The Basic Question of the East and South-east

Giriş: Sorunun Kısa Tarihçesi

Günümüz Türkiye'sinde "Doğu" ve "Güneydoğu" sözcükleri coğrafi bir bölgeyi hatıra
getirmekle birlikte bilenler ve 80 yılık Cumhuriyet tarihi ile ilgilenenler için
etnik bir anlam da ifade eder. Hatta "Doğu" ya da "Güneydoğu" denildiği zaman birçoğumuzun
zihnine, tarihsel arka planı inişler ve çıkışlarla dolu olan birçok siyasi kavramlar
hücum etmektedir. Kuşkusuz siyasal açıdan bazen hüzün bazen de öfke dolu olan bu
kavramların başında "Kürt" kavramı gelmektedir. Bu Anadolu topraklarında yaşayan
insanların tarih boyunca hep hüzün dolu öyküleri olmuştur. Çünkü bu toprakların
fethedilmesi kolay olmadığı gibi, bu toprakları koruyarak buralarda yaşamak da kolay
olmamıştır. Fakat üzüntüyle belirtmek gerekir ki, özellikle son çeyrek yüzyılda
yaşanan acı olaylar, hem Doğu'da hem de Batı'da hazin öyküler bırakmış ve birçok
değerimizi aşındırmıştır.

Kültür devrimi yaşayan toplulukların en büyük zaaflarından birisi, belki de en
önemlisi, yaşanan sosyal ve siyasal olaylara teşhis koyamamalarıdır. "Kürt sorunu"
ya da "Güneydoğu sorunu" ve bu sorunlarla ilgili kavramlar da bu türdendir. Kimisine
göre "Kürt sorunu diye bir sorun yoktur"; bazılarına göre de yaşanan olaylara "Güneydoğu
sorunları" demek daha uygundur. Kimisine göre ise "Kürt" diye bazı insanların varlığından
söz etmek bile vatan hainliğidir. Üzüntüyle belirtmek gerekir ki, bu konuda soruna
doğru teşhis koymak ve çözüm yollarını araştırmaktan çok kafa karışıklığına yol
açan bir kavram kargaşası vardır. Her şeyden önce, yaşanan acı olaylara ve "sorun"
diyebileceğimiz hüzünlü öykülere ne denilirse denilsin, bu topraklarda kendisini
"Türk" kabul etmeyen insanların var olduğu bir gerçektir. Eğer bunların bir kısmına
"Kürt" denilecekse, bunların tarihleri çok eskidir. Anadolu'yu fetheden Türkler
bu topraklara geldiklerinde ilk olarak samimi bir şekilde kendilerine destek olan
Kürtleri bulmuşlardır. Yani tarihte Kürtlerle Türkler hep omuz omuza, büyük bir
dayanışma içerisinde yaşamışlardır. Ufak tefek sürtüşmeler bir tarafa bırakılacak
olursa, tarihte bu iki kavim arasında yapılmış bir savaştan söz etmek mümkün değildir.

Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte milliyetçilik ve laiklik devletin iki ana
temeli olarak kabul edilmiş ve ülkede A'dan Z'ye her şey bu iki ilkeye göre anlamlandırılmıştır.
Amaç, dil, din, sınıf ve meslek ayırımı gözetilmeksizin Anadolu toprakları üzerinde
yaşayan herkesin eşit haklara sahip olduğu görüntüsünü vermekti. Gerçekten de durum
bir görüntüden ibaret kalmaya mahkûmdu. Çünkü bu değerli sonucu elde etmek için
gerekli olan altyapıyı oluşturacak ne bir kadro yetiştirildi, ne de mevcut kadrolara
bu alanda hizmet etme imkânı verildi. Cumhuriyet döneminde kurulan devletin resmi
ideolojisinin ön gördüğü peşin kabullerin etkisinde kalan birçok Türk vatandaşı
da, milliyetçilik damarının kabarması sonucu Kürtlerle ilgili olumsuz kanaatlere
sahip olmaya başlamıştır. Bu anlayışa bağlı olarak özellikle Cumhuriyet döneminde
Kütlerin aleyhine sayılabilecek bir takım siyasal ve kültürel olumsuzluklar meydana
gelmiştir. Söz gelimi, kendisini Kürt kabul eden bir vatandaşımız "Ben Kürdüm" dediğinde,
ya da Kürtçe konuştuğunda başına dertler açılabiliyordu. Dolayısıyla vatandaşlık
paydasında eşit olmayı hedefleyen olumlu sonuç akim kalmıştı. Nitekim zamanla bazı
siyasi mihraklar tarafından iddia edilen "Kürt diye bir millet yoktur" ve "Kürtçe
diye bir dil yoktur" gibi ön yargılar, hep resmi ideolojinin ön kabullerinin sonuçları
olarak ortaya çıkmış ve Kürtlerle Türklerin kardeşliğine önemli ölçüde zarar vermiştir.

Osmanlıların son dönemlerinde, devlet-i aliyenin yıkılmasından endişe eden bazı
aydınların, devlet-millet elden gidiyor refleksiyle koyu bir milliyetçilik ve hatta
komitecilik hastalığına yakalanması ve bu düşüncelerini "anasır-ı uhra" denilen
diğer kavimlerin aleyhine kullanmak istedikleri bir vakıadır. Cumhuriyetin kurulmasıyla
birlikte bu tip çarpık düşüncelere sahip olan aydınlar için adeta gün doğmuştu.
Denilebilir ki, aydınların idareye yaptıkları baskılar sonucu ayrı bir Kürt kültürel
varlığı kabul edilmemiş, hatta Kürt ve Türklerin bir tek kökenden geldikleri ve
aynı ırktan olduğuna ilişkin bilimsel kanıtlar üretilmeye çalışılmıştır. En tuhaf
olanı ise, profesörlüğe kadar yükselmiş birçok ilim adamının kullanılan Kürtçe kelimelerinin
tümünün aslında Türkçeden alınma olduğu yolundaki çabalarıdır. Siyasal ve kültürel
baskılar sonucu Türk etnik kimliği tek kimlik ve Türk kültürü tek kültür olarak
kabul edilmiş, Kürt etnik kimliği ve kültürü baskı altına alınmış, hatta inkâr edilen
ve dışlanan bir kimlik haline gelmiştir.

1925 yılında patlak veren Şeyh Said isyanı ve 1938 yılında baş gösteren Dersim
olayları zecri tedbirlerle bastırılmış ve "Kürt meselesine kesin çözüm getirildi"
diye devlet adeta bayram yapmıştır. Gerçekten de, 1965 yılına kadar Kürtçülük hareketi
sadece eski medreselerde okumuş olan hocalar tarafından itibar görüyordu. Bunun
sebebi, okumuş kesimin sadece eski medrese mezunları arasında yer almasıydı. 1965
ve sonraki yıllarda, ilçelerde liseler inşa edilince, oralarda okuyan Kürt çocukları
sol gruplar tarafından himaye görmeye başladılar. Solcu grupların marifetiyle Kürt
kökenli öğrenciler Marksist ve Leninist olarak yetiştirildiler. Anarşi ve terör
şebekesinin bombardımanı o derece güçlüydü ki, artık liselerde okuyan Kürt kökenli
öğrencilerin tümüne yakın bölümü Türk tarihini okumaktan haz almıyor, tersine öfke
duymaya başlıyordu. İşin ilginç tarafı bu şer odakları, devleti sol bir zemine oturtmayı
başaran 27 Mayıs devrimcileri tarafından alkışlanıyordu. Alabildiğine serbest ve
etkili solcu bir eğitim sonucunda genel olarak İmam-Hatip Liselerine giden Kürt
çocukları dindar olarak yetişirken, diğer okullara giden Kürtlerin büyük bir kısmı
Marksist ve Leninist olarak yetiştiler. Bu dikkat çekici sonucun ülke genelindeki
etkilerini bugün bile görmek mümkündür. Kuşkusuz sol gruplar militanlarını Kürt
çocuklar arasından daha kolay seçebiliyorlardı. Diğer taraftan, Türkçülük propagandasının
yoğun yapıldığı bazı doğu ve güneydoğu illerinden milliyetçi militanlar da çıkmıştır.
Bunu anlamak mümkündür ve iki önemli sebebi vardır: Birincisi, o bölgelerde yoğun
bir baskının mevcut olmasıdır. İkincisi ise, Kürt kökenli çocukların kendilerini
Kürt olarak ifade edememeleridir. Bunun doğal bir sonucu olarak kendilerini Türk
kabul ederek aşırı birer Türkçü militan olabilmişlerdir.

Bu girişten sonra "Kürt sorunu" olarak adlandırılan dramatik sosyal ve siyasal
olayların ülke ekonomisine ve insanına ne gibi zararlar verdiğini, arkasında kimlerin
olduğunu ve bir sorunlar yumağı haline gelen bu meselenin nasıl çözülmesi gerektiğini
anlatmaya çalışacağız.

Kürtlerin Talepleri

Her şeyden önce Türkiye'nin birçok vilayetinde yaşayan Kürt vatandaşların talepleri
ile terör örgütünün isteklerini birbirinden ayırmak gerekir. Kabul etmeliyiz ki,
Kürtlerin son derece masumane ve haklı sayılabilecek bazı temel talepleri vardır.
Bunların başında kendini Kürt olarak görme ve Kürtçe yayın, yani dilini serbestçe
kullanma gelmektedir. Evet, onlar kendilerini Kürt olarak görmek istiyorlar. Dillerini
çocuklarına rahatlıkla aktarabilecek bir özgürlük ortamında yaşamak istiyorlar.
Kürtler dindar oldukları için dinlerini özgürce ve hiçbir baskı altında kalmadan
yaşamak istiyorlar. Bugüne kadar Kürtçenin bir dil olarak benimsenmesi, bilimsel
olarak nesilden nesle aktarılması ve Kürtçenin kitap dili olarak kullanılması, kısacası
Kürtçenin bir eğitim dili olarak kabul edilmesi konusunda Türkiye'de önemli bir
adım atılmamıştır. Kürtler, kendi dillerini özgürce konuşmak istemelerine karşın
bugüne kadar Kürtçe, hiçbir şekilde Türk eğitim sistemine dâhil edilmemiştir.

Son zamanlarda Avrupa Birliği'ne uyum çerçevesinde kültürel haklar bakımından
Kürtlere cömertçe davranılmasına rağmen, ne yazık ki, kültürel gelişmelerle ilgili
adımlar, hep devletin yapısındaki koyu milliyetçilik ruhu engeline takılmıştır.
İki örnek üzerinde durabiliriz: Birincisi Kürtçe kurslardır. Kürtçenin dil olarak
değerinin anlaşılması bakımından son derece önemli olan dil kurslarının açılmasına
izin verilmiş, ancak yaşama şansları olmadığı önceden belli olan bu kurslar bazı
engellemeler ve ekonomik nedenlerden dolayı açıldığı gibi kapanmıştır. Bazıları
Kürtçe kurslarına yönelik bu ilgisizlikten memnun kalarak: "Gördünüz mü, işte Kürtçe
kurslarına duyulan ilgi bu kadar. Demek kimse Kürtçe öğrenmek istemiyor" demeye
başladılar. Kuşkusuz bu bakış açısı haklı değildir. Çünkü hiçbir Kürt, para vermek
suretiyle anadili olan Kürtçeyi kurslarda öğrenmek istemez. Zaten kursların amacı,
Kürtçenin bir eğitim dili olma statüsüne yükseltilmesidir.

İkinci örnek Kürtçe televizyon yayınlarıdır. Bilindiği gibi yıllar süren çetin
tartışmalardan sonra, Avrupa Birliği'nin baskısıyla TRT'de süre ve kapsam bakımından
sınırlandırılmış bir yayın programı başlatılmıştır. 80'li yıllarda "Kürt" sözcüğünün
telaffuz edilmesi bile zor iken bugün devlet kurumu olan TRT'den Kürtçe yayın yapılıyor
ve daha da önemlisi özel Kürtçe televizyon yayınları başlamış bulunuyor. Bu alandaki
demokratikleşme sürecinin yeterli olduğunu kimse iddia edemez; ama gelinen noktanın
da küçümsenmemesi gerekiyor. Ancak ne teröre karşı verilen önemli silahlı mücadele
ne de demokratikleşme alanında yaşanan gelişmeler Türk ve Kürt halkının acılar yaşamalarına
engel olamıyor. Hala kan akıyor, hala şehit cenazeleri memleketlerine gönderiliyor.

Yayın alanında sağlanan bu önemli adımın Kürtler tarafından benimsenmemiş ve
kimseyi tatmin etmemiş olması garipsenecek bir durum değildir. Çünkü yayınlarda
samimiyet ve doğallık yoktur. Oysa Kürtçe yayın devlet televizyonlarında serbestçe
ve usulüne uygun olarak yapılmadığı takdirde, bu boşluğun kimler tarafından doldurulduğunu
bilmeyen yoktur. Bugün Doğu ve Güneydoğu'nun bütün yerleşim bölgelerinde, uydudan
yapılan propaganda amaçlı Kürtçe yayınlar izlenmektedir. Kürtleri bu yayınlardan
çekmenin tek yolu, alternatif ve samimi Kürtçe yayınlardır. Kürtlerin dili, kültürü,
folkloru ve dini hayatı bu programlarda, bilenler tarafından anlatılmalıdır. Aksi
takdirde uydudan yayın yapanlar halka direktif vermeye ve gençleri dağa çekmeye
devam edeceklerdir.

Kürtlerin ve Türklerin Kardeşliği

Tarihte Kürtlerle Türkler arasında bir husumet mi var? Ya da bazıları tarafından
iddia edildiği gibi Kürtler ve Türkler birbirilerini sevmiyor mu? Kuşkusuz böyle
sorulara verilebilecek en doğru cevap "Elbette ki, aralarında tarihsel hiçbir husumet
olmamış ve Türklerle Kürtler birbirilerini seviyorlar" şeklinde olacaktır. Çünkü
bu iki kavim kardeşlik bağıyla birbirilerine bağlıdırlar. İslam kardeşliği, bütün
ihtilaf ve sürtüşmeleri ortadan kaldıran güçlü bir bağdır. Bu itibarla hakiki mümin
ve dindar olan insanlar için söyleyecek olursak, hiçbir milli duygu İslam kardeşliğinin
önüne geçemez. Doğu ve Güneydoğu'da yaşanan bazı acı olaylardan sonra oralarda yaşayan
Kürtlerin Türkiye'nin batısına göç etmeleri, binlerce şehit cenazelerine rağmen
bugüne kadar batıdaki Kürtlerle Türkler arasında ciddi bir sürtüşmenin yaşanmaması
bu tezimizi doğrulamaktadır.

Güneydoğulu biri olarak başımdan geçen bir anımı anlatmak istiyorum: 1993 yılı,
Güneydoğu'da olayların yoğun yaşandığı bir dönemdi. Resmi bir görev dolayısıyla
Manisa'nın bir ilçesinde bulunduğum sırada, Cuma günü İlçe müftüsü, yeni ilçe olmuş
bir kasaba camisinde vaaz vermemi teklif etti; kabul ettim. Cuma sabahı müftülüğün
şoförüyle yola çıktık. Fakat şoförde bir tedirginlik hissetmeye başladım; hiç konuşmuyor
ve üzgün duruyordu. Meğer bir gün önce gideceğimiz kasabaya Güneydoğu'dan iki şehit
cenazesi gelmiş. Müftü Bey, camide vaaz verirken Güneydoğulu olduğumu söylediğim
takdirde bazı gençlerin tepki gösterebileceğinden endişe ederek durumu bana hatırlatması
için şoförünü uyarmış, ancak şoför bir türlü söylemeye cesaret edememiş. Tedirginliği
bundanmış.

Derken kasabaya vardık. Vaazın sonunda, burada misafir olarak bulunduğumu ve
Güneydoğu'dan geldiğimi söyleyerek kürsüden indim. Namazdan sonra cemaat, değil
tepki göstermek, elimi sıkmak ve beni kucaklamak için sıraya girdiler. Müftülük
şoförünün yüzünde sevinç emareleri belirmişti. Önce kasabalılar bizi yemeğe aldılar.
Ardından Güneydoğu'dan gelen şehit ailelerinin taziyelerini de yaptıktan sonra memnun
bir şekilde kasabadan ayrıldık.

Bazı mevzii olaylar istisna edilirse, tarihte hiçbir zaman Kürtlerle Türkler
arasında bir iç savaş olmamıştır. Ancak tüm Türkiye için geçerli olan bir şey söz
konusu. O da şudur: Yüzyıla yakın bir zamandan beri İslamî kardeşlik zayıflatılmıştır.
Cumhuriyetle birlikte din ve dini kurumlar ağır yaralar aldı. Bin yıllık ortak tarih,
kültür ve din şuuruyla perçinlenen bir kardeşliği bozmayı hedefleyen tuzaklar söz
konusu. Bunun karşısında, gerek Türklerde gerek Kürtlerde İslami kardeşlik bilincinin
geliştirilmesi gerekir. Toplumun bünyesinde kanayan bir yara gibi duran bu sorunu
çözmenin tek yolu İslam kardeşliğini güçlendirmektir. Bunun için Doğu ve Güneydoğu'da
dinî ve kalbî hayat önemsenmelidir. Hem Doğu'da hem Batı'daki sivil İslami ve dini
kuruluşlar üzerindeki baskıların kaldırılması gerekir. Sözgelimi, halk dinini rahatlıkla
öğrenebilmeli ve bu konuda baskı görmemelidir. Bazı düşünür ve yazarlar, Güneydoğu'da
dini motiflerin arttırılmasını tavsiye ederken, her nedense Batı Anadolu'yu unutuyorlar.
Sanki sadece doğulu vatandaşların din öğrenmeye ihtiyaçları varmış gibi. Oysa Türklerin
de en az Kürtler kadar dini öğrenmeye ihtiyaçları vardır. Eğer konuyu sadece Kürtler
açısından ve tek taraflı olarak ele alırsak, inandırıcı, içtenlikli ve yapıcı olmamız
mümkün değildir. Kardeşliğin yeniden canlandırılması ve perçinlenmesi için dinin
özgürce öğretilmesi ve öğrenilmesi gerekir ve bu konu aslında her şeyden daha çok
acildir. Aksi takdirde Türklerle Kürtlerin birlikte yaşama şansları gittikçe azalacaktır.

Milliyetçilik Tuzağı

Bediüzzaman milliyetçiliği "müspet" ve "menfi" olmak üzere iki kısma ayırmaktadır.
Şöyle der: "Fikr-i milliyet şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zalimleri,
bunu İslâmlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar, tâ ki parçalayıp onları yutsunlar.
Hem fikr-i milliyette bir zevk-i nefsanî var, gafletkârâne bir lezzet var, şeâmetli
bir kuvvet var. Onun için, şu zamanda hayat-ı içtimaiye ile meşgul olanlara "Fikr-i
milliyeti bırakınız" denilmez. Fakat fikr-i milliyet iki kısımdır:

Bir kısmı menfidir, şeâmetlidir, zararlıdır. Başkasını yutmakla beslenir, diğerlerine
adâvetle devam eder, müteyakkız davranır. Şu ise, muhasamet ve keşmekeşe sebeptir.
Onun içindir ki, hadis-i şerifte ferman etmiş: "İslâm dini kendinden önceki bâtıl
olan fiil, hareket, âdet ve inanışları keser, kaldırır."1

"Müspet ve menfi milliyet" şeklindeki ayırımı tenkit eden birçok İslamcı sosyal
bilimci biliyoruz. Bediüzzaman'a göre bir insanın kendi ırkını ve ırkdaşlarını sevmesi
için birçok sebep bulunabilir. Çünkü bizzat Allah (c.c) insanları bir kadınla bir
erkekten yarattığını, onları gruplara ve kabilelere ayırdığını ifade buyuruyor.2
Fakat ayete göre insanların farklı ırklara ve kabilelere ayrılmasının esprisi insanların
tanışması ve dayanışmasıdır; sürtüşme ve restleşme değildir. Dolayısıyla bir insan,
başka bir ırka mensup olan insanları yok saymadıkça ve onlara buğzedip kendi ırkıyla
övünmedikçe ırkçı sayılmaz. Başka ırklara mensup insanların varlığını yok saymak,
adeta onları yutmakla beslenmek, kendi ırkının üstünlüğünü iddia etmek veya kendi
ırkının asla ırkçılık yapmadığını öne sürmek ırkçılıktan başka bir şey değildir.

Genellikle sosyologlar hâkim sınıfın ırkçılık yapmasını doğru bulmamakla birlikte,
onların emri altında yaşayanların ırkçılık yapmalarına göz yumuyorlar. Ancak bu
yaklaşım doğru değildir. Konuyu Türkler ve Kürtler açısından ele alacak olursak,
bu ülkenin gerçek sahipleri olarak Kürtlerin ırkçı yaklaşımlar sergilemeleri doğru
değildir. Zira Kürtler Müslüman oldukları için azınlık statüsünde düşünülemezler.
Hâkim sınıf olan Türklerin ırkçı yaklaşımlar sergilemesi ise "inşikak-ı asaya" (birlik
ve bütünlüğün bozulmasına) yol açacağı kesindir. Bediüzzaman ülkede hâkim sınıf
sayılan Türklerin İslam'la bütünleşmiş olan tarihlerine dikkat çekerek şöyle der:
"Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et. Senin milliyetin İslâmiyet'le imtizaç etmiş;
ondan kabil-i tefrik değil. Tefrik etsen, mahvsın. Bütün senin mazideki mefahirin
İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefahir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği
halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefahiri kalbinden silme."3
Doğrusu Türklerin neden daha çok dikkat etmeleri gerektiğini bu referanstan anlamak
zor değildir.

Peki, bir Kürt nasıl ırkçılık yapabilir? Kürt kökenli bir vatandaşın "Ben Kürdüm"
demesi ve Kürtçe konuşması ırkçılık değildir, olmamalıdır. Bir Kürt teröre bulaşmadan
demokratik haklarını talep ederse ırkçı sayılmaz. Fakat eğer bir Kürt başka ırklardan
olan insanlara, örneğin Türklere, hakaret ediyorsa, onları aşağılayıcı sözler sarf
etmekten çekinmiyorsa ve onların dinsiz olduklarını iddia ediyorsa ırkçılık yapıyor
demektir. Diğer taraftan bir Kürt, din kardeşliğini yok sayan ve ortadan kaldıran
yaklaşımlar sergileyecek siyasal bir çizgi izliyorsa, söz gelimi, amacına ulaşmak
için her şeyi mubah kabul ediyorsa ırkçılık yapıyor demektir. Esefle belirtmek gerekirse
bugün ülkemizde bu türden yaklaşımları görmek mümkündür. Maalesef, Türkleri öldürmenin
dinen caiz olduğunu söyleyecek kadar rotasını kaybetmiş ırkçı hocalar bile görülmüştür.

Türklere gelince, bir Türk eğer bilinçli olarak "Türk'ten başka Türk'ün dostu
yoktur", "Bir Türk dünyaya bedeldir" ve "Bu ülke sadece Türklerindir" gibi sözler
sarf edebiliyorsa elbette ki ırkçı yaklaşımlar sergiliyor demektir. Bazıları "Türk
İslam Tarihi", "Türk Medeniyet Tarihi" ve "Türk milleti" deyimlerinin de ırkçılık
koktuğunu söyleyerek insafsızca davranabiliyorlar. Kuşkusuz belli bir tarihsel döneme
ve anlam yüklü tarihsel kavramlara aidiyet ifade eden sözcüklerin kullanılmasını
ırkçılığın bir belirtisi olarak kabul etmek, en hafif anlamıyla cahilliktir. Bir
genelleme yaparak Türklerin ırkçı olduklarını iddia etmek de büyük bir hatadır.
Bazı radikal gruplar, Orta Asya'da yaşamış olan Türkleri ilham kaynağı kabul ederek
eski kökenlerine değer verme gibi bir takım fantezi düşüncelere sahip olabilirler.
Oysa Türkler Orta Asya tarihinden sonra büyük bir değişim geçirdiler. Her şeyden
önce Türkler Müslümanlığı kabul ederek diğer Müslüman milletler gibi cehaletten
kurtulup şerefin zirvesine yükseldiler. Türklerin Müslüman olduktan sonraki şeref
dolu tarihleriyle yetinmeyip cahili dönemlerdeki hayatlarına ve övünç kaynaklarına
ilgi duymak akılsızlıktır. Cahiliye dönemindeki köklere ilgi duymak, tıpkı kuluçkaya
yattıktan sonra yavrularını semalarda gezdiren tavus kuşunun yuvasında kalan yumurta
kabuklarıyla ilgilenmeye benzer. "Şu eski ecdadımız ne kadar kahramandılar" diyerek
himmetini cahili dönemdeki insanlara yönlendirmek, semalarda uçan tavuslarla yetinmeyip
"şu yumurta kabukları da ne kadar asil" demek gibi bir çaresizliktir.

Aslında milliyetçilikle ilgili teori ve tezler bize Batı'dan gelmiştir. İslam
kardeşliğini zayıflatmak amacıyla bulaşıcı bir hastalık gibi Müslüman milletlerin
arasında yayılmıştır. Ancak dini hayat güçlü olduğu sürece bu hastalığın yayılma
gücü zayıflayacaktır. Böyle dönemlerde Türklerin ve Kürtlerin yapabilecekleri en
akıllıca iş, İslam kardeşliğinin şuuruna vararak kendilerini İslam öncesi ırklarına
değil, Osmanlı dönemine aidiyetlerini hatırlamalarıdır. Kabul etmemiz gerekir ki,
Osmanlılar, imparatorluk topraklarında yaşayan milletlere karşı en adil davranan
bir millet olmuşlardır.

Bediüzzaman'ın İslam kardeşliği ile menfi milliyetçiliği bir misal ile anlatıyor:
Bir kale düşünün, içinde çok kıymetli elmaslar bulunmaktadır. Kalenin muhkem duvarları
bu elmasları gayet iyi bir şekilde koruyor. Birisi çıkıp: "Ben kalenin içindeki
elmasları, kalenin duvarlarında yer alan taşlarla değiştireceğim" dese, ne kadar
ahmakça bir iş yapmış olur. Bu misalde olduğu gibi, İslamiyet elmaslara benzer.
Bizim milliyetlerimiz kalenin duvarlarındaki taşlara benzer. Bediüzzaman şöyle der:
"Şu müsbet fikr-i milliyet, İslâmiyet'e hâdim olmalı, kale olmalı, zırhı olmalı;
yerine geçmemeli. Çünkü İslâmiyet'in verdiği uhuvvet içinde bin uhuvvet var; âlem-i
bekada ve âlem-i berzahta o uhuvvet bâki kalıyor. Onun için, uhuvvet-i milliye ne
kadar da kavî olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir."4 Bizler Müslüman olarak
milliyetimizle İslam'ı güçlendirmeyi hedef almalıyız. Aksi takdirde elmaslar gittiği
zaman kale de yıkılmış olur. Milliyetlerini, bir kale gibi İslam'ın koruyucusu yapan
Müslüman milletlerin uzun hâkimiyet dönemleri olmuştur. Abbasileri, Selçukluları
ve Osmanlıları örnek verebiliriz. Diğer taraftan bir Kürt komutan olan Salahaddin-i
Eyyubi'nin İslam'a ve Müslümanlara yaptığı hizmetler tarih boyunca birer şeref levhası
olarak başımızın üzerinde durmaktadır.

İstismar Edilen Haklar

Kürtlerin bir takım haklı taleplere sahip olduklarını söylemiştik. Ancak hakların
kötüye kullanılmaması ve bazı kötü niyetli insanlar tarafından istismar edilmemesi
için son derece dikkatli olmak gerekiyor. Bugün Kürtlerin sözde haklı talepleriyle
ortaya çıkan ve siyasal rant peşinde koşan bir takım insanların kimlere hizmet ettiklerini
anlamak zor değildir. Şöyle ki:

Kürtlerin haklı taleplerini istismar etmeye müsait olan iki grup vardır:

Birincisi Kürt siyasetçilerdir. Terör olaylarını başlatmanın gerekçesine baktığımız
zaman, Kürtlere demokratik haklarını vermek için "Türk devletini Kürtlere haklarını
verme konusunda zorlamak" olarak anlaşılmaktadır. Fakat doğru olmayan bu gerekçe
tamamen yüzeyseldir. Zira asıl gerekçenin bir Kürt devletinin kurulması olduğunu
inkar etmek mümkün değildir. Kürt hareketinin öncü isimlerinin çoğunun "En çok 40
yıl birlikte yaşamayı umuyoruz" şeklindeki sözlerinden bunu anlamak mümkündür. Biz
yine de birinci gerekçeyi doğru kabul ettiğimiz takdirde, bu taleplerin binlerce
ocak söndüren terör yoluyla desteklenmesi ve öne çıkarılması kabul edilebilecek
bir husus değildir. Her şeyden önce terör yoluyla hak talebinde bulunmak etik değildir.
Bir tek insanın haksız yere öldürülmesini bütün insanların katledilmesiyle eşit
tutan5 bir dinin mensubu olan insanlar, kültürel haklar elde edeceğiz diye Müslüman
kardeşlerini öldürebilirler mi? Üstelik yıllar sonra görülmüştür ki, zora sokulan
devlet değil Türk ve Kürt halkları olmuştur. Binlerce evladını kaybeden anne ve
babaların feryatları birbirine karışırken, güya hak elde etmek için terörü başlatanların
ne gibi hüzünlü öykülere yol açtıklarının farkında bile değillerdir.

Kürtlerin taleplerinin haklı sayılabilmesi için, bu talepleri siyasal yollarla
dile getirenlerin, hiçbir şekilde haklı görülemeyecek olan terörün aleyhinde olmaları
gerekir. Ancak medyanın önünde yarım ağızla terörü kınamak, ama kapalı kapılar arkasında
terör eylemlerine en ciddi mali destekleri bile esirgememek Kürt haklarını istismar
etmekten başka bir şey değildir. Kürtlere yönelik olarak siyaset yapmanın da icazete
bağlı olduğu eğer doğru ise, birçok Kürt siyasetçinin terörü lanetlerken zorlandığını
görebiliriz. Kuşkusuz ocak söndüren terör olaylarına taraftar olmak insaf ölçüleriyle
bağdaşacak bir şey değildir. Bazen bir hafta içinde onlarca şehit cenazesi peş peşe
geliyor. Kaybolan gencecik hayatların hangi yürekleri ne kadar yaktığını biliyor
musunuz?

İkincisi, Batılı siyasetçilerdir. Batılılar Türkiye'nin bütünlüğünü bozmak için
Kürtlerin haklarını istismar ediyorlar. Bunu anlamak zor değildir: Batılılar hem
Türkiye'deki Kürt terörünü siyasal yönden destekliyorlar hem de büyük ölçüde finanse
ediyorlar. Çünkü uzun yıllar Batılı başkentler terör örgütünü kendi terör listelerine
almamakta direndiler. Listeye alanların da terör hakkındaki kanaatleri hiç değişmedi.
Örneğin ABD çoktandır terör örgütünü listesine almış bulunuyor. Fakat şu anda Amerikalılar
dâhil hiç kimse Kuzey Irak'taki emr-i vakileri görmezlikten gelemez. ABD'nin amacı
Kuzey Irak'taki bölgesel yönetimin düzenli silahlı gücünü oluşturmak suretiyle onları
yavaş yavaş devlet geleneğine alıştırmak ve Türkiye için çözümü zor yeni bir sorun
oluşturmaktır.

Aslında gerek Türkiye'de gerek Suriye ve İran'da gerçekleştirilen bütün Kürt
hareketlerinin nihai amacı bir Kürt devletinin kurulmasıdır. Bunu açıkça söylemek
tepkilere yol açacağından faaliyetler "siyasal ve kültürel haklar" başlığı altında
devam ettirilmektedir. Acaba Batılılar Orta Doğu'da bir Kürt devletinin kurulmasına
neden katkıda bulunurlar? Bir Kürt devletinin kurulmasında Batılıların iki temel
menfaati vardır: Birincisi, Türkiye gibi güçlü bir devletin zayıflatılmasıdır. İkincisi
ve en önemlisi "Kürtleri Hıristiyanlaştırma" projesidir. Böyle bir projeyi gerçekleştirdikleri
takdirde Batılıların rüyaları gerçekleşmiş olur. Aksi takdirde Orta Doğu'da yeni
bir devletin Müslüman bir kimlikle ortaya çıkmasını asla istemezler.

Terör olaylarının yol açtığı bir başka istismar konusu ise şehitlerin kanları
üzerinden yapılan çirkin siyasetlerdir. Doğu ve Güneydoğu'dan gelen şehit cenazeleri
milliyetçilik dalgasını yükseltmek için radikal Türk milliyetçilerinin eline verilmiş
büyük bir kozdur. Evladını kaybeden bir insanın çektiği acıyı tarif etmek imkânsızdır.
Bu durumda olan anne ve babalar kolaylıkla duygusal davranabilir, hatta radikalleşebilirler.
Dağlarda öldürülen Kürt çocukları için de durum aynıdır. Dağda çocuğu öldürülen
bir babanın taziyesi çok farklıdır. Taziyede oturan baba bir kahramanın babası olarak
algılanıyor. Yerel siyasetçiler tarafından kendisine maddi ve manevi destekler sağlanmaktadır.
Öyle aileler vardır ki, daha önce terörü kınadığı halde oğlu öldürüldükten sonra
diğer çocuklarını da, hatta bazen kızlarını da dağa göndermişlerdir.

Gerek dağlarda öldürülen çocukların kanları üzerinden yapılan siyasetler, gerek
şehit cenazeleri üzerinden yürütülen politikalar kelimenin tam anlamıyla çirkindir.
Kendisini "insan" statüsünde görenlerin böyle dramatik ortamlardan siyasi rant elde
etmeye çalışmamaları gerekir.

Sonuç

Gerek Kürtler gerekse Türkler şu anda büyük bir kaos yaşıyorlar. Bir tarafta,
şehit cenazelerinin yol açtığı ciddi bunalım sonucu ne yapacağını bilmeyen anne
babalar, diğer tarafta demokratik hak ve taleplerinde samimi oldukları konusunda
Türk halkını ikna etmekte zorlanan Kürtler. Bu aşamada karşılıklı bir güvensizliğin
olduğu açıktır. Devleti yönetenlerin yapması gereken şeyler kuşkusuz şu şimdiye
kadar yapılanlardan daha fazla olmalıdır. Örneğin, devletin belli bazı kesimleri
Kürtleri potansiyel suçlu görme alışkanlığından vazgeçmelidir. Doğu ve Güneydoğu'ya
yönelik ciddi kalkınma programları başlatılmalıdır.

Kürt siyasetçilerin durumunda da büyük bir çelişki sezilmektedir. Nitekim onlar
tarafından yapılan açıklamalara dikkatle baktığımız zaman, Türkiye'nin AB sürecine
katkıda bulunmak şöyle dursun, köstek olmak istedikleri anlaşılmaktadır. Eğer Türkiye
AB sürecinde muvaffak olmazsa ne olur? Kanaatimce demokratikleşme süreci başta Kürt
siyasetçilerin aleyhine olmak üzere büyük bir yara alacaktır. Daha kötü senaryolar
da yazılabilir. Ancak Türkiye'nin 1997'li yıllara dönmesi bile büyük bir kayıptır.
Bu yüzden Kürt aydınları ve siyasetçileri büyük bir yol ayırımındadırlar. Ya Türkiye'de
demokrasi, insan hakları ve hukuk devletinin yerleşmesine katkıda bulunurlar ya
da bütün bunların olmadığı sıradan bir Orta Doğu ülkesinde yaşamaya devam ederler.
Bunun işaretini vermek ise ancak terörün aleyhinde bulunmakla mümkündür.

Gerek Türk siyasetçi ve yöneticiler, gerekse Kürt siyasetçiler sorumlu davranmadıkları
takdirde söylemeye dilimizin varmadığı çok kötü senaryoların olabileceği ihtimalini
gözden uzak tutmamak gerekir.

Öz

Kuşkusuz Kürtlerin bazı haklı talepleri vardır. Ancak Türkiye'nin birçok vilayetinde
yaşayan Kürt vatandaşların talepleri ile terör örgütünün isteklerini birbirinden
ayırmak gerekir. Bu taleplerin başında kendini Kürt olarak görme ve Kürtçe yayın,
yani dilini serbestçe kullanma gelmektedir. Şunu da unutmamalıyız ki, Kürtlerle
Türklerin önünde, bin yıllık ortak tarih, kültür ve din şuuruyla perçinlenen bir
kardeşliği bozmayı hedefleyen tuzaklar kurulmuştur. Bunun karşısında, gerek Türklerde
gerek Kürtlerde İslami kardeşlik bilincinin geliştirilmesi gerekir. Toplumun bünyesinde
kanayan bir yara gibi duran bu sorunu çözmenin tek yolu İslam kardeşliğini güçlendirmektir.
Bunun için acil olarak Doğu ve Güneydoğu'da dinî ve kalbî hayat önemsenmeli, Doğu
ve Batı'daki sivil İslami ve dini kuruluşlar üzerindeki baskıların kaldırılması
gerekir.

Anahtar Kelimeler: Türk, Kürt, Doğu, Güneydoğu, milliyetçilik, ırkçılık

Abstract

Kurds have some legitimate claims, definitely. But, it is necessary to separate
the claims of Kurdish citizens living in many cities of Turkey from those of terrorist
organisation. The most important claim for them seems to be their identification
as Kurdish and their free usage of mother-tongue, Kurdish via broadcasting. We should
not forget that a number of traps have been set up to corrupt the brotherhood among
the Kurds and Turks which have been riveted by common historical, cultural and religious
consciense for a long time. To overcome these traps, Turks and Kurds have to develop
their consciousness of Islamic brotherhood. The mere way to solve this problem is
the promotion of Islamic brotherhood. Thus, the religious and moral life in the
Eastern and South-eastern Anatolia should be taken into consideration seriously,
and the pressures upon the Islamic and religious civil organisation in these regions
should be abolished quickly.

Key Words: Turk, Kurd, East, South-east, nationalism, racism

Dipnotlar:

1. Said Nursi, Mektubat, s. 310, Yeni Asya Neşriyat, İst.
2003.

2. Hucurat, 49/13.

3. Said Nursi, a.g.e., s. 312.

4. Said Nursi, a.g.e., s. 311.

5. Maide, 5/23.