On the Islam as a Prisoner in the Hands of Terrorists

11 Eylül sabahı teröristler, sadece yüzlerce masum insanı değil,
yaklaşık bir buçuk milyar insanın dini olan İslam'ı da kaçırdılar. O günden beri,
Batı medyasında, teröristlerin rehin aldığı İslam tartışılıyor. Batılılar, neredeyse
terör ve İslam kavramlarını eş anlamlı kelimeler olarak kullanıyorlar. Bu makalede,
11 Eylül'de başlayan süreç içersinde, İslam'ın teröristlere nasıl rehin düştüğünü
ve bundan kurtuluş yollarını tartışacağım.

Amerika'da İslam ve Terör Üzerine Yazılan Kitaplar

Küresel kapitalist sistemin kalbi olan Amerika'da, 11 Eylül'den sonra İslam konusundaki
kitaplara büyük bir talep oldu. Kapitalist yayınevleri bu talebe karşılık vermede
hiç gecikmedi. Şimdiye kadar, İslam konusunda onlarca kitap piyasaya sürdüler. Birkaç
tanesi hariç, bu kitapların çoğu modern oryantalistler tarafından İslam ile terörün
nasıl bağdaştığını göstermek için yazıldı. Karen Armstrong ve John Esposito gibi
birkaç insaflı yazar dışında, Müslüman olmayanların yazdıkları kitaplar genellikle
İslam ile terörizmin bağdaştığını ispatlamaya çalışıyor. Tahmin edebileceğiniz gibi,
bu kitaplar özellikle cihatla ilgili ayetlere referans vererek, İslam'ın temelde
şiddet telkin eden bir din olduğunu iddia ediyor. Bu eksende yazılan kitaplardan
bir tanesinin içeriğini burada tartışacağım.

Bu sıralar, Sam Harris'in yazdığı "İnancın Sonu" (The End of Faith) adındaki
kitap Amerika'da bestseller.1 Milyonlarca insan bu kitabı okuyor. Birçok televizyon
kanalında bu kitabın içeriği tartışılıyor. New York Times'ın en çok satanlar listesine
giren kitap, şu sıralar hayli popüler. Yazar, Amerikalıların zihnindeki bir soruya
cevap vermeye çalışıyor kitabında. Her gün, İslami terör haberleriyle uyanan insanlar,
genelde dinlerin ve özelde İslam'ın nasıl teröre dayanak olduğunu merak ediyor.
Bu sırdandır ki, Amerikalılara İslam'ı anlatmak için yapılan bütün toplantıların
değişmeyen sorularından biri İslam ve terörle ilgili. Toplantının konusu ne olursa
olsun, toplantı sonunda İslam ve terörle ilgili mutlaka bir veya birkaç soru sorulur.
Sam Harris, umumun zihnindeki bu temel soruya cevap vermek için yazmış kitabını.

Harris, kitabını Huntigton'un "medeniyetler çatışması" tezi üzerine kurmuş. Bernard
Lewis gibi İslam'ı çarpıtan oryantalistlerin eserlerini referans göstererek, İslam'ın
şiddet ve nefret üzerine bina edildiğini iddia ediyor. Ortaçağda kilisenin yaptığı
zulümler ayrıntılı anlatılıyor. Tevrat, İncil ve Kur'an'dan alıntılarla, bu ilahi
kitapların düşmanlık tohumlarını inananların zihnine ektiğini iddia ediyor. Yazara
göre, günümüzde yaşananlar bu kitapların temel öğretisinin doğal bir neticesidir.
Bu gidişe dur demenin zamanı gelmiştir. Aksi halde, biyolojik ve nükleer kitle imha
silahları teröristlerin eline geçtiğinde, tarihin sonu gelecektir. Bizim sonumuzu
getirmeden önce, biz nefret ve düşmanlık telkin eden inançlara son vermeliyiz.

Harris, ılımlı Müslüman olamayacağını, Kur'an'a Allah kelamı diye inanıp, ona
göre yaşayan insanın kendi din mensuplarından başka kimseye tahammül edemeyeceğini
iddia ediyor. Harris'e göre, günümüzde ellerinde bir güç bulunmadığı için ılımlı
gözüken Müslümanlar, yarın güç kazandıklarında kendinden olmayan herkesin başını
uçuracaklar. Harris, kitabının sonlarına doğru, neler yapılması gerektiğini şöyle
ifade ediyor: İslam'la savaş halindeyiz. Bu savaş daha çok sürecek. Şehit olma hevesiyle,
kurduğumuz medeniyeti yıkmaya hazır olanlara göz yumamayız. Bu insanların eline,
kitle imha silahlarının geçmesine müsaade edemeyiz. Onlara, tolerans gösterip, sonumuzu
getirmelerine yardım edemeyiz. Milyarı aşkın insanı imha etmemiz mümkün değil. O
halde, dinlerini tamamen değiştirmeliyiz. Onların, Kur'an'la bağlarını koparmalıyız,
çünkü onlar Kur'an'a Allah kelamı olarak inandıkları sürece, bizim için tehlike
olmaya devam edecekler.

Kilisede İslam ve Terör Tartışması

Amerika'ya ilk geldiğimde kiliselere büyük bir ön yargı ile yaklaşıyordum. Uzun
bir süreden sonra yaptığım ilk kilise ziyaretinin ardından düşüncem tamamen değişti.
Bu ziyaretimle, kiliselerin ruhu gitmiş cansız bir beden olduğunu anlamıştım. İnsanlar
fıtratlarının gereği kiliselerde Rabb'lerini arıyorlardı. Gerçi asırlardır tahrip
edilegelen Hıristiyanlık, Hz. İsa'nın getirdiği din olmaktan çıkıp, çelişkilerle
dolu beşeri bir din haline gelmişti. Çok az dahi olsa içinde hakikat payının olması,
Hıristiyanlık'ın günümüze değin ayakta kalmasını sağlamıştı.

Uzun bir süredir, Unitarian Universalist adındaki kilise üyelerinin düzenlediği
haftalık toplantılara katılıyorum. Bu kilise çok heterojen bir yapıya sahip. İki
yüzü aşkın üyesinin belki de tek ortak noktası teslis inancını red etmeleridir.
Burası, kilise adını taşımasına rağmen, farklı inançtaki insanların buluştuğu bir
lokal haline gelmiş. Üyeler arasında, Budist'ten ateiste kadar farklı inancı olan
insanlar var. Her bir grup, ayrı faaliyetler organize ediyor. Bu gruplardan biri
Özgür Düşünürler (Freethinkers) adını taşıyor. Eski papazdan üniversite hocalarına
kadar, düşünen insanların oluşturduğu bir grup. Hür düşünmek için her türlü dinin
etkisinden uzak kalmanın gereğine inanan bu grubun üyelerinin büyük ekseriyeti ateist
ve agnostik. Her hafta Perşembe akşamı saat 7 ile 8:30 arasında toplanıp, serbest
düşünme pratiği yapıyorlar. Grubun bir üyesi, belirlenen bir konuda hazırlık yapıp,
yirmi dakikada konuyu takdim ediyor. Geriye kalan süre içinde, grup üyeleri birlikte
konuyu tartışıyorlar.

Özgür Düşünürler, birkaç hafta önce, Sam Harris'in kitabı ışığında, İslam ve
terör konusunu tartışmaya açtı. Üyelerden biri kitapla ilgili bir sunum yaptı. Sunumu
yapan kişi, kitabı kısaca özetledi. Özellikle, kitapta vurgulandığı gibi, kafirlere
karşı kin ve nefret besleyen Kur'an ayetleri ve hadislerle beyni yıkanan Müslüman
teröristlerin tarihte eşine rastlanmamış bir tehlike arz ettiklerini ifade etti.
Daha sonra, Harris'in kitabında kelimelerle anlatılanı görüntüyle desteklemek için,
Müslüman teröristlerin Irak'ta rehin aldıklarının başını keserken çekilmiş birkaç
resmi gösterdi. Hemen sonrasında da, bir Amerikalının boğazlanırken çekilen video
görüntülerini göstermek istediğini söyledi. "Bu görüntüden rahatsız olan varsa kısa
bir süre için dışarı çıkabilir," deyince itiraz sesleri yükselmeye başladı. Büyük
çoğunluk söz konusu görüntüden rahatsız olacaklarını söyleyince, sunumu yapan kişi
video gösteriminden vazgeçti. Verilmek istenen mesaj gayet açıktı: Cihatla ilgili
ayet ve hadisleri okuyup, onlara inanan Müslümanlar, kendilerinden olmayanlar için,
en acımasız canavarlar hükmüne geçiyorlar. 11 Eylül'de binlerce masumu, akılları
hayrette bırakan bir yolla katleden Müslüman teröristler, ellerine geçirdiği hasımlarını
boğazlamak ve Cennette hurilere kavuşmak için vücutlarını bomba yapmaktan çekinmiyorlar.

Harris'in iddiaları hiç de bana yabancı gelmiyordu. Türkiye'de bu tarz korku
paranoyası olan bir kesimin söyledikleriyle büyük paralellik gösteriyordu. Bana
asıl ilginç gelen, benim dışımda herkesin bu yazılanlara mutlak doğru diye inanmasıydı.
Allah'tan gelen bir mesajı acımasızca sorgulayan insanlar, birazcık araştırıldığında,
yalan ve yanlışlarla dolu olduğu açık olan bir kitaba samimiyetle inanıyorlardı.
Demek ki, inanmayan kimse yok aslında. Herkes inançlı; ancak, kimileri Hakka inanırken,
kimileri de batılı Hak sanıp ona inanıyor. Ateist dahi bir inanca sahip. Yaratıcının
olmadığına inanıyor.

Düşünme melekesini en iyi şekilde kullandığını iddia eden "özgür düşünürler"
İslam ile terörü aynı kefeye koyuyorsa, avam insanlar İslam deyince ne düşünüyor
acaba? Geçenlerde izlediğim bir belgesel tam da bu sorunun cevabını araştırıyordu.
Belgeseli sunan kişi, sokakta gelip geçen insanları durdurup şu iki soruyu sorarak
tek kelimeyle cevap vermelerin istiyordu:

İslam deyince aklınıza ne geliyor?

Terör deyince aklınıza ne geliyor?

Cevaplar tahmin edeceğiniz gibi: Birinci soruya terör ve şiddet; ikinciye ise,
İslam ve Ortadoğu cevabını veriyordu insanların büyük çoğunluğu. Amerika'da yapılan
kamuoyu araştırmaları da benzer sonuçları gösteriyor.

Konuşmacı, Harris'e katıldığını ve İbrahimî dinlerin üçünde de kendinden olmayana
karşı kin, nefret ve düşmanlık aşılandığını söyledi. Tek çıkış yolu ise, insanları
dinlerin anlattığı hurafelerden uzaklaştırıp, aklını kullanmaya teşvik etmekten
geçiyor, dedikten sonra konuyu tartışmaya açtı. Benden önce söz alan herkes, Harris'in
düşüncesine katıldıklarını söylediler. Anlaşılan, tek aykırı ses ben olacaktım.
Elimi kaldırarak söz istedim. Herkes benim ne diyeceğimi merakla bekliyordu. Bütün
gözler bir anda bana dönmüştü. Konuşmacıya teşekkür ettikten sonra, özetle şunları
söyledim:

"Harris'in anlattıklarına kısmen katılıyorum. Anladığım kadarıyla, Harris'in
kitabında iki temel mesaj veriliyor. Birincisi, dinler akıl ile çelişen hurafe inançlardır.
Aklın hakim olduğu bir asırda, bu hurafelerden kurtulmanın zamanı gelmiştir. İkincisi,
İbrahimî dinler ve özellikle İslam nefret ve kin telkin ediyor. Kitle imha silahları
ellerine geçip, onlar bizi imha etmeden önce, biz onların icabına bakmalıyız."

"Harris'in kitabını dikkatle okudum. Yazar, İslam hakkında birincil eserlere
gitmemiş ve İslam'ı çarpıtan oryantalistlerden alıntılar yapmıştır. Özellikle, akıl
ve inanç konusunda, Hıristiyanlık'la İslam aynı kefeye konulmuş. Oysa, Hıristiyanlık'ta
akla değil, asırlarca kilisenin dogmalarına öncelik verilmiştir. Tahrip edilen İncil'de
akla aykırı birçok hüküm yer aldığı halde, insanlara sorgulamadan inanmaları istenmiştir.
Ancak, aynı şeyi İslam için söylemek haksızlık olur. Kur'an'da birçok yerde, "düşünmez
misiniz", "akletmez misiniz" gibi ifadeler yer alıyor. İslam, esaslarını akla ve
hakiki bilime dayandırıyor. Bu sırdandır ki, İslam'ın tam olarak yaşandığı dönemlerde,
Müslümanlar bilimde büyük ilerleme kaydetmişler. Harris bile kitabında bu noktayı
inkar edememiş. Her dinin bir parlak dönemi olduğu gibi, İslam'ın da böyle bir parlak
dönemi olmuştur, diyerek geçiştirmiş. Oysa, insaflı ve dikkatli bir şekilde İslam
tarihini inceleyenler, İslam ile Hıristiyanlık arasında, akıl ve bilime önem verme
açısından çok büyük farkların bulunduğunu görecekler. Yazar, bu farkı fark etmeden,
iki dini de aynı kefeye koymakla haksızlık yapmıştır."

"İslam'ın terörü telkin ettiği noktasına gelince; kanaatimce, yazar bilmeden
yanlış hüküm veriyor veya bilerek hakikati çarpıtıyor. On dört asırlık geçmişi olan
ve şimdiye değin birkaç milyar mensubu olan bir din, günümüzdeki birkaç yüz teröristin
yaptıklarıyla mahkum edilemez. Yazarın yaptığı şuna benzer: Amerika'daki insanları
hiç görmemiş biri, internet üzerinden, cinayet işleyip hapse giren binlerce Amerikalının
hikayesini okuyor. Amerikan toplumu cani bir toplumdur, diye bir hükme varıyor.
Böyle bir hükmün ne kadar haksız ve yanlış olduğunu hepiniz takdir edersiniz. Aynen
öyle de, şu anda İslam namına şiddeti savunan insanların oranı, Amerika'daki mahpusların
oranından bile daha azdır. Kur'an'a göre, masum insanları öldüren teröristler, bir
insanı dahi öldürse, bütün insanlığı öldürmüş kadar büyük bir cinayet işlemiştir.
Her toplumda ve her dinde cinayet işleyenler vardır. Ancak, hiçbir toplum ve din,
canilerden dolayı mahkum edilmez."

Ben konuşmamı bitirirken, biri heyecanla söz istedi. Elindeki Harris'in kitabını
göstererek şöyle konuştu: "Güzel söylüyorsun, ancak bu kitapta anlatıldığına göre
Kur'an'da nefret ve düşmanlık telkin eden birçok ayet vardır. Müsaade edersiniz
birkaçını size okuyacağım…" diyerek, "Şüphesiz kafirler, sizin apaçık düşmanınızdır."
(Nisa Suresi, 101) gibi kafirlere ilişkin ayetlerin meallerini okudu.

Harris, kitabında Kur'an'da cihat ve kafirlerle savaşmak konusunu işleyen ayetlere
geniş yer vermişti. Doğrusu bu ayetleri okuyanlar, şiddetin asıl kaynağının Kur'an
olduğu yargısına varabilir. Harris, kitabında, söz konusu ayetleri naklettikten
sonra, şu çıkarımda bulunuyor: Bütün Müslümanlar Kur'an'ın hiçbir harfinin dahi
insan tarafından yazılmadığını ve tamamıyla Allah kelamı olduğuna inanıyor. Allah,
kafirleri imha edin, size huriler vereceğim, sizi Cennete koyacağım diyorsa, Müslümanların
canlı bomba olması gayet normal.

Ben tekrar söz istedim. Herkes, bana yöneldi. Benim ne diyeceğimi çok merak ediyorlardı.
Öyle ya, Kur'an'da bu şekilde açık bir hüküm varken ve ben de Kur'an'a harfiyen
inanan biri olduğuma göre, son derece açık ifadelerle kafirlere karşı savaşı ve
düşmanlığı telkin eden ayetleri inkar edemezdim. Oysa, kendilerini ateist veya agnostik
olarak tanımlayan bir grubun içinde bulunuyordum. Açık bir tezat vardı ortada. Herkes,
lisanı haliyle, bu muammayı çöz diyordu. Benzer soruya sıklıkla karşılaştığım için
zorlanmadan şu cevabı verdim:

"Kur'an'ın tarihini ve bütün ayetlerini dikkate almayanlar, biraz önce zikrettiğiniz
ayetlerine bakarak, yanlış bir hükme varabilir. Kur'an bir günde veya bir ayda yazılmamıştır.
Allah, Kur'an'ı bir anda Peygamberine indirebilirdi. Hz. Peygamber de gidip, ümmetine
Kur'an'ı bir bütün olarak aktarırdı. Oysa, Kur'an, ayet ayet nazil olmuştur. Toplam
23 sene sürmüştür bütün ayetlerin nüzul olması. Her şeyi hikmetle yapan Allah, elbette
Kur'an'ı parça parça indirmekle birçok hikmetler gütmüştü. Ayetlerin büyük ekseriyeti,
ayetin konusuyla ilgili bir hadise yaşandıktan sonra indirilmiştir. Böylelikle,
Allah ayetlerin nasıl anlaşılması gerektiği noktasında ümmetine ders vermiştir.
Bundandır ki, birçok Kur'an tefsirleri ayetlerin nüzul sebebini dikkate alarak tefsir
yapar. Harris'in kitabında alıntı yaptığı ayetlere bu şekilde bakmak gerekir. Hz.
Peygamber, İslam'ı ilk tebliğe başladığında Mekkeli müşrikler karşı çıktığı gibi,
Müslümanlara her türlü zulüm ve işkenceyi yapmaktan geri kalmamıştı. Birkaç defa
Hz. Peygamber'i öldürmeye bile teşebbüs etmişlerdi. Müslümanlar, yapılanlara karşı
13 sene boyunca sabırla mukabele etmişti. Birçoğu, malını ve mülkünü bırakarak,
sırf inandığı gibi yaşamak için başka bir yere hicret etmişti. Okuduğunuz ayetler,
Hz. Peygamber'e, söz konusu kafirlere karşı savaş yapma yetkisini veriyordu. Allah'ın
emri ve rızası dışında hareket etmeyen Hz. Peygamber, bu ayetlerin indirilmesinden
sonra, düşmanlarına savaş açmıştı. Kur'an'ın başka bir ayetinden, savaş ayetlerinin
tüm kafirlerle ilgili olmadığı açıkça anlaşılıyor: 'Dininizden dolayı sizinle savaşmayan,
sizi yerinizden, yurdunuzdan etmeyen kafirlere gelince, Allah sizi onlara iyilik
etmeden, adalet ve insaf gözetmeden menetmez. Çünkü Allah adil olanları sever.'
(Mümtahene Suresi, 8. ayet)"

Konuşmayı dikkatle dinleyenlerden biri ayağa kalkarak şunu sordu: "İslam namına
şiddet kullananlara ne diyorsun? Onlar şiddeti meşru kılma telkinini kimden alıyorlar?"
Ben de ona cevaben şunları anlattım:

"Doğrusu İslam kadar barış ve huzura vurgu yapan başka bir din daha var mı bilmiyorum.
Ne gariptir ki, İslam kadar şiddetle ve terörle özdeşleşen bir din de yoktur. Bu
garip tezat, insanların 15 asırlık İslam tarihini ve bir buçuk milyara ulaşan Müslümanları
yok sayarak, onun yerine İslam namına şiddeti meşru gören birkaç bin insanı esas
alıp hüküm vermesinden kaynaklanıyor. Oysa, İslam'ın gerçekten şiddet telkin edip
etmediğini anlamak için şu anki bütün Müslümanları ve Hz. Peygamber'den günümüze
kadar ki bütün İslam toplumlarını incelemek gerekir. Eğer iddia edildiği gibi, İslam
şiddeti telkin etseydi, Müslümanların çoğu şiddet taraftarı olurdu. Oysa, çok küçük
bir azınlık, politik gayelerine alet etmek maksadıyla, İslam'ı şiddeti destekleyen
din olarak gösteriyor. Bu azınlığa bakıp, bütün Müslümanlar hakkında yargıda bulunmak
zulümdür. Bu durum, Amerika'ya ilk defa gelen birinin, suç işleyip hapse düşenleri
düşünüp, Hıristiyan Amerikan toplumu cani bir toplumdur diye hüküm vermesine benzer.
Oysa, toplumdaki insanların yüzde 5'i suç işlemesine rağmen, yüzde 95'i barış içinde
yaşıyor. Bütün Müslümanlar içinde şiddeti savunan insanların oranı yüzde 5, belki
de yüzde 1 bile değildir. Yüzde 1 veya binde birin cinayetine bakıp, yüzde doksan
dokuz masumu mahkum etmek büyük bir cinayettir ve bu insanlara manevi bir zulümdür.
Kur'an bir masum insanı katleden bütün insanlığı katletmiştir, diyor. Bu açık hükme
rağmen, masum bir tek insanı bile katleden bir insan, Müslüman dahi olsa, bütün
insanlığı katletmiş bir canidir. Her toplumda caniler ve katiller olduğu gibi, Müslümanlar
arasında da böyle caniler çıkabilir. Ancak bir tek caninin yüzünden bütün Müslümanlara
cani muamelesi yapmak büyük bir zulümdür. Biraz önce paylaştığım ayet Müslümanların
Müslüman olmayanlara nasıl muamele etmesi gerektiğini çok açık bir şekilde ifade
ediyor."

"İslam tarihini okuyanlar, İslam'ın ilk günden beri gittiği yerlere, barış, kardeşlik
ve huzuru götürdüğünü anlayacaktır. İslam'dan önceki Mekke tam bir anarşi ve vahşet
yeri iken, İslam ile birlikte barış ve huzur yerine dönüşmüştür. Kız evlatlarını
toprağa diri olarak gömenler, İslam'la bir sineği bile öldürmekten çekinir hale
gelmişler. Doğrusu İslam'ın en kamil anlamda uygulandığı Hz. Peygamber ve dört halife
devrini dikkatle inceleyen insaf sahibi insanlar bunu teyit ediyorlar. Nitekim,
Karen Armstrong gibi yıllarca rahibelik yapan biri dahi Peygamberimizin hayatını
incelediğinde O'na adeta aşık olduğunu ifade etmekten çekinmemiştir. Peygamberimiz
hayatta iken, onun getirdiğin mesaja inanmayanlar bile, onun yüce vasıflar sahibi
olduğunu kabul ediyorlardı. Bundandır ki, müşrikler ona yalancı diyememişler, mucizelerini
görünce sihirbaz demişlerdi. Günümüzde Karen Armstrong gibi insaflı araştırmacılar,
Peygamberimizin getirdiği mesajı kabul edip Müslüman olmadıkları halde, peygamberimizin
yüksek ahlak ve fazilet sahibi oluğunu teyit etmişler. Yıllarca İslam hükümranlığı
altında yaşayan birçok Hıristiyan toplumu dinlerini muhafaza etmişlerdir. Yunanistan
ve Bulgaristan bunun iki örneğidir. İslam, insanların serbest iradelerine saygı
üzerine inşa edildiğinden, tarihteki Müslüman ülkeler çoğunlukla diğer dinlerin
mensuplarına toleranslı olmuşlardır."

Başka biri söz alarak, o hafta bütün haber kanallarında ilk sırada yer alan bir
haberi paylaştı. Medyadaki habere göre, Afganlı Müslüman biri kendi isteğiyle, Hıristiyanlık'ı
seçince, Afgan yasalarına göre idamla yargılanıyordu. Batı medyası, her gün sürmanşetten
bu hadiseyi konu edinerek, söz konusu Afganlıyı idamdan kurtarmaya çalışıyordu.
Söz alan kişi, olayı ayrıntılı olarak anlattıktan sonra, bana dönüp şu soruyu sordu:
"İslam, başkasının dinine tolerans gösterseydi ve insanın özgür iradesine saygı
duysaydı, din değiştiren birini idam eder miydi?"

Ben de cevaben şunları anlattım:

"Öncelikle şunu belirteyim ki, bilinçli bir Müslüman'ın başka bir dine girmesi
yok denecek kadar azdır. Başka dinlerden sürekli İslam'a giren insanlar ve toplumlar
olmuştur; ancak İslam'ı bırakıp başka dine giren toplumlara tarihte rastlanmamıştır.
Avrupa'ya ve Amerika'ya göç eden Müslümanlar, dinlerini bırakıp Hıristiyan olmak
yerine, birçok Hıristiyan'ın Müslüman olmasına vesile olmuşlar. Her tarafta yapılan
Hıristiyanlık propagandasına rağmen, göçmen Müslümanlar dinlerini değiştirmiyorsa,
bunun üzerinde düşünmek gerekir. Demek ki, Müslümanlar Hıristiyanlık'ı İslam'la
kıyasladıklarında, tercihlerini İslam'dan yana yapıyorlar. Her iki dinin esaslarını
bakınca bunun nedeni anlaşılır. Her iki din de benzer "iman esaslarını" içeriyor.
İkisinde de, Allah inancı, peygamberlere iman, ahiret inancı, meleklere ve semavi
kitaplara iman vardır. Fark, bu iman esaslarının detaylarına girince ortaya çıkıyor.
Bir Hıristiyan, teslis inancıyla Yaratıcıyı üçlerken, bir Müslüman tevhid inancına
dayanarak tek olan Allah'a inanır. Bir Hıristiyan, Hz. İsa bizim için çarmıha gerildi,
onu sevmekle hepimiz Cehennemden kurtulacağız derken, bir Müslüman herkesin şahsi
amellerinin karşılığını göreceğine inanır. Bir Hıristiyan, Hz. İsa'yı beşer üstü
kabul edip tanrılaştırırken, Hz. Muhammed'in (sav) peygamberliğini kabul etmez.
Bir Hıristiyan, Kur'an'ı semavi kitap olarak kabul etmez ve tahrip edildiği tarihen
sabit olan ve birçok farklı nüshaları olan İncil'i kendine rehber edinir. Bir Müslüman
ise, Hz. Muhammed'e Allah'ın kulu ve elçisi olarak inanırken, Hz. İsa'yı ve İncil'de
geçen birçok peygamberin peygamberliğini kabul eder. Bir Müslüman ise, İncil de
dahil olmak üzere, semavi kitaplara iman eder ve günümüze kadar hiçbir harfi değişmeyen
Kur'an'ı kendine rehber edinir. Kısacası, ana temaları itibariyle, İslam ve Hıristiyanlık
arasında bir fark yoktur. Her iki din de aslında aynı hakikatleri ders veriyor.
Fark anlatım tazlarındadır. İslam'ın anlattığı tarzdaki iman hakikatleri akla daha
makul geliyor. Bu nedenle, İslam'ı bilen biri, Hıristiyanlık'ı öğrendiğinde, dinini
değiştirmek için hiçbir gerekçe görmüyor. Oysa, bir Hıristiyan doğru İslamiyet'i
öğrendiğinde, aynı hakikatleri daha makul bir tarzda anlatıyor, diye İslam'ı tercih
edebilir. Nitekim, günümüzde sayıları milyonları aşan bilinçli Hıristiyan, İslam'ın
iman hakikatlerini daha makul gördüğü için Müslüman olmuşlardır."

"Tarihte hiçbir Müslüman Hıristiyan olmamıştır, demek istemiyorum. Topluluk olarak
İslam'ı bırakıp, Hıristiyanlık'a geçildiği görülmemiştir, diyorum.2 Kısacası, İslam'ın
bilinçli olarak yaşandığı toplumlarda bir Müslüman'ın Hıristiyan olması çok enderdir.
Bu tarihi gerçeği belirtikten sonra sorunuza cevap vermeye çalışayım. Afganistan'daki
uygulama Kur'an'ın açık bir hükmüne değil, tarihsel bazı uygulamalara dayanıyor.
Eskiden, Müslüman bazı idareciler, yukarıdan açıkladığımız nedenlerle bir insanın
Hıristiyan olamayacağını düşünürek, din değiştirenleri başka ülke hesabına çalışan
casus gibi görmüşler. Bu nedenle de, din değiştirmeyi vatana ihanet gibi algılayıp,
cezalandırma yoluna gitmişler. Bir kısım alimler, böyle bir uygulamayı, İslam'ın
temel prensiplerine aykırı görmüşler. Madem Allah'ın gücü her şeye yeter, Allah
isteseydi, herkesi Müslüman yapar ve ömrünün sonuna kadar da Müslüman kalmalarını
sağlardı. Oysa, Allah insanlara özgür irade vermiş ve peygamberleri bile ancak bir
öğüt verici ve uyarıcı olarak gönderdiğini söylemiştir. Bu durumda, insanlara İslam'a
girmeleri için baskı yapılamadığı gibi, İslam'dan çıkmak istediklerinde de baskı
yapılamaz."

İslam'ı Teröristlerin Elinden Kurtarmanın Yolu

Bir önceki bölümde genişçe tartıştığım gibi, 11 Eylül'den sonra, gayrı-Müslimlerin
nazarında İslam terörle özdeş hale gelmiştir. Bütün insanlığın dünya ve ahiret saadetine
vesile olacak prensipleri içeren İslam'ı herkese ulaştırmanın yolu, onu teröristlerin
elinden geri almaktır. İnsanlığın içine düştüğü girdaptan kurtuluşu İslam'ın teröristlerin
elinden kurtuluşuna bağlıdır. İslam'ı teröristlerin dini olmaktan çıkarıp, tam adalet,
evrensel barış, soysal huzur ve bireysel saadeti sağlayan bir din haline getirmek
için yapılması gerekenleri bu bölümde kısaca tartışacağım.

30 Gün Müslüman Gibi Yaşayan David'in Öyküsü

Geçenlerde izlediğim bir belgesel, Batılı insanların zihninde teröristlere mahkum
düşen İslam'ın kurtuluşu için neler yapılması gerektiği konusunda çok güzel bir
fikir veriyordu. Morgan Spurlock'ın yapımcılığını yaptığı belgesel, FX televizyon
kanalında yayınlandı. Spurlock, aslında gayet basit bir şey yapmak istemiş: İslam
hakkında, medyadan duyduklarından başka bir şey bilmeyen bir Hıristiyan'ı bulup,
bir Müslüman ailenin yanına bir ay boyunca yerleştirmek. Spurlock, gazete ilanıyla
bu projeye katılmak isteyen adayı ararken iki şart koşmuş: Birincisi; aday, o güne
kadar, İslam hakkında hiçbir kitap okumamış, hiçbir İslam ülkesinde bulunmamış,
hiçbir Müslüman tanımamış olacak. İkincisi, aday, bir ay boyunca her yönüyle Müslüman
gibi yaşamaya çalışacak. Yani, Müslümanların yemediklerini yemeyecek, içmediklerini
içmeyecek. Müslümanlar gibi giyinecek. Onlar gibi, ibadet yapacak, Kur’an okuyacak.
Kısacası, misafir kalacağı dindar Müslüman ailenin yaptıklarını yapacak, yapmadıklarını
yapmayacak. Belgeselin maksadı, bir Hıristiyan'ın, İslam'ı gerçek manada öğrendiğinde
ve Müslümanları yakından tanıdığında, İslam ve Müslümanlar hakkında neler düşündüğünü
ortaya koymak. Böylelikle, sadece medyadan İslam'ı öğrenen insanların İslam hakkındaki
düşüncelerinin doğruluğunu test etmek.

Spurlock, başvuru yapanlar arasında, en uygun aday olarak David Stacy'i seçer.
David, 33 yaşında. Bira içen ve domuz yiyen David tipik bir Amerikalıyı temsil ediyor.
İslam, hakkında hiçbir kitap okumamış ve hiçbir Müslüman'ı tanışmamış o güne kadar.
Spurlock, Müslüman deyince ne aklına geliyor diye sorduğunda, "elinde AK-47 silahı
olan ve başkasıyla savaşan bir insan" diye cevap veriyor, David. Spurlock, Amerika'da
Müslüman nüfusun en kalabalık olduğu Michigan eyaletinin Dearborn şehrinde Pakistanlı
bir Müslüman ailenin yanına yerleştirir, David'i. David, 30 gün boyunca, bu Müslüman
ailenin bir ferdi gibi yaşar. Onlarla beraber sabah namazına kalkar. Onlarla birlikte
yer, içer. Onların katıldığı sosyal aktivitelere katılır. Onlarla birlikte Cuma
namazına gider. Belgesel, David'in yaşadıklarını ve düşündüklerini günbegün yansıtıyor.
David, macerasının ilk gününde daha şafak sökmeden sabah namazına kaldırılınca,
İslam'ın yüksek disiplin ve büyük özveri gerektiren bir din olduğunu anlar. Düzenli
olarak haftada bir kiliseye giden bir Hıristiyan çok dindar kabul edilirken, haftada
bir Cuma namazına gittiği halde, günde beş defa vakit namazlarını kılmayan dindar
sayılmıyor. David, İslam'ın çok yüksek disiplin gerektiren ve Hıristiyanlık'a göre
yaşanması daha zor bir din olduğunu itiraf eder. David, koyu bir Hıristiyan olduğu
için, namazı şeklen taklit ederek kılmayı dahi içine sindiremez. Bir nevi kendi
inancına ihanet gibi görür. Anlaşma gereği, namaz vakitlerinde, abdest alıyor ve
seccadeyi serip, namaz süresince seccadenin başında duruyor. David, misafir kaldığı
aileyle birlikte, o beldedeki Müslümanların düzenlediği sosyal aktivitelere de katılıyor
ve Müslüman topluluğu daha yakından tanımaya çalışıyor. Daha da ilginci, David,
Müslüman gibi sakal bırakıyor, uzun Pakistani kıyafet giyiyor ve başına da takke
takarak dışarıda dolaşmaya başlıyor. Bu haliyle, David tipik bir Pakistani Müslüman
gibi görünüyor. Kameralar, David'i takip ederek, sıradan Amerikalıların Müslüman
kılığındaki birine nasıl yaklaştıklarını ortaya çıkarıyor. David, bu kıyafetleriyle
havaalanına giderken, ilk defa sıkı bir kontrolden geçiriliyor. 30 günlük sürenin
sonlarına doğru, David bir radyo kanalında, canlı yayına çıkarak, yaşadıklarını
Amerikalılarla paylaşır. Bu esnada canlı yayına katılan bir dinleyici, "gittiğin
yerlerde gizli terörist hücresiyle karşılaştın mı?" diye sorar. Amerikalıların Müslümanlara
karşı ön yargısını ortaya çıkarmak için, David, Pakistani kıyafeti ve uzun sakallarıyla,
Müslümanlara karşı ayrımcılığı önleyecek bir yasal düzenleme için imza toplamaya
çalışır. Büyük çoğunluk, David'in imza talebini, garip bir bakışla ret eder. Bir
kısmı, imza atmayı kabul etmediği gibi, hakaret içeren laflar sayıklayarak uzaklaşır.

Belgeselin sonunda, David, Müslümanlarla vedalaşıp ayrılırken büyük bir üzüntü
duyar. Otuz günün sonunda, Müslümanları ve İslam'ı yakından tanıyınca, korku, endişe
ve düşmanlık yerini, emniyet ve dostluğa bırakır. David, Müslümanlar hakkındaki
önyargılarından tamamen sıyrıldığını itiraf eder. Evine döndüğünde, kendisine hediye
verilen Kur'an'ı kitaplığının en yüksek rafına yerleştirir. Yahudilik, Hıristiyanlık
ve İslam'ın, Hz. İbrahim'e dayandığını ve İbrahimî ağacın bir dalı olan İslam'a
büyük saygı duyduğunu ifade eder.

David'in hikayesi, İslam'ın çarpık imajını düzeltmek için neler yapılması gerektiği
konusunda çok ibretli dersler içeriyor. Dünyanın birçok yerinde, doğru İslam'ı bilmediklerinden
dolayı, Müslümanlara bir nevi düşman gözüyle bakan milyonlarca Davidler var. Onları
İslam'a dost ve belki de talebe yapmak her bir Müslüman'ın doğru bir şekilde İslam'ı
temsil etmesine bağlıdır. İslam'ın, ilk ortaya çıktığında, yarım asır gibi kısa
bir sürede, üç kıtaya yayılmasındaki sır da budur. Sahabeler, İslam'ın tüm güzelliklerini
hayatlarına yansıtarak, güzelliğe fıtraten aşık insanları kendilerine çektiler.
Kılıç zoruyla bedenleri ve toprakları fethetmediler, İslam'ı hakkıyla temsil ederek,
kalpleri fethedip, dünyanın dört bir yanına kısa sürede ulaştılar. Bediüzzaman'ın
dediği gibi, "eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-ı imaniyenin kemalâtını ef’alimizle
izhar etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyet'e girecekler.
Belki, küre-i arzın bazı kıtaları ve devletleri de İslâmiyet'e dehalet edecekler.
(Tarihçe-i Hayat)

Bediüzzaman'ın "Müsbet Hareket" Metodunu Yaymak

Bediüzzaman'ın şiddete değil, şefkate dayalı "müsbet hareket" metodunun doğruluğu
11 Eylül'den sonra daha iyi anlaşıldı. Hem İslam dünyasına hem de gayrı müslimlere
"müsbet hareket"in prensiplerini ve evrensel barış için zaruriyetini anlatmaya büyük
bir ihtiyaç vardır.3 Amerikan Senatosu'nda bir grup senatör, 11 Eylül'ün nedenleri
ve çözüm yollarıyla ilgili yaptıkları detaylı komisyon çalışmasının sonunda yayınladıkları
raporda Risale-i Nur hareketi dahil olmak üzere, müsbet hareketi esas olan İslami
cemaatleri ismen zikredip, Müslüman gençlerin teröre saplanmaması için bu hareketlerin
desteklenmesi gerektiğini Senato'ya tavsiye etmişti.4 Bediüzzaman'ın müsbet hareket
modeli, insanı kainat merkezine oturtan, tam adaleti esas alan ve herkesin kendisinden
emin olduğu insanlar yetiştirmeyi gaye edinen bir modeldir. Bu modelin evresel boyutta
anlaşılması, günümüzde yaşanan terör faaliyetlerinin kökünü keseceği gibi, devlet
gücünü kullanarak zulüm irtikap edenlerin de önüne set çeker.

İnsanı Kainat Merkezine Yerleştirmek

Bediüzzaman, Nur Külliyatı'nın birçok yerinde "insanı" kainat merkezine yerleştiren
bir anlayışı dile getiriyor. Eşrefü'l mahlukat olan insan için bütün kainat yaratılmış
ve seferber edilmiştir. Kainat üzerinde bütün isim ve sıfatlarını tecelli ettiren
Kudret-i Ezeli, bütün kainatı bir tek insanda toplayarak, kudret, azamet ve rahmetini
göstermiştir. Bu anlamda, her bir insan büyütülse, bir kainat olacak ve bütün kainat
küçültülse bir insan olacaktır. İnsanı kainatın merkezine koyan ve her şeyi ona
hizmetçi yapan bu anlayışa sahip biri, her bir insana kainat kadar büyük bir kıymet
verecektir. Doğrusu, günümüzde bir kısım devletlerin ve terör örgütlerinin yüz binlerce
masum cana kıymaları insana bir hayvan kadar kıymet vermediklerini gösteriyor. Örneğin,
Amerika'da hayvan hakları, özellikle köpek hakları konusunda gösterilen hassasiyet,
insana çok görülüyor. Milliyetçilik duygusuyla, kendi milletinden bir masumun ölümüne
ağlayanlar, öteki milletlerden binlerce masumun ölümüne tepkisiz kalıyorlar. Sanırım,
Irak'ta ölen yüz bin masum insan yerine, yüz bin köpek katledilseydi, Amerikalılar
daha büyük tepki göstereceklerdi.5

Tam Adalet Taraftarı Olup, Zulmün Her Türlüsüne Karşı Çıkmak

Günümüzde, hem teröristler hem de onlara karşı savaşanlar tarihte eşine rastlanmamış
oranda zulüm işliyorlar. Karşı cephede savaşmalarına rağmen ikisinin adalet anlayışlarında
büyük bir benzerlik vardır. İkisi de siyasi hedeflerine ulaşmak ve kendi menfaatlerini
gözetmek uğruna masum insanların canına kıymayı hoş görüyor. Örneğin, 11 Eylül'de,
akılları hayrette bırakarak, dehşetli cinayeti işleyenler, Dünya Ticaret Merkezi'nde
masum insanların bulunduğunu elbette biliyorlardı. Aynı şekilde, Irak'ın üzerine
Cehennem füzelerini yağdıran Amerikan askerleri de, binlerce masumun öleceğinin
farkındaydı. İki taraf da, maksatlarına ulaşmak için masum insan canına kıymada
bir beis görmüyor.

Oysa, Kur'an bir masum cana kıymanın bütün insanlığı öldürmek gibi büyük bir
cinayet olduğunu şu ayetle ifade ediyor: "Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde
fesat çıkarmamış birini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de bir
insanı kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibidir." (Maide Suresi, 32.
ayet). Bediüzzaman, Sünuhat isimli eserinde bu ayeti tefsir ederken, çok önemli
birkaç noktaya işaret ediyor. Birincisi, bu ayet, tam adalet olan (adalet-i mahza)
ilahi adaletin prensibini beyan ediyor. Sonsuz adalet sahibi olan Adil-i Mutlak'a
göre, bir insan hayatı bütün insanlığın hayatı kadar kıymetlidir. "Bir masumun hayatı,
kanı, hatta bütün beşer için olsa da heder olmaz" (Sünuhat, s. 27). Her bir insan,
bir anlamda bütün insanlık kadar değerlidir. İkincisi, bu ayet, her bir insanın
fıtratında bütün insanlığı yok edebilecek kadar büyük bir potansiyel olduğuna işaret
eder. "Hodgamlık (bencillik) ile öyle insan olur ki, heves ve ihtirasına mani her
şeyi, hatta elinden gelse dünyayı harab ve nev-i beşeri (tüm insanlığı) mahvetmek
ister." (Sünuhat, s. 27) Üçüncüsü, her insanın bütün insanlığı imha potansiyeline
sahip olduğuna işaret ederek, muhtemeli mümkün gibi göstererek, nefsi, masum insanları
öldürmekten nefret ettirip, uzaklaştırıyor. Günümüzde, atom bombasına sahip ülkelerin
devlet başkanları, engel olunmazsa, bütün insanları imha edecek bir gücü ellerinin
altında bulunduruyorlar. Kur'an, yukarıdaki ayetle insanın bu derece yüksek imha
potansiyeline sahip en tehlikeli canavar olabileceğine dikkat çekerek, onun bu potansiyelini
kullanmasına engel olmaya çalışıyor.

Asr-ı Saadete yaşanan Cemel Vakası'nın asıl nedeni, Bediüzzaman'ın 15. Mektup'taki
açıklamasına göre, dördüncü halife Hz. Ali ile karşı tarafta yer alan Hz. Aişe,
Hz. Talha ve Hz. Zübeyir arasındaki adalet anlayışındaki farktan kaynaklanıyordu.
Hz. Ali, tam adaleti (adaleti mahza) uygulamak isterken, karşısındakiler nisbi adaletin
(adaleti izafiye) uygulanmasını gerektiğini söylemişlerdi. Hz. Peygamberimizin yıldızlar
gibidir diye tarif ettiği Sahabeler arasında adalet anlayışı konusunda savaş çıkması,
bu konunun ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Bediüzzaman'a göre, "Hz. Ali'nin
içtihadı musib (isabetli) ve mukabilindekilerin ise hata"lıydı (Said Nursi, 15.
Mektub). Hz. Ali ve ondan önceki üç halife, hükümlerini tam adalet üzerine inşa
etmişlerdi. İki adalet anlayışı arasındaki farkı teorik bir örnekle şöyle açıklayabiliriz:

Bir gemide dünyanın en tehlikeli 1000 teröristiyle birlikte 1 masum insan bulunduğunu
varsayalım. Tam adalet prensibine göre, bu gemi batırıldığında, söz konusu masuma
zulüm edilmiş olur. Bir tek masumun katli bütün insanlığın katli gibi olduğundan,
bu gemiyi, tam adalet prensibine göre, batırmak büyük bir zulümdür. Oysa, nisbi
adalete göre, umumun selameti için şahıslar feda edilebilir. Toplumun 1000 tehlikeli
caniden temizlenmesi için bir masumu feda etmek ehveni şerdir. Dolayısıyla, geminin
batırılmasında hiçbir beis yoktur. Bediüzzaman'ın tabiriyle, günümüzdeki medeniyet,
"bir köyde bir hain bulunsa, o köyü masumeleriyle imha etmek veya bir cemaatte bir
asi bulunsa, o cemaati çoluk çocuğuyla ifna etmek veya Ayasofya gibi milyarlar değer
bir binaya, kanunu zalimanesine serfuru etmeyen (itaat etmeyen) biri tahassun etse,
o binayı harab etmek gibi en dehşetli vahşetlere" fetva veriyor. (Sünuhat, s. 41)
Sözde medeni bazı ülkeler, bu zalimane prensiple yüz binlerce masum insanı imha
ettikleri gibi, çok küçük bir azınlık dahi olsa, bir kısım Müslümanlar da bu zulme
zulüm ile karşılık veriyorlar. Bazı sözde alimlerin terör faaliyetlerini meşru göstermesi
ve intihar saldırılarına cevaz vermesi nisbi adalet anlayışlarından kaynaklanıyor.
Oysa, bu anlayış İslam'a çok büyük zarar veriyor. Asr-ı Saadette uygulandığı gibi,
Müslümanların tam adaleti savunması gerekir. Esasen, Bediüzzaman'ın "müsbet hareket"
prensibiyle, cephe dışında, şiddet kullanmayı tamamen red etmesi de tam adalet prensibini
kabul etmesinden kaynaklanıyor. Çok sınırlı dahi olsa, bir kısım Müslümanlar nezdinde
destek bulan terör eylemlerinin önünün kesilmesi için adalet-i mahzanın önemine
vurgu yapmaya büyük bir ihtiyaç vardır.

Elinden ve Dilinden Emin İnsan Olmak

Hz. Peygamber (sav) Müslüman'ı, "elinden ve dilinden başkasının emin olduğu kimse"
şeklinde tarif ediyor. Oysa, günümüzde İslam coğrafyası dışında, Müslüman kendisinden
herkesin kuşku duyduğu, çekindiği insan imajına sahiptir. Bu kötü imajı düzeltmek
için, özellikle gayrı Müslim diyarda yaşayan insanlar, İslam'ın güzel ahlakını davranışlarıyla
diğer insanlara göstermelidir.

Diyalog Faaliyetlerine Ağırlık Vermek

11 Eylül'den önce, diğer dinlerin mensuplarını "gavur" diye dışlayanlar, 11 Eylül'den
sonra, küresel dünyada barış ve huzurun ancak karşılıklı diyalog ve anlayıştan geçtiğini
anladılar. İlginçtir, Bediüzzaman, yıllar öncesinden bu zarureti ferasetiyle görerek,
diğer dinlerin tabileriyle diyalogun çekirdeğini atmış ve talebelerini buna teşvik
etmişti. Günümüzde, İslam'ın zihinlerdeki haksız mahkumiyetine son vermek için diyalog
faaliyetlerine büyük bir ihtiyaç vardır. Batı toplumunda, İslam konusundaki cehalet
ve yanlış bilgilendirmeyi ortadan kaldırmak için bu tarz faaliyetler artarak devam
etmelidir.

Peygamberimizin Taif'teki saldırıdan yaralı bir şekilde dönüşü esnasında Hz.
Cebrail'in "İstersen Rabb'im Taif'in etrafındaki iki dağı sana zulmedenlerin başına
örecek" diye yaptığı teklife verdiği cevap, Peygamberimize yapılan hakaretlere karşı
nasıl karşılık verilmesi konusunda önemli bir ders içeriyor. Peygamberimiz, "hayır
onların cezalandırılmasını istemiyorum çünkü onlar bilmiyorlar" dediği gibi, bizler
de İslam'a hakaret ve Müslümanlara eziyet edenlerin cehaletlerinden böyle yaptıklarını
düşünmeli ve onları İslam konusunda doğru bilgilendirmek için diyalog faaliyetlerine
ağırlık vermeliyiz.

Günümüzde, özellikle Batı dünyasında, Peygamberimiz (sav) kadar "yanlış" tanınan
ikinci bir insan olduğunu sanmıyorum. Özellikle 11 Eylül'den sonra bu yanlış ve
çarpık anlayış gittikçe yaygın hale geldi ve birçok insanın zihnine mutlak doğru
gibi yer etmeye başladı. Avrupa'da başlayan karikatür krizi de, zihinlerdeki çarpıklığın
çizgilere dökülmesinden başka bir şey değildir. Bu haksız ve kötü imajı düzelterek
rahmet Peygamberini tüm insanlığa doğru tanıtmak gerekir. Peygamberimizin teröristlerin
değil, tüm insanlığın peygamberi olduğunu her türlü iletişim aracını en etkin şekilde
kullanarak anlatmalıyız.

Öz

11 Eylül sabahı teröristler, sadece yüzlerce masum insanı değil, yaklaşık bir
buçuk milyar insanın dini olan İslam'ı da kaçırdılar. O günden beri, Batı medyasında,
teröristlerin rehin aldığı İslam tartışılıyor. Batılılar, neredeyse terör ve İslam
kavramlarını eş anlamlı kelimeler olarak kullanıyorlar.

Bu makalede, 11 Eylül'de başlayan süreç içersinde, İslam'ın teröristlere nasıl
rehin düştüğü ve bundan kurtuluş yolları tartışılmaktadır.

Anahtar Kelimeler: İslam, terör, 11 Eylül, Müslüman, diyalog

Abstract

In the morning of 9/11, the terrorists did not only kidnap hundreds of innocent
people, but also the Islam, religion of almost one and half billion people in the
world. Since that day, Islam has been discussed in the Western media as a prisoner
of terrorists. The Westerners have been using the terms of Islam and concepts almost
as synonyms.

This article discusses how Islam has been taken a prisoner by terrorists and
the possible ways of getting rid of this situation.

Key Words: Islam, terror, 9/11, Moslem, dialog

Dipnotlar

1. Harris, Sam: "The End of Faith: Religion, Terror, and the
Future of Reason", W. W. Norton, 2005.

2. Günümüzde Afrika’da, misyoner faaliyetleri sonucu
Hıristiyanlık’a geçen çok sayıda Müslüman’ın durumu iki nedenden dolayı
farklılık gösterir. Birincisi, bu insanlar, İslam’ı atalarından bir gelenek
olarak öğrenmelerine rağmen, şuurlu olarak İslam’ı bilmiyorlar. Bu nedenle,
İslam ile Hıristiyanlık arasında sağlıklı bir mukayese yapamıyorlar. İkincisi,
misyonerler maddi zorluklar içinde kıvranan bu insanlara sağlık ve eğitim gibi
hizmetleri rüşvet vererek, inançlarını satın alıyorlar. Dolayısıyla, Afrika’da
yaşananlar, insanların özgür iradeleriyle yaptıkları bir tercih değil,
misyonerlerin, paranın gücüne dayanarak, ya canını veya dinini diyerek insanlara
yaptığı cebir altındaki bir tercihtir.

3. Bu konuyla ilgili ayrıntılı tartışmayı, Köprü dergisinin
Bahar/2003 sayısında yayınlanan "Global Amerikan İmparatorluğu ve Global Barış"
isimli makalemizden takip edebilirsiniz.

4. The 9/11 Commission Report: The Unfinished Agenda,
http://www.9-11pdp.org/

5. Amerikalıların büyük çoğunlukla bu yapılan zulümden
doğrudan sorumlu olduğunu sanmıyorum. Amerikan kültürü, kapitalist hayat
tarzıyla uyuşmadığı için, aile ve insani dostluklar yerine nefsini tatmine
çalışan bencil bireyselliği esas almıştır. Sistem, çocuklar yerine köpekleri ve
diğer evcil hayvanları ikame ederek, hem insanın sosyal ihtiyacına bir cevap
vermeye çalışıyor hem de milyarlarca dolar kazanacak ayrı bir tüketim sektörü
oluşturuyor. Allah’ın hikmet ve rahmetinin eserleri olan hayvanları sevmek
yanlıştır demiyorum; onları insanüstü bir varlık görüp, değer vermek yanlıştır.
Üzülerek şunu söyleyebilirim ki, kapitalist sistemin yetiştirdiği bencil
insanlar, kendinden olmayan insanlara kendi evcil köpekleri kadar bile bir
kıymet vermiyorlar.