II. Research Conference – “Communication” [Final Declarations]

Giriş

Genel olarak kabul gören tanımıyla iletişim, gönderici ve alıcı arasındaki bilgi
alışverişini ifade etmektedir. Bu anlamda iletişim, maddenin derinliğinde başlar
ve Yaratıcı ile insanlar, insanlar ile insanlar, hayvanlarla hayvanlar, insanlarla
hayvanlar, insanlarla bitkiler ve insanlarla cansızlar arasında bir alışveriş olarak
değerlendirilebilir. Sonuç olarak, iletişimsiz bir hayat düşünülemez.

Evren, bilim adamlarınca henüz sınırları belirlenememiş olan geniş bir mekandır.
Evren içerisinde dünyanın yeri ise küçücük bir nokta kadardır. "Nazik ve nazenin
bir çocuk" (Sözler, 23. Söz, 319) gibi olan insana beşiklik ve döşeklik eden dünyanın,
insan için değeri çok büyüktür. İnsanı, dünyayı ve evreni birbirinden ayrı ayrı
düşünmek mümkün değildir. İhtiyaçlar çerçevesinde şekillenen, sürekli iletişim ve
etkileşim içerisinde olan bir bütünün parçalarıdır.

Bediüzzaman Said Nursi, varlıkların mahiyetini, üzerlerinde Allah'ın güzel isimlerinin
nakışlarının işlendiği, sanatının güzelliklerinin teşhir edildiği, bir "model" (Mektubat,
24. Mektup, 285) olarak tanımlamaktadır.

Çağdaş bir düşünür olarak Bediüzzaman Said Nursi, çağının genel paradigmasını
dikkate alarak, iletişim alanında yeni bir yöntem geliştirmiş; bilindik iletişim
türlerini etkin kullanma yanında, tevhid bağlamlı "evrenle iletişime" de dikkat
çekmiştir.

İnsanın evrenle iletişim boyutuna girmeden önce, evrendeki iletişime değinmek
istiyoruz.

Evrende İletişim

Evrende hiçbir şey başıboş olmadığı gibi, rastgele de hareket etmemektedir. Her
şey bir kanun ve nizama tabidir. Maddenin en küçük parçası olarak bildiğimiz zerre
de başıboş olmayıp, o da fıtrat kanunlarına tabidir.

Bediüzzaman, bütün kâinatı kabzasında tutan kudretin, zerreleri meczub mevlevî
gibi döndürerek çok vazifelerde istihdam ettiğini ifade ederek, dünyamızın, mevsimlerin,
güneş sisteminin, yeryüzündeki binlerce çeşit bitki ve hayvanların aynı kanuna tabi
olarak işlediklerini nazara vermektedir. (Şualar, 605)

Cansız, akılsız ve şuursuz zerrelerin bunca zor işleri kolaylıkla nasıl yapabildiklerini
ise şöyle açıklamaktadır: "Bütün mevcudat gibi zerreler ve her bir zerre, mebde'-i
hareketinde (hareketinin başında) 'Bismillah' der. Çünkü nihayetsiz, kuvvetinden
fazla yükleri kaldırır ve buğday tanesi kadar bir çekirdeğin koca bir çam ağacı
gibi bir yükü omzuna alması gibi… Hem vazifesinin hitamında 'Elhamdülillah' der.
Çünkü bütün ukûlü (akılları) hayrette bırakan hikmetli bir cemal-i san'at, faideli
bir hüsn-i nakış göstererek Sâni'-i Zülcelal'in medayihine (övgülerine) bir kaside-i
medhiye gibi bir eser gösterir; meselâ, nar ve mısıra dikkat et." (Sözler, 30. Söz)

Bediüzzaman, bitki, hayvan ve insan cisimlerinin "zerrelere bir misafirhane,
bir kışla, bir mektep hükmünde" olduğunu, cansız zerrelerin onlara girerek, nurlandıklarını,
âdeta bir eğitim gördüklerini, letafet peyda ederek beka âlemine layık zerreler
olmaya hak kazandıklarını ifade etmektedir. (Sözler, 30. Söz)

Bugün kabul edilen atom modeline göre, elektron ve proton arasında elektromanyetik
kuvvetin oluşturduğu çekim, 1900'lere kadar, maddi alemin en alt düzey iletişimini
ifade ederken; sonsuz gibi algılanan uzay boşluğunu dolduran kütleler arasındaki
yerçekimi kuvveti de fiziki dünyanın makro iletişim yansımalarından biriydi. Oysa
her geçen gün, varlık dünyasındaki iletişim şekillerinden farklı birinin önümüze
çıkması, maddi alemin iletişim şekillerinin en derinlerine henüz inilemediğini ifade
etmektedir. Mesela, kabul edilen atom modeline göre, çekirdekte protonun sıkışmış
şekilde bulunması ve elektronların çekirdek çevresinde çok uzak bir yörüngede dönüyor
olması, o zamana kadar bilinen atom içi iletişim şekilleri ile izah edilemiyordu.
Elektromanyetik kuvvet kurallarına göre, aynı yüklerin birbirini itmesi, farklı
yüklerin birbirini çekmesi gerekiyordu. Oysa çekirdekte sıkışmış bulunan protonlar
ve çok uzakta bulunan elektronlar bu tezle çok uyuşmuyordu. Yer çekimi kuvveti ise
elektromanyetik kuvvetten çok zayıf olduğu için, atom modelini onunla izah edebilmek
de mümkün değildi. Bu durumun izahı için ortaya konan teori Japon Fizikçi Hideki
Yukawa'ya Nobel ödülü kazandırmıştı. Kuantum elektrodinamiğinde fizikçiler bir proton
ile bir elektron arasındaki çekim kuvvetini veya iki proton arasındaki itim kuvvetini
elektromanyetik kuvvetin niceleşmiş birimleri anlamına gelen fotonların değiş tokuş
ile açıklarlar. Tıpkı gole koşan iki futbolcunun topu ileri geri fırlatmaları gibi,
elektron ve protonlar da sürekli foton değiş tokuşu yaparlar. Her bir değiş tokuş
elektromanyetik alanda momentumun geçici olarak ödünç alınıp tekrar iade edilmesi
anlamını içermektedir. Bu, belki de şu an bilinen evrende en alt düzey iletişimi
ifade etmektedir.

Bu noktada ilginç olan durum şudur: 1935'te keşfi ile Nobel ödülü kazandıran
bu iletişim düzeyini, 1910'larda Bediüzzaman'ın, varlığın genelinde olan iletişime
ve bütünlüğe işaret olarak, Sünûhat isimli eserinde ortaya koymasıdır. Evrende yansımaları
görünen genel bir hayat algısı ve görünen varlık tablosunun vahdetin ifadesi olan
birlikten kaynaklandığını ve nihai meyvesinde birlik olacağını ifade ederken, şu
cümlelere yer vermektedir. "Hayat-ı hakiki ancak alem-i ahiret hayatıdır. Hem o
alem ayn-ı hayattır. Hiçbir zerresi mevat değildir. Demek dünyamız da bir hayvandır.
Her bir zerreye birer zerre-i cazibe halk ve ihsan ederek ondan kainatın rabıtası
olan müttehit, müstakil, muhassal cazibe-i umumiyeyi inşa ve icat etmiştir. Nasıl
ki, zerratta reşahatı kuvvet olan cazibelerin muhassalası bir cazibe-i umumiye vardır.
O da kuvvetin ziyasıdır. İzabesinden neş'et eden bir istihale-i latifesidir. Kezalik,
kainatta serpilmiş katarat ve lemeat-ı hayatın dahi muhassalı bir hayat-ı umumiye
var olmak gerektir. Hayat varsa ruh da vardır." Bu ifadelerde Nobel ödülü kazandıran
teoriden yıllarca önce evrenin en alt düzeyindeki iletişimi, varlık aleminin bütününü
hayattar ve anlamlı bir tarzda ortaya koyan bir evren anlayışı gözümüze çarpmaktadır.
Sanki ilk şekillenişinden bugüne kadar, evren, düşünen bir yapı olan beyni ortaya
koyma yönünde bir işleyiş sergilemekte ve beyinler arası iletişim ile bir düşünce
atmosferini (Noosfer) oluşturmaktadır. Bu anlamda evren, en alt düzeyden en üst
düzeye kadar, kanunlar ve sözlü yapılar şeklinde, sembolik ifadelerle, iletişim
şekillerinin zemini olarak önümüze çıkmaktadır.

İnsanın Evrenle İletişimi

İnsan ruh ve cesetten oluşan canlı bir varlıktır. İnsan, evren dediğimiz bir
bütünün parçasıdır. Evrenin küçük bir numunesidir. Yaratıcımız tarafından ruhuna
ve cesedine birçok maddî ve manevî cihazlar takılmıştır. İnsanın manevî yönünü ruhu
ve duyguları teşkil eder. İnsan duygularına sınır konulmayan, çok âciz ve çok fakir
bir varlıktır. İnsanın asıl değeri ceset itibariyle değil, mahiyet itibariyledir.
(Sözler, 23. Söz)

İnsan santral gibi, bütün hilkatin nizamlarına ve fıtratın kanunlarına ve kâinattaki
nevamis-i İlahiyenin şualarına bir merkezdir. Binaenaleyh, insanın o kanunlara intisab
ve irtibat etmesi ve o namusların eteklerine yapışıp temessük etmesi lâzımdır ki,
umumî cereyanı temin etsin. Ve tabakat-ı âlemde deveran eden dolapların hareketlerine
muhalefetle o dolapların çarkları altında ezilmesin. Bu da ancak, o emir ve nevahiden
ibaret olan ibadetle olur. (İşârâtü'l-İ'câz, 83-84)

Bediüzzaman, insan hayatının mahiyetini yedi üst bölümde incelemektedir. Bunlar:

1. İlâhi isimlerin tecellilerinin fihristesi,

2. İlâhi sıfât ve işlerin anlaşılmasına bir ölçü,

3. Âfâkî âlemlere bir mizan (tartı),

4. Büyük âlemin küçük bir numunesi,

5. Kâinatın bir haritası,

6. Şu büyük kitabın bir fezlekesi,

7. Gizli defineleri ve hazineleri açacak anahtarların mahzenidir. (Sözler, 11.
Söz, "Dokuz Emir"in özeti)

Sayılan mahiyet özelliklerine dikkat edilirse, tamamının evrenle bir ilişkisinin
olduğu gözlenmektedir.

Bu özelliklerden hareketle, evrenle iletişimi, insanı, her varlığın hakikati
ve özü anlamına gelen, "Alemlerin Rabbinin isimlerine ulaştırma süreci" olarak ifade
edebiliriz. Bu süreç, Risale-i Nur'a göre, insanın evrenle iletişiminde bir bağlam
noktası olarak kabul edilebilir.

» İnsan zayıf ve aciz olmasına rağmen evrendeki en güçlü varlıklar ona hizmet
etmektedir. Bu durumda güç ne insanda ve ne de ona "musahhar" olan varlıktadır.
Güç, bu ikisinin Yaratıcısı olan Sonsuz Güç'e aittir.

» İnsanın evrenle iletişiminde insanın ihtiyaçları öne çıkmaktadır. İnsan, ihtiyaçları
bitmeyen bir varlıktır. "Hayali nereye gitse ihtiyaç dairesi o kadar genişler. Bir
çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister. Cenneti de arzu eder." (Sözler,
23. Söz)

Yaratıcı, evreni her an yeniden şekillendirmektedir. Bütün zerreler birbiri ile
irtibat ve iletişim içinde hareket etmektedir. Bu iletişim, ışık hızının on beş
milyar yılda kat ettiği mesafede, anında gerçekleşmektedir. Bu evren tablosu, evrenin
bir parçası olan düşünen beyinlere ulaşırken, iletişimin sadece bir boyutunu ifade
etmektedir. Diğer boyutta, düşünen yapılar olarak insanların, bu maddi yapıyı anlamlandırarak
gerisindeki isimlere ulaşma süreci yer almaktadır. Bu anlamda evrenle iletişim,
Yaratıcıyla iletişim anlamına gelmektedir. Bu süreç, ruhlar aleminde, Elest meclisinde,
"Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" hitabıyla başladı. Kulların da ona cevabı ile
zaman ve mekana yayılan evren şeklinde devam eden bir hali ifade etmektedir. Mutlak
varlık olan Yaratıcı, gizli bir hazine iken kendini tanıtmak için, evreni, varlığının
bilinmesi için de Bediüzzaman'ın tabiri ile "zîakıl, zîfikir ve zîşuur olan insanı"
yaratmıştır. Kur'an'daki bir ayette bu hususu, "Ben insanları ve cinleri bana ibadet
etsinler diye yarattım" diyerek ortaya koymuştur. Yine, bir Hadis-i Kudsî ile bu
konuyu şöyle ifade etmektedir: "Ben gizli bir hazineydim. Bilinmek, tanınmak istedim,
bundan dolayı da beni tanımaları, gizli güzellik ve mükemmelliğimi bilmeleri için
varlıkları yarattım." Bu anlamda varlık ile insan arasındaki iletişimin oluşması
için Hz. Adem'in yeryüzüne gönderilmesi ve isimlerin öğretilmesi anlamına gelen
"talim-i esma" hakikati önemli bir yer tutmaktadır. Hz. Adem ile başlayan varlık
aleminde, insanlık hakikatinin yaratılması, ardından yaşanan sosyal süreçlerin başlaması
iletişimin farklı bir boyutunu oluşturmuştur. Bu boyut, fertler arası ilişki ile
kolektif şuurun meydana gelmesine ve sonuçta insanlığın top yekun evrene muhatap
oluşuyla evren-insan arası iletişimin önemli bir boyutunu teşkil etmiştir.

Risale-i Nur'a göre evrenle iletişimde zaman faktörü vardır. Duaların kabul edildiği
zamanlar olduğu gibi, namazın beş vakte bölünmesindeki hikmetlerin açıklandığı 9.
Söz her bir namaz vaktinin evrenle iletişimin daha etkili olduğu zamanı belirtmesi
açısından anlamlıdır.

İnsan Evren İletişiminde Mükemmel Tercüman: Hz. Muhammed (sav)

Bu anlamda, evrenin anlamını bulması ve ifade ettiklerinin çok net bir kelimeye
ya da özete dönüşmesiyle varlık içinde, Hz. Muhammed'in (a.s.m.) bulunması ve onun
çekirdeğini teşkil ettiği gerçeklik önemli bir yer tutmaktadır. Evren ve insan arası
iletişimin ideal noktasını Hz. Muhammed (a.s.m.) temsil etmektedir. Bu temsiliyet,
Hz. Muhammed'in (a.s.m.) evren içindeki anlamını nübüvvet anlamının genelini içeren
bir boyuta taşımaktadır. Yaratıcı'dan kullara bir haberci ve öğretici olarak, Kur'an'ı
insanlığa ulaştıran bir elçi ve evrenle iletişimin temel kriterlerini belirleyen,
varlık alemini anlamlandıran bir konum üstlenmiştir. Bu anlamda güzellik ve gözükmek
arası ince sırdan şekillenen varlık aleminin gerçek güzelliğe ulaştıran bir zemin
ve onu ifade eden bir kitap olması boyutunu ön plana çıkarmıştır.

Algılanan ve Algılanamayan İletişim Düzeyi

Bu çerçevede ortaya konan evren-insan iletişimi, algılanan düzeyde ve algılanmayan
düzeyde olmak üzere iki kategori içinde ele alınabilir. Varlık aleminin oluşumundan
insan beynine ulaşan süreçte iletişimin bir kısmı algı düzeyinin dışında gerçekleşmektedir.
Zerrelerin halden hale hızla geçişi ve bu işleyişin bir parçası olarak yaratılan
insan bedeni ve düşüncesinde varlık aleminin her tarafını kuşatan elementlerin işleyişinin
ne türden yansımalarının olduğu, sonsuz olarak algılanan uzay boşluğundan yeryüzüne
yansıyan yıldızların insan bedeni üzerinde hangi etkileri oluşturduğu algılar dünyasının
dışında cereyan etmektedir. Ayrıca maddi alemin dışında, farklı alemlerin olduğunu
vahyin söyleminden anlamaktayız. Bu söylemin tercümesi Risale-i Nur'da on sekiz
bin alem olarak adlandırılır ve bu alemlerdeki varlıkların Allah'ı zikretmekle meşgul
oldukları belirtilir: "Cenab-ı Hakk insanı kâinatı içine alan büyüklükte bir nüsha
ve on sekiz bin âlemi içeren şu büyük âlemin kitabına bir fihrist olarak yaratmıştır.
Güzel isimlerinden her birisinin yansıması olan her bir âlemden bir örnek, insanın
cevherinde emanet bırakmıştır." (İşaratü'l İ'caz, 17) Bu yaklaşım, evrenle iletişimi
madde ötesine taşınmakta ve farkında olmadığımız bir veri alışverişi boyutundan
söz edilmektedir.

Algılanan Boyutta Evren ile İletişim

İnsan vücuduna takılmış olan maddi ve manevi cihazlar ile duyguların her birisi
çok gelişmiştir. İnsanın, güzelliklerin bütün mertebelerini fark edebilen gözü,
bütün yiyeceklerin tatlarını ayırt edebilen dili, hakikatlerin bütün inceliklerini
anlayabilen aklı, her türlü mükemmelliği arzulayan kalbi, farkına varabildiği veya
varamadığı birçok cihazı bulunmaktadır.

İnsanın akıl sahibi ve ihtiyaçlarının çok olmasından dolayı çeşit çeşit hisleri
ortaya çıkmış ve hassasiyetleri artmıştır. Fıtri pek çok görevlerinin bulunması,
duygularını ve cihazlarını daha ziyade geliştirmiştir. Bütün ibadet çeşitlerini
yapmaya kabiliyetli bir fıtratta yaratılan insan, mükemmel olan her şeyin tohumlarını
içine alacak bir kabiliyete sahiptir. Bu çerçevede, algılanan boyutta, evrenle iletişimi
üç başlık altında inceleyebiliriz:

a) Biyolojik iletişim: Varlık aleminin genel işleyişinden insan bedenine yansıyan
süreçte kuvveler ortaya çıkmakta, zerreler uçuşmasının ortasında kendi kimliğini
ve benliğini kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye ve kuvve-i akliye ile oluşturup
muhafaza etme konumundaki fert, evren ile biyolojik ihtiyaçları çerçevesinde muhatap
olmakta ve yeme-içme, kendini savunma, bedeni ihtiyaçlarını karşılama gibi varlık
ile iletişimini oluşturan süreç biyolojik boyutu oluşturmaktadır.

b) Entelektüel İletişim: Özellikle beynin ilkel düzeyden gelişmiş düzeye doğru
üst düzey fonksiyonlarının olduğu korteks ile ortaya çıkan bu iletişim şekli zihinsel
(cognitive) fonksiyonlar ile evrene muhatap olma sistemin işleyişini anlama, Yaratıcı'nın
tarzını idrak ederek, hem evrenle sistemin yapısına uygun iletişimi davranışları
ile yansıtma ve hem de Marifetullah ile evreni anlamlandırma sürecini içine almaktadır.
Varlıkla iletişimin ilmelyakin düzeyini ifade etmektedir.

Entelektüel iletişim, aklın kullanımında "vasat" mertebe olan "hikmet"le mümkün
olmaktadır. Bu yönüyle "akıl", iletişimin önemli bir aracı rolü oynamaktadır. Bediüzzaman,
aklın kullanımıyla ilgili olarak, "Eğer Mâlik-i Hakikî'sine satılsa ve onun hesabına
çalıştırsan; akıl, öyle tılsımlı bir anahtar olur ki: Şu kâinatta olan nihayetsiz
rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini açar. Ve bununla sahibini, saadet-i ebediyeye
müheyya eden bir mürşid-i Rabbanî derecesine çıkarır" (Sözler, 6. Söz) demektedir.

Aklın evrenle iletişimde etkin kullanımının adı "tefekkür" olarak isimlendirilmektedir.
Bediüzzaman; tefekkürün iletişimi engelleyen gafleti ve ülfeti yok ettiğini söyleyerek,
nasıl tefekkür etmemiz gerektiğini açıklamaktadır: "Nefsinde, bâtınında (içinde),
hususî hâlinde tefekkür ettiğin zaman, derinden derine tafsilâtla tetkikat yap"
diyerek, algılanan boyutta evrenle iletişimi önerirken; "Âfakî, haricî, umumî ahvâlâta
teemmül ettiğin vakit, sathî (yüzeysel), icmâlî (öz) düşün, tafsilâta (ayrıntıya)
geçme. Çünkü icmalde, fezlekede olan kıymet ve güzellik tafsilâtında yoktur. Hem
de âfakî tefekkür, dipsiz denize benziyor, sahili yoktur. İçine dalma, boğulursun"
diyerek de algılanmayan boyutta evrenle iletişimi sınırlı tutmayı önermektedir.
Özetle o, "Nefsî tefekkürde tafsilâtlı, âfâkî tefekkürde ise icmâlî yaparsan, vahdete
takarrüb edersin (birliğe yaklaşırsın). Aksini yaptığın takdirde, kesret fikrini
dağıtır. Evham ise havalandırır, enâniyetin (benliğin) kalınlaşır. Gafletin kuvvet
bulur, tabiata kalb eder. İşte dalâlete isâl eden kesret yolu budur." (Mesnevi-i
Nuriye) demektedir.

Bediüzzaman algılanan boyutta, entelektüel faaliyetlerin bir ürünü olan bilim
ve teknolojiyi evrenle iletişimin bir parçası olarak kabul eder. Bu araçların insanın
evrenle iletişimindeki acizliğine ve zayıflığına istinaden ihsan edilmiş, cehline
binean de ilham edilmiş birer nimet olduğunu telakki eder. Evrenle kanunlar boyutundaki
iletişimin dilini çözebilen bilim adamları, rüzgarı, suyu, havayı çok değişik maksatlarla
kullanmayı bilmişlerdir. Radyoyu, telsizi, telefonu, televizyonu havanın ve diğer
unsurların bazı özelliklerinden istifade ederek kullandığımız ortadadır.

c) Duygusal İletişim: Bu türden iletişim, beynin özellikle şuur dışı boyutta,
bilinç altı düzeyde varlığa muhatap oluşunu ve algılanan alemin ve marifet boyutunda
idrak edilen esmanın duygular şeklinde yansımasının alanıdır. Beyinde muhtemelen
Retiküler Aktive Edici Sistem şeklinde ifade edilen limbik sistem, hipokampus ve
amigdalla gibi yapıları içine alan bölgenin bir fonksiyonudur. İletişim verilerinin
duygulara dönüştüğü ilmelyakinden hakkelyakine geçilen ve Marifettullahtan Muhabettulaha
geçiş buyutunu ifade etmektedir.

Duygusal iletişime verilebilecek örneklerden bir tanesi "işitim" gibi madde tabanlı
bir iletişimin, mana kazanarak duygulara yansımasıdır. Görünürdeki işitme cihazımız
kulaktır. İnsan mana âleminin derinliklerine daldıkça kalp kulağı dediğimiz manevî
kulağı da devreye girer. Bediüzzaman, kulak zarı, iman nuruyla nurlandığı zaman,
kâinattan gelen manevî nidaları işiteceğini ve lisan-ı hal ile yapılan zikirleri,
tesbihatları anlayacağını, hatta rüzgârların terennümatını, bulutların naralarını,
denizlerin, dalgalarının nağmelerini ve hakeza yağmur, kuş ve saire gibi her nevilerden
Rabbanî kelâmları ve ulvî tesbihatı işiteceğini söylemektedir. Sözlerine devamla;
"Sanki kâinat, İlahî bir musikî dairesidir. Türlü türlü avazlarla, çeşit çeşit terennümatla
kalblere hüzünleri ve Rabbanî aşkları intıba' ettirmekle kalbleri, ruhları nuranî
âlemlere götürür, pek garib misalî levhaları göstermekle, o ruhları ve kalbleri
lezzetlere, zevklere gark eder. Fakat o kulak, küfür ile tıkandığı zaman, o leziz,
manevî yüksek savtlardan mahrum kalır. Ve o lezzetleri îras eden avazlar, matem
seslerine inkılab eder. Kalbde, o ulvî hüzünler yerine, ahbabın fıkdanıyla (yokluğuyla)
ebedî yetimlikler, mâlikin ademiyle nihayetsiz vahşetler ve sonsuz gurbetler hasıl
olur." (İşaratü'l-İcaz, 70) demektedir.

Bir başka örnek de göz ile ilgilidir. İnsan ruhunun penceresi hükmünde olan göz,
fıtrî olarak güzel şeyleri görmeye müştaktır. İletişimde göz teması çok önemlidir.
Hiç konuşmadan muhataba mesajlar verilebilir. İnsan gözünü şehvet ve nefsanî heveslerinin
emrine verirse, "bir kavvad derekesine düşürür". Bunun yerine; "gözünü, gözün Sâni'-i
Basîr'ine satsa ve onun hesabına ve izni dairesinde çalıştırsa; o zaman şu göz,
şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir mütalaacısı ve şu âlemdeki mu'cizat-ı san'at-ı Rabbaniyenin
bir seyircisi ve şu Küre-i Arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı
derecesine çıkacağını" (Sözler, 6. Söz) ifade etmektedir.

Bu konuya verilebilecek çok sayıda örnekleri, Rabbini bulma maksadıyla evrenle
iletişime geçen bir seyyahın dilinden anlatan Bediüzzaman'ın "Ayetü'l-Kübra" Risalesinde
bulmak mümkündür.

Bu süreçlerin sonucunda, fert ve evren arası iletişimin birinci basamağının her
varlığın gerisinde yer alan ve onun hakikatini ifade eden esma-i İlahiyeye ulaşmak
olduğu, ikinci basamağın ise bilgi düzeyinde olan bu algıların duygulara dönüştürülmesi
olduğu ortaya çıkmaktadır. Yine "güzellik ve gözükmek" bağlantısından ortaya çıkan
evren hakikatinin merkezinde yer alan duygunun muhabbet ile ifade edilen evrenin
tamamını kuşatan sevgi olduğu ortaya çıkmaktadır. Kur'an'da ve dini yaşantıda sıklıkla
tekrar edilen besmelede Rahman ve Rahim olan Allah vurgusu bu mana ile çok uyumlu
olmalıdır. Yine evren şeklindeki hitabın en parlak meyvesi Hz. Muhammed'in (a.s.m.)
Habibullah şeklinde isimlendirmesi varlık aleminin gerisindeki muhabbet hakikatine
vurgu açısından çok önemlidir. Bu anlamda hem Yaratıcı'dan kullara olan boyutu ile
ve hem de kullardan Yaratıcı'ya olan boyutu ile Hz. Muhammed (a.s.m.), iletişimin
en net ve berrak şekli olmakla zirvede yer almaktadır.

Bu şekilde algılanan bir evrende, varlıkla iletişimin zemini muhabbet olarak
gözlenmekte ve muhabbetin ferdin varlığa olan muhatabiyetinde şefkat şeklinde yansıdığı
görülmektedir. Bu anlamda acz, fakr, şefkat ve tefekkür şeklinde varlığa muhatabiyeti
esas tutan Risale-i Nur mesleğinin kaynağını Kur'an ve Hz. Muhammed'den aldığı muhabbet
ve şefkat dersinin şekillendirdiği net bir biçimde ortaya çıkmaktadır.

Ferdin evren ile iletişiminde, inceliğin ve letafetin yansıması olarak, muhabbetin
şefkate dönüşümü duygu aleminde ve ruh boyutunda görülürken; kendisi, çevresi ve
bütün canlılarla barışık bir ruh hali oluşturmaktadır. Sevgi yaklaşımının ise, aynı
sistemin, muhabbet zemininde gelişen bir evren kitabının parçaları olmaktan kaynaklandığı
anlaşılmaktadır. Sağlıklı bir dünya ve sosyal yapıların oluşmasında, evren ile iletişimin
bu zemine oturtulması gereği bu noktada daha belirginleşmektedir.

Evrenin işleyişini tercüme eden Kur'an-ı Kerim ve onun tercümanı olan Hz. Muhammed'in
(a.s.m.) ortaya koyduklarından hasıl olan sonuç, evrenin başlangıcından beri "fıtrat"
şeklinde adlandırabileceğimiz bir ritminin olduğudur. Evrenle sağlıklı iletişimin
bu ritme, yani fıtrata uygun bir yapı içinde ancak mümkün olabilecektir. Bu anlamda,
Yaratıcı'nın kula muhatap oluşuna en uygun ve muhabbetin en veciz şekilde ifade
edilebileceği karşılık ise ibadetlerdir. İbadetlerin fihristesi ise namazdır.

Yaratıcıyla iletişimin özü olan ve O'na isteklerini arz etmek anlamına gelen
"dua", hem ibadet ve hem de bir iletişim şekli olarak ferdin hayatında önemli bir
yere oturtulmuştur.

Evrenle İletişimin Bozulması

Evrende şuur sahibi her yaratılmışın bir temsil konumu vardır. İnsanın ise, diğer
şuur sahiplerinden farklı olarak, bu konumunun, evrenin marifet ve muhabbete dönüşümünde
fonksiyon icra eden bir "hilafet" unvanıyla isimlendirilmesidir. Bu konumda algılanmayan
bir kimlik ve insanlık tanımı, varlığın yansıttığı isimleri perdeleyecek ve fertte
yansıyan alemi de anlamsızlaştıracaktır. Bu ise evren ile hastalıklı bir iletişimi
sonuç verecektir. Öte yandan, sağlıksız iletişim, ferdin ruh dünyasında sevgisizliğe
ve evrenin o ferdin alemindeki bütün güzellikleri gölgelemesine yol açacaktır.

Çünkü insan "halife" iken, tahrip ve kötülük yönüyle evrenle iletişimi tek taraflı
olarak bozabilmektedir. Dolayısıyla "küçük bir hareketle çok tahribat" yapabilen
ve "çok mahlukatın hukukuna tecavüz" edebilen insan, bu hareketiyle evrenin dili
olan felaketlerle bu negatif iletişimin cezasını çekmektedir. (Lem'alar, 72)

Evrenle negatif iletişimin yansımaları olarak, iyi davranılmayan çiçeklerin küstüğü,
zulme uğrayan hayvanların şiddetli tepkiler verdiği, hatta bazılarının intikam aldığı
bilinmektedir. Cansız olarak bildiğimiz hava, deniz, dağ, rüzgar gibi, içlerinde
sayısız canlı varlıkları barındıran ve besleyen unsurların kendilerine verilen görevleri
harfiyen yerine getirdikleri herkesin malumudur. Evrenin en şerefli mahluku olarak
görevini ihmal eden ve tahribatı haddi aşan insanlara karşı elbette ki bu unsurların
da bir tepkisi olmalıdır.

Bu konuda Bediüzzaman; "Ehl-i dalaletin şerrinden kâinatın kızdıklarını ve anasır-ı
külliyenin hiddet ettiklerini ve umum mevcudatın galeyana geldiklerini, Kur'an-ı
Hakîm mu'cizane ifade ediyor. Yani kavm-i Nuh'un başına gelen tufan ile semavat
ve arzın hücumunu ve kavm-i Semud ve Âd'in inkârından hava unsurunun hiddetini ve
kavm-i Firavun'a karşı su unsurunun ve denizin galeyanını ve Karun'a karşı toprak
unsurunun gayzını ve ehl-i küfre karşı âhirette; 'tekadü temeyyezü mine'l-gayz'
sırrıyla Cehennem'in gayzını ve öfkesini ve sair mevcudatın ehl-i küfür ve dalalete
karşı hiddetini gösterip ilân ederek gayet müthiş bir tarzda i'cazkârane ehl-i dalalet
ve isyanı zecrediyor" demektedir.

Hatta, küfür ve dalaletin müthiş bir tecavüz ve umum mevcudatı alâkadar edecek
bir cinayet olduğunu da ifade eden Bediüzzaman, kâinatın yaratılmasındaki esas amacın
insanın kulluk etmesi ve Rububiyet-i İlahiyeye karşı iman ve itaatla mukabele etmesi
olduğunu vurgulamaktadır. Küfürdeki inkârla, mevcudatın gayeleri ve beka sebepleri
olan büyük netice reddedildiği için, bütün mahlukatın hukukuna bir nevi tecavüz
edilmiş olmaktadır. Kendilerini ve kendilerinde cilveleri tezahür eden İlahi isimleri
küfürle aşağılamış olan insana, elbette derecesine göre kâinat hiddete gelmekte,
kızmakta, öfkelenmektedir. Bu noktada Bediüzzaman'ın insanlara tavsiyesi şudur:
"Ey cirmi ve cismi küçük ve cürmü ve zulmü büyük ve ayb ve zenbi (günahı) azîm (büyük)
bîçare (çaresiz) insan! Kâinatın hiddetinden, mahlukatın nefretinden, mevcudatın
öfkesinden kurtulmak istersen, işte kurtulmanın çaresi; Kur'an-ı Hakîm'in daire-i
kudsiyesine girmektir ve Kur'an'ın mübelliği olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın
Sünnet-i Seniyesine ittibadır. Gir ve tabi ol!" (Lem'alar, 83, 84)

Sonuç

Her insan anne karnına düştüğü andan itibaren evrenle tanışmaya ve buluşmaya
hazır hale gelmiş demektir. Ölene kadar, bütün ihtiyaçlarını evrendeki mevcut varlıklardan
karşılamaktadır. Çünkü insanın ihtiyaçları bütün evrene dağılmış bir vaziyettedir.

İnsan dünyaya gözlerini ilk açtığında tam bir acziyet içerisindedir. Etrafındaki
insanların yardımına muhtaçtır. Hayatı bundan sonra öğrenmeye başlayacaktır. Kendi
isteği dışında bu dünyaya gönderilen insanın, kendisini ve evreni tamamıyla tanıması
için ömrü bile yeterli değildir. Evreni tamamıyla tanımak da görevi değildir zaten.
Görevi, hayatı boyunca, algılanan boyuttaki evreni anlamak ve anlamlandırmaktır.
Bunun için bu dünyaya "görevli bir misafir" olarak gönderilmiştir. İnsan her ne
kadar akıl ve idrak gibi iletişim araçlarına sahip olsa bile, kendisine evrendeki
sır ve hikmetleri anlatacak tarif edicilere ve kaynaklara ihtiyacı her zaman olagelmiştir.
Bu bağlamda, bize evreni okuyup anlayabilmede yol göstericiler ise Peygamberler
ve kutsal kitaplardır. Peygamberlerin temsilcisi Hz. Muhammed ve kitapların bütününü
içeren ise Kur'an-ı Kerim'i, evrenle sağlıklı ve sürekli iletişimin temini için
dinlemek kaçınılmazdır.

Özetle, evren ile insan arasındaki iletişimin sağlıklı zemini, "Allah'ı bilmek"
(Marifetullah) ve "Allah sevgisi"ne (Muhabbetullah) dayalı bir iman ile mümkündür.
Bu boyutu ile fert, evrenin bütünlüğünü kendinde özetleyen ve anlamlandıran merkezi
bir konumdadır, evrenin anlamını bulduğu ve Muhammedi hakikatle (a.s.m.) bütünleştiği
sürecin kilit noktasındadır.