Şu anda Bağdat, yanıyor!* Bağdat’ın ateşi yüreklerimizi yakıyor! Yanan yalnız
Bağdat değil, tüm İslam dünyası bir yangın yeri gibi. Hâfızalarımıza, daha çok
ihtişamı, debdebesi, saltanatı, bin bir gece masalları, neşeleri, sevinçleri ve
eğlenceleriyle yer etmiş bulunan Bağdat sokaklarından, şimdi siren sesleri
yükseliyor, bomba gürültüleri geliyor. İnen füzelerin gözleri kamaştıran
patlayışının ardından duman bulutları göğe yükseliyor, barut kokuları etrafa
yayılıyor, korku, dehşet, ürperti sarıyor her yanı.
"Amerikan Bağımsızlık Bildirisi"nin ilanından yaklaşık 225 yıl, "İnsan Hakları
Evrensel Beyannamesi"nin neşrinden 200 yılı aşkın bir süre geçtikten ve
"Birleşmiş Milletler Sözleşmesi"nin ilanından 55 yıl sonra çıkarılan bu yangın,
insanlığın evrensel değerlere karşı olan güvenini kökten sarstı. Bir kez daha
"hak kuvvette değil, kuvvet haktadır" genel prensibi ayaklar altına alındı.
Zorbalık yeniden değer kazandı ve orman kanunu tek geçerli kural haline geldi.
Bu saldırı ve işgal, dünyayı sarstığı, İslam alemini derinden yaraladığı gibi
"Birleşmiş Milletler", "Kuzey Atlantik Paktı", "Avrupa Birliği" başta olmak
üzere bütün uluslararası kurum ve kuruluşlara karşı beslenen güven duygusunu da
yıprattı.
Bu tespit, Saddam’ı korumak ya da onu haklı göstermek amacı gütmediği gibi,
Hilal-Salîp mücadelesinin doğurduğu sahiplenme psikolojisinden de
kaynaklanmıyor. Aksine, insanlığın uzun tarihi boyunca verdiği zorlu mücadeleler
neticesinde oluşan çağdaş evrensel değerlerin zedelenip ayaklar altına
alınmasının dünya çapında doğuracağı tahribatı gözler önüne sermeyi amaçlıyor.
Bütün bu gelişmeler ışığında, mazlumları zalimlere karşı koruyacak, güçsüzü
güçlüye ezdirmeyecek, haklının elinden tutup kaldıracak, haksızı herkes
nazarında mahkum edecek "adalet", "eşitlik", "özgürlük", "hakkâniyet", "güven"
ve "dürüstlük" ilkeleri üzerine kurulu evrensel çapta yeni bir "küresel etik"
geliştirilmesi artık kaçınılmaz olmuştur.
Kısa bir süre önce Amerikalı bir yazar, Leslie Lipson "Batı dünyası"nı şöyle
uyarıyordu:
"Batı uygarlığının, hümanizm kavramlarıyla uyumlu ahlâkî bir devrime şimdiye
kadar hiç olmadığı ölçüde gereksinimi vardır. Batı toplumu bu yüzyılın ilk
yarısında iflâs etti ve o zamandan beri bir uçurumun kıyısına doğru
yaklaşmaktadır. Keşiflerinin ahlâkî sonuçlarından ötürü kendilerini suçlamayan
şu bilim adamları, kazanç için üretimin ahlâk ilkelerinden bağımsız olduğunu
savunan şu ekonomistler, kendilerini güç olgusu, teknik yöntem çeşitleri ve
yönetim sistemlerinin davranışlarıyla sınırlayan şu siyaset bilimciler, iyi ve
kötü bilgisi orucuna girmelerinden ötürü toplum için son derece zararlı olan
şeylere göz yumanların hepsi; son iki yüz yıldır maddî başarılarının
manzarasıyla başı dönmüş olan Batı, maddeciliğin ve ona eşlik eden ticârî
üstünlüğün fazlasıyla baskın olmasına izin verdi. Günümüzde Altın Buzağı’ya
tapınmanın yerini, putlaştırılmış gayr-i sâfî millî hâsıla almıştır.
"Hedefler başka yerde aranmalıdır. Onlar, bizim insanlık, iyi yurttaş ve iyi
toplum kavramlarımızda yatmaktadır. Her uygarlığın tarihinde, evriminin her
devresinde kötülüklerle ilgili olaylara rastlanabilir. Oysa bizler yirminci
yüzyılda yepyeni kötülükler tanıttık. Bunların hepsi, teknolojiyi gündelik
kullanıma uyarlarken uyguladığımız pervasız yöntemlerle ilgilidir. Nükleer
silahların varlığı, çevremizin kirletilmesi ve yıkıma uğratılması, yaşam
standartları zaten düşük olan bölgelerdeki nüfus artışı; bunlar öyle sorunlardır
ki, düzeltilmedikleri takdirde iki sonuçtan birine yol açacaktır: Ya
gezegenimizin her bölgesinde uygarlığın niteliği, şu anda zengin olanları da
kapsayarak düşecek ya da insanların yaptıkları yüzünden gezegenin kendisi
yaşanmaz bir yer haline gelecektir." (Leslie Lipson, Uygarlığın Ahlâkî
Bunalımları, 298-300, Türkçe çev., Jale Yeşilbaş, İstanbul 2000)
Kur’ân-ı Kerîm’in buyurduğu gibi: "İçimizdeki beyinsizlerin yüzünden bizi helâk
eder misin Allah’ım" (el-A’râf, 155)
Gerek Batı’da, gerekse Doğu’da bir çok entelektüel, Modernite ile birlikte
manevî değerlerin büyük çapta erozyona uğradığını, klasik anlamda ahlâkî
değerlerin yıprandığını tekrarlayıp durmakta ve genellikle bunun sorumlusunun
Batı medeniyeti olduğunu vurgulamaktadır. Hatta kimi yazarlar bu sorumluluğu,
bilimsel ve teknolojik gelişmelere yüklerler.
Bireysel manada bu tespit büyük bir haklılık payına sahip ise de, evrensel
anlamda haklılık payının çok alt düzeyde olduğu söylenebilir. Özellikle soğuk
savaş yıllarında adalet ve demokrasi havariliği yapan Amerika Birleşik
Devletleri’nin bu tezi hararetle savunduğu, daha demokratik, daha eşitlikçi ve
daha müreffeh bir dünya kurmak için mücadele verdiği propaganda edilmekte idi.
Doğrusu iki kutuplu dünya düzeni böyle bir söylemi çok da çekici kılıyordu.
Hatta o günlerde, tarihi savaşlarla dolu olan -bizim gibi- bazı kalkınmakta olan
ülkelerin elit ve bürokratları kendi tarihlerinden uzak görünmeye özen
gösteriyorlardı.
Ne var ki, Birinci ve İkinci Cihan harplerinden büyük dersler aldığı düşünülen
devletler, ellerine ilk fırsat geçtiğinde eskilerden hiç de geri kalmadıklarını,
hatta onlardan daha acımasız olduklarını gösterdiler. Bunun ilk somut örneği
Cezayir bağımsızlık savaşında yaşandı. Böylece uygarlık yeni bir yara daha
almıştı. Soğuk savaş yıllarında barış kültürünü yaygınlaştırma yolunda Amerika
Birleşik Devletleri’nin göstermeye çalıştığı özen, Birleşmiş Milletler, UNESCO
ve nihayet Avrupa Birliği gibi küresel organizasyonlarla yeni bir boyut
kazanıyordu. Ne yazık ki, hala belirsizliğini koruyan 11 Eylül faciası ile büyük
bir şok yaşayan Birleşik Devletler’in -kelimenin tam anlamıyla- "delikanlı"
Başkanı, soğukkanlılıkla sorunu çözmeye çalışacağına bütün dünyaya meydan
okuyarak Irak’a saldırdı. Böylece bir kez daha yaşlı dünyamızın semaları yoğun
bombardıman bulutlarıyla karardı.
Söylem ne kadar değişirse değişsin eylemin hiç değişmemiş olduğu bir kez daha
gözlemlendi. Zira söylemin esas göstergesi eylemdir. Buradaki eylemin arka
planında ise emperyalizm gerçeği yatıyordu. Bu olguyu ortadan kaldırmadan
evrensel barışı sağlamak mümkün değildir. Bu olguyu ortadan kaldırmak için barış
ve hoşgörü kültürünün geliştirilip yaygınlaştırılması gerekir. Barış ve hoşgörü,
ancak topyekun bir "eğitim seferberliği" ve "ahlâkî arınma" ile hayata
geçirilebilir. Tek başına ekonomik gelişme, bilimsel ve teknolojik atılım,
evrensel barışı sağlamak şöyle dursun, bireysel barışı gerçekleştirmeye bile
yetmez.
Bugün barışa, her zamankinden daha çok muhtacız ve -ne yazık ki- ona, her
zamankinden daha çok uzağız. Evrensel barışın sağlanmasında ilk ve önemli görev,
ailelerin yanı sıra din, toplum ve eğitim kurumlarına düşmektedir.
Bu bağlamda İslam dininin önemli bir misyona sahip olduğu ve evrensel barışın
sağlanmasında İslam’ın önemli katkıları olacağı muhakkaktır. Zira bu din, bütün
sistemini "barış" üzerine inşa etmiştir:
"Ey iman edenler, topluca barışa girin." (el-Bakara, 208)
"Eğer onlar, barışa yanaşırlarsa, sen de yanaş ve Allah’a tevekkül et, çünkü
işiten ve bilen O’dur O." (el-Enfâl, 60)
Öncelikle "İslâm" kelimesi, "barış" anlamına gelen "silm" kökünden
türetilmiştir. Müslüman’ın, Müslüman’a ilk karşılaştığı anda söyleyebileceği ilk
söz, "selâm", yani "Allah’ın barışı seninle olsun" demektir.
İslam’da savaş ana ilke değil, zorunluluk halinde baş vurulacak geçici ve
istisnaî bir yöntemdir:
"Eğer sizden uzakta durur, sizinle savaşmaz, size barış teklif ederlerse, Allah,
onlara dokunmanıza izin vermez." (en-Nisâ, 90)
"Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın ve aşırı gitmeyin çünkü Allah, aşırı
gidenleri sevmez." (el-Bakara, 190)
İnsan aklının ve iradesinin özgürleştirilmesi amacıyla her türlü düşünce ve
anlayışın serbestçe hayata geçirilmesini sağlamak üzere "dinde zorlama"nın
olmadığını belirten İslam, Müslümanların yabancılarla ilişkilerini de saldırı ve
çatışma esasına göre değil, "barış" ve "güven" esasına göre düzenlemiştir.
Ancak İslam savaş gerçeğini de görmezlikten gelmez. Barış ve uyum kadar savaş ve
çatışma da canlılar dünyasının bir gerçeğidir. Barışı sağlamak için bu olguyu
gözönünde bulundurup ona göre tedbir almak gerekir. Aksi takdirde barış hiç
sağlanamaz. Her ne şekilde olursa olsun barış çığlıkları, gözü dönmüş savaş
çığırtkanlarını durdurmak yerine kimi zaman onları cesaretlendirici fırsatlar
sağlar.
İslâm literatüründe "Cihâd", doğrudan savaş anlamına gelmez. Ancak düşmanla
savaşmak konusunda bütün çaba ve gücün harcanması nedeniyle kelime savaş
anlamına da kullanılmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de doğrudan savaş anlamına:
"Kıtâl", "Harb", "Muhârebe" ve "Ma’reke" terimelerinin kullanıldığını görüyoruz.
Bu kelime ve türevleri Kur’ân-ı Kerîm’de yaklaşık 34 kez tekrarlandığı halde
bunlardan yalnızca 4 tanesinde (et-Tevbe, 41, 73; et-Tahrîm, 9; el-Furkân, 52)
doğrudan savaş anlamı kast edilmiştir
Cihâd’ın dört farklı boyutu vardır:
a- Müdâfaa boyutu: (Cihâd-Ğazâ-Harb)
b- Psikolojik boyutu: (Mücâhede-Zühd-Takvâ)
c- Entelektüel boyutu: (İctihâd-Tefekkür)
d- Sosyal boyutu: (Yakınlara hizmet-Haksızlıklarla mücâdele)
Ünlü İslâm bilgini Muhammed Hamîdullah’ın da belirttiği gibi, İslâm’da Allah’ın
belirlediği hedeflerin dışında yapılan savaşlar yasaklanmıştır. Hz. Peygamber’in
savaşları da tamamen müdâfaa, cezalandırma ve vatanın korunması amacına
yöneliktir. (Muhammed Hamîdullah, İslâm Anayasa Hukuku, 222-223, İstanbul 1995)
Bu nedenle İslâm fetihlerinin amacı, hiçbir zaman için saldırı, soygun ve tâlân
olmamıştır. Herkesin kendi hür irâdesiyle istediği inancı seçmesine imkân
sağlayacak ortamının hazırlanması hedeflenmiştir. Dolayısıyla Müslümanlar,
fethettikleri ülkelerde yaşayan insanları, Müslüman olmak ya da Müslümanların
egemenliklerini kabul ederek onların verdikleri zekât ve sadakaya mukâbil olarak
cizye vermek alternatifiyle baş başa bırakıyorlardı.
İslâm, daha başlangıçta Müslümanların egemen oldukları bölgelerde yaşayan -ister
o bölgenin halkı ve o devletin yurttaşı olsun, ister oraya daha sonra gelip
yerleşmiş olsun- yabancılara ve özellikle Ehl-i Kitap sayıldıkları için
Hıristiyan ve Yahudilere iyi davranılmasını emretmiştir. Hatta Hz. Peygamber’in,
hayata gözlerini yummak üzere olduğu son anında bile gayr-i müslimlere iyi
davranılmasını tavsiye ettiği bildirilmekte: "Zimmîlere (Yahudi-Hıristiyan)
haksızlık edenlerin kıyamet gününde hasmının kendisi olacağını" ve "Zimmîlere
(Yahudi-Hıristiyan) haksızlık edenlerin Cennete giremeyeceğini" (Dârimî,
es-Sünen, Kitâbu’s-Siyer, 16) söylediği nakledilmektedir. İslâm’a göre savaş
halinde; tarlalar, ağaçlar yakılamayacağı gibi ma’bedler yıkılamaz ve mamûr
yerler tahrip edilmez. Kadınların, çocukların, yaşlıların, bunakların,
görmezlerin ve din adamlarının öldürülmesi câiz değildir. Müslüman ülkenin
vatandaşı olan gayr-i müslimlerden alınan vergilerden (cizye) Müslümanlara hiç
bir harcama yapılamazken, Müslümanlardan alınan zekâttan muhtâç olan gayr-i
müslimlerin geçimleri sağlanabilir. (İbn Rüşd, Bidâyetü’l-Müctehid, I, 384)
Nitekim Hz. Ömer, Basra’ya vali olarak atadığı Ebu Mûsâ el-Eş’arî’ye yazdığı
emirnâme’de: Kim ve hangi dinden olursa olsun duruşmaya gelen sanıklara eşit
muamele etmesini, duruşma salonunda aynı yerlere oturtmasını ve duruşma anındaki
bakışlarında bile taraflara eşit davranmasını bildirmekte ve "böylece onlardan
zengin olanlar, adâletsizlik yapacağın zannına kapılmasınlar, zayıf olanlar da
adâletsizliğe uğrayacaklarını hatırlarına getirmesinler" (İmâm Serahsî,
el-Mebsût, XVI, 61, Kâhire-Tarihsiz) demekteydi.
Bu konuda çok tipik bir örneği, İslam dünyasında yetişen en büyük İslâm hukuku
bilginlerinden meşhur fakîh Ebubekir es-Serahsî’nin (öl. 1090) 30 ciltlik
"el-Mebsût" isimli eserinde görüyoruz. Buna göre, İmâm A’zam Ebu Hânîfe’den
sonra Hanefî mezhebinin en büyük imâmı sayılan ve bugünkü Bağdat’ta baş Kadı
olarak görev yapmış bulunan İmâm Ebû Yûsuf, ölüm döşeğinde iken, adâlet hayatı
boyunca pişman olduğu bir uygulamadan rahatsızlık duyar ve Allah’a yakararak
bağışlanma diler: "Bir Hıristiyan vatandaş, Halîfe’yi dava etmişti. İkisini de
mahkemeye çağırdım, ancak, Halîfe’yi yakınımda bir yere oturttum, Hıristiyan
vatandaş ise Halîfe’nin gerisinde daha uzak bir yerde oturuyordu. İkisi arasında
tam bir eşitlik sağlayamadım. Bundan dolayı çok üzgünüm, der ve Hâkim olacak
kişilerin bu hususlara dikkat etmeleri gerektiğini bildirir." (İmâm Serahsî,
a.g.e., XVI, 61)
İmâm Ebû Yûsuf’un başka dinden olanlara karşı gösterdiği bu samimî duyarlığı,
farklı boyutlarda da olsa, Müslümanlar iktidarı ellerinde bulundurdukları
zamanlarda -olağanüstü durumlar müstesna- hep göstermeye çalışmışlardır. Nitekim
bu anlayışla hareket eden büyük hükümdâr Sultân II. Mehmed, İstanbul’u
fethettiğinde; Gennadios Skolarios’u İstanbul’da ve imparatorluk hudutları
dâhilinde yaşayan bütün Ortodoksların dinî lideri olarak Fener Rum Ortodoks
Patrikhânesi’nin başına getirmiş ve muhtelif mezheplere mensup Hıristiyanların
-Bizans döneminde olduğu gibi- kendi dinî liderlerini kendilerinin
belirlemesini, eğitim, hukuk ve din işlerini kendilerinin tedvîr etmesini
sağlamıştır.
Buna karşılık tarih boyunca ve günümüzde gerek Hıristiyanlar, gerek Yahûdîler,
gerek Mecûsîler ve gerekse Hindûlar çoğunlukla kendi egemenlikleri altında
yaşayan Müslümanlara karşı aynı tavrı göstermemişlerdir. Sözgelimi durmadan
İslâm’ın cihâd anlayışını kötüleyen ünlü misyoner Raimonde Lulle, barış dini
olduğunu tekrar tekrar vurgulamaya çalıştığı Hıristiyanlığı, başkalarına zorla
kabul ettirmek için güç kullanmayı meşrû saymaktadır. Ona göre; "Müslümanları
Hıristiyanlaştırmak için çalışan misyonerler, öncelikle sevgiyi esas
almalıdırlar. Hz. İsa’nın bütün insanları sevmekteki yöntemini kullanmalıdırlar.
İkinci olarak onların özgürce bu dini seçmelerini sağlamalıdırlar. Ancak hak din
olan Hıristiyanlık onlara anlatılıp da yine inâtlarında ısrar ederlerse o zaman,
güç kullanılarak Hıristiyanlığın onlara kabul ettirilmesi meşrûlaşır." (Ramon
Sugranyes de Franch, L’Apologétique de Raimond Lulle vis-à-vis de l’İslam
(Cahier de Fanjeaux, XVIII), 375, Toulouse 1983)
Aynı nedenledir ki, Batı dünyası, uzun tarihi boyunca farklı din, inanç ve
kültürden insanların birlikte yaşamalarını sağlayacak imkânları hazırlamak
yerine ya toptan yok etme ya da planlı assimilasyonlarla temizleme yolunu
seçmiştir. Aslında bu, Batı’nın Roma’dan devraldığı bir mîrâstır. Roma, nasıl
ilk Hıristiyanları aç arslanların önüne atarak bu dinin yayılmasına engel olmak
istemişse, Batı da Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra aynı geleneği sürdürerek
başka kültürden insanlara hayat hakkı tanımamıştır. Reconquista (İspanya’nın
yeniden zaptı) harekâtından sonra bu anlayış daha da yaygınlaşarak Kıt’ada
Hıristiyan olmayanlara yaşama fırsatı vermemiştir. Daha sonra bu hoşgörüsüzlük,
yalnız Hıristiyan olmayanlar için değil, hâkim mezhepten başka mezhepleri
benimseyenler için de uygulanmıştır. Cathars’lar, Amauricien’ler ve
Albigoise’lar’a karşı başlatılan Haçlı savaşları ile meşhur Saint Barthelemie
katliâmı bunun göstergesidir.
Bu anlayışı sembolize etmesi bakımından Fransa’nın Narbonne kenti Arşivi’nin
155. sayfasında yeralan bir belgeyi buraya aktarmak istiyorum:
1612 yılı Nisan ayında Fransa’nın Narbonne kentinde şiddetli bir kuraklık baş
gösterir. Bu kuraklığın sebebini araştıran kent meclisi, bunun nedeninin o
sıralarda İspanya’dan kovulan küçük bir Müslüman grubun kent yakınlarına gelip
yerleşmesi olduğu sonucuna vararak bu göçmenleri deniz yoluyla kentten
uzaklaştırma karârı alır. Philippe Sénac, bu kararın eski Fransızca ile yazılmış
metnini neşr etmiştir. (Philip Sénac, L’image de l’autre, 7; Bekir Karlığa,
İslâm Düşüncesi’nin Batı Düşüncesi’ne Etkileri, 91)
Yarının dünyası, çatışma, çarpıtma, yanlış ve yanıltıcı propagandalar üzerine
değil, tüm insanlığın ortak katkılarıyla oluşmuş bulunan evrensel değerlerin
korunması, barış ve hoşgörü ortamının sağlanması, refahın, mutluluğun
yaygınlaştırılması, adaletin, eşitliğin, hak ve hürriyetlerin egemen kılınması
ilkeleri üzerine kurulacaktır.
Bu ilkelerin sağlıklı biçimde hayata geçirilmesi konusunda İslâm’ın büyük
katkılar sağlayacağı muhakkaktır.
Dipnotlar
* Bu satırlar Amerika-Irak savaşı sırasında yazılmıştır.