yaşanan zaman, farklılık vb. gibi değerler revaçta iken; ideolojik toplumda devlet, sadakat, rejim, ideoloji, ütopya, lider, şef, kahraman,
uyum, benzerlik gibi değerler ön plandadır."10 Siz Türkiye’yi hangisine daha yakın bulursunuz?..
Türkiye’de üç çeyrek asır önce yerleşik tüm değerleri yeniden kurgulayan ve düzenleyen iradenin varisleri iddiasındaki güç bugün siyasi yapılanmada en kuvvetli muhafazakâr damarı temsil etmektedir. O zaman ilerlemeci, değişimci ve dinamik bir misyonu üstlenmişken
bugün direnmeci, statik ve statükocu bir işlev sürdürmektedir. Hatta kendilerinin istedikleri doğrultudaki bir ilerlemeyi bile "ikmal hatlarının ötesine geçince" geri çekmeye çalışmaktadırlar. Son zamanlarda iyice su yüzüne çıkan AB’ye giriş sürecindeki direnç tam
olarak bu son durumu göstermektedir.
Toplumsal-politik yapıların değişime gösterdikleri direnci irdeleyerek Türkiye özeline uyarladığımızda karşımıza bu yazının başlarında sözünü ettiğimiz "korku" çıkar. Siyasi ve toplumsal kurumların ve yapılanmaların en hararetli savunucuları
o sistem içinde ayrıcalıklı konuma sahip olanlar, bir başka deyişle mevcut düzenden en fazla nasiplenenlerdir. Ayrıcalıklı olanlar pek çok zaman işin tabiatı dolayısıyla mutlu bir azınlık olacağından başka kitleleri de kendi yanlarına çekmek için onların değerleri üzerinden
söylemler üreteceklerdir. Saltanatın ortadan kaldırılmasını "din elden gidiyor" diye sunanlarla bugün AB’ye girişi "milli değerlerimizin ve çıkarlarımızın elden gitmesi" şeklinde sunanlar aynı psikososyal düzeneği kullanmaktadırlar. Bu manipülasyon ortamında
değerler öylesine tersyüz edilir ki, ayrımcılığa karşı çıkanlar ayrımcılık yaptığı gerekçesiyle cezai yaptırımlara tabi tutulabilmektedirler. Böyle bir ayrımcılığı dile getirdiğinizde aleyhlerine ayrımcılık uygulananları, lehlerine ayrımcılık uygulananlara karşı
kin ve düşmanlığa sevk etmekten sorumlu olursunuz. Resmi durum şöyle formüle edilir: İnsanların "ülke yararları"na ters düşen düşünce üretmeleri kesinlikle yasaktır. Ülke yararının ne olduğuna da kendileri karar verir.11
Benzer şekilde mercekler ters yerleştirilerek baktırılan bir olay da 31 Mart olayı ve buna bağlaşık olarak yapılan yorumlardır. "Mürtecilerin ayaklandığı ve "Şeriat isterük!" diye bağırdıkları belirtilir. Olayın farklı açıklamaları göz
ardı edilir: "Batı hukuk sisteminin Cumhuriyetin kuruluşundan sonra kabul edilip meriyete sokulduğu göz önüne alınırsa, 1908’de vuku bulan bir olayın "Şeriat taleplerine" yönelik olması anlaşılır gibi değil. Çünkü zaten o tarihlerde -kenarından kıyısından epey
kırpmalara uğramış olsa bile- hakim sistem şeriata dayalı bir sistemdi. Var olan bir şey durup dururken istenmeyeceğine göre, istenenin "başka bir şey" olması gerekir… Hatta şeriat isteyenler yalnız Müslümanlar değil, gayr-i Müslim’ler de şeriat istiyorlardı. Nitekim
yargılananlar arasında Hıristiyan insanlar da vardı… Gerçekte Patrona Halil ve Kabakçı isyanlarında da -haklı veya haksız- şeriat isteyip ayaklananlar, ülkede var olan hukuk sisteminin çiğnendiğini öne sürüyorlardı, yoksa laik bir hukuka alternatif bir İslam hukuku talep
etmiyorlardı. Çünkü zaten meriyette olan İslam hukukuydu. Ancak onlara göre hukuk çiğnenmiş, keyfi uygulamalar almış başını gitmiştir. 31 Mart olayında da İttihat ve Terakki’nin baskı ve keyfi uygulamalarına karşı çıkan insanlar sokağa dökülerek şeriat istediler.
Kastettikleri bu günün tabiriyle "hukukun üstünlüğü" ilkesinin hakim olmasıydı. Halen kullandığımız "gayr-ı meşru" deyimi de gramer olarak "şeriata uygun olmayan" anlamına geldiği halde "yasa dışı" anlamında kullanılır…"12
Bir başka ifadeyle bizim "meşru" veya "gayr-ı meşru" derken kullanmış olduğumuz "şeriat" kavramıyla "şeriat isterük!" diye bağıranların kullandıkları "şeriat" kavramının içlemi (muhtevası) aynıdır.
Ezcümle, sistemlerin ve paradigmaların "yeni" karşısındaki tutumlarını ve reflekslerini belirleyen en temel dinamiklerden biri özgüvenleridir. Kendi değerlerine güvenen ve bir sınama ve karşılaştırmadan sonra son tahlilde yapılacak tercihte üstün çıkacağını
düşünen bir sistemin yeniye karşı tehdit algılaması azalacaktır. Kendi içinde dürüst ve "demokrat" bir sistemin de. "Tahkik etmeden inanmak erdemdir" tutumu ise özgüveni olmayan bir yapılanmanın tedirginliğine işaret eder ve bir çok ideoloji ve dini paradigma
tarafından kullanılır. Son durumda "tahkik" çabası bir ihanet gibi değerlendirilir. Sokrates’in Atina muktedirlerince zehir içirilerek öldürülüşünün nedeni, düşünmekte ısrar etmesiydi. Engizisyonun binlerce kurbanından biri olan Rönesans’ın mimarlarından Ciyordano
Bruno’nun diri diri yakılarak öldürülmesinin nedeni de aynıydı. Çağdaşı olan Galileo Galilei son anda "dünya dönüyor" demekten "istiğfar ederek" canını kurtaracaktı. Ve bu örneklerin sadece Hıristiyan tarihiyle sınırlı olduğunu düşünürsek çok yanılmış
oluruz.
Son söz; geleceği görmezden gelmek, ona mahkum olmak demektir. Geleceğin getireceklerini hesaplayabilmek ve onunla hesaplaşmaya hazır olmak gerekir, tüm olumsuz ve olumlu yönleriyle. Geçmişi kendi zamanının tüm unsurlarıyla geri getirmeye ya da mevcudu dondurmaya
çalışmak ise yeni dalgasının "istilasıyla istihaleye maruz kalmak" olacaktır.
Bu, "alem-i kevn-ü fesad"ın değişim dalgaları içinde değişmeyen bir kural olarak kalacaktır.
1. Adnan Ziyalar, Sosyal Psikiyatri, AR basım yayın, İstanbul 1982, s. 55.
2. Gıyasettin Ekici, Tamamlanmış İntihar Olgularında Sosyodemografik Değişkenler, yayımlanmamış uzmanlık tezi, s. 18.
3. Said Halim Paşa, Buhranlarımız, Tercüman Yay., s. 118.
4. Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası, Doz yayınları, İstanbul 1997, s. 22.
5. A.g.e, s. 26.
6. Mümtaz’er Türköne, Gelecek Korkusu, Yeni Türkiye, Sayı: 19, s. 483.
7. Zühtü Aslan, Postmodern Politik Durum ve Aydın Tavrı Üzerine, Yeni Türkiye, Sayı: 19, s. 538.
8. A.g.e, s. 541, 542.
9. Hüsnü Erkan, 21. Yüzyıla Girerken Bilgi Toplumu ve Türkiye, Yeni Türkiye, Sayı: 19, s. 134; Coşkun Can Aktan, Değişim Mühendisliği, Yeni Türkiye, Sayı: 20, s. 1169.
10. Ömer Çaha, Bilgi Çağında İdeolojik Devletin Dayanılmazlığı, Yeni Türkiye, Sayı: 19, s. 487.
11. Paradigmanın İflası, s. 22.
12. Ali Bulaç, Gündemdeki Konular: Modernizm, İrtica, Sivilleşme, Akabe Yayınları, s. 101-103.