Kâinatta asıl olan güzellik, düzenlilik ve nizamdır; yaratılmış her şey belli
bir ölçü içinde hareket eder ve kendisi için yapılan programa uygun olarak
hayatını devam ettirir: Gök cisimleri kendilerine çizilen programın dışına
çıkmadan yörüngelerinde hareket ederler; bitkiler çekirdeğindeki programa uygun
olarak gelişir ve çiçek açarlar; cansız maddeler de yine kendilerine verilen
fonksiyonlara uygun olarak varlıklarını devam ettirirler.

Bu düzenlilik içinde, düzensizlik, çirkinlik, fenalık "istisnai" bir durumdur.
Mesela, gökcisimlerinin mutad yörüngelerini terk etmeleri, bitkilerin
gelişmemesi, hayvanların kendilerinden beklenilen ürünleri vermemesi istisnadır.
Yaratılmışlar, her an üzerlerine düşen vazifeyi yerine getirirler.

İnsan da böyle bir aleme gönderilmiştir. Yaratılma bakımından hemcinsi olan
diğer yaratılanlar gibi, insan için de belli bir düzen öngörülmüştür. Hatta
insanın, yaratılanlar arasında akıl, şuur gibi üstün özelliklere sahip olması,
onu kâinattaki diğer yaratılanlar arasında daha üstün bir konuma getirmiştir.

Bu özelliklere sahip olan insanın, varlığın içindeki düzenliliğe uymaması
beklenemez. O da "küçük kardeşleri olan sair taifeler" gibi bu düzenlilik içinde
yerini almalıdır. Güzellikten, hayırdan, adaletten, barıştan, faziletten yana
davranışlar gösterebilmelidir. Böyle olduğu zaman, "sırr-ı hikmet-i ezeliye
nev-i beşerde dahi takarrur edebildi" denilecek, insanlık da "kâinattaki küçük
kardeşleri" gibi hayır ve fazilet yoluna girecektir.1

Barış da bu bağlamda ele alınması gereken bir konudur. İnsanlığın hayatında esas
olması gereken değerlerden birisi de barıştır; çatışma, şiddet, savaş "istisnai"
durumlardır. İslamiyet, insan tabiatını dikkate alan İlahi bir nizam olduğundan,
barışı yeğlemiş; insanların savaş, çatışma ve şiddetten kaçınmaları için ilkeler
sunmuştur.

Biz bu yazımızda Bediüzzaman’ın barışa dair görüşlerini anlamaya çalışırken,
kavram kargaşasına neden olmamak için yazımızı belirli ilkeler üzerine kurmak
istiyoruz.

Bu bakımdan cihad kavramına "tarihsel" ve "anlam" bakımından şu sınırları çizmek
mümkündür: (I) Bediüzzaman, cihad kavramını tarihsel anlamda bir kırılma
noktasıyla beraber ele almıştır. Bu kırılma noktası, 1350/1928 tarihidir. Bu
tarih esas alınarak öncesi ve sonrası ile ilgili değerlendirmelerde bulunulur.
(II) Bediüzzaman, yukarıda belirttiğimiz tarihten önceki dönemlerde "istisnai"
de olsa din için savaş yapılmasını zamanın şartları gereği uygun görmüştür.
(III) Müslümanların kendini savunmak zorunda kalmaları yani, "düşmanın
tecavüzatını defetmek"2 tarihsel analizin dışındadır. Çünkü her zaman ve her
şartta bütün insanlar/Müslümanlar doğal olarak kendilerini savunmak
durumundadırlar.

Bu kavramsal çerçevenin imkânları dahilinde, savaşa/maddi cihada "istisnai" de
olsa gerek duyulan dönemleri ve din için savaş döneminin kapanmasını sırasıyla
inceleyelim:

İslam Düşüncesinde Savaş
"İstisnai" Bir Durumdur

Kur’an ve sünnette, barış öğretisinin temel metinlerini görmek mümkündür. Hz.
Peygamber, Mekke’de peygamberliğini ilan ettiği zaman, inançsızlar kendisine
cephe alarak, baskı ve zulümle İslam’ın yayılmasına engel olmaya çalışmışlardı.
Hz. Peygamber, müşriklerin baskılarına engel olamayınca, Müslümanların
Habeşistan’a hicret etmelerine izin verdi. Ancak müşrikler boş durmuyordu, önce
Habeşistan’a giden Müslümanların kendilerine iade edilmesi için Habeş kralı
nezdinde girişimde bulundular; bu girişimde başarılı olamayınca da, Müslümanlara
karşı ambargo uygulamaya başladılar. Üç yıl devam eden bu ambargo ile
Müslümanlar, açlık ve sefalete mahkûm edilmek isteniyordu.

Müslümanlar bu zulümleri yaşarken, savaş izni henüz gelmemişti. O dönemde nazil
olan, "…Allah onlar hakkındaki emrini getirinceye kadar affedip bağışlayın.
Şüphesiz Allah her şeye kadirdir";3 "…İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima
bir hainlik görürsün. Yine de sen onları affet ve aldırış etme. Şüphesiz Allah
iyilik edenleri sever."4 mealindeki ayet-i kerimelerde sabır ve tevekkül tavsiye
ediliyordu.

Bu arada Müslümanlar sürekli eziyet görüyor; sahabeler, kimi dayak yemiş olarak,
kimi de yaralanmış olduğu halde Hz. Peygambere gelerek, maruz kaldıkları
zulümleri anlatıp, şikayet ediyorlardı. Bunlara karşı Hz. Peygamber,
"Sabrediniz, çünkü henüz savaş ile emrolunmadım." buyuruyordu.5

Nihayet hicretten sonra savaşla ilgili ilk defa bir ayet nazil oldu:
"Kendilerine savaş açılan kimselere (kâfirlere karşı koymak için) izin verildi.
Çünkü onlar zulme uğradılar. Şüphesiz Allah onları zafere ulaştırmaya
kadirdir."6 buyuruluyordu.

Hz. Peygamber, bu ayet-i kerimenin nazil olmasından sonra, çeşitli seriyyeler
tertip ederek etrafa gücünü büyük göstermeye çalışıyor; ancak düşman tarafından
savaşa girilmedikçe bunlara savaş ve öldürme emri vermiyordu. Hatta Bedir, Uhud,
Ahzab (Hendek) savaşlarının hep savunma savaşı oldukları ve bu halin bir süre
devam ettiği de bir gerçektir. Yazır’a göre, savaş ayetlerinin nazil olmasından
sonra, Hz. Peygamberin savunma durumuna devam etmesi, o zamanın şartlarıyla
ilgiliydi. Şayet siyaseten taarruz gerekseydi; Hz. Peygamber taarruz da
yapabilirdi.7

Bu uygulamalar, Hz. Peygamberin barışı esas aldığını, ancak düşmanın durumunun
Müslümanları savaşa/taarruza zorlaması halinde böyle bir girişimden de geri
durmayacağını göstermektedir.

Savaşa İzin Verilen
İstisnai Durumlar

İslam’ın savaşa bakışını açıklama iddiasında olanlar, o dönemde nazil olan
ayet-i kerimelere bakarak iki gruba ayrılmışlardır. Bu görüşlerden birisi, "Size
savaş açanlarla Allah yolunda çarpışın. Fakat haksız saldırıda bulunmayın. Çünkü
Allah haksız saldırıda bulunanları sevmez."8 mealindeki ayeti esas alan gruptur.
Bunlar İslam’ın taarruza cevaz vermediğini iddia ederek İslam’ın savaşçı bir din
olmadığını açıklamaya çalışmışlardır.

Aksini iddia edenler de, bahsedilen ayet-i kerimenin devamında yer alan -mealen-
"Onları nerede yakalarsanız öldürün ve sizi çıkardıkları yerden onları
çıkarın…";9 "Müşriklerle topyekün savaşınız."10 ayetlerine dayanılarak
taarruza da cevaz verildiğini söylemişlerdir. Elmalılı Hamdi Yazır da bu
kanaattedir.11

Bu konuda görüşlerini dile getiren, "Darülislam-Darülharb" kitabının yazarı
Ahmet Özel, savaşların savunma veya taarruz olarak ayrılmasının mümkün
olmadığını belirterek, "Harp halini gerekli kılan düşmanlıktan maksad, doğrudan
doğruya veya dolaylı yollarla İslam toplumunun varlık ve istiklaline ve
Müslümanların dinlerinde fitneye yol açacak şekilde ülkelerine, mallarına ve
kendilerine tecavüzdür. Müslümanların emniyet ve selametlerini tehdit, İslam
tebliğ ve davetini engellemek veya gerçek bir tehlike sayılacak şekilde
Müslümanlara karşı kötü niyet beslendiğine delalet edecek tavır ve hareketler
harbi meşru kılan sebeplerdir." demektedir.12

Ahmet Özel, savaşın meşru olabilmesini üç nedene bağlı olarak açıklar: (I)
"Meşru müdafaa denilen ve Müslümanlara veya ülkelerine yönelen tecavüzlere karşı
savaş." (II) "Zayıf durumdaki azınlık Müslüman bir topluluğun onlara zulmeden ve
haklarını çiğneyen kendi gayr-i müslim devletlerine karşı İslam devletinden
yardım istemeleri halinde onlara yardım maksadıyla yapılan savaş." (III)
"Önceden mevcut bir savaşın kesintiye uğramasından veya yapılmış bir sulhun
düşman tarafından bozulmasından sonra tedip ve sulh halinin temini maksadıyla
savaşa devam edilmesi"dir.13

Hz. Peygamberin "Sahibü’s-seyf" Olması

Bediüzzaman, istisnai olarak da olsa savaşa mecbur olunmasını iki nedene bağlı
olarak açıklar. Bunlar;

(I) "İslamiyet’in terakkisi, düşmanın taassubunu parçalamak ve inadını kırmak"

(II) "Düşmanın tecavüzatını defetmek"14 için silahla, kılıçla savaşmak.

Bunlardan ikincisi yukarıda da belirtildiği gibi, tarihsel kırılmalardan
etkilenmeyen, her zaman geçerliliğini koruyan bir durumdur. Ancak, ilki tarihsel
sınırlamalar gerektirir. Bediüzzaman, cihad anlayışında milad kabul ettiği 1350
tarihinden önce, insanlığın yaşayış biçimi ve kültürel seviye maddi cihadı
mecbur kılıyordu. "Zaman-ı salifte, yani galabe-i vahşet vaktinde alemde
hükümferma vahşetin mahsulü ve tedenni ve inkırazın mahkumu olan kuvvet ve
cebrin saltanatı idi."15 Böyle bir zamanda zulümde, inançsızlıkta inad eden
düşmanı durdurmak pratik olarak mümkün görünmüyordu. Bundan dolayı hak ve
hakikati yaymak, kendini dinletebilmek için "istisnai" olarak kuvvete başvurmak
mecburiyeti ortaya çıkıyordu.

İşte İslam’ın bu özelliğinden dolayı, İncil’in birkaç yerinde "Alemin Reisi"
ünvanıyla müjde verilen Hz. Peygamber, "Sahibü’s-seyf ve cihada memur bir
peygamber" olarak tanımlanmıştır.16 Yani, Hz. İsa (a.s.) gibi kılıçsız
olmayacak, kılıç sahibi (sahibü’s-seyf) olarak cihada memur olacak, onun
sahabeleri de kılıçlı olup ve cihada memur olacaklardır.17 Ayrıca, sahabeler de
başlangıçta az olmalarına rağmen, "yükselip, kalınlaşıp, kuvvetleşerek, küffarın
gayzlarını [öfke] onlara yutkundurup boğduracak vakitte, kılıçlarıyla nev-i
beşeri kendilerine musahhar edip, reisleri olan Peygamberin (a.s.m.) ise aleme
reis olduğunu ispat edecekler"dir.18

20. Yüzyıl:
Yeni Bir Hudeybiye Dönemi

20. yüzyılın şartları önceki dönemler gibi değildi. Temel hak ve hürriyetler,
din ve vicdan hürriyeti gibi değerler bütün insanlar tarafından benimsenir hale
gelmişti. Herkesin görüşüne saygı duyulan bir döneme girilmişti. İnsanlar
savaşmadan birbirini dinleyebilir hale gelmişti. İletişim vasıtalarındaki ve
kültürel düzeydeki gelişmeler böyle bir imkânı ortaya çıkarmıştı. Kısacası,
"tasallut-u medeniyetin zamanında alemin hükümranı ilim ve marifettir."19 İşte
yeni dönemin bu özelliklerinden dolayı cihad anlayışı da değişmiş; kılıçla
savaşla yapılan ikna yöntemi terkedilerek, bilimle, eğitimle, delille yapılan
bir ikna yöntemi zamanı gelmiştir; yani, maddi cihad döneminin kapanmış manevi
cihad dönemi başlamıştır.20

Bediüzzaman, "Dinde zorlama yoktur; doğruluk sapıklıktan, iman küfürden iyice
ayrılmıştır." mealindeki ayet-i kerimeyi tefsir ederken de, maddi cihad
döneminin kapanıp, manevi cihad döneminin başladığına dair, Kur’an’ın bir
işaretinden bahsetmiştir. Türkiye’de laikliğin yerleştirilmesine dair çabaların
sarfedildiği bu tarihte (1350/1928),21 vicdan hürriyetini sağlamak hükümetlerin
görevi olacağından manevi cihadın önündeki engeller kalkmış; "dinde ikraha ve
icbara ve mücahede-i diniyeye ve din için silâhla cihada" gerek kalmamıştır.

Bundan sonra, "mânevî bir cihad-ı dinî, iman-ı tahkikî kılıcıyla olacak",
dindeki hakikatler "iman-ı tahkiki" kılıcıyla insanlara ulaştırılacaktır. Bu
vazifede de iman-ı tahkiki dersleri veren Risale-i Nur, önemli bir fonksiyon
icra edecektir.22 İnsanlar çatışarak iletişim kurmak yerine; konuşarak, müzakere
ederek, tartışarak iletişim kuracak; hak ve hakikatin yaygınlaşması barış
yoluyla olacaktı.

Hz. Peygamberin Hudeybiye’de yaşadığı tecrübeye benzer bir durum sözkonusuydu.
Hudeybiye’de, başlangıçta Müslümanların aleyhine gibi görünen şartlar, nihai
olarak Müslümanların lehine dönmüş; İslam’ın hızla yayılmasına neden olmuştu.
Barış dolayısıyla insanlar biribirinin arasına karışmış, görüş ve düşüncelerini
anlamış; İslam’ın güzellikleri ve Kur’an’ın nurları kavimlerin taassup
perdelerini yırtarak hükmünü icra etmişti.23

İşte Bediüzzaman’ın ifadesiyle 1350 tarihinde başlayan manevi cihad devri de,
asrı saadette Hudeybiye Barışıyla kısa bir süre uygulanan örnek barış dönemi
gibi bir fonksiyon icra edecektir. Eskiden bir iletişim tekniği olan savaş,
yerini barışçı iletişim yöntemlerine bırakacak, cihad, "iman-ı tahikiki" yoluyla
yapılacaktır. İnsanlarla kurulacak diyalog neticesinde, cihad-ı manevi yerine
getirilecektir. İslam’ı insanlara anlatmak, "hakiki medeniyet", "maddi terakki"
ve "hak ve hakkaniyet"in manevi kılıçlarıyla yapılacaktı.24

Savaşsız Bir Dünya İçin:
Sulh-u Umumi

Bediüzzaman’ın bu tavrı özellikle İslam ve savaş arasında bağlantı kurma
eğilimleri açısından oldukça önemlidir. Artık din için savaş dönemi gerilerde
kalmıştır. Eskiden "istisna" olarak "düşmanın taassubunu kırmak" için izin
verilen savaşlar dönemi kapanmıştır.

Bediüzzaman, 20. yüzyılın başından itibaren barış dolu bir dünya kurulabilmesi
için çeşitli önerilerde bulunmuştur. Gerek yurt içinde gerekse dünyada barışı
amaçlayan bu önerileri şöyle özetleyebiliriz:

(I) Asayişin korunmasını ve şiddete tevessül edilmemesini tavsiye etmiştir.
Talebelerinin şiddete yönelmelerini önlemiş; yöneticilerin barışı destekleyen
projelerine hararetle sahip çıkmıştır.

(II) Dünyada barışın korunabilmesi için insani değerlerde birleşilmesi
gerektiğini ifade etmiştir. Yöneticilerin dünyanın sair devletleriyle yaptıkları
barışçı antlaşmaları desteklemiş ve onları bu faaliyetlerinden dolayı tebrik
etmiştir. İslam dünyasında barışın tesisine yardımcı olacak Sadabat Paktı için
Cumhurbaşkanını tebrik etmiş;25 İkinci Dünya Savaşına girilmemesi gerektiğini
savunmuş;26 savaş sırasında çocuk, kadın ve ihtiyarların göreceği zulümlere
dikkat çekerek savaştan kaçınmak gerektiğini ifade etmiştir.27

(III) İslam toplumlarının birbirlerini anlayabilmeleri ve dostane ilişkiler
kurabilmeleri için kültürel zemin oluşturmak maksadıyla Medresetüzzehra adını
verdiği bir eğitim projesi önermiştir. Bu projenin temel amaçlarından birisi
Ortadoğu’da kalıcı barışın tesis edilmesidir.

(IV) Toplumsal barışın sağlanabilmesi için zekatın hayata geçirilerek, faizin
yasaklanması üzerine tahşidat yapmış, bu yolla toplumsal tabakalar arasındaki
farkın azalarak karşılıklı muhabbetin gelişeceğini belirtmiştir.

(V) Ülkede birliğin sağlanabilmesi için din, vatan ve sınıf birliğine dikkat
çekmiştir. Burada dikkat çeken önemli bir nokta, din kardeşliği önemsenmekle
beraber, vatan ve sınıf birliğinin de inkar edilmemesidir. Bu bakış açısı,
toplumun bütün kesimlerinin inancı, sınıfı ne olursa olsun kardeşçe yaşamalarını
gerekli kılan teorik bir zemindir.

Sonuç

Bugün evrensel bir barış ihtiyacı, bütün insanlığın üzerinde birleştiği bir
konudur. Ancak, çeşitli yorumlarla barışın tehlikeye düşürüldüğüne sık sık
rastlıyoruz. Her ne kadar temel hak ve hürriyetler konusunda bir çok yeni
gelişmeler yaşanıyorsa da, temel esasını menfaat, unsuriyetçilik, çatışma,
şiddet ve nefsin istekleri oluşturan Batı medeniyeti, çatışmayı beslemeye devam
etmektedir. İki Dünya Savaşı ile insanlığı kana bulayan, sürekli çatışma ve
şiddeti gündemde tutan başta ABD olmak üzere Batı ülkeleri, kendi varlık ve
üstünlüklerini kuvvet ve çatışma ile sağlama eğilimini devam ettirmektedir.
Bediüzzaman’ın, Batı medeniyetin 20. yüzyıldaki durumunu anlatmak için
kullandığı, "Kurun-u ulanın mecmu vahşetini bu medeniyet bir defada kustu!" sözü
bu yüzyılda da kendini hissettirmektedir.28

Öyle anlaşılıyor ki, bugün dünyada gerçek ve kalıcı bir barışın sağlanabilmesi
için, Kur’anî düsturların yaşanılır hale getirilmesi gerekmektedir. Bu da
Kur’an’ın zamanımız anlayışlarına göre yorumu olan Risale-i Nur’a insan
topluluklarının sahip çıkmasıyla mümkündür. "Sulh-u umumi" Kur’an’ın evrensel
değerlerinin bütün insanlık tarafından benimsenmesinden sonra, dünyada ancak
kendini gösterecektir.29

Dipnotlar

1. Bediüzzaman Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, İstanbul, 1995,
s. 41-48

2. Nursi, Hutbe-i Şamiye, s. 41

3. Bakara, 2/109

4. Maide, 5/13

5. Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, C: 5, Azim, İstanbul, s. 492

6. Hacc, 22/39

7. Yazır, Hak Dini…,
C: 2, s. 29

8. Bakara, 2/190

9. Bakara, 2/191

10. Tevbe, 9/36

11. Yazır, Hak Dini…, C: 2, s. 29

12. Ahmet Özel, Darülislam-Darülharb, İz Yayıncılık, İstanbul, 1998, s. 47

13. Özel, Darülislam…, s. 47-49

14. Nursi, Hutbe-i Şamiye, s. 41

15. Bediüzzaman Said Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul,
1993,
s. 81

16. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2001, s.
168, 170

17. Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, Germany, 1994, s. 39

18. Nursi, Lem’alar,
s. 38

19. Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, s. 82

20. Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1998, s.
68; Nursi, Hutbe-i Şamiye, s. 41

21. 1350 (Rumi) 1928 tarihine tekabül etmektedir. Bu tarihte, 1921 ve 1924
Anayasalarında yer alan bir madde olan, "Devletin dini, din-i İslam’dır" hükmü
çıkarılmıştır. 1928 yılında yapılan bu değişiklikle, Anayasada yer alan dini
bazı ibareler kaldırıldığından bu değişiklik, laiklik istikametinde önemli bir
değişiklik olarak yorumlanmıştır. (Servet Armağan, Bugünkü Anayasa Düzeni, Yeni
Asya Yayınları, İstanbul, 1980, s. 26)

22. Bediüzzaman Said Nursi, Asa-yı Musa, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1994,
79-80

23. Nursi, Lem’alar,
s. 35, 38

24. Nursi, Hutbe-i Şamiye, s. 41

25. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul,
2001, s. 437

26. Bediüzzaman Said Nursi, Kastamonu Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul,
2001,
s. 76

27. Nursi, Kastamonu Lahikası, s. 160-161

28. Bediüzzaman Said Nursi, Sünuhat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1994, s. 57

29. Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2001, s.
710-711; Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul,
1998, s. 609-610.