Hem insanda hissiyat galip,
aklın muhakemesini dinlemez.
—Bediüzzaman Said Nursi, 13. Lem’a

İnsanın en güçlü özelliği duygularında görülebilir. Ruhun beden ülkesinde
devam etmesi de soyut ya da somut olan duygu cihazlarını kullanması ile mümkün
olmaktadır. Duyguların fonksiyonlarını tamamıyla yitirmesi, insanlığın sonu
demektir. Duygularımız hayır ve şerre, hidayet ve dalâlete, hak ve batıla, güzel
ve çirkine aynı mesafededir. Allah’a iman etmek, hak dinin prensiplerini kabul
ya da reddetmek, duygularımızın kullanma biçimini yönlendirir. Öyle ki, sıradan
bir kişi, duygularını hayır yönünde geliştirmesiyle melekleri gıpta ettirecek
kadar yücelirken, bir kısım insanlar da hayvanların bile lânet okuyacağı şerli
işlere bulaşabilir. İnsanlar arasında olduğu gibi bitkiler ve hayvanlar aleminde
de fesat ve anarşiyi körükler… Fark, duyguların ifrat ve tefritte
seyretmesidir. Meselâ, insan aklı ilâhi terbiyeden müstağni olursa, cerbeze ile,
hakkı batıl, batılı hak göstererek insanları şaşırttığı gibi duygular da
sahiplerini zirve ya da zırvaya götürebilirler… Duygularımızla ilgili bu
mütevâzî tedkik, -Risale-i Nur Külliyatı çerçevesinde- duygu hazinesinin
kapısını aralama niyeti taşımaktadır. Ve minallahi’t-tevfîk.

Duygular Sınırsız

Cenab-ı Hak insanı, âleme nûmune olarak yaratmış; bir çok türlerin vazifesini
ona yüklemiştir. Rabbimizin, çok değişik kudsî isim, sıfat ve fiilleri gereği
olarak, insanın his ve kabiliyetleri fıtraten bir sınır altına alınmamıştır.1 Bu
durum Rabbimizin, yaratmadaki zenginliğini gösterdiği gibi, insanın kıymet ve
yüceliğine de işarettir. Kıymetli şeyler, sahiplerine hem nimettir hem de
nikmet. Kişi için riske dönüşebilir. Çünkü insan, binlerce kabiliyet ve duygu
çekirdeğine sahiptir. Bu çekirdekler uygun zeminlerde yeşerir; "mükemmel insanı"
oluşturan birer ağaç haline gelir, insani eylemler şeklinde de meyve verir.
Hayvan ile insanın en bariz farkı duygularının genişliğinde görülür. Duygular,
insanın maddî ve manevî yükseliş ve alçalışının da sebebidir. Çünkü insanlık
aleminde terakki ve tedenni (yükselme ve alçalma) mertebeleri sonsuzdur.
Uluhiyete açıktan savaş ilan eden Fir’avun ile Allah’ın peygamberini ateşe atan
Nemrut, bir kelimede milyonların ölüm fermanını imzalayan gaddar zalimler, hırs,
kin, intikam, tahakküm, şöhret ve riya gibi duygularının etkisiyle bu tür
kararları vermektedir.

İnsanın varlığını şekillendiren hisleriyle iki tür ilişkisi olagelmiştir:
Duyguların esiri olmak ya da onları terbiye etmek. Peygamberler duyguları ilâhi
iksirle terbiye etmişler; bu terbiye ameliyesinden evliya, salih ve sadık insan
meyveleri çıkmıştır. İlahi rehberliğe müstağni kalan, hatta inkâr edenler ise
insan cevherindeki duyguları kömüre dönüştürmüştür.

Allah, "kimin daha güzel amel işleyeceğini ölçmek için", insanın duygularına
serbest bırakmıştır. Bu sebeple, insan, tür olarak, bir çok mahlukatın
fonksiyonlarını taşımaktadır. İnsanın ilk yaratılışında meleklerin ruhaniyet ve
temizliği vardır. Hayatın acımasız şartları hayvani kuvvelerini ortaya çıkarır
ve geliştirir.

Psikoloji ilmi verilerini insan-hayvan bazında karşılaştırsa, dikkate değer
sonuçlar bulunurdu. Böyle bir karşılaştırma sonucunda sureti bize mûnis gelen
nice insanın sırtlan, kaplan gibi korkunç olduklarını görecektik. Egoist ve
nefisperestliği uğruna, hemcinsinin hakkını hâk ile yeksân eden, hırsızlıkta
şeytana pabucunu ters giydiren nice kişiyi, belki de çakal ve tilki şeklinde
görecektik. Gafil ânda zehrini akıtmak için fırsat kollayan medeni insanların
bir kısmını, yılan suretinde seyredecek ve belki de görünce ürperdiğimiz
yılanlara rahmet okutturacaktı.

"Şu medenîlerden çoğunun eğer içini dışına çevirirsen, görürsün: Başta maymunla
tilki, yılanla ayı, hınzır; sîreti olur suret!

"Gelir hayali karşına, postlarıyla tüyleri. İşte şununla görünür meydandaki
âsârı. Zemindeki mevâzin, mizanıdır şeriat."2

Hayvanın kabiliyet ve duyguları sınırlı olduğundan vereceği zarar ile
sağlayacağı menfaat mahduttur. Meleklerin, cinlerin ve hatta şeytanın
kabiliyetleri de böyledir. Fakat insan bu hususta hayvanlara benzemez. Mesela
insanın intikam, benlik ve tahakküm hissi sınırsızdır. Bir kişi intikam hırsı
ile milyonların bir anda ölümüne yol açabilir. Dünyayı emrine verseniz, "hel min
mezid? (daha fazla yok mu?)" der.3

Duyguların Hedefleri

Duygular insana neden verilmiştir? Bunların asıl hedefleri nedir? Hangi
ölçülerde beşeri ihtiyaçlara, ne nisbette ahiretle ilgili maksatlara
sarfedilmelidir?

"Evet, dünyaya ait işler, kırılmaya mahkûm şişeler hükmündedir. Bâki umur-u
uhreviye [ahiretle ilgili fiiller] ise, gayet sağlam elmaslar kıymetindedir.
İnsanın fıtratındaki şiddetli merak ve hararetli muhabbet ve dehşetli hırs ve
inatlı talep ve hâkezâ şedit hissiyatlar, umur-u uhreviyeyi kazanmak [ahiretle
ilgili hedefleri varabilmek] için verilmiştir. O hissiyatı şiddetli bir surette
fâni umur-u dünyeviyeye [dünya işlerine] tevcih etmek, fâni ve kırılacak
şişelere bâki elmas fiyatlarını vermek demektir."4

İnsan dünyada misafirdir. Misafirliğin müddeti ise çok sınırlıdır. Bu kadar
zengin kabiliyet ve duygunun hedefi dünya hayatında ebedi saadete hazırlık
yapmaktır. Hadsiz hikmet sahibi Allah, mahdut hayatta sonsuz saadeti
kazanabilmesi için insana çok değişik fırsatlar ihsan etmiştir. Duygularımız
bize bu imkânı sunmaktadır. Bu dünyanın hiçbir şeyi duyguları tatmin
etmemektedir. Bunun yüzlerce delili vardır. Öyle ise, şiddetli duyguları sadece
fâni hayata sarf etmek, kırılacak camlara kıymetli elmas fiyatını vermek gibi
abestir. Aslında selim bir fıtrat sahibi insan, vicdanı günah ve cehalet gibi
şeylerle kirlenmemişse, duygularına doğru bir hedef tayin etmeyi becerir. Ancak,
bu hedefe giderken, aile, çevre ve kişinin psikolojik şartları ve sosyal ortamın
da insan üzerindeki tesiri gözardı edilemez. Duyguların esas hedefi ve gerçek
saadetinin ahiret hayatıyla ilgili yönelişlerde olduğunu gösteren birkaç örnek :

Aşk, şiddetli bir muhabbettir. Bütün sevgiyi maşukuna hasrederek her şeyi onun
için feda eder. Kendi hakkını da tanımaz zâtına da zarar verir. Ya da
sevgilisini yüceltmek ve övmek için başkalarını kötüler, hürmetleri kırar.5 Aşık
sürekli bir ızdırap ve elem içindedir. Çünkü aşkta kıskançlık vardır. "Aşk
ağlatır, dert söyletir." Aşk bu elemle ferdin hayatını zindan eder. Ya da o
dünyevi maşuk, aşığın bu köklü duygusunu doyuramadığı için hakiki bir sevgili
arattırır. İnsan fıtratı fıtrî olmayanı çoğunlukla reddeder. Maddi kişiyle
tatmin olmadığını farkeden aşık, gerçek güzele, yarattıklarına da güzelliği
veren Allah’a yönelir. Leyla’ya aşık olan Mecnun’un yaşadığı budur. Onun mecazi
aşkı, hakiki aşka dönüşmüştür. Ne var ki, bu türden bir geçiş, çok az insana
nasib olur. İnsan ve Allah hakkında irfan sahibi olmayan kimseler, maddi
perdeler arasında boğulur kalırlar. Çoğunluk hakiki aşka yönelmeden ya bunalıma
düşer ya da aşkın büyüsünden sıyrılır.

Nihai tahlilde insana dünya ötesi adres gösteren bir diğer duygu da gelecek
endişesidir. Herkes gelecek endişesi taşır. İstikbal endişesi bazı insanlarda
vehim ve hastalık halindedir. Bu insanlar Allah’ın yarattığı hayat için rızık da
yarattığını unutur, adetâ Allah’ı töhmet altına alır. İstikbal endişesinin bu
derecesi ifrattır. Halbuki hiçbir insanın endişe ettiği istikbale yetişmek için
elinde senet yoktur. Hem herkesin rızkı ilâhî taahhüd altında olduğundan,
kısacık istikbal, şiddetli endişeye değmiyor. Rızkı veren Allah’tır. Rızkı
Allah’ın verdiğini ifade eden bir çok âyet-i kerime vardır. Ancak rızkı veren
Allah’la merzuk olan insanın vazifeleri karıştırılmasın! Allah’ın insana verdiği
organlar da işlemek ister. Rızık kazanmak için bu vasıtalardan sarfı nazar
ederek, "Bağdat tarrarları" gibi yan gelip yatmak, "Rızkı veren Allah’tır"
gerçeğine de terstir. Diğer taraftan, rızk için, aşırı bir kaygı ile manevi
vazifelerini ihmal ederek her şeyini, "maişete" bina etmek de eksikliktir.
Müslüman, ölçülü ve dengeli hareket eden kişidir. İşte bu nedenle, aşırı
derecedeki, "istikbal endişesi"nin yüzünü, kabirden sonraki hayata ve gafiller
hakkında teminat altında olmayan ebedî istikbale çevirmesi gerekir. Allah,
mü’min ve kâfir herkese rızk vermeyi taahhüt etmiş, ahiret rızkını ise, sadece
kendine iman edenlere tahsis etmiştir.

Hırs duygusu da böyledir. Herkes mala ve makama karşı şiddetli bir hırs
gösterir. Kontrol altına alınmayan bu duygu bir müddet sonra insanı yutan bir
düşmana dönüşebilir. "Deve boynuz ararken kulağından olmuş", "Horoz ölmüş gözü
çöplükte kalmış", "Kart kedi, körpe fare arar" türünden atasözleri, hırsın
kötülüğünü dile getirirler. Hz. Peygamberin, "haris insanın gözünü vadiler
dolusu altın yerine iki avuç toprak doldurur" ifadeleri ibretlidir. Akıllı insan
için, "hırsın bittiği yerde saadet başlar." Çünkü, basiret sahibi kişi bakar ki,
geçici olarak onun nezaretine verilmiş o fâni mal ve âfetli şöhret; tehlikeli ve
riyaya vesile olan makam, o şiddetli hırsa değmiyor. İnsan bu inceliği fark
ettikten sonra, Allah yanında kıymet ifade eden, manevi mertebelere, âhiret
azığına vesile olan salih amele yönelir. Böylece fena bir sıfat olan hırs,
yüksek bir haslet olan gayret ve azme dönüşür.

Bir çok insan şiddetli bir inatla, ehemmiyetsiz, zâil, fâni işlere karşı
hissiyatını sarf eder. Bazen bir dakika inada değmeyen bir şeye bir sene inat
gösterir. Hatta zararlı, zehirli bir şeye inat namına sebat eder. Böyle
kimseler, halk dilinde, "burnunun dikine gitmek, Nuh deyip peygamber dememek,"
türü sözlerle kötülenir. Oysa direnmek, azmetmek, inat göstermek, sürekli bir
hayat içinse, hayırlı bir faaliyete yönelik yapılırsa kıymetlidir. Akıllı insan
bakar ki, bu kuvvetli his böyle şeyler için verilmemiş; inadı onlara sarf etmek,
hikmet ve hakikate münâfidir. O şiddetli inadı, o lüzumsuz geçici işlere
vermeyip, âli ve bâki olan iman hakikatlarına ve esâsât-ı İslâmiyeye ve uhrevi
hizmetlere sarf eder. O rezil haslet olan inat, güzel ve âli bir haslet olan
hakikî inada, yani hakta şiddetli sebata dönüşür.

Bediüzzaman’ın -sadeleştirerek aldığımız bu ifadelerinden sonra- duygu eğitimine
yönelik bir tespite varıyor: "İşte, tahmin ederim ki, nâsihlerin nasihatleri şu
zamanda tesirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki: Ahlâksız insanlara derler,
‘Haset etme, hırs gösterme, adâvet etme, inat etme, dünyayı sevme.’ Yani,
‘fıtratını değiştir’ gibi, zâhiren onlarca mâlâyutak [insanın gücü üstünde] bir
teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki, ‘Bunların yüzlerini hayırlı şeylere
çeviriniz, mecrâlarını değiştiriniz’; hem nasihat tesir eder, hem daire-i
ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur."6

Bazı duygular insanı milletiyle bütünleştirir. Kahramanlık, şecaat, diğergâmlık
gibi. Bir kısım duygular da onu alçaltır. Hasislik, cimrilik, egoistlik,
tenperverlik gibi. Yüksek şeyleri elde etmeye yönelik yarış (müsabaka)
"istibdadı parça parça eden", gıpta, hased, kıskançlık ve rekabet, yenilenme
(teceddüd meyli), medenileşme arzusu, insanı yücelten hislerden bir kaçıdır.
Bediüzzaman bu duyguların, "şer’î hürriyeti" ortaya çıkardığını ve insanlığı,
insaniyete lâyık kemâlâta sevkedeceğini ifade eder.

Bunlardan birisi de, "Şefkatle cihazlanmış [donatılmış] şehamet-i imaniyedir
[akıl ve zekâ ile birleşmiş yiğitlik]". Bu duygunun insana kazandırdığı şey,
"tezellül etmemek, haksızlara, zâlimlere zillet göstermemek, mazlumları da zelil
etmemek. Yani, hürriyet-i şer’iyenin esasları olan müstebitlere dalkavukluk
etmemek ve bîçarelere tahakküm ve tekebbür etmemektir."7

Duygularımız düşüncelerimize de tesir eder. Duyguların tahlili yapılmadan doğru
gelişme sağlanamaz. Doğru düşünmek, insanı, olay ve olguları oldukları gibi
görmek, fikirler ve olaylar arasındaki bağlantıları doğru tespit etmek, doğru
açıklamak, doğru anlamak ve doğru yorumlamaktır. Bu sebeple normal sınırların
ötesindeki korku, sevgi, bağımlılık, duyarsızlık, insanın doğru düşünmesini
engelleyen hususların başında gelmektedir. Doğru düşünebilmek için, insan
aklının çelişkileri kolayca fark edebilme özelliğinin körelmemiş olması
lazımdır.8 Hayatın en temel yapısını teşkil eden duygulardan bir kısmını nasıl
kullandığımıza bakalım.

Korku

Hayatın muhafazası için verilen korku hissi insan davranışlarının
şekillenmesinde önemli rol oynamaktadır. Bugün modern bilim de insanın tutum ve
davranışlarının psişik karakter tarafından örgütlendiğini kabul eder.9

Allah’ın azabından sakınmak anlamındaki korku, bir kamçı gibi insanı rahmetin
kucağına atmakta ve insanlarda verâ, takvâ ve iffet gibi güzel duyguları
oluşturmaktadır. Bundan dolayı Allah, kullarının kendisinden korkmalarını farz
kılmıştır. "Eğer inanmış iseniz benden korkunuz." (Al-i İmran, 3/175) Gerçek
mü’minleri de Allah’tan korkanlar olarak nitelemiştir. "Üzerlerindeki
Rablerinden korkarlar ve emredildikleri şeyi yaparlar." (Nahl, 16/50) Korkan
kimse iradesini dikkatli kullanır; şüpheli ve ihtimalli olan şeylerden dahi
çekinir. Bu tür korkuların kişide meydana getirdiği ideâl duruma takvâ denilir.
Kur’an’da elbisenin insanların mahrem yerlerini koruması gibi takvânın da insanı
her türlü çirkinliklerden koruduğu vurgulanmaktadır. (A’râf, 7/26) Yine
Allah’tan başka kimseden korkulmaması ve bunun sonucundan kazanılacak mükafat şu
ayet-i kerimelerle anlatılır: "Eğer inanmış iseniz onlardan korkmayın benden
korkun. (Al-i İmrân, 3/175) "İman edip salih amel işleyenlere gelince, onlar
halkın en hayırlısıdır. Onların Rableri katındaki mükâfatları, zemininden
ırmaklar akan, içinde devamlı olarak kalacakları adn cennetleridir. Allah
kendilerinden hoşnut olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlar. Bu söylenenler
hep Rabbinden korkanlar ve ona saygı gösterenler içindir." (Beyyine, 98/7-8)10

Acelecilik

İnsan çok çeşitli arzulara sahiptir. İçinde bulunduğu zaman dilimini taşarak
o nimetlere bir an önce sahip olmak ümidi ile aceleci davranır. "İnsan aceleci
(bir tabiatta) yaratılmıştır." (Enbiya, 21/37) Oysa acelecilik fıtrî bir zaaf
olarak kabul edilir. Çünkü acelecilik sıhhatli düşünmeye engeldir. Halbuki
sağlıklı ve serinkanlı düşünemeyenler hedeflerine ulaşamaz ve çoğu kez de
başladıkları noktaya tekrar dönerler. Bu tür insanlar içlerinde doğan güzel
duyguların etkisinde kalarak her şeyin bir anda olmasını isterler. Hislerine
kapılarak acele verilen karar ve söylenen sözden dolayı yıllarca pişman olan bir
çok insan vardır.11

Acelecilik, Allah’ın kâinatta uyguladığı en umumî sünneti olan tedrici hareket
ilkesine de aykırıdır. Allah dünyadaki işlerin çoğunu belirli sebepler altında
ve sırasıyla yaratmaktadır. Bunda insana yönelik önemli bir ders de vardır.
Teenni ve dikkatle hareket etmeyenler işlerin gerçekleşmesindeki sıralamayı
ihmal ederler.

Bir ekmeğin vücuda gelmesinde, tarla, harman, değirmen, fırın işçisi ve satıcı
olmak üzere bir çok insan vardır. Aynen bunun gibi, işlerin düzeninde de bir
"teennî-i hikmet" vardır. İnsan hırs sebebiyle, teennî ile hareket etmediği
için, o tertipli eşyadaki mânevî basamaklara uymaz; ya atlar, düşer veyahut bir
basamağı noksan bırakır, maksada çıkamaz.12 Bu tespitler iyi niyetli bir çok
teşebbüsün nasıl çıkmaza girdiğini de açıklar. İnsanların pek çoğu eşyadaki
hikmet ilkesini gözardı etmektedir.

Kıskançlık

Barışın temeline dinamit koyan huy ve kötü duygulardan birisi de kıskançlıktır.
Her insan fıtraten kıskançlık hisseder. Kendisine ait olan şeyleri başkasından
kıskanır. Namus, mal, vatan gibi değerlerin korunmasına hizmet eden kıskançlık
normaldir. İnsanların din, vatan ve namusla ilgili kıskançlığını kaybetmesi,
insan için manevi bir felaketin başlangıcıdır. Ancak bu türden yüce hedeflerin
dışında bazı insanlardaki kıskançlık, içten içe yanan bir ateş gibidir ki
sahibini sinsice kemirir. Kıskançlık duygusunun ardında, ferdin kendini, "ihmal
edilmiş, başkalarından farklı tutulmuş" hissetmesi gibi sebepler olabilir.

Bediüzzaman, bir Müslümanın kardeşini kıskanmasının "hem mü’min kardeşine, hem
rahmet-i İlâhiyeye zulm ve tecavüz" olduğunu belirtir. Çünkü, "Hâsid [hasetçi,
kıskanç] kendini acı bir azaba maruz bırakır. Hasmına gelen nimetlerden rahatsız
olur. Nefsine zulmeder… Haset evvelâ hâsidi ezer, mahveder, yandırır. Mahsud
[kendisine haset edilen kişi] hakkında zararı ya azdır veya yoktur. Hasedin
çaresi: Hâsid adam, haset ettiği şeylerin âkıbetini düşünsün. Tâ anlasın ki,
rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet, fânidir,
muvakkattir. Faydası az, zahmeti çoktur. Eğer uhrevî meziyetler ise, zaten
onlarda haset olamaz. Eğer onlarda dahi haset yapsa, ya kendisi riyakârdır;
âhiret malını dünyada mahvetmek ister. Veyahut mahsûdu riyakâr zanneder,
haksızlık eder, zulmeder.

Hem ona gelen musibetlerden memnun ve nimetlerden mahzun olup, kader ve rahmet-i
İlâhiyeye, onun hakkında ettiği iyiliklerden küsüyor. Âdetâ kaderi tenkit ve
rahmete itiraz ediyor. Kaderi tenkit eden, başını örse vurur, kırar. Rahmete
itiraz eden, rahmetten mahrum kalır."13

Düşmanlık

Sulhun engellerinden biri de düşmanlık hissidir. İnsanın malı, namus ve vatanı
gibi hayati değerlerine yönelik tehdit unsurlarına adavet duyması kadar tabiî ve
fıtrî hatta asîl bir duygu olamaz. Düşmanlığın sebep ve hedefleri yanlış tespit
edilmişse durum farklıdır. Mü’min kardeşine dünyevî, hissî ve ekonomik menfaate
dayalı sebeplerle düşman olmanın ise din ve dünya açısından zararı açıktır.
Nefis ve şeytan devreye girince bazı kişiler, "bir gün bile adâvete değmeyen bir
şeye bir sene kin ve adâvetle mukabele" edebilmektedir. Bu, "insaf ve akılla"
bağdaşır bir durum olmadığı gibi, "bozulmamış hiç bir vicdana" da sığmaz.
Böylesine açık bir zararı gidermek ancak şöyle düşünmekle mümkündür:

Öncelikle "mü’min kardeşinden sana gelen bir fenalığı bütün bütün ona verip onu
mahkûm edemezsin. Çünkü, evvelâ kaderin onda bir hissesi var. Onu çıkarıp, o
kader ve kazâ hissesine karşı rıza ile mukabele etmek gerekir. İkincisi, nefis
ve şeytanın hissesini de ayırıp, o adama adâvet değil, belki (o kişi) nefsine
mağlûp olduğundan, acımak ve nedamet edeceğini beklemelidir. Üçüncüsü, insan,
"kendi nefsinde görmediği veya görmek istemediğin kusurunu görerek", ona da bir
pay ayırmalıdır. "Sonra kalan kısmı için de, en selâmetli ve çabuk hasmını
mağlûp edecek af ve safh ile ve ulüvvücenaplıkla mukabele" etmelidir. "Boş
sözlerle, çirkin davranışlarla karşılaştıkları zaman, izzet ve şereflerini
muhafaza ederek oradan geçip giderler." (Furkan Sûresi, 25/72) ve "Eğer onları
affeder, kusurlarına bakmaz ve bağışlarsanız, şüphesiz ki Allah da çok
bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir." (Teğabün, 64/14) ayetleri bu yüce ahlâkı
ders verir.

Mü’min zulüm ve zarardan ancak böyle kurtulabilir. Aksi halde, şişeleri ve buz
parçalarını elmas fiyatıyla satın alan sarhoş ve divane olmuş cevherci bir
Yahudi gibi, beş paraya değmeyen, gelip geçici, ehemmiyetsiz dünya işlerine,
güya, dünya ebedî durup beraber kalacak gibi şiddetli bir hırsla ve daimî bir
kinle karşılık vermek, bir zalûmiyettir [aşırı bir zulüm] veya bir sarhoşluktur,
bir nevi divaneliktir. Dinini ve kendini seven şuurlu bir Müslüman, dindaşı
mü’minlere karşı kin ve düşmanlık hissinin kalbine girmesine izin veremez. Şayet
istemeyerek girmişse, Hafız-ı Şirazî’nin şu beytine kulak vermelidir: "Dünya
öyle bir metâ değil ki nizâa [düşmanlık yapmaya] değsin! Fâni ve geçici
olduğundan kıymetsizdir. Koca dünya böyle ise, dünyanın cüz’î işleri ne kadar
ehemmiyetsiz olduğunu anlarsın!"14

İslamiyet sevgi ve kardeşliği getirmiştir. "Muhabbet, uhuvvet [kardeşlik]
sevmek, İslâmiyetin mizacıdır, rabıtasıdır." Mü’minler arasında sevgi ve
kardeşlik bağı koparsa felâketler sökün eder. Bazen insanın gururu ve
nefisperestliği, şuursuzca, ehl-i imana karşı haksız olarak adâvet eder; kendini
haklı zanneder. Halbuki, husumet ve adâvet, ehl-i imâna karşı muhabbete vesile
olan iman, İslâmiyet ve cinsiyet gibi kuvvetli sebepleri hafife almak ve
kıymetlerini düşürmektir. Düşmanlığın ehemmiyetsiz sebeplerini sevginin dağ gibi
sebeplerine tercih etmek gibi bir divâneliktir.

Halbuki, sevgi düşmanlığa zıttır; ışık ve karanlık gibi, bir insanda gerçek
haliyle birleşemezler. Her ikisi de, bir kalbe girmişse, hangisinin sebepleri
üstün ise o gerçek, diğeri ise mecazi olacaktır. Meselâ, sevgi hakikatiyle
bulunsa, o vakit düşmanlık şefkate, acımaya dönüşür. Mü’minlere karşı durum
budur. Yahut düşmanlık hakikatiyle kalbde bulunsa, o vakit muhabbet, mümaşat ve
karışmamak, zahiren dost olmak suretine döner. Bu ise tecavüz etmeyen ehl-i
dalâlete karşı olabilir.

"Muhabbetin sebepleri, iman, İslâmiyet, cinsiyet ve insaniyet gibi nuranî,
kuvvetli zincirler ve mânevî kalelerdir. Adâvetin [düşmanlık] sebepleri, ehl-i
imana karşı küçük taşlar gibi bir kısım hususî sebeplerdir. Öyleyse, bir
Müslümana hakikî adâvet eden, o dağ gibi muhabbet esbablarını istihfaf [hafife
almak, küçümsemek] etmek hükmünde büyük bir hatâdır."

"Ehl-i adâvet, mizacı bozulmuş bir çocuğa benziyor ki, ağlamak ister; bir şey
arıyor ki, onunla ağlasın. Sinek kanadı kadar ehemmiyetsiz bir şey, ağlamasına
bahane olur. Hem insafsız, bedbîn [her şeyin kötü yönüne bakan] bir adama benzer
ki, su-i zan mümkün oldukça hüsn-ü zan etmez. Bir seyyie ile on haseneyi örter.
Bu ise, seciye-i İslâmiye olan insaf ve hüsn-ü zan bunu reddeder.15 İslâm
ahlâkında hüsn-ü zan önce gelir. Hukuk tabiri ile berât-ı zimmet asıldır.
Suçsuzluk, masumiyet esas, suç ve günah arizidir. Kötü niyet ve hainlik
sebepleri, görülmediği müddetçe kişiler hakkında hüsn-ü zan edilir. Hüsn-ü zanda
aldanmanın manevi mes’uliyeti yoktur. Su-i zan edilip de yanlış çıkmışsa bunun
günahı vardır. O bakımdan Müslüman için salim yol birincisidir.

Bediüzzaman düşmanlık hissinin psiko-sosyal gerekçelerini ortaya koymaktadır.
Sevginin sebepleri, iman, İslâmiyet, cinsiyet (kavim, millet) ve insaniyet gibi
"nurlu, kuvvetli zincir ve manevi kaleler"dir. Düşmanlığın sebepleri ise küçük
taşlar gibi özel durumlardır. Adavete devam ederek küçük taşları kale ve
zincirlere tercih etmek, akıl kârı değildir. Husumet sahibi, ağlamak için bahane
arayan huysuz bir çocuğa benziyor. Bu kimseler genellikle bedbîndir. Her olayın
kötü ve eksik taraflarını görür. Su-i zan mümkün oldukça hüsn-ü zan edemez. Oysa
hüsn-ü zan asıl olmalıdır. O, gözü önüne gelen çöple, dağlardaki güzel manzarayı
görmeyen insana benzer ki, bir kötülük sebebiyle, iman ve İslamiyet gibi bir çok
hayırlı nitelik ve fiilleri görmezlikten gelir. Bu tür insanlar barışın,
kardeşliğin ve umumi manevi atmosferin teşekkül etmesine engeldirler. Halbuki
insaf prensibi bunun zıddıyla muamele etmeyi gerektirir. Bir gemide, dokuz
caniyle birlikte, tek bir masum bulunsa bile, hiçbir kanunla geminin
batırılmasına hüküm verilemeyeceği gibi, bir insanda da bir çok hayırlı
nitelikler yanında birkaç tane kötü özellikler varsa, onlara hasrı nazar ederek
husumet duymak insafla bağdaşmaz.

Müthiş Hastalık: İhtilâf

İlkel kabilelerin bile uyguladıkları bir prensip şudur ki: Dış düşmanın
saldırısı esnasında, içte birbiriyle olan mücadeleyi bırakmak. Bu prensibin
ihmali, "kalb-i İslâmı ağlatacak" müthiş, sosyal bir hastalıktır. Bediüzzaman
İslâm cemaatine hizmet etme iddiasında olan bu tür insanların, "harici düşmanın
hücumu sırasında, birbiriyle çekişmesi ve mücadele etmesini, "düşmanın hücumuna
zemin hazırlamak" şeklinde yorumluyor. Bunu, İslâmiyetin toplum hayatına karşı
işlenen bir "hıyânet, düşüş (sukut) ve vahşet" olarak nitelendiriyor.

Halbuki Müslümanların, "ehl-i dalâlet ve ilhaddan tut, tâ ehl-i küfrün âlemine,
tâ dünyanın ehvâl ve mesâibine kadar, birbiri içinde size karşı zararlı bir
vaziyet alan, birbiri arkasında size hiddet ve hırsla bakan, belki yetmiş nevi
düşmanlar"ı var. Bunlara karşı mukavemet edebilmek "uhuvvet-i İslâmiye" kalesine
sığınmakla mümkündür. Zillet altında esaret altına girmemek için Müslümanların
akıllarını başlarına alarak aralarındaki ihtilafları ortadan kaldırmaları ve
"Mü’minler ancak kardeştirler." (Hucurât, 49/10) kale-i kudsiyesinin içine
girmeleri gerekir. Yoksa Müslümanların hayatlarını ve hukuklarını korumaları
zorlaşır. Nitekim bugün Müslümanların vaziyetleri bunu açıklıyor.

Bediüzzaman, iman birliğinin kalpleri; kalplerdeki sıcaklığın ise toplumsal
hayattaki beraberliği gerektirdiğini ifade eder. İnsan, birisiyle bir köyde,
aynı taburda bulunmakla hemşehrilik, arkadaşlık gibi bağlar hisseder ve bunlar
kişiler arasında yakınlık, sıcaklık vasıtası olur. Halbuki, bir Müslüman diğer
kardeşi ile Allah’ın isimleri adedince birlik-beraberlik ilişkilerine sahiptir.
Bunlar imanın nuruyla bilinir. "Meselâ, her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz
bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir-bir, bir, bine kadar bir, bir… Hem
Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir-bir, bir, yüze kadar bir, bir… Şu
birlik noktaları kocaman "kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak kadar sağlam
nurani zincirler" hükmündedir. Bunları dikkate almayarak mü’mine kin ve
düşmanlık beslemek de o nisbette birlik bağlarına karşı hürmetsizlik, zulüm ve
haksızlıktır. Mü’-minlerin arasına atılan ayrılık, husumet ve ihtilâf tohumları
ancak şu ayetlerin ilaçları kullanılmak suretiyle bertaraf edilebilir: "Kötülüğe
iyiliğin en güzeliyle karşılık ver. Bir de bakarsın, aranızda düşmanlık bulunan
kimse candan bir dost oluvermiştir." (Fussılet, 41/34.) "Öfkelerini yutanlar ve
insanların kusurlarını affedenler-Allah ise iyilik yapanları sever." (Âl-i
İmrân, 3/134)

Yardımlaşma

İnsanlar farklı coğrafi bölgelerde bulunmaktadır. Her bölge de değişik imkânlara
sahip kılınmıştır. Mevsim, iklim ve coğrafî özellikler, insanlara verilen
nimetlerin mübadele edilmesini gerektirir. Bunun, tanışma, yardımlaşma,
birbiriyle teşrik-i mesai kurmak gibi sayısız faydaları da vardır. Ne var ki,
nimet derecelerindeki farklılık, insanlar arasında tahakküm ve tuğyana da yol
açmaktadır. Bu ise beşeri hayatta ahlâksızlığın ve keşmekeşin sebebidir.
Bediüzzaman yardımlaşmayı katleden, tahakkümü netice veren bu durumu, "Ben tok
olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne?" "Sen çalış, ben yiyeyim,"
tarzındaki iki yaklaşıma bağlar.

Bu iki kelimeyi (felsefeyi) sürdüren faizin yaygınlaşması ve zekâtın terk
edilmesidir. Kökünün kazınması ise zekâtın umumi bir prensip olarak tatbiki ve
faizin ortadan kaldırılmasıdır. Bu durum, sadece Müslümanlar değil bütün
insanlık için geçerlidir. Çünkü, beşerde, zengin ve fakir iki tabaka vardır.
Zenginlerden fakirlere merhamet ve ihsan; fakir tabakadan da zenginlere hürmet
ve itaati temin edecek sadece zekattır. Yoksa yukarıdan fakirlerin başına zulüm
ve tahakküm iner. Fakirlerden de zenginlere kin ve isyan çıkar. İki tabaka da,
sürekli bir mücadelede ve bir ayrılık kargaşasında bulunur.

Bediüzzaman yardımlaşmanın insanlar arasındaki sulhu ve kardeşliği temin etmesi
için, "yardımların zekât namına yapılması, verenin Allah namına verip, muhataba
minnet etmemesi" gerektiğini söyler. Çünkü, "İhsanlar zekât namına olmazsa, üç
zararı var. Bazan da faydasız gider. Allah namına vermediğin için, mânen minnet
ediyorsun, biçare fakiri minnet esareti altında bırakıyorsun. Hem makbul olan
duasından mahrum kalıyorsun. Hem hakikaten Cenâb-ı Hakkın malını ibâdına vermek
için bir tevziat memuru olduğun halde, kendini sahib-i mal zannedip bir küfrân-ı
nimet ediyorsun.

"Eğer zekât namına versen, Cenâb-ı Hak namına verdiğin için bir sevap
kazanıyorsun, bir şükrân-ı nimet gösteriyorsun. O muhtaç adam dahi sana tabasbus
etmeye mecbur olmadığı için, izzet-i nefsi kırılmaz ve duası senin hakkında
makbul olur."16

İhlâs ve Müspet Hareket

Faziletli bir davranış olarak, Müslüman, zalime karşı hakkı çekinmeden söyler,
neticesine de katlanır. Bu imrenilecek bir hal olarak azimeti temsil eder.
Ancak, insanların pek azı buna muvaffak olabilir. Hz. Peygamber bile küfrün
hakim olduğu yerde, mü’minlerin, "dilleriyle söylemek kaydıyla" görünüşte
İslâm’a zıt bazı ifadeler sarf edebileceğine izin vermiştir. Bu, zaruret halinde
tatbik edilen bir ruhsattır. Çoğunluk ruhsatlar ile amel eder. İşte, ruhsata
göre doğrunun söylenmekten imtina edileceği yer de vardır: "Her söylediğin doğru
olmalı, ancak her doğruyu söylemek doğru değildir." Doğruyu söylemek kimi
muhatabın damarına dokunur. Aksi tesir yapar." Zararlı kişiyi tahrik etmek
hükmüne geçer ve uzun vadede hayırlı olmayabilir. "Attığın taş ürküttüğün
kurbağaya değmeli" deyişi buna işarettir.

Zalim ve zorbanın baskısına katlanmak, yerine göre tahammül ve sabır hükmüne de
geçer. İnandığı davasına daha iyi hizmet edebilmek isteyen kimselerin bu türden
fedakârlığı az değildir. Bediüzzaman’ın kendi hayatından verdiği şu örnek buna
girer. "İki sene evvel benim hakkımda bir müdür sebepsiz, gıyabımda
tezyifkârâne, hakaretli sözler söylemişti. Bana söylediler. Bir saat kadar Eski
Said damarıyla müteessir oldum. Sonra, Cenâb-ı Hakkın rahmetiyle şöyle bir
hakikat kalbe geldi, sıkıntıyı izale edip o adamı da bana helâl ettirdi. O
hakikat şudur: "Nefsime demiştim: Eğer onun tahkiri ve beyan ettiği kusurlar
şahsıma ve nefsime ait ise, Allah ondan razı olsun ki, benim nefsimin ayıplarını
söyler. Eğer doğru söylemişse, beni nefsimin terbiyesine sevk eder ve gururdan
beni kurtarmaya yardımdır. Eğer yalan söylemişse, beni riyadan ve riyanın esası
olan şöhret-i kâzibeden kurtarmaya yardımdır. Evet, ben nefsimle musalâha
etmemişim. Çünkü terbiye etmemişim. Benim boynumda veya koynumda bir akrep
bulunduğunu biri söylese veya gösterse, ondan darılmak değil, belki memnun olmak
lâzım gelir.

"Eğer o adamın tahkiratı, benim imana ve Kur’ân’a hizmetkârlığım sıfatıma ait
ise, o bana ait değil. O adamı, beni istihdam eden Sahib-i Kur’ân’a havale
ediyorum. O Azîzdir, Hakîmdir."17

Müellifin "Mühim bir suale hakikatli bir cevaptır" başlığını taşıyan bir
mektubunda müspet hareket prensibinin neticelerine yer verilir: "Büyük
memurlardan bir kaç zat benden sordular ki: ‘Mustafa Kemal sana üç yüz lira maaş
verip, Kürdistana ve vilâyât-ı şarkiyeye, Şeyh Sinûsî yerine vâiz-i umumî yapmak
teklifini neden kabul etmedin? Eğer kabul etseydin, ihtilâl yüzünden kesilen yüz
bin adamın hayatlarını kurtarmaya sebep olurdun’ dediler.

"Ben de onlara cevaben dedim ki: Yirmişer, otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi o
adamlar için kurtarmadığıma bedel, yüz binler vatandaşa, her birisine milyonlar
sene uhrevî hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur, (Kur’an tefsiri olan
bu eserleri okumakla binlerce insan imanını kurtarmıştır) o zâyiatın yerine
binler derece iş görmüş. Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye âlet
olamayan ve tâbi olmayan ve sırr-ı ihlâsı taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi.
Hattâ ben, hapiste muhterem kardeşlerime demiştim: Eğer Ankara’ya gönderilen
Risale-i Nur’un şiddetli tokatları için beni idama mahkûm eden zâtlar, Risale-i
Nur ile imanlarını kurtarıp idam-ı ebedîden necat bulsalar, siz şahit olunuz,
ben onları da ruh u canımla helâl ederim."18

Zalimlerin zulmani işlerini Allah’a havale ederek, onların ıslahı için dua
etmek, evladı ve eşi gibi yakın masum insanların zarar görmesine sebep olabilen
bir bedduadan bile çekinmek, ancak, çok yüce bir ihlâs ile açıklanabilir. Şu
durum, İslâm ülkesindeki zalimlere karşı mücadelede nasıl hareket edileceğinin
orijinal ve Kur’an ahlâkıyla süslenmiş müstesnâ bir nûmunesidir.

Müspet hareket tarzının bir parçası olan azimet ve ruhsattan hangisinin tercih
edileceğini şartlar ve kişinin vicdanı belirler. İslâmi şeâire savaş ilân edilen
bir dönemde Bediüzzaman’ın sarıkla ilgili şu tespitleri buna bir örnektir :

"… O zalim, dünyaca büyük makamlarda bulunan bedbahtlar dediler: "Sen yirmi
senedir bir tek defa takkemizi başına koymadın, eski ve yeni mahkemelerin
huzurunda başını açmadın, eski kıyafetin ile bulundun. Halbuki on yedi milyon bu
kıyafete girdi." Ben de dedim: On yedi milyon değil, belki yedi milyon da değil,
belki rızasıyla ve kalben kabulüyle ancak yedi bin Avrupaperest sarhoşların
kıyafetlerine ruhsat-ı şer’iye ve cebr-i kanunî cihetiyle girmektense; azimet-i
şer’iye ve takva cihetiyle, yedi milyar zâtların kıyafetlerine girmeyi tercih
ederim. Benim gibi yirmibeş seneden beri hayat-ı içtimaiyeyi terkeden adama
"inad ediyor, bize muhaliftir" denilmez. Haydi inad dahi olsa, madem Mustafa
Kemal o inadı kıramadı ve iki mahkeme kırmadı ve üç vilayetin hükûmetleri onu
bozmadı; siz neci oluyorsunuz ki, beyhude hem milletin, hem hükûmetin zararına,
o inadın kırılmasına çabalıyorsunuz?… "Ne yaparsanız minnet çekmem!" dediğim,
onları hem kızdırdı, hem susturdu."19

Müellif görüldüğü gibi bu ifadelerinde, bir İslâm nişanını muhafaza etmek için
her şeyi göze almakta, şer’an zaruret sebebiyle terketmesi mümkünken, "yedi
milyar insanların" kıyafetine girmeyi, yani azimeti tercih etmektedir. Risale-i
Nur’un önemli bir hizmetinden birisinin de azimetle amel etmek olduğunu ifade
eder. "Risaletü’n-Nur, gerçi umuma teşmil suretiyle değil, fakat herhalde
hakikat-i İslâmiyenin içinde cereyan edip gelen esas-ı velâyet ve esas-ı takvâ
ve esas-ı azimet ve esâsât-ı Sünnet-i Seniye gibi ince, fakat ehemmiyetli
esasları muhafaza etmek bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zaruretle, hâdisâtın
fetvalarıyla onlar terk edilmez."20

Bediüzzaman, kuvvet ve nüfuzunu dahildeki asayişi bozacak tarzda kullanmayı
tercih etmemiştir. Böyle bir usul, masum insanların suçlanması, haklarının gasbı
ve bir kaç yanlış yapan insan yüzünden masumların hayati zararlara uğramasına
yol açabilirdi. Şu ifadeler bu saikle söylenmiş olmalıdır: "Ey bu millet ve
vatanı seven kardeşler! Evet o münafıkların dedikleri gibi, nüfuz var. Fakat
benim değil, belki Risale-i Nur’undur. Ve o kırılmaz, ona iliştikçe kuvvetleşir.
Ve millet ve vatan aleyhinde hiçbir vakit istimal edilmemiş ve edilmez ve
edilemez."21 Müspet hareket etmek, kendi gurur ve şahsiyetinden Kur’an
hakikatları için fedakarlıkta bulunmaktır. Çünkü asrımız enaniyet ve gurur
asrıdır. Haklı dahi olsa enaniyetin, küçük bir izi, yüce hakikatları bulandırır,
tesirini kırabilir:

"Bu zamanda en büyük bir ihsan, bir vazife, imanını kurtarmaktır, başkaların
imanına kuvvet verecek bir surette çalışmaktır. Sakın, benlik ve gurura medar
şeylerden çekin. Tevazu, mahviyet ve terk-i enaniyet, bu zamanda ehl-i hakikata
lâzım ve elzemdir. Çünkü bu asırda en büyük tehlike, benlikten ve hodfüruşluktan
ileri geldiğinden; ehl-i hak ve hakikat, mahviyetkârane daima kusurunu görmek ve
nefsini itham etmek gerektir."22

Bu prensibi tamamlayan şu tespitler daha önemlidir: Ben, "Risale-i Nur
mesleğinin esası ve otuz seneden beri bir düstur-u hayatım olan şefkat
itibariyle bir masuma zarar gelmemek için, bana zulmeden canilere değil ilişmek,
hatta beddua edemiyorum. Hatta en şiddetli garazla bana zulmeden fâsık dinsiz
zalimlere hiddet ettiğim halde, değil maddi, belki beddua ile de, mukabeleden
beni o şefkat menediyor. Çünkü o zalim gaddarın ya peder ve validesi gibi,
ihtiyar biçarelere veya evladı gibi masumlara maddi ve manevi darbe gelmemek
için, o dört masumların hatırına binaen o zalim gaddara ilişmiyorum. Bazan helal
ediyorum. İşte bu sırr-ı şefkat içindir ki, idare ve asayişe kat’iyyen
ilişmediğimiz gibi bütün arkadaşlarımıza da o derece tavsiye etmişim…"23

Tenkit

Aynı inancı paylaşan, ortak hedefe yürüyen insanların birbirine karşı
müsamahalı olması önemli bir özelliktir. Hoşgörü ve müsamaha, iyi niyetten ya da
eksik bilgiden kaynaklanan hatalar içindir. Bu insani ve İslâmî bir vazifedir.
Olmayan kusurları insanlara izafe etmek töhmet ve iftiradır. Var olan kusurları
aramak ise gıybettir. Gıybet Kur’an âyetinde kardeşinin etini yemekle eşdeğerde
tutulmuştur. "Sizden biri, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?" (Hucurât,
49/12) "Ayetin ifadesiyle ve kelimelerin ayrı ayrı delâletiyle, zem ve gıybet,
aklen, kalben, insaniyeten, vicdanen, fıtraten ve milliyeten mezmumdur [çirkin
görülmüştür]… Gıybet, ehl-i adâvet ve haset ve inadın en çok istimal ettikleri
alçak bir silâhtır. İzzet-i nefis sahibi, bu pis silâha tenezzül edip istimal
etmez…. Meşhur bir zat demiş: "Düşmanıma gıybetle ceza vermekten nefsimi
yüksek tutuyorum ve tenezzül etmiyorum. Çünkü gıybet, zayıf ve zelil ve
aşağıların silâhıdır."24

Kusur aramanın başka şekilleri de vardır. Ve bunlar beklenen kardeşlik
atmosferinin teşekkülüne engeldir. Bunun dikkat çekici örneklerinden birisi Nur
Müellifinin eserinde de yerini almıştır. "Bir zaman, müslim olmayan bir zat,
tarikatten hilâfet almak için bir çare bulmuş ve irşada başlamış. Terbiyesindeki
müridleri terakkiye başlarken, birisi keşfen mürşidlerini gayet sukutta (manen
düşük bir durumda) görmüş. O zat (mürşid) ise ferasetiyle bildi, o müridine
dedi: "İşte beni anladın." O da dedi: "Madem senin irşadınla bu makamı buldum;
seni bundan sonra daha ziyade başımda tutacağım" diye Cenâb-ı Hakka yalvarmış, o
bîçare şeyhini kurtarmış; birden bire terakki edip bütün müridlerinden geçmiş,
yine onlara mürşid-i hakikî kalmış.

"Demek bazan bir mürid, şeyhinin şeyhi oluyor. Ve asıl hüner, kardeşini fena
gördüğü vakit onu terk etmek değil, belki daha ziyade uhuvvetini kuvvetleştirip
ıslahına çalışmak, ehl-i sadâkatin şe’nidir.

"Münâfıklar, böyle vaziyetlerde kardeşlerin tesanüdünü ve birbirine karşı hüsn-ü
zanlarını bozmak için derler: "İşte o kadar ehemmiyet verdiğin zatlar âdi, âciz
insanlardır."25

Benlik Damarı

Fitne ve imtihan, kişiye, zamana, mevkiye ve şartlara göre şekil değiştirir.
"Gaflet ve dünyaperestlikten çıkan dehşetli bir enâniyet bu zamanda hükmediyor.
Onun için ehl-i hakikat -hattâ meşrû bir tarzda dahi olsa- enâniyetten,
hodfuruşluktan vazgeçmeleri lâzım"dır. Dindarların ziyadesiyle maruz kaldıkları
imtihanlardan birisinin enaniyet olduğu söylenebilir. "Gaflet ve dünyaperestlik"
enaniyeti şişiriyor. Bu sebeple dine hizmet dava edenlerin "meşru da olsa"
benlik ve hodfuruşluktan (kendini beğendirmeye çalışmak, öğünmek) kaçınması
manevi hizmetlerin önemli bir prensibi olarak gözükmektedir.

Çünkü nifak sahiplerinin Müslümanlarla ilgili en önemli tuzaklarından birisi,
onları birbiriyle vuruşturmaktır. Haksız, nefsani ve şeytani tenkitler bunun
başlangıcını teşkil eder. Akibet malumdur : Onlar, "…Müşterek bir meselede
böyle kaçınmak ve birbirini tenkit etmek asabiyetini veren sıkıntılı yerlerde
toplattırır, boğuşturur, mânevî kuvvetlerini dağıttırır. Sonra, kuvvetini
kaybedenleri kolayca tokatlar, vurur…"26

Bu meyanda o, bazı bid’alara taraf olmuş hocalarla tartışmaya karşıdır:

"Çok dikkat ve ihtiyat ediniz… Sakın sakın hocalarla münakaşa etmeyiniz…
mümkün olduğu kadar musalâhakârâne davranınız… enâniyetlerine dokunmayız…
bid’at taraftarı da olsa ilişmeyiniz. Karşımızda dehşetli zındıka varken,
mübtedilerle (bi’dat taraftarı) uğraşıp onları, dinsizlerin tarafına sevketmemek
gerektir. Eğer size ilişmek için gönderilmiş hocalara rast gelseniz, mümkün
olduğu kadar münazaa kapısını açmayınız. İlim kisvesiyle itirazları münafıkların
ellerinde bir sened olur."27

Bu tür tartışmalar çoğu zaman nefisleri tahrik eder. Nefis konuşmaya başlayınca
muhakeme ve akıl devre dışı kalır. Hatta inatlaşma başlar. İnadın ise gözü
kördür. "İnadın işi: Şeytan birisine yardım etse, "Melektir" der, rahmet okur.
Muhalifinde melek görse, "Libasını değiştirmiş şeytandır" der, lânet eder."28

Hatta Bediüzzaman, "İslam parça parça olacak" diye yazan bir mütefekkirin,
tespitinin doğrulanabilmesi için İslâm aleminin parçalanmasını istediğini
söyler. "Cemaat itibarıyla görüyoruz ki, bir şahs-ı muhteris, (ihtiraslı bir
kişi) bir intikamla veya muntakim bir muhalefetle, arzuyu tazammun eden (gizli
bir arzuyu barındıran) bir fikirle demiş ki, "İslâm parçalanacak veyahut hilâfet
mahvolacak." Sırf, o meş’um sözünü doğru göstermek, gururiyetini, enaniyetini,
tatmin etmek için, İslâmın perişaniyetini – el’iyazübillah – uhuvvet-i
İslâmiyenin boğulmasını arzu eder. Hasmın zulm-ü kâfiranesini, hayale gelmez
cerbezeli tevillerle adalet suretinde göstermek ister."29

Görüldüğü gibi, "ene ve enaniyetin eşkâl-i habîsesi olan hodgâmlık, hodbinlik,
hodendişlik, gurur ve inat o meyle inzimam (eklense) etse, öyle ekberü’l-kebâiri
(en büyük günahları) icad eder ki, daha beşer ona isim bulmamış. Cehennemin
lüzumuna delil olduğu gibi, cezası da yalnız Cehennem olabilir."30

Dipnotlar

1. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, 26. Mektup, 3. Mesele, Yeni Asya
Neşriyat, İstanbul, 2001, s. 318

2. Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Lemeât, Yeni Aya Neşriyat, İstanbul, 2001, s.
326

3. Nursi, Mektubat, 26. Mektup. 3. Mesele,
s. 318

4. Nursi, Mektubat, 9. Mektup, s. 37

5. Nursi, Mektubat, 8. Mektup, s. 35

6. Nursi, Mektubat, 9. Mektup, s. 38

7. Bediüzzaman Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, İstanbul, 1995.

8. E. Fromm, Erdem ve Mutluluk, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, 1999, s.
6

9. H. Aydın, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, s. 90

10. Age., s. 91

11. Age., s. 96

12. Nursi, Mektubat, Yirmi İkinci Mektup,
s. 263

13. Nursî, Mektubat, Yirmi İkinci Mektup,
s. 257

14. Nursi, Mektubat, 22. Mektup, s. 257

15. Nursi, Hutbe-i Şâmiye, s. 58

16. Nursi, Mektubat, 22. Mektup, s. 265

17. Nursi, Mektubat, 16. Mektup, s. 67

18. Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, On İkinci Şua, Yeni Asya Neşriyat, Germany,
1994,
s. 258

19. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul,
2001, s. 13

20. Bediüzzaman Said Nursi, Kastamonu Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul,
2001,
s. 53

21. Nursi, Emirdağ Lahikası, s.17

22. Nursi, Emirdağ Lahikası, s. 57

23. Nursi, Emirdağ Lahikası, s. 243

24. Nursi, Mektubat, Yirmi İkinci Mektup,
s. 267

25. Nursi, Şualar, On Üçüncü Şua, s. 283

26. Nursi, Şualar, On Üçüncü Şua, s. 283

27. Nursi, Emirdağ Lahikası, s. 116

28. Nursi, Mektubat, Hakikat Çekirdekleri, s. 459

29. Bediüzzaman Said Nursi, Sünühât, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2001, s. 41.

30. Age. s. 40.