I. Research Conference – “Civil Society” [Final Declarations]

1. Tarihsel Gelişimi İçerisinde Sivil Toplum Kavramı

Sivil toplum kavramı, bir yönüyle ve yaygın olarak "askeri olmayan toplum" şeklinde
algılanmakla birlikte, daha çok "kendi medenî işlerini yapıp yürüten toplumsal yapılanma"
şeklinde anlaşılması daha doğru bir yaklaşımdır.

Tarihe bakıldığında merkezî siyasî otoritenin dışında gelişen bir özgürlükler
alanı olduğu görülmektedir. Batıda feodal dönemde, siyasi otoriteler ve tarihi gelişimi
içinde cismani iktidara dönüşen kilisenin baskısı karşısında kendisine bir çıkış
yolu arayan insanlar, ödedikleri vergilerin toplanması ve harcanması konusunda yönetimi
zorladılar ve bunun sonucunda feodaliteden merkezi krallıklara gidiş ve ardından
parlamentonun ortaya çıkışı ve kurumlaşması süreci yaşandı. Buradan "vatandaşlık"
esasına dayanan siyasal yönetimlere doğru bir gidiş gözlendi.

Osmanlı toplumunda ise, bireyin ortaya çıkışı ve medenî hakların tanınması Batıdakinden
farklı bir seyir izlemiştir. Ferdi haklar, kanlı siyasi mücadeleler yaşanmadan siyasi
iktidar tarafından tanınmıştır. 1876'da Anayasa kabul edilerek meşruti sisteme geçilmiş
ve ilk parlamento kurulmuştur. Bediüzzaman, 1908'de ikinci defa ilan edilen meşrutiyeti
adalet, meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvet şeklinde tarif ederek, din namına desteklemiş,
bu sistemin dine uygun olduğunu delilleriyle ortaya koymuştur.

2. İnsanın Mahiyeti

Sivil Toplum kavramının gelişmesinde önemli bir etken olan fert-toplum-devlet
ilişkisi ve ferdiyet (bireysellik) kavramının açıklanması faydalı olacaktır. Bunun
için de fert ve toplum olgularının kaynağını oluşturan insanın mahiyetinin açıklanmasına
ihtiyaç vardır.

Risale-i Nur'un birçok yerinde insanın mahiyeti, değeri ve diğer canlılardan
farkı üzerinde durulmaktadır. İnsan öncelikle bir fert olarak ele alınmaktadır.
Yani her bir insana irade ve hürriyet sahibi olarak ayrı bir ferdiyet verilmiştir.
Bu yönüyle insan bütün diğer yaratıklardan farklı bir mahiyete sahiptir. Nitekim,
Bediüzzaman'a göre insanın bir ferdi, yani bir tek insan, diğer mahlukların bir
nevi (türü) gibidir. Yani her bir insanın bir ferdiyeti (bireyselliği) vardır. Hatta
başka bir ifadeyle insan, küçük bir kainat olarak tanımlanır.

"İnsanın bu önemi ve değeri nereden anlaşılmaktadır?" sorusu cevaplandırılırken,
konu başka bir açıdan şöyle açıklanmaktadır:

Gökler ve yer insanın istifadesine sunulmuştur. Allah insanı yeryüzünün halifesi
kılmış, ona yüksek bir istidat, ulvi bir vicdan vermiş ve her şeyi kuşatan duygularla
donatmıştır. Bu duyguları ve cihazatıyla insan, hem mesuliyeti geniş, hem de değeri
yüksek bir mahiyet kazanmaktadır.

Nitekim bu bağlamda sosyal, ikdisadi ve siyasi konularda da Bediüzzaman toplumsal
kurumlar karşısındaki, özellikle devlet ve yöneticiler karşısındaki durumunu belirlemeye
çalışırken, insanın bir fert olarak alması gereken pozisyon konusunda da aynı yönde
vurgu yapmaktadır. Mesela, Meşrutiyetin ilanıyla ilgili olarak; "din elden gidiyor."
diyenlere; "din herkesin malıdır, siz de kendiniz sahip çıkın" diyerek, onlara birey
(fert) olarak davranma bilinci kazandırmaya çalışıyor. Hem de bunu avama (halka)
söylüyor. Bugün bile hâlâ halkın kendi kararlarını özgür ve kendi iradesiyle veremediğine
inanan aydın-seçkinlerin olduğu düşünülürse, Bediüzzaman'ın bu konudaki yaklaşımının
önemi daha da iyi anlaşılabilir.

Bu çerçevede hürriyet-iman ilişkisine de değinmekte yarar vardır. Bediüzzaman
Allah'a inanan ve kulluğu kabul eden insanın hakiki hürriyete kavuştuğunu savunmaktadır.
Bu düşüncesiyle, Batı toplum felsefecilerinin, bireyselliği ve özgürlüğü, dinden
uzaklaşmakta ve kopmakta gören yaklaşımını da reddetmektedir.

Acaba insanı yaratıcısıyla bağlayan ve Allah'a kulluğa dayanan bir hürriyet anlayışı
bireyi nasıl özgürleştirmektedir? Bediüzzaman bu konuyu şöyle açıklar: "Nasıl hürriyet
imanın hassasıdır? Zira, rabıta-i iman ile Sultan-ı Kâinata hizmetkâr olan adam,
başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına
girmeye o adamın izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi; başkasının hürriyet
ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi, o adamın şefkat-i imaniyesi bırakmaz."

Bir başka ifadeyle, "Hürriyet budur ki: kanun-u adalet ve tedipten başka, hiç
kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hukuku mahfuz kalsın, herkes harekât-ı
meşruasında şâhâne serbest olsun" sözleriyle insanın iman bağı ile Allah'tan aldığı
cesaretle, başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeyeceği gibi, Allah'a inancından
gelen merhamet duygusunun etkisiyle başkasının hürriyet ve hukukuna da tecavüz etmeyecektir.
Nitekim insanlık tarihi içerisinde Asr-ı saadet bunun eşsiz örnekleriyle doludur.

3. Fert ve Toplum Dengesi

Bediüzzaman eserlerinde ferdiyete bu kadar önem vermektedir. Ancak bunun yanında
insanın ontolojik (varlıksal) olarak, toplumsal bir varlık olduğunu da ihmal etmez:
"İnsan fıtraten medeni yaratılmıştır" diyerek insanın bir toplumsal varlık oluşunu
dile getirmektedir. İşte bu nedenle insan kendisine verilen bazı duyguların sınırı
aşmaması ve başkasının özgürlüğünü kısıtlamaması için, fıtraten toplumsal kontrole
ihtiyaç duyar.

Allah'ın insana verdiği üç temel duygu vardır ki, bunlar akıl, gazap ve şehvet
kuvvetleridir. Bu kuvvetlere yaratılış itibariyle sınır konmamış olup, bunların
ifrat, tefrit ve vasat olmak üzere üç mertebesi vardır. Bu kuvvetlerin ifrat ve
tefriti halinde insanın hem kendisi, hem de başkaları zarar göreceği gibi, sosyal
hayatın düzeni de bozulur. Bu durumda başkalarına karşı sınırı aşmayı önlemek için,
topluma (yani cemaat-i insaniye) ihtiyaç vardır. Ancak burada "kanun-u adalet ve
tedip" ifadesinden, bireyin kendi özgürlüğünün sınırını aşarak başkalarına zarar
vermesi halinde, Allah katında işlediği günah sebebiyle manevi azap ve ahirette
cezalandırılması yanında, devletin de dünyevi manada bireyi cezalandırabileceği
anlaşılmaktadır. Toplum halinde yaşayan insanların en üst düzeyde örgütlenmesi demek
olan devlet teşkilatı, çeşitli kanunlarla düzenli işleyen ve temelde bireylerin
temel hak ve özgürlüklerinin korunduğu, güvenli bir sosyal ortamın sağlanmasına
hizmet etmektedir.

Düzenli işleyen özgürlükçü sosyal ortamda, birey kendi varlığını geliştirirken,
müspet anlamda toplumsal değişim ve gelişimin yolu da açık tutulmaktadır. Her şeyi
arzu ettiği halde, onları kendi gücüyle elde etmesi mümkün değildir. Sevdiklerini
kaybetmekte, elemlere ızdıraplara maruz kalmaktadır. Yapısı itibariyle aciz ve zayıftır.
Bu nedenle gücü her şeye yeten, ona ihtiyaçlarını verebilecek, her şeyin hazinesi,
dizgini elinde olan bir yaratıcıya inanmak, ona dayanmak, ondan medet ummak zorundadır.
Böylece hayatın zorluklarına karşı dayanma gücü bulacak ve ihtiyaçlarını karşılayabilecektir.

İnsan en güzel şeylere meyleder, insaniyete lâyık bir şerefle yaşamak ister.
Bu ihtiyaçlarını karşılayabilmek için çok san'atlara ihtiyacı vardır. Bir insanın
bütün sanatları bilmesi, icra etmesi mümkün olmadığından, diğer insanlarla teşrik-i
mesai etmeye mecburdur. Böylece çalışmalarıyla elde ettiği şeyleri mübadele eder
ve sosyal hayat sayesinde ihtiyaçlarını karşılayabilir.

Bu nedenle çalışmalarının semerelerini mübadele ederken, tecavüzlerin önlenmesi
için adalete ihtiyaç vardır. İslam dininin kaynakları içerisinde adaletin sağlanması
için insanlığa yol gösterecek temel kurallar vazedilmiştir. Allah'ın emir ve yasaklarından
ibaret olan bu kurallar, iman ve ibadetle uygulanabilir. İnsan bir yandan Allah'a
kullukta bulunurken, diğer yandan başkalarının haklarını gözetmekte ve böylece sosyal
barış ve düzen de sağlanmaktadır.

4. İnsanlararası İlişki ve İletişim

Aciz, fakir ve çaresiz olan insan, yalnızlıktan kurtularak hayatından memnun
ve mutlu olması için cemaatleşmeye muhtaçtır. Bediüzzaman, kalben, ruhen aynı duyguyu
paylaşan insanların, bir kardeşlik bağı içerisinde, meşru, denenmiş ve güvenilirliği
olan ortamlarda bir araya gelmelerini tavsiye etmektedir. Sosyal düzeni bozmayan,
emniyet ve asayişi ihlal etmeyen, her boyutta ortaya çıkabilecek bu birlikteliklerin,
bireyin mutluluğuna, hayatın kolaylaşmasına ve toplumun gelişmesine çok olumlu katkı
sağlayacağı inkar edilemez bir gerçektir. Bireyin bu birlikteliklerin içinde yer
almama hakkı vardır. Ancak kendisi içlerinde olmasa bile, diğer bireylerin yukarıda
belirtilen çerçevede bir araya gelmelerini engelleme hakkı yoktur. Sosyal ortamda
birlikte yaşamak zorunda olan bireyler, farklılıklara katlanmak durumundadır.

Bir şeyi kabul etmemek veya yapmamak, onu reddetmekle aynı değildir. Demokratik
toplumda fikir ve düşünce özgürlüğünün bir sonucu olarak bireyin bir şeyi benimsememeye,
ilmen, fikren ona karşı olmaya ya da muhalefet etmeye hakkı vardır. Ancak şiddet
içeren, bozan, tahribe yol açan muhalefete hakkı yoktur. Bediüzzaman'ın hayatında
ve eserlerinde terörün, anarşinin hiçbir çeşidini onaylamadığı ve talebelerini bu
hususta ısrarla uyardığı görülür. Çünkü bireyin sosyal bir ortam içinde yaşamasının
en temel şartlarından birisi budur.

Topluluk içinde yer alan bir kimse suç işlediğinde, sorumluk, suçu işleyene aittir.
O suça iştiraki olmayan diğerleri sorumlu tutulamaz. Suçun ve cezanın şahsiliği
prensibi toplum hayatının en temel kurallardan birisidir. Birisinin suçundan dolayı
başkasını sorumlu tutmak, toplum hayatını yok etmekten farksızdır. Aynı şekilde
temel hakları koruma altında olan bireyin kendi rızası olmazsa toplum için feda
edilemez. Birey kendi hakkından vazgeçebilir ise de, başkalarının hakları ile ilgili
olarak feragatta bulunamaz.

Bediüzzaman, topluma bakan beş esas üzerinde durmaktadır: Hürmet, merhamet, emniyet,
itaat, haramı haram helali helal bilmek (yani yasaklanmış şeye karşı duyarlı olmak).
Bunlar sağlanmadan sağlıklı bir toplum yapısına ulaşılamaz.

Toplum hayatında ve özellikle toplumun temelini teşkil eden ailede mutluluk,
bireylerin birbirlerine hürmet, merhamet ve şefkat göstermeleriyle mümkün olabilir.
Çünkü insanın kalbinden hürmet ve merhamet çıksa; akıl o insanları gayet dehşetli
ve gaddar canavarlar hükmüne geçirir, artık siyasetle de idare edilmesi zorlaşır.

Emniyetin olmadığı yerde teşebbüs hürriyetinin bir anlamı kalmaz, iktisadi hayat
canlanamaz.

Zengin ve fakirlerin bir arada yaşadığı sosyal ortamda düzeni ve barışı bozan
ihtilâller, isyanlar ve kötü ahlâk şu iki anlayıştan kaynaklanmaktadır: "Ben tok
olayım da, başkası açlığından ölürse ölsün bana ne!"

Diğeri: "Sen zahmetler içinde boğul ki, ben nimetler ve lezzetler içinde rahat
edeyim." Başka bir deyimle; "Sen çalış ben yiyeyim." İşte Müslümanların yardımlaşma
yollarından olan zekat ve sadaka sayesinde sosyal tabakalar arasında boşluk kaldırılmakta
ve bu felaketlerin önüne geçilebilmektedir. Çünkü bu yolla, aşağı tabakadan yukarı
tabakaya ihtilâl ve hased sadalarıyla, kin ve nefret yerine; saygı, itaat, muhabbet
yükselir. Yüksek tabakadan aşağı tabakaya da zulüm ateşleri, tahakkümler, tahkirler
yerine merhamet, ihsan, taltif iner.

5. Birey Olma Bilincini Kazandıran Eğitim

Birey, kişiliğini çocukluktan ergenliğe ve olgunluğa geçerken çeşitli grupların
içinde kazanmaktadır. Yani insan, sosyal çevrede bir grup içinde kişiliğini kazanır
ve sosyalleşir. Bireyin beklentileri, dini, kültürü ve toplumun diğer değerleri
ile her zaman uyuşmayabilir. Birey toplumun değerlerine tepki gösterebilir ve sorgulayıcı
davranabilir. Aslında bu normal bir durum olup, değişimin ve gelişimin zorunlu ve
vazgeçilmez bir ögesini oluşturmaktadır.

İşte burada eğitimin işlevi; bireyin potansiyelini, kabiliyetlerini ortadan kaldırmadan
onları olumlu ve yararlı bir sonuca yöneltmek olmalıdır. Eğitimde kriter, fıtratı
değiştirmek, kabiliyetleri köreltmek ve yok etmek olmamalıdır. Bediüzzaman'ın bu
konuya yaklaşımı da çağdaş eğitim felsefesi ile benzerlik taşımaktadır. Eğitim,
yasaklamalara dayalı değil, insanın önüne yeni ve farklı alternatifler sunarak,
kabiliyetine göre yönelmesine izin verecek bir şekilde kurumlaşmalıdır. Siyasi baskılarla
ilmi istibdadın birbiriyle yakın ilişkisini kurarken, yani başka bir deyişle, hocaların
ilmi baskıları ile siyasetçilerin siyasi baskısı arasında varolan ilişkiden söz
ederek, "İlmi istibdadın siyasi istibdattan kaynaklandığını" söyler.

Bediüzzaman'a göre, bütün bir toplumun ilmi ve siyasi baskılardan uzak kalması
ve insanın Allah karşısındaki konumunu belirleyebilmesi için eğitim vazgeçilmez
bir ihtiyaçtır. İnsan bu dünyaya ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir.
İlme muhtaçtır. Bireyin haklarını bilmesi ve baskı ve dayatmalara karşı hukukunu
koruması için eğitim zorunludur. Katılımcı demokrasinin işlemesi de eğitilmiş, kişiliğini
kazanmış, hakkını hukukunu bilen, onu koruyabilen bireylere bağlıdır.

Bediüzzaman, meşrutiyetle ilgili olarak, halka ve askerlere bir bilinç kazandırmaya,
İstanbul'da hamallara ve Doğuda aşiretlere hürriyetin önemini ve bireysel hakların
kazanılmasının yollarını öğretmeye çalışırken, Cumhuriyet döneminde bütün insanlığın
ve özellikle Müslümanların Cumhuriyete sahip çıkmalarını tavsiye etmiştir.

Sonraki hayatında da, eserleriyle günümüzdeki sivil toplum hareketlerine "özgün
bir örnek" oluşturacak eğitim hareketi başlatmıştır. Aynı zamanda onun başlatmış
olduğu bu hareket, zamanının bütün ilmi ve teknik imkanlarını kullanarak ve gönüllü
talebelerini eğiterek, demokratik ve bireysel bilincin uyanmasında ve gelişmesinde
önemli bir rehber niteliğindedir. Onun bu görüşlerinden yararlanılması gerektiği
görüşündeyiz. Bu çalışmaların da bu yönde katkıda bulunmasını ümit ederiz.