The Difference of Turks About the Meeting of Ethnic & Cultural Differences

Asıl meseleye girmeden önce mevzu ile ilgili olarak iki hususu nazara
vermekte fayda mülahaza ediyorum.

Birincisi; etnik ve kültürel farklılıkların insanlığı getirdiği nokta.

İkincisi; Bediüzzaman Said Nursi’nin meseleye vukufiyeti.

Etnik üstünlük iddiasına dayanan ırkçılık, insanlığın tarih boyunca yaşadığı en
dehşetli hastalıktır. Bu zamana kadar hiçbir felaket, onun kadar çok can ve mal
kaybına sebep olmamıştır.

Tarihin en kanlı katliamları, dehşetli sürgünleri, tehcirleri ve benzer içtimai
felaketleri hep onun uğruna yapılmıştır. Dinler, düşünceler, fikirler, sistemler
onun adına alet edilmiştir; onun için nesiller heder, gelecek heba olmuştur.

Ölüm makinesi addedilen dehşetli silahlar onun için geliştirilmiş, kalabalık
ordular, büyük donanmalar onun adına yürümüştür. En güzel ve faydalı icatlar
bile yeri geldiğinde onun emrine verilmiştir.

Farklı yerlerde yaşayan ilk insan grupları ile başlayan ırkçılık hareketleri,
zaman geçtikçe artan amansız bir felaket halini aldığı için, halen dünyanın pek
çok yerinde modern silahlarla hasım görünen masum insanlar katledilmektedir.

Kültür sahasında yapılanlar da savaş alanlarında yaşanan felaketlerden pek
farklı değildir. Medeniyetin merhalesi sayılan sinema, radyo, televizyon,
bilgisayar ve benzeri imkanlarla yapılan kültür bombardımanı neticesinde
insanların kimlikleri silinip, kişilikleri katledilmekte ve yeni yetişen
nesilleri adeta birer mankurt haline getirmektedir.

Son zamanlarda bunların medeniyet, demokrasi, hürriyet gibi değerler adına
yapılması ise ırkçılık illetinin, yeri geldiğinde her mukaddesi ve değeri menfur
emelleri için istismar edebileceğini göstermektedir.

Şairin, "Kendi kendine ettiğin adem, bir araya gelse edemez alem" şeklinde de
ifade ettiği gibi insanın en büyük düşmanı, yine insan. Ama buna çare arayan da
insan.

Bediüzzaman Said Nursi de onlardan biri.

Bediüzzaman, meseleye bütün yönleri ile vakıf olarak başlamıştır çare arayışına.
Bu vukufiyette kendisinin Arap, Kürt ve Türk unsurlarla iç içe olmasının rolü
vardır. Fakat yalnız bu unsurların değil, bütün akvamın birbirine düşman
edildiği, üstünlük sağlama hevesiyle kanlı savaşların yapıldığı bir zamanda
doğup büyümesinin de tesiri büyüktür.

Cihan harbinden önce Anadoluyu, Ortadoğuyu, Kafkasları ve Balkanları dolaşıp
oralarda yaşayan insanları etnik kimlik ve kültür yönünden tanımasının yanı sıra
savaşa bizzat iştirak ederek acı neticelerini görmesi de teşhis koyup, çare
arayışında etkili olmuştur.

Zaten, Risale-i Nur Külliyatını telif ettiği yıllar, Türkiye’de olduğu gibi
dünyada da ırkçılığın revaçta olduğu, etnik temele dayalı devletlerin kurulduğu
ve birbiri ile kıyasıya hakimiyet mücadelesi verdikleri karışık yıllardı.

Yaşanan hadiseleri de nazara alarak "felaket ve helaket asrı" diye adlandırdığı
zamanın hastalıklarına çare ararken Kur’an’ı yegane kaynak ittihaz etmiş, imani
meselelerin yanı sıra içtimai sıkıntıların çarelerini de yine onda aramıştır.

"Sizi tâife tâife, millet millet, kabile kabile yaratmışım; tâ birbirinizi
tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimâiyeye âit münasebetlerinizi
bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa sizi kabile kabile yaptım ki,
yek diğerinize karşı inkâr ile yabâni bakasınız, husûmet ve adâvet edesiniz
değildir." (Hucurat; 13)

Bediüzzaman, bu ve benzeri ayetleri nazara vererek hilkatin hikmetine dikkat
çekmiş ve etnik farklılıkların buluşma merkezi olarak insanlığın ortak
değerlerini göstermiştir.

İnsanlar, "eşref-i mahlukat" olarak yaratılmanın icaplarını yerine getirerek,
birbirleri ile insanlığın ortak değerleri çerçevesinde muhatap oldukları
takdirde, insanlığın daha huzurlu, mutlu ve güvenli olacağını ortaya koymuştur.

Çok farklı unsurlardan meydana gelen Müslümanların buluşma merkezini ise, "Biz
Müslümanlar indimizde ve yanımızda din ve milliyet bizzat müttehittir. İtibari,
zahiri, arızî bir ayrılık var. Belki din milliyetin hayatı ve ruhudur" sözleri
ile ifade etmiştir.

Onu da "İslamiyet milliyeti" şeklinde adlandırmıştır.

Bu insanî ve İslamî hakikatler Asr-ı Saadette tatbik edilmesi neticesinde
insanlık, tarihin en huzurlu ve mutlu zamanına şahit olmuştur. Müteakip
zamanlarda milletler bu hakikatlere ittiba ettikleri ölçüde diğer unsurlarla
birlikte huzur içinde yaşamışlardır.

Nitekim çeyrek asır öncesine kadar birbiri ile savaşan, demir perdelerle
bölünen, paktlara ayrılan Avrupa milletleri; bugün insanî değerler etrafında
birleşerek yaşadıkları ülkeleri dünyanın en huzurlu yerleri haline
getirmişlerdir.

Bediüzzaman’ın, "Avrupa bir Osmanlı devletine hamiledir" derken işaret ettiği
devlet, "Fransalmanya" örneğinde olduğu gibi sınırları ve farklılıkları ortadan
kalkmış bir Avrupa Birliği olmalıdır.

Zaten Türk milletinin farkı da bu hususiyetinden ileri gelmektedir.

Türkler, tarihin bilinen en eski kavimlerinden biridir. Cesaretleri,
kahramanlıkları ve savaşçılıkları ile temayüz ettiklerinden, etnik hakimiyet
kurabilecek bütün imkanlara sahiptirler.

Zaman zaman bu maksatla harekete geçmişler başta Hun, Göktürk olmak üzere pek
çok büyük devlet kurmuşlar, Oğuz, Mete, Attila gibi cihangir hanlar
yetiştirmişler ve dünyaya hakim olmaya çalışmışlardır.

Fakat Müslüman olduktan sonra dünya hakimiyeti hedefınin yerine İla-yı
Kelimetullah idealini ikame etmişler ve bin yılı aşkın bir zaman da Allah’ın
adını âleme yayma vazifelerini hakkı ile ifa etmişlerdir.

Bu sayede "Dünyanın her tarafındaki Türkler Müslüman’dır. Sair unsurlar gibi
Müslim ve gayr-i Müslim olarak iki kısma inkisam etmemişlerdir. Nerede Türk
taifesi varsa Müslüman’dır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler,
Türklükten dahi çıkmışlardır. Macarlar gibi." hakikati tecelli etmiştir.

Fakat geçen asrın başlarında, Bediüzzaman’ın "Firengi illeti gibi bir maraz"
telakki ettiği ırkçılık hastalığına yakalanınca pek çok özelliklerini
kaybetmişler, parçalanmışlar, dağılmışlar ve varlıklarını korumakta bile zorluk
çeker hale gelmişlerdir.

Bu sari illetin azabını onlarla birlikte yaşayan Said Nursi, kurtuluşun
çaresini, bu milletin eski hasletlerini kazanmasında gördüğünden, "Ey ehl-i
Kur’an olan şu vatanın evlatları! Altı yüz sene değil, belki, Abbasiler
zamanından beri bin senedir Kur’an-ı Hakim’in bayraktarı olarak bütün cihana
karşı meydan okuyup Kur’an’ı ilan ettiniz. Milliyetinizi Kur’an’a ve İslamiyet’e
kal’a yaptınız" diyerek Türklere tarihi mefahirlerini hatırlatmıştır.

Türkler bilhassa Selçuklu ve Osmanlı devletleri zamanında asırlar boyu her din,
dil, ırk, renk ve farklılıktan insanı sulh ve sükun içinde bir arada
yaşattıkları için, o tarihi misyonlarını yeniden ifa etme mesuliyetini
taşımaktadırlar.

Gerçi artık bunu devlet gücü kullanarak yapma imkanı kalmamıştır. Zaten ona
lüzum da yoktur. Dünyanın her yerinde rahatça yapılabilecek İslâmi hizmetler ve
içtimai faaliyetler ondan çok daha iyi neticeler verecektir.

Çünkü, Bediüzzaman’ın, "Eğer biz ahlak-ı İslamiye’nin ve hakaik-ı imaniyenin
kemalatını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tabiileri elbette cemaatlerle
İslamiyet’e girecekler, belki küre-i arzın bazı kıtaları ve devletleri de
İslamiyet’e dehalet edecekler" şeklinde de ifade ettiği gibi İla-yı Kelimetullah
hareketi, İslam’ı yaşamaktan geçmektedir.

Bediüzzaman’ın dehşetli zulümlere reva görülmesine rağmen Türkiye’de kalmasının
ve eserlerini Türkçe telif etmesinin sebebi, Türkleri, o tarihi misyonlarını bu
tarzda yeniden ifa edecek istidat ve güçte görmesindendir.

Bunun önündeki en büyük engel, "dessas Avrupa zalimlerinin" Müslümanlar arasında
yaymaya çalıştıkları ırkçılık illetidir. Bu hastalık, bilhassa Türklere
bulaştırılmaya çalışıldığından Bediüzzaman onları hassaten ikaz etme ihtiyacı
hissetmiştir:

"Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et! Senin milliyetin İslamiyetle imtizaç
etmiş; ondan kabil-i tefrik değil. Tefrik etsen mahvsın! Bütün senin mazideki
mefâhirin, İslamiyet defterine geçmiş. Bu mefâhir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle
silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefahiri
kalbinden silme!"

Türkler bu ikaza kulak verip intibaha gelerek ırkçılık illetine müptela
olmadıkları, her vesile ile empoze edilen kültür tuzaklarına da düşmedikleri
takdirde tarihlerine yeni mefahirler ekleyeceklerdir.

Müessir bir Kur’an tefsiri olması hasebiyle hitap hududu bütün insanlığı içine
alacak kadar geniş olan Risale-i Nur Külliyatı ve onun etrafında şekillenen Nur
hareketi de buna zemin izhar etmektedir.

Nitekim dünyanın değişik ülkelerinde sık sık yapıldığı gibi, pek çok farklı
unsurdan insanı bugün burada bir araya getiren Risale-i Nur Kongresi de bunun
güzel bir örneğidir.