Hasan Sabbah (1054 -1124)

Nizârî-İsmailî Devleti'nin kurucusudur. Büyük Selçuklu Devleti'nin
baş edemediği örgütü ve eylemleriyle dehşet saçmış, aralarında meşhur Nizamülmülk'ün
de bulunduğu devletin ileri gelenlerini, kendilerine özgü metotlar ve suikastlarla
öldürtmüştür. Kurduğu örgütü ve kendine bağlı adamları bağlılıklarıyla dikkatleri
üzerlerine çekmişlerdir. Selçuklular kendisi ile mücadeleyi devlet politikası haline
getirdikleri halde yaşadığı süre boyunca onunla baş edememişlerdir. Risâle-i Nur'da,
Afyon Mahkemesi'nde savcının iddianamesi vesilesiyle ismi anılmaktadır. Künyesi
Hasan bin Ali bin Muhammed bin Cafer bin Hüseyn bin Muhammed es-Sabbah şeklindedir.

Hasan Sabbah'ın 1054 tarihinde Kum kentinde doğduğu rivayet edilmektedir. Eserinde
verdiği bilgilerle, soyunu Yemen'de hüküm sürmüş olan Himyeri krallığına dayandırmıştır.
İfadelere göre babası Yemen'den Küfe'ye göç etmiş, buradan Kum ve Rey şehrine geçmiştir.
Ancak, Himyeri asıllı olduğu iddiası tartışmalıdır. Bunun dışında Rey şehrinde doğduğunu
nakledenler de vardır.

Hasan, ilk derslerini babasından aldı. Baba, oğlunun eğitimiyle yakından ilgilendi.
İlmi birikimi olan babası kelam, mantık, felsefe, fıkıh ve riyaziyat alanında önemli
bilgileri kendisine verdi. Hasan'ın, Büyük Selçuklu Devleti veziri Nizamülmülk ile
arkadaş olduğu ve aynı hocadan ders aldıkları tarzındaki bilgiler, söz konusu şahısların
doğum tarihleri göz önüne alındığında yakın bir ihtimal olarak görülmemektedir.
Bu bilginin dışında, arkadaş oldukları halde sonradan aralarının bozulduğu, Hasan
Sabbah'ın Nizamülmülk'ün desteğiyle sarayda görev aldığı da nakledilmektedir.

Yaşı ilerledikçe ilme merakı artan Hasan, eğitim amacıyla Rey şehrine gitti.
Ailesinin etkisiyle, Şiiliğin İmamiyye itikadına bağlı olmakla birlikte, daha sonra
Fatımî müntesiplerinin etkisiyle İsmailiyye mezhebine bağlandı. Bir süre sonra Rey
şehrinden ayrılarak İsfahan'a gitti. Burada iki yıl kadar kaldı. Daha sonra Azerbaycan,
Musul, Sincar, Meyyafarikin (Silvan), Rahbe, Dımaşk, Sayda, Sur ve Akka şehirlerini
gezdi. Akka'dan Mısır'a geçti. Kahire'de Fatımî halifesi ile görüştü. Halife kendisine
yakın ilgi gösterdi. Bu arada dolaştığı beldelerde İsmaili itikadını yaymaya çalıştı.

Hasan Sabbah, Fatımî Halifesi Müntazır Billah'tan sonra gelişen veliaht tayin
işlerine müdahale etmeye kalkışınca yöneticilerle arası açıldı. Hasan Sabbah, ölen
halifenin yerine oğlu Nizar'ın geçmesini istiyor ve İmamet'in bu soydan devam etmesi
gerektiğini savunuyordu. (Mustafa Öz, "Haşîşiyye", TDVİA). Oysa ki Nizar, babasının
yerine halife olamadı. Onun yerine küçük kardeşi Müsta'li halife oldu. (Hasan Sabbah
ve müntesipleri halife adayı olarak Nizar'ı isteyip destekledikleri için kendilerine
"Nizârî"-İsmailî denmeye başlanmıştır.) Hasan Sabbah ise, yaptığı muhalefetten ötürü
önce tutuklandı, arkasından da ülkeden çıkartıldı. İskenderiye üzerinden deniz yoluyla
Mısır'dan ayrıldı. 1081 yılında İsfahan'a vardı. İran'ın muhtelif şehirlerini dolaşarak
yıllarca Batınilik'i yaymaya çalıştı. İran'ın kuzey taraflarındaki dağlık bölgelerde
yaşayan ve devletten bağımsız, kendi başlarına buyruk olan savaşçı bir kavimle yakın
temasa geçti. Adamları vasıtasıyla giriştiği faaliyet sonucu buradakileri kendine
bağlamayı başardı. Bu arada bölgede yaşayan halkı da önemli ölçüde etkiledi.

Hasan Sabbah'ın faaliyetlerinden önce, Şii Fatımî Devleti ile Abbasi halifeliğine
taraftar ve destekçi olan Selçuklu Devleti arasında siyasi ve fikri mücadeleler
meydana gelmişti. Ancak, askeri üstünlüğe sahip olan Selçuklulara karşılık bu alanda
mücadele veremeyen Fatımîler mağlup olup toprak kaptırmışlardı. Fikri alanda üstünlük
kurmak isteyen Fatımîler, propaganda yoluyla karşı mücadele vermek için Darü'l-Hikme
adlı kurumları oluşturmuş ve buradan yetişen kişileri Selçuklu topraklarına gönderip
kendi fikri düşüncelerini yaymaya çalışmışlardır. Buna karşılık Selçuklu yönetimi
de Nizamiye medreselerini kurmak suretiyle fikri yönden de onlara karşılık vermiştir.
Hem askeri hem de fikri yönden başarılı olamayan Fatımî Devleti'nin Büyük Selçuklu
Devleti ile mücadele edebilmesi için söz konusu faaliyetlerinden farklı yeni bir
yöntem gerekmekteydi.

Hasan Sabbah'ın uygulamış olduğu mücadele tarzı hem diğerlerinden farklıdır hem
de Selçuklular üzerinde daha fazla etki yapmıştır. Hasan Sabbah'ın mücadelesinde
ve uyguladığı yöntemlerde başarılı olmasının ve devletin güvenliğini bozmasının
en önemli sebeplerinin başında, Selçuklu Devleti'nin yapısını iyi bilmesi, zayıf
ve kuvvetli yanları hakkında iyi bir fikre sahip olması gelmektedir. İyi eğitimli
ve akıllı biri olan Hasan Sabbah, sahip bulunduğu bu bilgileri üzerine yeni metodunu
inşa etti.

Büyük Selçuklu Devleti'nin siyasi ve sosyal düzenini hedef alan Hasan Sabbah'ın
mücadele metotlarının orijinal yönleri şu şekilde sıralanabilir:

a) Selçuklu Devleti'nin muhalifi olan Fatımî Devleti'nin yürüttüğü mücadele dışardan
bir müdahale idi ve bununla mücadele etmek daha kolaydı. Hasan Sabbah ise mücadeleyi
Selçuklu ülkesine taşımıştır. Dolayısıyla içerden yapılan bu yeni duruma karşı Selçuklu
yönetiminin yaptığı mücadelenin başarı şansı, öncesine göre çok daha zor olmuş ve
Hasan Sabbah ile girişilen uzun süreli mücadele başarısızlıkla sonuçlanmıştır.

b) Hasan Sabbah'ın ülke içinde yaptığı mücadele metodu da farklı olmuştur. Öncelikle
alınması zor kaleler elde edildikten sonra buralara yerleşilmiş ve Hasan Sabbah'ı
ele geçirmek imkansız hale gelmiştir.

c) Hasan Sabbah ve müntesiplerinin başvurduğu yeni bir yöntem de suikast ve suikastlarda
kullanmış oldukları hançerleme olayı olmuştur. Kendilerine karşı mücadele veren,
gelişmelerine engel olmaya çalışan Selçuklu Devleti'nin askeri ve sivil idarecilerini,
"fedai" adlı kimselerin suikastlarıyla hançerleyerek öldürmeleri yoluna gitmişlerdir.
Dolayısıyla bu hareketleriyle, doğrudan devletin düzenini yıkmayı hedeflemişlerdir.
Ancak, bu saldırılarında Selçuklu hanedanını hedef almamış olmaları da dikkat çekmiştir.
(M. Altay Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, 2. Bsk., Ankara, Dil ve Tarih-Coğrafya
Fakültesi Basımevi, 1982. s. 208-209).

Kendine bağladığı güçlerle devlet için tehlike teşkil etmeye başlayan Hasan Sabbah'ın
faaliyetleri Selçuklular tarafından dikkatle izleniyordu. Son gelişmeler üzerine
Nizamülmülk, Hasan Sabbah'ın tutuklanması emrini verdi; ancak bu mümkün olamadı.
Sabbah, önce Kazvin'e ve oradan da meşhur Alamut Kalesi'ne giderek buraya yerleşti.
Alamut Kalesi'ni karargah yaptı. Akabinde 1090 yılında Nâzirî-İsmaili Devleti'ni
kurdu. Sığındığı kalenin ele geçirilmesini önlemek için yeni savunma tedbirleri
aldı ve uzun süre kendilerine yetecek miktarda yiyecek stokunu sağladı.

Hasan Sabbah, bir süre daha Fatımilerle ilişkisini devam ettirdi. Fatımiler ikiye
ayrıldıktan sonra imam olarak Nizar'ı destekledi ve adına hutbe okuttu. Kendi akidesini
müritlerine öğretmeye başladı. Kendilerine karşı olanların öldürülmesinin dini bir
vazife olduğu inancını aşıladı. Müritlerinin eğitimini kendisi üstlendi. Bunların
eğitim ve öğretime tabi tutulmalarından çok, imamın rehberliğini ön plana çıkardı.
İmamların masumiyetinden hareketle, her devirde bunların rehberliğine ihtiyaç olduğu,
dini meseleler için aklın yeterli olmadığını, Allah'ı iyi tanımak için imamların
yardımına gereksinim olduğunu bildirdi.

Dine davet eden ve "dai" olarak adlandırılan adamları vasıtasıyla faaliyetlerini
sürdürdü. İnsanları etkilemek için farklı yöntemlere başvurdu. Böylece Batınilik
Hasan Sabbah'ın şahsında yeni bir kimlik kazandı. Dailer önceleri insanları, masum
imam adına davet ederken, yeni bir gurup ortaya çıkmaya başladı. Sabbah'a bağlı
bu gurup "Haşşaşin" adıyla anılmaya başlandı. Liderlerine olan bağlılıkları haşiş
(esrar) içmiş gibi gözü kapalı kabullenmeden ötürü bu isimle adlandırıldıkları belirtildiği
gibi, gerçekten de bunlara söz konusu uyuşturucunun verildiği de iddia edilmiştir.

Hasan Sabbah'ın adamlarına Cennet vaat ettiği ve bu Cenneti dünyada da yaşamaları,
mutluluğu tatmaları için esrar içirttiği ve bu yolla her türlü emrini yerine getirttiği
ifade edilmektedir. Dini mahiyetten çok siyasi bir örgüt gibi çalışarak, fikirlerini
zorla kabul ettirme yoluna gitti. Çıkardıkları olaylarla insanlar arasında dehşet
saçmaya başladı. O zamana kadar görülmemiş bir tarzda, devletin en üst kademesinde
bulunanlara varıncaya kadar, kendilerine özgü metotlarla suikast girişiminde bulunuldu.

Alamut'u (kelime anlamı kartal yuvası) aldıktan sonra, Fatımî Devleti'nin halifesi
değil de desteklediği Nizar adına hutbe okutan Hasan Sabbah, Mısır ile olan alakasını
tamamen kesti. Suikastlarda kullandırttığı "hançer"i adeta dini bir vecibe haline
getirdi. Kurmuş bulunduğu yeni ekol de "Nizârîlik" olarak anılmaya başlandı. Hasan
Sabbah, kurucusu bulunduğu ve temsil ettiği Batınî akidesine bağlı Nizârî-İsmailî
hareketinin yayılması, daha kolay anlaşılması ve kabul edilmesi için, esasları bizzat
kendisi tespit edip uygulamaya sokmasıyla da yeni bir eylem icra etmekteydi. Bu
özelliği ile de orijinal bir hareket olarak telakki edildi. (Köymen, age. s. 210)

Hasan Sabbah'ın Büyük Selçuklu Devleti'nin merkezine pek uzak olmayan Alamut
kalesini alması, burayı ele geçirmek için yaptığı dikkat çekici faaliyetler, onun
planlı ve bilinçli hareket ettiğini de göstermekteydi. Alamut kalesi Selçukluların
elinde olup Sultan adına korunmakta idi. Mısır'daki Fatımî idarecileriyle arası
bozulan ve İran'a dönen Hasan Sabbah, 1081 yılından itibaren kaleyi eline geçirmek
için, bütün faaliyetlerini bu amaç için yürüttü. Amacına ulaşmak için civar bölgelere
gönderdiği "dailer" vasıtasıyla taraftar kazanmaya yöneldi. Halkı kendi tarafına
çekmeye çalıştığı gibi, bölgede bulunan kale komutanlarını da kendi tarafına çekmek
için yoğun bir şekilde çalıştı. Bu çalışmaların neticesinde Alamut kalesi komutanını
elde etmeye muvaffak oldu.

Alamut kalesine girmeyi başaran Hasan Sabbah, çok kısa bir süre sonra kale komutanını
kovdu. (1090) Ayrıca, başka bir kale komutanını da elde etmek için yüklü miktarda
dinar gönderdiği ve adeta kaleyi satın aldığı da nakledilmiştir. 1090 yılında Hasan
Sabbah'ın eline geçen, Selçuklular tarafından bir türlü ele geçirilemeyen, 1256
yılındaki Moğol istilası ve işgaline kadar elde tutulan Alamut kalesi, Batınî hareketinin
merkezi haline geldi. Dışardan müdahalelerle alınması adeta imkansız sarp bir bölgede
bulunan savunmaya çok elverişli bu kaleyi, çok önceden Hasan Sabbah'ın almayı tasarladığı
büyük bir ihtimal dahilindedir.

Hasan Sabbah'ın faaliyetlerinin Selçuklular tarafından takip ve izlenmesi, Alamut
kalesinin alınmasından sonra değil, aksine çok daha öncesinden başlamıştır. Hasan
Sabbah ve yandaşlarının faaliyetlerini düzeni bozucu olarak kabul eden Selçuklu
idaresi, bunları şiddetle takip etmiş ve en sert tedbirleri almaktan da geri kalmamıştır.
Buna rağmen, Hasan Sabbah, Selçuklu Devleti'nin en güçlü olduğu bir dönemde; zekası,
planlı hareketi ve teşebbüs yeteneğiyle en sarp kaleyi almaya muvaffak olmuş ve
böylece kendisi ile yapılacak mücadeleyi zorlaştırmıştır. (Köymen, age., s. 211)

Selçuklu Devleti'nin ünlü veziri Nizamülmülk, Hasan Sabbah'ın faaliyetlerini
yakından takip ettirmiş ve yazmış bulunduğu "Siyasetnâme" adlı eserinde de konuyu
işlemiştir. Eserinde, Hasan Sabbah'ın zararlı faaliyetlerine dikkat çeken ünlü vezir,
Batınî hareketine de geniş yer vermiştir. Siyasi yönden tedbir almaya çalışan devlet,
bu şekilde fikri yönden de tedbir alma yönüne gitmiş, Sünni anlayışa aykırı bu cereyana
karşı fikri yönden de mücadele vermiştir.

Hasan Sabbah'ın yakalanması ve etkisiz hale getirilmesi için Rey şehri idarecisine
emir veren Nizamülmülk, 1081 yılından itibaren kendisini takibata aldırdı. Takip
edildiğini bilen Hasan Sabbah, yakalanmamak için sürekli yer değiştirdi, şehirden
şehre dolaşarak izini kaybettirmeye çalıştı. İlk başlarda devlet idaresi, sadece
Rey şehrine emir göndermekle yetinmiş, diğer vilayetlere yakalanması emri vermemişti.
Hasan Sabbah, bir taraftan devletin takibatından kurtulmaya çalışırken, diğer taraftan
da gittiği yerlerde propagandasını yapmaktan da geri kalmadı. Böylece, yakalanması
için alınan tedbir yeterli olmadığı gibi, Sabbah'ın faaliyetlerini yaymasına da
engel olunamadı.

Alamut kalesine yerleşen Hasan Sabbah, burayla yetinmedi. Yine Alamut gibi sarp
kaleleri ele geçirmek için teşebbüslerde bulunurken savunma tertibatlarını da arttırdı.
Selçuklu yönetimi, ilk önce olayı devlet problemi olarak ele almamış, bölgede ikta
sabihi olan Yoruntaş'ın vereceği mücadeleyle iktifa etmişti. Yoruntaş, Alamut kalesini
uzun süre baskı altında tutmuş, burada yaşayanları büyük sıkıntılara maruz bırakarak
ümitlerini bazen yitirme noktasına kadar getirmiş, birçok kişiyi öldürmüş ve mallarını
yağma etmişti. Bütün bu baskılara rağmen Hasan Sabbah teslim olmamış ve adamlarıyla
birlikte dayanmaya devam etmiştir.

Hasan Sabbah, elinde bulundurduğu Alamut kalesini teslim etmeyerek güneydeki
Kuhistan bölgesine el attı. Özellikle halktan elde ettiği taraftarlarla siyasi ve
sosyal düzen için büyük tehlike oluşturmaya devam etti. Durumun giderek ciddiyet
arz ettiğini gören Selçuklu Sultanı Melikşah, olayı devlet meselesi olarak ele almaya
başladı. Arslantaş adlı komutanına görev veren Melikşah, Kuhistan bölgesinde bulunan
Batınîleri yok etmesini istedi. Olay, böylece ilk defa kapsamlı bir şekilde ele
alınmış oldu.

1092 Mayıs ayında Alamut kalesini kuşatmaya başlayan Arslantaş da bir netice
elde edemedi. Çevre kalelerden elde ettiği kuvvetlerle bir gece baskını düzenleyen
Hasan Sabbah, Selçuklu komutanını mağlup ederek onu geri çekilmek zorunda bıraktı.
Bu arada Kuzistan bölgesinde de Kızıl Sarıg adlı Selçuklu komutanı Batınîlere karşı
harekete geçmişken Melikşah'ın vefat haberi üzerine savaşlar durmuştur. Böylece
Selçuklu Devleti'nin giriştiği bu faaliyetler de sonuçsuz kalmıştır.

Selçuklu Sultanı Melikşah'ın ölümü ve bu arada İslam dünyasına yönelik başlayan
Haçlı seferleri, Hasan Sabbah'ın daha da güçlenmesine uygun bir ortam sağlamıştır.
Hasan Sabbah ve Batınî hareketine karşı harekete geçen diğer bir Selçuklu Sultanı
Mehmed Tapar'dır. Sultan, iktidara geldikten sonra ilk seferini Isfahan üzerine
gerçekleştirmiş, civar bölgelerde bulunan Batınîler üzerine yürümüştür. Sultan,
Batınîlerin elinde bulunan Şahdiz kalesini almaktan öte bir başarı elde edememiştir.
Bu hareket sırasında, Batınîler sekiz yıl boyunca kuşatma altında tutulmuş, kalelerin
çevresinde ektikleri mahsuller yok edilmiştir. Yine Alamut kalesi üzerine harekete
geçen Enuştekin Şir-gir, kaleyi tam ele geçireceği sırada Sultan Mehmed Tapar'ın
ölümünü haber almış ve ordusu dağılmıştır. Böylece bu hareket de sonuçsuz kalmıştır.

Hasan Sabbah'ın adamlarıyla mücadele, Melikşah tarafından devlet politikası haline
getirilmiş, ilmi noktada mücadeleyi sağlamak için Nizamiye medreseleri vasıtasıyla
Sünniliğin takviye edilmesine ve batıl inançlarla bu şekilde mücahede yoluna gidilmesine
çalışılmış ise de, Hasan Sabbah'ın faaliyetleri durdurulamamış, suikastlarına de
engel olunamamıştır.

Sultan Sancar döneminde de Batınîlik'e karşı mücadele devam etmiştir. Ancak,
Sancar tahta çıkmadan evvel Batınîlere karşı göstermiş olduğu cesareti ve hareketliliği,
Sultan olduktan sonra gösterememiştir. Sancar'ın sultan olduktan sonra Batınîlere
karşı daha pasif bir politika izlemesi ve üzerlerine şiddetle gitmemesi şu şekilde
izah edilmiştir:

Selçuklu sultanının kendisine karşı harekete geçmesinden korkan Hasan Sabbah,
buna engel olmak için harekete geçmiştir. Sultan'ın sarayına kadar sızan Hasan Sabbah,
Sultan'ın hizmetinde çalışan bir kadını elde etmeye muvaffak olmuştur. Söz konusu
kadın aracılığıyla, bir gece Sultan Sancar'ın yatağının başına bir hançer saplatmıştır.
Eylemi gerçekleştirdikten sonra, Sultan'a haber yollayarak kendisine muhabbeti olduğunu,
aksi takdirde o hançeri yumuşak göğsüne saplamanın daha kolay olduğunu belirtmiştir.
Bu olayla bağlantısı kesin bir şekilde bilinmemekle birlikte, daha sonraki dönemde,
Batınîlerle mücadelenin gevşediği ciddi bir şekilde gözlemlenmiştir. Ayrıca, Sultan'ın,
Hasan Sabbah ve adamlarına karşı müsamahalı davrandığı Abbasi halifesi tarafından
dile getirilmiş ve eleştiri konusu yapılmıştır. (Köymen, age., s. 216).

Hasan Sabbah ve sonrasında Batınîlerin eylemleri devam etmiş, kendilerine muhalif
olan, karşı mücadele için hareket emri veren devlet idarecilerine karşı suikastlara
devam edilmiş ve hemen hemen bir çoğu öldürülmüştür. Böylece, devlete karşı siyasi
ve askeri bir hareket yerine, ferdi eylemler halinde gerçekleşen gizli suikastlarla
amaçlarını gerçekleştirme yoluna gitmişlerdir.

Hasan Sabbah'ın başını çektiği Nâzirîlerin suikastlarla gerçekleştirdikleri eylemlerde
ilk kurban; kendilerine karşı hem askeri hem de fikri yönden mücadele vermiş bulunan
ünlü vezir Nizamülmülk olmuştur. Suikastın gerçekleştiriliş şekli, önceden planlandığını
akla getirmiştir. Selçuklu sultanından sonra en önemli makamda bulunmakta olan Vezir'in
huzuruna, bir dilekçe verme bahanesiyle, sufi kılığında bir şahıs girmiştir. Kendisinden
şüphelenilmeyen Batınî akideli şahıs, sözde dilekçeyi vereceği sırada veziri hançerleyerek
öldürmüştür. (1092)

Batınîlerin ilginç bir şekilde öldürdükleri Selçuklu vezirlerinden birisi de
Kaşanî'dir. Çünkü, Kaşanî kendilerine karşı mücadele vermiş ve onları zor durumda
bırakmıştır. Veziri ortadan kaldırmayı üstlenen iki fedai, vezirin atlarının barındırıldığı
tavlasına hizmetçi olarak girmişlerdir. Bunlar sözde atların seyisi olarak çalışmaya
başlamışlar ve dindar geçinerek göze girmeyi başarmışlardır. Vezirin güvenini kazanmayı
başaran fedailer için fırsat, Nevruz dolayısıyla doğmuştur. Sultan Sancar'a Nevruz
vesilesiyle hediye edeceği atı seçmek üzere ahıra giden Vezir, atları gözden geçirdiği
sırada bu fedailer tarafından yine hançerlenerek öldürülmüştür.

Melikşah'ın ölümünden sonra Selçuklularda taht kavgaları başlarken, haçlı seferlerinin
düzenlenmesiyle birlikte Müslümanların yaşadığı bazı bölgeler istilaya uğramıştır.
Bu yeni durum Hasan Sabbah'ın işine yaramıştır. Fırsatı değerlendirerek faaliyetlerine
hız vermiş, önemli bazı kaleleri ele geçirmek suretiyle konumunu güçlendirmiştir.
Bu arada propaganda faaliyetlerine de hız vermiş, ayrıca, Selçuklu ordusuna sızmak
suretiyle taht kavgalarına fiili olarak dahil olmuştur.

Hasan Sabbah'ın adamlarının toplum içine saldıkları korku sonucunda, din ve devlet
adamlarını herkesin gözü önünde öldürmeleriyle devletin ileri gelenleri elbiselerinin
altına zırh giymeden sokağa çıkamaz olmuşlardır. Selçuklular ve Hasan Sabbah arasındaki
mücadele uzun süre devam etmiş, bazen netice alınacak duruma gelinmişse de sonrasındaki
gelişmeler yüzünden, Alamut Kalesi elde edilemediği gibi, Hasan Sabbah da ele geçirilememiştir.

Hasan Sabbah ve adamları, siyasi rakiplerini öldürmekle yetinmeyerek, bütün cemiyeti
etkileyecek bir faaliyetin içine girmişlerdir. Kurulu siyasi ve sosyal düzeni çökertmek
için tepedekileri hedef almışlar ve halkı da kendi taraflarına çekmek için özellikle
inanç noktasında yoğun bir propagandayı yürütmüşlerdir. Halkı ikna etmeye çalışırken
kendi akidelerini aktarırken gerektiğinde halka karşı da zor kullanmaktan ve şiddete
başvurmaktan çekinmemişlerdir.

Batınî hareketinin en büyük zararı; toplumun Batınî olanlar ve olmayanlar şeklinde
iki düşman kampa bölünmesine neden olmasıdır. Taraftar olanlar devlet idaresi tarafından,
karşı olanlar da Batınîler tarafından her an öldürülme tehlikesi ile karşı karşıya
kalmışlardır. Devlet yönetimi, görüldükleri yerde Batınîleri öldürme politikasını
güderken, Batınîler de kendilerine karşı olan herkesi ortadan kaldırmaya yönelmişlerdir.

Halk arasında ikilik meydana geldiği gibi, Devlet teşkilatında da büyük sıkıntılar
yaşanmıştır. Gerek sivil gerekse askeri teşkilat içinde belli makamlara gelmek isteyenler,
rakiplerinin ayağını kaydırmak ve kendilerine ortam sağlamak için, söz konusu kişileri
Batınî olmakla itham etmişler ve bunların Devlet gücüyle ortadan kaldırılmalarına
zemin hazırlamışlardır. Buna benzer bir gelişme Kirman Selçukluları'nda yaşanmıştır.
Batınî olmakla itham edilen, dönemin din ve ilim çevrelerince azline hükmedilen
hükümdarları İranşah tahtını kaybettiği gibi, arkasından da öldürmek suretiyle hayatını
kaybetmiştir.

Bütün bu gelişmeler Selçuklu Devleti'nin siyasi ve içtimai hayatını alt üst etmiş
ve önemli ölçüde istikrarsızlığa yol açmıştır. Alınan tedbirler istenilen amacı
gerçekleştirememiş, daha sonraki dönemde halkın devlet ile birlikte eyleme geçmesi,
Batınîlerin toplu bir şekilde öldürülmeleriyle neticelenmiştir.

Hasan Sabah, 1124 yılına kadar Alamut Kalesini elinde tutmaya ve faaliyetlerini
sürdürmeye devam etmiştir. Birçok bilim dalında önemli birikime sahip olması, teşkilatçılığı,
kurduğu düzenli örgütü ile dehşet saçan bir duruma gelmiştir. 1124'de Alamut Kalesinde
ölmüştür.

Buraya kadar Hasan Sabbah'ın çok büyük zararlara sebep olduğu, toplumun sosyal
ve siyasi düzenini sarstığı aktarıldı. Ancak, bütün bunların yanında; söz konusu
iddiaları reddeden ve özellikle günümüzde Hasan Sabbah'ı büyük bir kahraman olarak
ileri sürenler de mevcuttur.

Hasan Sabbah'ı hatırlatan ilginç bir gelişme ise, Bediüzzaman'ın yargılanması
sırasında yaşanmıştır. Bediüzzaman'ın maruz kaldığı ilginç olaylardan bir tanesi
Afyon savcısının iddiasıdır. Bediüzzaman ömür boyu Peygamber Efendimizin sünnetini
ihya etmeye, bizzat bunu hayatına tatbik ederek yaşamaya çalışmasına, Sünnilik konusunda
büyük hassasiyet göstermesine rağmen savcının iddiasına akıl erdirmek mümkün değildir.
Çünkü, iddiaya göre, Hasan Sabbah Ehl-i Sünnet'e karşı giriştiği siyasi faaliyetiyle
nasıl siyasi sarsıntıya yol açmışsa, Bediüzzaman da benzer bir siyasi sarsıntı meydana
getirmek istemektedir. Savcının bu asılsız iddialarına karşılık Bediüzzaman, mahkemeye
verdiği savunmasında, kendi şahsına yönelik on beş sayfadan oluşan iddianameye,
iddiacının seksen bir yanlışını ortaya koyarak karşılık vermiştir. (Şualar, 1994,
s. 351-369)