Beşinci kuvvet: İzzet-i İslâmiyedir ki, i’lâ-yı kelimetullahı ilân ediyor. Ve
bu zamanda i’lâ-yı kelimetullah, maddeten terakkiye mütevakkıf; medeniyet-i
hakikiyeye girmekle i’lâ-yı kelimetullah edilebilir. İzzet-i İslâmiyenin iman
ile kat’î verdiği emri, elbette âlem-i İslâmın şahs-ı mânevîsi, o kat’î emri
istikbalde tam yerine getireceğine şüphe edilmez.

Evet, nasıl ki eski zamanda İslâmiyetin terakkisi, düşmanın taassubunu
parçalamak ve inadını kırmak ve tecavüzatını def etmek, silâhla, kılıçla olmuş.
İstikbalde silâh, kılıç yerine hakikî medeniyet ve maddî terakki ve hak ve
hakkaniyetin mânevî kılıçları düşmanları mağlûp edip dağıtacak.

Biliniz ki: Bizim muradımız, medeniyetin mehasini ve beşere menfaati bulunan
iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahları, seyyiatları değil ki, ahmaklar o
seyyiatları, o sefahetleri mehasin zannedip, taklit edip malımızı harap ettiler.
Ve dini rüşvet verip dünyayı da kazanamadılar. Medeniyetin günahları
iyiliklerine galebe edip seyyiatı hasenatına racih gelmekle, beşer iki harb-i
umumî ile iki dehşetli tokat yiyip o günahkâr medeniyeti zîr ü zeber edip öyle
bir kustu ki, yeryüzünü kanla bulaştırdı. İnşaallah, istikbaldeki İslâmiyetin
kuvvetiyle medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden
temizleyecek, sulh-u umumîyi de temin edecek.

Evet, Avrupa’nın medeniyeti fazilet ve hüda üstüne tesis edilmediğinden, belki
heves ve hevâ, rekabet ve tahakküm üzerine bina edildiğinden, şimdiye kadar
medeniyetin seyyiatı hasenatına galebe edip ihtilâlci komitelerle kurtlaşmış bir
ağaç hükmüne girdiği cihetle, Asya medeniyetinin galebesine kuvvetli bir medar,
bir delil hükmündedir. Ve az vakitte galebe edecektir.

Acaba istikbale karşı ehl-i iman ve İslâm için böyle maddî ve mânevî terakkiyata
vesile ve kuvvetli, sarsılmaz esbab varken ve demiryolu gibi istikbal saadetine
yol açıldığı halde, nasıl meyus olup ye’se düşüyorsunuz ve âlem-i İslâmın
kuvve-i mâneviyesini de kırıyorsunuz? Ve yeis ve ümitsizlikle zannediyorsunuz
ki, "Dünya herkese ve ecnebilere terakki dünyasıdır. Fakat, yalnız biçare ehl-i
İslâm için tedennî dünyası oldu" diye pek yanlış bir hatâya düşüyorsunuz.

Mâdem meylülistikmal (tekâmül meyli) kâinatta fıtrat-ı beşeriyede fıtraten derc
edilmiş. Elbette, beşerin zulüm ve hatasıyla başına çabuk bir kıyamet kopmazsa,
istikbalde hak ve hakikat, âlem-i İslâmda nev-i beşerin eski hatîatına kefaret
olacak bir saadet-i dünyeviyeyi de gösterecek inşaallah.

Evet, bakınız, zaman hatt-ı müstakim üzerine hareket etmiyor ki, mebde ve
müntehâsı birbirinden uzaklaşsın. Belki küre-i arzın hareketi gibi bir daire
içinde dönüyor. Bazan terakki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazan
tedennî içinde kış ve fırtına mevsimini gösterir. Her kıştan sonra bir bahar,
her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev-i beşerin dahi bir sabahı, bir
baharı olacak inşaallah. Hakikat-i İslâmiyenin güneşiyle, sulh-u umumî
dairesinde hakikî medeniyeti görmeyi rahmet-i İlâhiyeden bekleyebilirsiniz.

Dersin başında, bir buçuk bürhanı dâvâmıza şahit göstereceğiz demiştik. Şimdi
bir bürhan mücmelen bitti. O dâvânın yarı bürhanı da şudur ki:

Fenlerin casus gibi tetkikatıyla ve hadsiz tecrübelerle sabit olmuş ki, kâinatın
nizamında galib-i mutlak ve maksud-u bizzat ve Sâni-i Zülcelâlin hakikî
maksatları, hayır ve hüsün ve güzellik ve mükemmeliyettir. Çünkü kâinata ait
fenlerden her bir fen, küllî kaideleriyle bahsettiği nev ve taifede öyle bir
intizam ve mükemmeliyet gösteriyor ki, ondan daha mükemmel, akıl bulamıyor.
Meselâ, tıbba ait teşrih-i beden-i insanî fenni ve kozmoğrafyaya tabi manzume-i
şemsiye fenni, nebatât ve hayvanâta ait fenler gibi bütün fenlerin her birisi,
küllî kaideleriyle o bahsettiği kısımda Sâni-i Zülcelâlin o nevideki nizamında
mu’cizât-ı kudretini ve hikmetini ve
1 hakikatini gösteriyor.

Hem istikra-i tâmme ve tecrübe-i umumî gösteriyor, netice veriyor ki: Şer, kubh,
çirkinlik, bâtıl, fenalık, hilkat-i kâinatta cüz’îdir. Maksut değil, tebeîdir ve
dolayısıyladır. Yani, meselâ çirkinlik, çirkinlik için kâinata girmemiş; belki
güzelliğin bir hakikati çok hakikatlere inkılâp etmek için, çirkinlik bir
vâhid-i kıyasî olarak hilkate girmiş. Şer, hattâ şeytan dahi, beşerin hadsiz
terakkiyatına müsabaka ile vesile olmak için beşere musallat edilmiş. Bunlar
gibi, cüz’î şerler, çirkinlikler, küllî güzelliklere, hayırlara vesile olmak
için kâinatta halk edilmiş.

İşte, kâinatta hakikî maksat ve netice-i hilkat, istikra-i tâmme ile ispat
ediyor ki, hayır ve hüsün ve tekemmül esastır ve hakikî maksut onlardır. Elbette
beşer, bu kadar zulmî küfriyatlarıyla zemin yüzünü mülevves ve perişan ettikleri
halde, cezasını görmeden ve kâinattaki maksud-u hakikîye mazhar olmadan dünyayı
bırakıp ademe kaçamayacak, belki Cehennem hapsine girecek.

Hem istikrâ-i tâmme ile ve fenlerin tahkikatıyla sabit olmuş ki, mahlûkat içinde
en mükerrem, en ehemmiyetli beşerdir. Çünkü beşer, hilkat-i kâinattaki zahirî
esbab ve neticelerinin mabeynindeki basamakları ve teselsül eden illetlerin ve
sebeplerin münasebetlerini aklıyla keşfedip san’at-ı İlâhiyeyi ve muntazam
hikmeti icadat-ı Rabbaniyenin taklidini sanatçığıyla yapmak ve ef’âl-i İlâhiyeyi
anlamak için ve san’at-ı İlâhiyeyi bilmek ve cüz’î ilmiyle ve sanatlar¨yla
anlamak için bir mizan, bir mikyas kendi cüz’î ihtiyarıyla işlediği maddelerle,
Halık-ı Zülcelâlin küllî, muhît ef’âl ve sıfatlarını bilerek kâinatın en eşref,
en ekrem mahlûku beşer olduğunu ispat ediyor.

Hem İslâmiyetin kâinata ve beşere ait hakikatlerinin şehadetiyle mükerrem beşer
içinde en eşref ve en âlâsı, ehl-i hak ve hakikat olan ehl-i İslâmiyet, hem
istikrâ-i tâmme ile, tarihlerin şehadetiyle, en mükerrem beşer içindeki en
müşerref olan ehl-i hakkın içinde dahi bin mu’cizâtı ve çok yüksek ahlâkının ve
İslâmiyet ve Kur’ân hakikatlerinin şehadetiyle en efdal, en yüksek olan Muhammed
Aleyhissalâtü Vesselâmdır.

Madem bu yarı bürhanın üç hakikati böyle haber veriyor. Acaba hiç mümkün müdür
ki, nev-i beşer, şekavetiyle bu kadar fenlerin şehadetini cerh edip, bu
istikrâ-i tâmmeyi kırıp, meşiet-i İlâhiyeye ve kâinatı içine alan hikmet-i
ezeliyeye karşı temerrüd edip, şimdiye kadar ekseriyetle yaptığı gibi, o
zâlimane vahşetinde ve mütemerridâne küfründe ve dehşetli tahribatında devam
edebilsin? Ve İslâmiyet aleyhinde bu halin devam etmesi hiç mümkün müdür?

Ben bütün kuvvetimle, hadsiz lisanım olsa, o hadsiz lisanlarla kasem ederim ki,
âlemi bu nizam-ı ekmel ile, bu kâinatı zerreden seyyarata kadar, sinek
kanadından semavat kandillerine kadar nihayet bir hikmet-i intizam ile halkeden
Hakîm-i Zülcelâle ve Sâni-i Zülcemâle o hadsiz lisanlarla kasem ediyoruz ki,
beşer hiçbir cihetle bütün enva-i kâinata muhalif olarak ve küçük kardeşleri
olan sair tâifelere zıt olarak kâinattaki nizama, küllî şerleriyle muhalefet
edip nev-i beşerde şerrin hayra galebesine binler senede sebep olan o zakkumları
yiyip hazmetmesi mümkün değil.

Bunun imkânı ancak ve ancak bu farz-ı muhal ile olabilir ki, beşer bu âleme
emanet-i kübrâ mertebesinde ve halife-i rû-yi zemin makamında sair envâ-ı
kâinata büyük ve mükerrem bir kardeş olduğu halde en edna, en berbat, en
perişan, en muzır ve ehemmiyetsiz, hırsızcasına ve dolayısıyla bu kâinat içine
girmiş, karıştırmış. Bu farz-ı muhal, hiçbir cihetle kabul olunamaz. Bu hakikat
için, elbette bu yarım bürhanımız netice veriyor ki, âhirette cennet ve
cehennemin zarurî vücutları gibi hayır ve hak din istikbalde mutlak galebe
edecektir. Tâ ki, nev-i beşerde dahi sair neviler gibi hayır ve fazilet galib-i
mutlak olacak. Tâ beşer de sair kâinattaki kardeşlerine müsâvi olabilsin ve
sırr-ı hikmet-i ezeliye nev-i beşerde dahi "takarrur etti" denilebilsin.

Elhasıl: Madem mezkûr kat’i hakikatlarla bu kâinatta en müntehap netice ve
Halıkın nazarında en ehemmiyetli mahlûk beşerdir. Elbette ve elbette ve hayat-ı
bakiyede cennet ve cehennemi, bilbedahe, beşerdeki şimdiye kadar zâlimane
vaziyetler cehennemin vücudunu; ve fıtratındaki küllî istidâdat-ı kemaliyesi ve
kâinatı alâkadar eden hakaik-i imaniyesi, cenneti bedahetle istilzam ettiği
gibi, her halde iki harb-i umumî ile ettiği ve kâinatı ağlattıran cinayetleri ve
yuttuğu zakkum şerleri hazmetmediği için kustuğu ve zeminin bütün yüzünü
pislendirdiği vaziyetiyle, beşeriyeti en berbat bir dereceye düşürüp bin senelik
terakkiyatını zir ü zeber etmek cinayetini beşer hazmetmeyecek. Her halde çabuk
başında bir kıyamet kopmazsa, hakaik-i İslâmiye beşeri esfel-i safilîn derece-i
sukutundan kurtarmaya ve rû-yi zemini temizlemeye ve sulh-u umumiyi temin etmeye
vesile olmasını Rahman-ı Rahîm’in rahmetinden niyaz ediyoruz ve ümit ediyoruz ve
bekliyoruz.

Hutbe-i Şamiye, s. 41-49

Azîz kardeşlerim,

Bu mübârek vatan ve milletin ve âlem-i İslâmın ebedî saadetini ve kurtuluşunu ve
dolayısıyla yeryüzünde umumi sulh ve selâmeti temin edecek bir inâyet ve kudrete
mâlik olan Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevîsinde şöyle gayet sağlam kuvvetler
toplanmış ve imtizaç etmiştir:

1. Yüksek bir kuvvet ve bütün kemâlâtın üstâdı olan hakikat-i İslâmiye.

2. Şehâmet-i imâniye. Yani tezellül etmemek, bîçarèlere tahakküm ve tekebbür
etmemek.

3. Müslümanlığın insana verdiği izzet ve şeref, terakkî ve teâlînin en mühim
âmili olan izzet-i İslâmiye.

Sözler (Konferans), s. 710-711

Sâlisen: Bu vatanın ve bu milletin hayat-ı içtimaiyesi bu acip zamanda
anarşilikten kurtulmak için beş esas lâzım ve zaruridir: Hürmet, merhamet,
haramdan çekinmek, emniyet, serseriliği bırakıp itaat etmektir. Risale-i Nur
hayat-ı içtimaiyeye baktığı zaman, bu beş esası kuvvetli ve kudsî bir surette
tesbit ve tahkim ederek, âsâyişin temel taşını muhafaza ettiğine delil ise, bu
yirmi sene zarfında Risale-i Nur’un, yüz bin adamı vatan ve millete zararsız
birer uzv-u nâfi haline getirmesidir. Isparta ve Kastamonu vilayetleri buna
şahittir. Demek Risale-i Nur’un, ekseriyet-i mutlaka eczalarına ilişenler
herhalde bilerek veya bilmeyerek anarşilik hesabına vatana ve millete ve
hâkimiyet-i İslâmiyeye hıyanet ederler. Risale-i Nur’un, yüz otuz risalelerinin
bu vatana yüz otuz büyük faydasını ve hasenesini vehham ehl-i gafletin sathî
nazarlarında kusurlu tevehhüm edilen iki üç risalenin mevhum zararları
çürütemez. Onları bunlarla çürüten, gayet derecede insafsız bir zâlimdir.

Şualar, s. 307

Katiyen tahakkuk etmiş ki, Risâle-i Nur, hariçten hücum eden küfr-ü mutlaka
karşı bu milleti ve âlem-i İslâmiyeti muhâfaza edecek, Kur’ ân-ı Hakîmin
mu’cize-i mânevîyesinden bir derstir ki, dinsiz feylesoflardan hiçbirisi ona
karşı mukabele çaresi bulamadılar. Katiyen haber aldık ki, hariçte bâzı yerde
bir milyon gençler, "Müsâlemet-i umûmiyeyi temin edecek Risâle-i Nur’dur"
demişler. Sulh-u umûmî taraftaki Almanya ve Amerika gibi bâzı ecnebîlerin de
Risâle-i Nur’u tercümeye başladığını haber aldık.

Tarihçe-i Hayat, s. 609-610

Sual: Geçen sene sizden sormuştuk ki, elli gündür merak edip dünya cereyanlarına
bakmadınız ve sormadınız, o zaman bize bir cevap verdiniz. Gerçi o cevap
hakikattir ve kâfidir; fakat Risale-i Nur’un intişarı ve hizmeti ve âlem-i
İslamiyetin menfaati noktasında bir derece bakmanız lazım iken, şimdi, on üç ay
oluyor, aynı hal devam ediyor. Merak edip hiç sormuyorsunuz.

Elcevap:
2 ayetine en âzam bir tarzda şimdiki boğuşan insanlar mazhar
olmalarından, onlara değil taraftar olmak veya merakla o cereyanları takip etmek
ve onların yalan, aldatıcı propagandalarını dinlemek ve müteessirane
mücadelelerini seyretmek, belki o acip zulümlere bakmak da caiz değil. Çünkü
zulme rıza zulümdür; taraftar olsa, zalim olur, meyletse
3 ayetine mazhar olur.

Evet, hak ve hakikat ve din ve adalet hesabına olmadığına ve belki inat ve
asabiyet-i milliye ve menfaat-i cinsiye ve nefsin enaniyetine dayanan, dünyada
emsali vuku bulmayan gaddarâne bir zulüm hesabına olduğuna kat’î bir delil şudur
ki: Bin masum çoluk çocuk, ihtiyar, hasta bulunan bir yerde, bir iki düşman
askeri bulunmak bahanesiyle bombalarla onları mahvetmek ve tabakat-ı beşer
cereyanları içinde, burjuvaların en dehşetli müstebitleri ve sosyalistlerin ve
bolşeviklerin en müfritleri olan anarşistlerle ittifak etmek ve binler,
milyonlar masumların kanlarını heder etmek ve bütün insanlara zarar olan bu
harbi idâme ve sulhu reddetmektir. İşte böyle hiçbir kanun-u adalete ve
insaniyete ve hiçbir düstur-u hakikate ve hukuka muvafık gelmeyen boğuşmalardan,
elbette âlem-i İslam ve Kur’an teberrî eder. Yardımcılıklarına tenezzül edip
tezellül etmez. Çünkü onlarda öyle dehşetli bir firavunluk, bir hodgâmlık
hükmediyor; değil Kur’an’a, İslam’a yardım, belki kendine tabi ve âlet etmekle
elini uzatır. Öyle zalimlerin kılıçlarına dayanmak, hakkaniyet-i Kur’aniye
elbette tenezzül etmez. Ve milyonlarla masumların kanıyla yoğrulmuş bir kuvvet
yerine, Hâlık-ı Kâinatın kudret ve rahmetine dayanmak, ehl-i Kur’an’a farz ve
vaciptir. Gerçi zındıka ve dinsizlik o boğuşanların birisine dayanıp ehl-i
diyaneti ezer. O zındıkanın tazyikinden kurtulmak, onun aksi cereyanına taraftar
olmak bir çaredir. Fakat şimdiye kadar o taraftarlık bir menfaat vermeyerek çok
zararları dokunmuş.

Hem zındıka, nifak hasiyetiyle her tarafa döner. Senin dostunu kendine dost edip
sana düşman eder. Senin taraftarlık cihetiyle kazandığın günahlar, faydasız
boynunda kalır. Risale-i Nur şakirtlerinin vazifeleri iman olduğundan, hayat
meseleleri onları çok alâkadar etmez ve merakla baktırmaz. İşte bu hakikate
binaen, değil on üç ay, belki on üç sene dahi bakmasam hakkım var. Sizler
baktınız, günahlardan başka ne kazandınız? Ben bakmadım, ne kaybettim?

Kastamonu Lahikası, s. 160-161

Sual: "Âlem-i İslâmın mukadderatıyla ciddî alakadar olan bu Cihan Harbinin
dehşetli zamanlarında elli gün kadar (şimdi yedi seneden geçti; aynı hal devam
ediyor. Hem ne soruyor ve ne de merak eder) hergün hizmetinizde bulunan
bizlerden bir defacık sormadınız. Acaba bu büyük hadiseden daha büyük diğer bir
hakikat mi hükmediyor ki, bunu ehemmiyetten iskat ediyor? Yahut onunla meşgul
olmanın bir zararı mı var?" diye Üstadımızdan sorduk. O da:

Elcevap: Diyor ki: Evet, bu Cihan Harbinden daha büyük bir hakikat ve daha
âzam bir hadise hükmettiği için, şu Cihan Harbi ona nisbeten çok ehemmiyetsiz
düşüyor. Çünkü, bu Cihan Harbinde iki hükûmet küre-i arzın hakimiyeti için
mürafaa ve muhakeme dâvâsında bulunmaları içinde iki muazzam dinin musalâha ve
sulh mahkemesine barışmak dâvâsı açılarak ve dinsizliğin dehşetli cereyanı da
semavî dinlerle mücahede-i azîmesi başladığı hengâmda, nev-i beşerin sosyalist
tabakasıyla burjuvalar taifesinin mahkeme-i kübrâlarında açılan dâvâlarından çok
mühim öyle bir dâvâ açılmış ve öyle muazzam bir hakikat meydana çıkmış ki, o
dâvânın tek bir adama isabet eden miktarı bu Cihan Harbinden daha büyüktür. İşte
o dâvâ da budur ki:

Şu zamanda her bir mü’min için, belki herkes için küre-i arz kadar bir bâkî
tarla ve o tarla baştan başa bahçeler ve kasırlarla müzeyyen ebedî bir mülk
almak veya o mülkü kaybetmek dâvâsı açılmış. Demek her bir tek adamın başına
öyle bir dâvâ açılmış ki, eğer İngiliz, Alman kadar serveti ve kuvveti olsa ve
aklı da varsa, yalnız o dâvâyı kazanmak için bütününü sarf edecek. Elbette bu
dâvâyı kazanmadan evvel başka şeylere ehemmiyet veren, divanedir. Hattâ o dâvâ o
derece tehlikeye düşmüş ki, bir ehl-i keşfin müşahedesiyle, bir yerde ecel
elinden terhis tezkeresini alan kırk adamdan bir adam kazanabilmiş, otuz dokuzu
kaybetmiş.

İşte bu ehemmiyetli, azîm dâvâyı kazandıracak ve yirmi seneden beri tecrübeler
ile ondan sekizine o dâvâyı kazandıran bir dâvâ vekili bulunsa, elbette aklı
başında her adam, o dâvâyı kazandıran öyle bir dâvâ vekilini vazifeye sevk
edecek olan bir hizmete her hadisenin fevkinde ehemmiyet vermeye mükelleftir.
İşte o dâvâ vekilinin bu asırda birisi, belki birincisi Kur’ân-ı
Mu’cizü’l-Beyânın i’caz-ı mânevîsinden süzülen ve çıkan ve tevellüd eden
Risale-i Nur olduğunu, binler onun ile o dâvâyı kazananlar şahittir. Evet, bu
küre-i arza memuriyetle gönderilen her insan, burada misafir ve fâni olduğu ve
mahiyeti bir hayat-ı bâkiyeye müteveccih bulunduğu kat’iyen tahakkuk etmiştir. O
her insan, bu zamanda hayat-ı ebediyesini kurtaracak olan istinad noktaları
sarsıldığından, bu dünyasını ve içinde bütün alâkadar ahbabını ebedî terk
etmekle beraber, bu dünyadan binler derece daha mükemmel bir bâkî mülkü de
kaybetmek veya kazanmak dâvâsı başına açılmış. Eğer iman vesikası olmazsa ve
berâtı ve senedi olan itikadı sağlam bir surette elde etmezse, o dâvâyı
kaybeder. Acaba bu kaybettiği şeyin yerini hangi şey doldurabilir?

İşte bu hakikate binaen, benim ve kardeşlerimin her birimizin yüz derece aklı ve
fikri ziyadeleşse, bu muazzam vazife-i kudsiyenin hizmetine ancak kâfi
gelebilir. Sair meselelere bakmak, bize fuzulî ve mâlâyâni olur. Yalnız bu kadar
var ki, Risale-i Nur şakirtlerinin bir kısmı öteki dâvâlar içinde bulunduğu ve
lüzumsuz ve sebepsiz bazan bize akılsızların tecavüzleri ve taarruzları
zamanında, zaruret derecesinde, istemeyerek muvakkaten bakmışız. Hem bu hakikî
ve pek büyük dâvânın haricindeki dâvâlara ve boğuşmalara alâkadarane fikren ve
kalben karışmak zararlıdır. Çünkü böyle geniş ve siyasî ve heyecan veren
dairelere dikkat eden ve onlarla meşgul olan bir adam, kısa bir daire içinde
vazifedar olduğu ehemmiyetli hizmetlerinden geri kalır veya şevki kırılır. Hem o
geniş ve câzibedar siyaset ve boğuşma dairelerine dikkat eden, bazan kapılır;
vazifesini yapamadığı gibi, selâmet-i kalbini ve hüsn-ü niyetini ve istikamet-i
fikrini ve hizmetindeki ihlâsı kaybetmese de o itham altında kalabilir. Hattâ
mahkemede bana bu noktadan hücum ettikleri zaman dedim: "Güneş gibi hakikat-i
imâniye ve Kur’âniye, yerdeki muvakkat ışıkların cazibesine tâbi ve âlet
olmadığı gibi, o hakikati cidden tanıyan, değil küre-i arzdaki hadisata, belki
kâinata da âlet edemez" dedim, onları susturdum.

Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 168

Evet, evvelâ başta
4 cümlesi, makam-ı cifrî ve ebcedî ile bin üç yüz elli (1350) tarihine parmak
basar ve mânâ-yı işârî ile der: Gerçi o tarihte, dini, dünyadan tefrik ile dinde
ikraha ve icbara ve mücahede-i diniyeye ve din için silâhla cihada muarız olan
hürriyet-i vicdan, hükümetlerde bir kanun-u esasî, bir düstur-u siyasî oluyor ve
hükümet, lâik cumhuriyete döner. Fakat ona mukabil mânevî bir cihad-ı dinî,
iman-ı tahkikî kılıcıyla olacak. Çünkü, dindeki rüşd-ü irşad ve hak ve hakikati
gözlere gösterecek derecede kuvvetli bürhanları izhar edip tebyin ve tebeyyün
eden bir nur Kur’ân’dan çıkacak diye haber verip bir lem’a-i i’caz gösterir.

Hem, tâ
5 kelimesine kadar, Risale-i Nur’daki bütün muvazenelerin aslı, menbaı
olarak aynen o muvazeneler gibi mükerreren nur ve zulümat ve iman ve
karanlıkları karşılaştırmasıyla gizli bir emaredir ki, o tarihte bulunan cihad-ı
mânevî mübarezesinde büyük bir kahraman "Nur" namında Risale-i Nur’dur ki, dinde
bulunan yüzer tılsımları keşfeden onun mânevî elmas kılıcı, maddî kılıçlara
ihtiyaç bırakmıyor. Evet, hadsiz şükürler olsun ki, yirmi senedir Risale-i Nur
bu ihbar-ı gaybı ve lem’a-ı i’câzı bilfiil göstermiştir. Ve bu sırr-ı azîm
içindir ki, Risale-i Nur şakirtleri dünya siyasetine ve cereyanlarına ve maddî
mücadelelerine karışmıyorlar ve ehemmiyet vermiyorlar ve tenezzül etmiyorlar. Ve
hakikî şakirtleri, en dehşetli bir hasmına ve hakaretli tecavüzüne karşı ona
der:

Asa-yı Musa, s. 79-80

Suâl: "Ermeniler bize düşmanlık edip, hile ve hıyânet ediyorlar. Nasıl dostluk
üzerinde ittifak edeceğiz?"

Cevap: Düşmanlığın sebebi olan istibdat öldü. İstibdâdın zevâliyle dostluk hayat
bulacak. Size bunu katiyen söylüyorum ki, şu milletin saadeti ve selâmeti
Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vâbestedir. Fakat mütezellilâne dost olmak
değil, belki izzet-i milliyeyi muhâfaza ederek, musâlaha elini uzatmaktır.

Birşey söyleyeceğim: Eğer mümkündür, Ermeniler birden sahîfe-i vücuttan
silinsin. Olabilir. Yalnız, size husumetin bir faydası olsun. Yoksa, mutlaka
husumet zarardır. Halbuki, Adem zamanından yolda arkadaşlık eden bizimle gelmiş
büyük bir unsurun zevâli değil, belki küçük bir kavmin mahvı dahi
6‘dır. Ömer
Dilân Kabîlesi bin senedir yine Ömer Dilândır. Hem de, onlar uyanmışlar; siz
uykudasınız, rüyâ görüyorsunuz. Hem de, fikr-i milliyette müttefik ve
kavîdirler; siz, ihtilâfla şimdilik boşsunuz, hem de galebe etmek istiyorsunuz.
Onlar sizi mağlup ettiği silah ile, yani akıl ile, fikr-i milliyetle, meyl-i
terakkî ile, temâyül-ü adâlet ile mağlup edebilirsiniz. Bence şimdi kılıç vuran,
o kılıncın aksi döner, yetimlerine dokunur. Şimdi galebe kılıç ile değildir.
Kılıç olmalı, lâkin aklın elinde. Hem de dostluğun sebebi vardır. Zîrâ
komşudurlar. Komşuluk, dostluğun komşusudur. Hem de onlar uyandılar, dünyaya
yayıldılar, terakkiyât tohumlarını topladılar; vatanımızda ekecekler. Bizi
medeniyete mecbur, terakkîye îkaz, bizdeki fikr-i milliyeti hüşyâr ediyorlar.

İşte şu noktalara binâen, onlarla ittifak etmek lâzımdır. Hem de bizim
düşmanımız ve bizi mahveden, cehâlet ağa, oğlu zaruret efendi ve hafîdi husumet
beydir. Ermeniler bize düşmanlık etmişlerse, şu üç müfsidin kumandası altında
yapmışlar.

Münazarat, s. 67-69

Bu acip zamanda, imanı bulunan ve hatta fırak-ı dâlleden bile olsa onlarla
uğraşmamak ve Allah’ı tanıyan ve ahireti tasdik eden Hıristiyan bile olsa,
onlarla medâr-ı nizâ noktaları medâr-ı münakaşa etmemeyi, hem bu acip zaman, hem
mesleğimiz, hem kudsi hizmetimiz iktiza ediyor. Ve Risale-i Nur’un âlem-i
İslamda intişarına karşı hayat-ı içtimaiye ve siyasiye cihetinde mâniler
çıkmamak için, Risale-i Nur şakirtleri musalâhakârâne vaziyeti almaya
mükelleftirler.

Kastamonu Lahikası, s. 192

Yedi seneden beri ateş püsküren zalim beşerin hali, bugün daha çok ıztıraplı bir
hale girmiş bulunuyor. Her bir ziidrak, acaba yarın ne olacak düşüncesiyle
kulaklarını radyoların ağızlarına koymuşlar, mütehayyir duruyorlar. Şarkta
Japonların mağlup olmasıyla, dünyanın salah-ı selamete ve emn ü emana kavuşması
beklenirken, deccalane bir hareket şimalde kendini gösterdiği görülüyor. Şu
vaziyet herkesi heyecana, endişeye sevk ediyor. İstikbalin zulmetlerine gittiği
zannıyla, merakla radyoları takibe koşturuyor. Lillahilhamd, Risale-i Nur, ali
beyanatıyla ruhlarımızı teskin ediyor, hakiki dersleriyle kalblerimizi tatmin
ediyor. İşte, bu günde meydana çıkan bu dehşetli cereyanı, ancak ve ancak
Hıristiyanlık aleminin Müslümanlıkla ittihadı, yani İncil, Kur’ân ile ittihad
ederek ve Kur’ân a tabi olması neticesi elde edilecek semavi bir kuvvetle mağlup
edileceği iş ar buyuruluyor ki, Hazret-i İsa Aleyhisselamın da vüruduna intizar
etmek zamanının geldiğini mana-yı işari ile ihtar ediyor.

Emirdağ Lahikası, s. 60

Şimdi umum beşerde sulh-u umumî için, yani beşerin ifsad edilmemesi için çareler
aranıyor, paktlar kuruluyor. Ve madem bu hükümet-i İslâmiye musalâhat-ı umumiye
ve hükûmetin selâmeti için, Yugoslavya’ya, tâ İspanya’ya kadar onları okşayarak
dostluk kurmaya çalışıyor.

İşte bunların çare-i yegânesinin bir delili olarak gösteriyoruz ki, tesis
edilecek Şark Darülfünununun ilk müteşebbisinin bir ders kitabı olan ve ulûm-u
müsbete ve fenniye ile ulûm-u imaniyeyi barıştıran ve bu otuz seneden beri bütün
filozoflara meydan okuyan ve resmî ulemaya dokunduğu ve eski hükûmetle resmen
mübareze ettiği halde bütün bunlar tarafından takdir ve tahsine mazhar olan ve
mahkemelerde beraat kazanan Risale-i Nur’un bu vatan ve millete temin ettiği
âsâyiş ve emniyettir ki, İslâm memleketlerinde, hususan Fas’ta, Mısır ve Suriye
ve İran gibi yerlerde vuku bulan dahilî karışıklıkların bu vatanda
görülmemesidir. İşte, nasıl ki bu vatan ve millette Risale-i Nur-emniyet ve
âsâyişin ihlâline sair memleketlerden daha ziyade esbap bulunmasına
rağmen-âsâyişi temin etmesi gösteriyor ki, o Doğu Üniversitesinin tesisi, beşeri
müsalemet-i umumiyeye mazhar kılacaktır. Çünkü şimdi tahribat mânevî olduğu için
ona mukabil tamirci mânevî bir atom bombası lâzımdır.

İşte, bu zamanda tahribatın mânevî olduğuna ve ona karşı mukabelenin de ancak
tamirci mânevî atom bombasıyla mümkün olabileceğine kat’î bir delil olarak,
üniversitenin mebde’ ve çekirdeği olan Risale-i Nur’un bu otuz sene içerisinde
Avrupa’dan gelen dehşetli dalâlet ve felsefe ve dinsizlik hücumlarına bir sed
teşkil etmesidir. O mânevî tahribata karşı Risale-i Nur tamirci ve mânevî bir
atom bombası olmuş.

…. Şark Üniversitesi bir merkez olarak âlem-i İslâmı ve tâ bütün Asya’yı
alâkadar edecek bir mahiyet ve ehemmiyette olduğundan, altmış milyon değil,
altmış milyar da masraf yapılsa elyaktır.

Yeni Ulus gazetesi muhalif olduğu için, bu meseleyi perde ederek yeni iktidarın
bazı büyük memurlarından bu meseleye çalışanlara bir nevi irtica süsünü vermek
istiyor. Halbuki, bu mesele en yüksek terakkî ve sulh-u umumînin medarıdır. Bu
müessese bu hükûmet-i İslâmiyeye bazı şeâir-i İslâmiyeden Arabî ezan-ı Muhammedî
ve din dersleri gibi pek çok kuvvet verecek. Belki bu hükûmetin istikbalinde,
tarihlerde kemâl-i takdir ve tahsinle yâd edilmesine en parlak bir vesile
olacaktır.

Bu meselenin ihyasıyla hasıl olan nur ve feyiz, Demokrat hükûmetin en büyük ve
cihandeğer bir hizmeti olarak ebede kadar misli görülmemiş bir parlaklıkla
lemean edecektir. Ve beynelmilel bir itibarı temin edecektir.

Üstadımızın hastalığı münasebetiyle hizmetinde bulunan Nur talebeleri

Emirdağ Lahikası, s. 404-405

Risale-i Nur’un bu otuz senelik zamanda dahil ve hariçteki fevkalâde intişarıyla
her tarafta hüsn-ü tesiri ve şark vilâyetlerinde elli beş seneden beri büyük bir
darülfünunun kurulmasına çalışması, birbirini takip eden ve birbirini tamamlayan
bu zamanda âlem-i İslâmı şiddetli alâkadar eden iki mühim meseledir. Bu iki
netice-i azîme, hem bu milleti, hususan şark vilâyetlerini, hem dört yüz milyon
İslâm milletlerini, hem sulh-u umumîye muhtaç Hıristiyanlık dünyasını da
alâkadar edip ve tesirini gösteren medar-ı iftihar iki ehemmiyetli hadisedir. Ve
İslâm dininin ve Kur’ân hakikatlerinin küllî ve umumî iki nâşiri ve ilâncısıdır.

Üstadımız elli beş seneden beri âzamî gayretle ve müteaddit vesilelerle Şarkî
Anadolu’da Câmiü’l-Ezher’e muvafık Medresetü’z-Zehra namıyla bir İslâm
üniversitesinin kurulması için çalışmış ve bunun kat’î lüzumunu daima ileri
sürmüştür. Reisicumhura ve Başvekile hitaben, onları bu meseleden tebrik eden
Üstadımızın yazısında denildiği gibi, Şark Darülfünunu âlem-i İslâmın bir nevi
merkezinde olarak beyne’l-İslâm medar-ı iftihar bir makam kazanacaktır. O
vilâyetlerde medfun çok aziz ve mübarek binlerle ulema ve ârifin, şühedâ ve
muhakkikîn ecdatlarımızın mâzideki pek kıymetli ve kudsî hizmet-i dîniyeleri,
mânevî, bâkî hasletleri bu darülfünunla dahi tecessüm ederek vazife-i
imaniyelerini daha geniş bir sahada yapacaklardır.

Şark Üniversitesinin bir nevi programı olmaya lâyık üssü’l-esas dersi ise,
Kur’ân-ı Hakîmin hakaik-i imaniyesini tefsir eden ve bütün meselelerini, fünun-u
akliye ile ve delâil-i mantıkıye ve müsbete ile tesbit ettiren ve mâkulâtla ders
veren Risale-i Nurdur ki, yeni asrın üniversitelerinde ve mekteplerinde
okutulmaya şâyandır.

Risale-i Nur, Şarkî Anadolu’da yer yer kurulmuş ve yüzyıllardan beri o havalide
mânevî âb-ı hayat menbâları vazifesini görmüş bulunan medreselerinin ve
üstadlarının bir talebesi vasıtasıyla zuhur etmiştir ki; bu son münevver
meyvelerle o muhterem üstadlar, yeniden vazife başına geçip vazife-i
tenviriyelerini ve hizmet-i Kur’âniyelerini bu suretle cihan-şümûl bir vüs’ate
inkılâp ettirmelerini bütün ruhumuzla ümit ve rahmet-i İlâhiyeden temenni ve
niyaz ediyoruz. Bu duamıza zaman ve zeminin şerait-i hayatiyesi ve musalemet-i
umumiyenin lüzumu da "âmin, âmin" diyor ve diyecektir.

Emirdağ Lahikası, s. 410

Reis-i Cumhura ve Başvekile,

Sizlerin Pakistan ve Irak’la gayet muvaffakiyetkârâne ittifakını, bu millete
kemâl-i samimiyetle, sürûr ve ferah ile kazanmanızı bütün ruh-u canımızla tebrik
ediyoruz. Bu ittifakınızı, inşaallah 400 milyon İslâmın sulh-u umumiyesine ve
selâmet-i âmmenin teminine kat’î bir mukaddeme olarak ruhumda hissettim…

Sizin bu defaki Irak ve Pakistan’la pek kıymettar ittifakınız, inşaallah bu
tehlikeli ırkçılığın zararını def edecek ve dört beş milyon ırkçıların yerine,
400 milyon kardeş Müslümanları ve 800 milyon sulh ve müsalemet-i umumiyeye
şiddetle muhtaç Hıristiyan ve sâir dinler sahiplerinin dostluklarını bu vatan
milletine kazandırmaya tam bir vesile olacağına ruhuma kanaat geldiğinden, size
beyan ediyorum.

Câmiü’l-Ezher Afrika’da bir medrese-i umumiye olduğu gibi, Asya Afrika’dan ne
kadar büyük ise, daha büyük bir darülfünun, bir İslâm üniversitesi Asya’da
lâzımdır. Tâ ki İslâm kavimlerini, meselâ: Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas,
Türkistan, Kürdistan’daki milletleri, menfi ırkçılık ifsat etmesin. Hakikî,
müsbet ve kudsî ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile
7
Kur’ân’ın bir kanun-u esasîsinin tam inkişafına mazhar olsun. Ve felsefe fünunu
ile ulûm-u diniye birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakaikiyle
tam musalâha etsin…

Mâdem Reisicumhur gayet mühim mesâil-i siyasiye içinde Şark Üniversitesini en
ehemmiyetli bir mesele yapıp hattâ harika bir tarzda altmış milyon liranın o
üniversiteye sarfı için bir kanun çıkarmak derecesinde fevkalâde bir hizmetle
medresenin medâr-ı iftiharı ve kendisine büyük bir şeref verdiren bu medrese-i
İslâmiyeye, eski hocalık hissiyatıyla başlaması, bütün şark hocalarını minnettar
etmiş. Ve şimdi orta şarkta sulh-u umumînin temel taşı ve birinci kalesi olan bu
üniversiteyi yine mesâil-i azîme-yi siyasiye içinde yeniden nazara alması,
elbette bu vatan, bu devlete, bu millete bu azîm, faydalı hizmeti netice
verecek. Ulûm-u diniye o üniversitede esas olacak. Çünkü hariçteki kuvvet
tahribatı mânevîdir, imansızlıkladır. O mânevî tahribata karşı atom bombası,
ancak mânevî cihetinde mâneviyattan kuvvet alıp o tahribatı durdurabilir.

Mâdem elli beş sene bu meseleye bütün hayatını sarf etmiş ve bütün dekaikiyle ve
neticeleriyle tetkik etmiş bir adamın bu meselede reyini almak ve fikrini sormak
lâzım gelirken, Amerika’da, Avrupa’da bu meseleye dair istişareye kendinizi
mecbur bildiğinizden, elbette benim de bu meselede söz söylemeye hakkım var.
Hamiyetkâr olan bütün bir millet namına sizden bekliyoruz.

Emirdağ Lahikası, s. 437-440

Arkadaş! Heyet-i içtimaiyenin hayatını koruyan intizamın en büyük şartı,
insanların tabakaları arasında boşluk kalmamasıdır. Havas kısmı avamdan, zengin
kısmı fukaradan hatt-ı muvasalayı kesecek derecede uzaklaşmamaları lazımdır. Bu
tabakalar arasında muvasalayı temin eden zekat ve muavenettir. Halbuki vücub-u
zekat ile hurmet-i ribaya müraat etmediklerinden, tabakalar arası gittikçe
gerginleşir, hatt-ı muvasala kesilir, sıla-i rahim kalmaz. Bu yüzdendir ki,
aşağı tabakadan yukarı tabakaya ihtiram, itaat, muhabbet yerine ihtilal
sadaları, haset bağırtıları, kin ve nefret vaveylaları yükselir. Kezalik, yüksek
tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri,
tahakkümler, şimşek gibi tahkirler yağıyor. Maalesef, tabaka-i havastaki
meziyetler, tevazu ve terahhuma sebep iken, tekebbür ve gurura bais oluyor.
Tabaka-i fukaradaki acz ve fakirlik, ihsan ve merhameti mucip iken, esaret ve
sefaleti intaç ediyor. Eğer bu söylediklerime bir şahit istersen alem-i
medeniyete bak, istediğin kadar şahitler mevcuttur.

Hülasa: Tabakalar arasında musalahanın temini ve münasebetin tesisi, ancak ve
ancak erkan-ı İslamiyeden olan zekat ve zekatın yavruları olan sadaka ve
teberruatın heyet-i içtimaiyece yüksek bir düstur ittihaz edilmesiyle olur.

İşaratü’l-İ’caz, s. 49

Fransız muharriri [Gaston Car], daha sonra Kur’ân’ın umumi müsâlemeti muhafaza
husûsundaki hizmetini bahis mevzûu ederek diyor ki:

"İslâmiyet yeryüzünden kalkacak ve bu sûretle hiçbir Müslüman kalmayacak olursa,
barışı devam ettirmeye imkân kalır mı? Hayır, buna imkân yoktur."

İşaratü’l-İ’caz, s. 270

Kur’ân’ın emrettiği ve hak ve hakikat ve maslahat ve insaniyet ve İslâmiyet
iktiza ve teşvik ettikleri olan barışmak ve musalâha etmektir. Evet, hakikat ve
maslahat sulhtur……

Şualar, s. 418-419

Sulh-u Hudeybiye ile, çendan maddî kılıç kılıfına muvakkaten konuldu. Fakat
Kur’ân-ı Hakîmin bârika-âsâ elmas kılıcı çıktı; kalbleri, akılları fethetti.
Musalâha münasebetiyle birbiriyle ihtilât ettiler. Mehâsin-i İslâmiyet, envâr-ı
Kur’âniye, inat ve taassubât-ı kavmiye perdelerini yırtarak hükmünü icra
ettiler.

Lem’alar, s. 35

Başta
8 cümlesi, bin üç yüz elli iki veya dört (1352-1354) tarihine hesab-ı
ebcedî ve cifrî ile tevafuk edip nev-i beşerde en geniş hırs ve hasetle ve
Birinci Harbin sebebiyle vukua gelmeye hazırlanan İkinci Harb-i Umumîye işaret
eder ve ümmet-i Muhammediyeye (a.s.m.) mânen der: "Bu harbe girmeyiniz ve
Rabbinize iltica ediniz."

Şualar, s. 238

"Dahilde tarafgirâne adâvet ve münakaşalara vesile olan fürûatı değil, belki
bütün nev-i beşerin en ehemmiyetli meselesi olan erkân-ı imaniyeyi ve beşerin
medar-ı saadeti ve umum İslâm’ın esas ve rabıta-i uhuvveti bulunan Kur’ân’ın
hakaik-i imaniyesini bulmak ve muhtaçlara buldurmaya hayatımı vakfettim" demek
suretiyle, hizmet-i İslâmiyenin ve mesâil-i diniyenin umumunu tazammun eden
vüs’at ve camiiyeti hâiz bulunduğunu, dinî hizmetlerin her nev’ini teyit ve
teşvik ettiğini ve bir cadde-i kübrâ-yı Kur’âniye olan Risale-i Nur dairesinin
umum ehl-i iman ve İslâm’a şâmil bulunduğunu ifade ediyor. Ve yine aynı
mektubunda, devamla, "Hattâ değil Müslümanlarla, belki dindar Hıristiyanlarla
dahi dost olup adâveti bırakmaya çalışıyorum"; Harb-i Umumî ve komünizm
altındaki anarşistlik tehlike ve tahribatlarının lisan-ı haliyle "Dünya fânidir,
firaklarla doludur. Ey insanlar, adâveti bırakınız, Kur’ân dersini dinleyip
birleşiniz; yoksa sizi mahvedeceğiz" diye beyanıyla bu zamanın şartları ve
icapları karşısında tarz-ı hizmeti yine Kur’ân’ın nuruyla göstererek hakîmâne
irşadın ve tevfik-i İlâhiyeye muvafık hareketle isabetli hizmetin ifası gibi
noktalardan Risale-i Nur’un lüzum ve ehemmiyetini tebarüz ettiriyor.

İşte, lâhika mektupları bu gibi hususlara da işaret ediyor. Değişen dünya
hadiseleri, geniş ve küllî meseleler ve şartlar altında isabetli hizmet-i
Kur’âniyenin esaslarını ders veriyor.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin Hizmetkârları
Tahirî, Zübeyir, Hüsnü, Bayram, Mustafa Sungur, Bayram.
Barla Lahikası, s. 10

Sual: Bu yakında İngiliz ve İtalya gibi ecnebîlerin bu hükümete ilişmesiyle,
eskiden beri bu vatandaki hükümetin hakikî nokta-i istinadı ve kuvve-i
mâneviyesinin membaı olan hamiyet-i İslâmiyeyi tehyiç etmekle şeâir-i
İslâmiyenin bir derece ihyâsına ve bid’aların bir derece def’ine medar olacağı
halde, neden şiddetle harp aleyhinde çıktın ve bu meselenin âsâyişle
halledilmesini dua ettin ve şiddetli bir surette mübtedi’lerin hükümetleri
lehinde taraftar çıktın? Bu ise, dolayısıyla bid’alara tarafgirliktir.

Elcevap: Biz ferec ve ferah ve sürur ve fütuhat isteriz-fakat kâfirlerin
kılıcıyla değil! Kâfirlerin kılıçları başlarını yesin; kılıçlarından gelen fayda
bize lâzım değil. Zaten o mütemerrid ecnebîlerdir ki, münafıkları ehl-i imana
musallat ettiler ve zındıkları yetiştirdiler.

Hem harp belâsı ise, hizmet-i Kur’âniyemize mühim bir zarardır. Bizim en fedakâr
ve en kıymettar kardeşlerimizin ekserisi kırk beşten aşağı olduğundan, harp
vasıtasıyla vazife-i kudsiye-i Kur’âniyeyi bırakıp askere gitmeye mecbur
olacaktılar. Benim param olsa, hüsn-ü rızamla, böyle kıymettar kardeşlerimin her
birisini askerlikten kurtarmak için, bedel-i nakdiye bin lira kadar da olsa
verirdim. Böyle yüzer kıymettar kardeşlerimizin hizmet-i Kur’âniye-i Nuriyeyi
bırakıp maddî cihad topuzuna el atmakta, yüz bin lira kendi zararımızı
hissediyordum. Hattâ Zekâi’nin bu iki sene askerliği, belki bin lira kadar
mânevî faydasını kaybettirdi.

Lem’alar, s. 107

Dipnotlar

1. "O her şeyi en güzel şekilde yarattı." Secde Sûresi, 32:7.

2. "İnsan şüphesiz ki çok zalimdir." İbrahim Sûresi, 14:34.

3. "Zulmedenlere en küçük bir meyil göstermeyin; yoksa Cehennem ateşi size de
dokunur." Hûd Sûresi, 11:113.

4. Dinde zorlama yoktur; doğruluk sapıklıktan, îman küfürden iyice ayrılmıştır."
Bakara Sûresi, 2:256.

5. Ebediyen kalıcıdırlar." Bakara Sûresi, 2:257.

6. Önünde, dikenli bir ağacın kabuğunu soymak kadar güç engeller var. (Arap
atasözü)

7. "Mü’minler kardeştirler." Hucurât Sûresi, 49:10.

8. "Deki: Sığınırım sabahın Rabbine." Felâk Sûresi, 113:1.