Bediüzzaman’s Offer of Resolutions against the Eastern and Middle-Eastern Problems

Giriş

Şiddet akl-ı selimi ortadan kaldırır, toplumsal meseleler üzerinde farklı düşüncelerin
ortaya konmasına sebep olan demokratik zemini yok eder. Demokratik tavır, şiddeti
kesin bir dille reddetmeyi gerektirir. Şiddeti yaygınlaştırmaya odaklanan bir dil,
barışçı ve demokratik bir çözüm üretemez. Husumeti ve öç alma hissini körükler ve
"toplumsal barışı" imkânsız kılar. Bunun için silahların susması gerekir.

Türkiye, Doğu meselesini sadece askeri önlemlerle çözmeye uğraştı, bu da şiddeti
artırmaktan başka bir şeye yaramadı. Devletin baskıya ve inkâra dayalı politikalara
yaslanması farklılıkların tanınmasına ilişkin taleplerin siyasi kanallardan dile
getirilmesine de fırsat tanımamaktadır. Sorunların çözümüne yönelik farklı sivil
anlayışların önünün kesilmesi, politikanın içinde olanları pasif duruma sokmaktadır.
Diğer taraftan meşru, demokratik siyasete olan inancın kaybolmasına da sebep olmaktadır.
Bunun için şiddet dilinin terk edilmesi şarttır. Şiddeti toplumsallaştıran dili
dışlamalı ve özgürlükçü bir dil geliştirilmelidir.

Türkiye'nin temel meselelerini siyaset, iktisat, üniversite, hukuk, basın ve
güvenlik birimlerine ait farklı kurumlar, özgürlükleri ve "Hürriyet içinde kalkınmayı"
düşünmemekte ve konuşmamaktadır. Terör ve kalkınma konusunda fikir oluşturma gayretleri,
toplumsal infiale ve reaksiyona sebep olabilmektedir. Bu durumda da Doğu ile ilgili
hiçbir mesele çözülmemektedir. Bu nedenle yüz sene önceki problem ne ise bugün de
aynı problemlerle karşı karşıyayız.

Cumhuriyetin ilk yıllarındaki Şeyh Sait İsyanı'nda öne sürülen irtica ve Kürt
meselesi, 2007 yılında daha da şiddetlenerek ve dünya gündemine de taşınarak devam
etmektedir. Bu mesele Cumhuriyet tarihi boyunca gündemden düşmemiştir. 1925'li yılarda
"Takrir-i Sükun" yasası çıkarılmış, yıllar boyu "Sıkıyönetim" uygulanmış, mesele,
askerî tedbirlerle çözülmeye çalışılmıştır.

Devletin 1925 yılında ortaya koyduğu resmî bir düşünce var ve doğruluğu tartışılamayan
bu durum sağlıklı düşünmeyi ve fikir üretmeyi engellemektedir. Hâlbuki sağlıklı
düşünme ve fikir üretme ortamlarını oluşturmak, devlet olarak farklı kurumların
önerilerine kulak vermekle olur. Çözüm için en sağlıklı yaklaşım budur.

Her problemin bir çözümü vardır. Çözümsüzlük ancak çözmemek için bahaneler üretildiği
zaman oluşan fiilî ve geçici bir durumdur. Siz çözmezseniz birisi bir gün çözer
ve şerefi de ona ait olur. Bu konuda samimi yaklaşımlara ve çözüm önerilerine daima
açık olmak gerekir.

Osmanlı'nın Balkanlar, Kuzey Afrika ve Ortadoğu'ya hükmettiği bir dönemde Bediüzzaman
Said Nursi hayatının ilk yıllarında ülkesine hizmet etmek için İstanbul'a gelmiştir.
Amacı o günün şartlarında Doğu Anadolu'ya bir üniversite açtırmak ve bununla ülkenin
birlik ve bütünlüğüne, refah ve saadetine hizmet etmektir.

Bediüzzaman "Madem ben bu vatanın evladıyım, bu vatanın saadetine hizmet etmek
benim için farzdır"1 diyen ve kendisini bütün hayatı boyunca doğup büyüdüğü ülkesine
ve vatandaşlarına hizmete adayan bir vatanperverdir. Ülkesi onu sürgüne ve hapse
mahkûm ettiği halde asla küsmemiş, hapishanede bile ülke insanlarının geleceği için
kitap yazarak vatandaşlarının imanına, ilmine ve fikrine hizmet etmekten geri durmamıştır.

Bediüzzaman'ın Doğu Anadolu, Ortadoğu ve tüm İslam dünyası için gösterdiği çözüm
önerilerini üç-dört ana başlık altında toplamak mümkündür: "Demokratikleşme, eğitim,
ırkçılığın önlenmesi ve ekonomik kalkınma." Bediüzzaman, bu davasını hayatı boyunca
müdafaa etmiş ve "Bizim düşmanımız cehalet, zaruret ve ihtilaftır; bu üç düşmana
karşı sanat, marifet ve ittifak silahı ile cihat edeceğiz"2 ifadesi ile vecize haline
getirmiştir.

"Maksadın büyümesi ile himmet de büyür"3 diyen Bediüzzaman'a göre "demokratikleşme
ve hürriyet" ile beraber "eğitim" ve "teşebbüs-ü şahsi" yani "girişimcilik" kalkınmak
için temel şarttır. O, devamlı olarak "Fen ve sanat silahıyla cehalet ve fakra hücum
edin" dersini vermiştir. Günümüzde çözülmediği için sürekli artan ve sonuçta anarşi
ve teröre inkılâp eden problemlerin çözümü yine Bediüzzaman'ın önerilerinde bulunmaktadır.

1. Demokratikleşme

Bediüzzaman Said Nursi, Rumi 10 Temmuz 1324, Miladi 23 Temmuz 1908 tarihinde
II. Meşrutiyet ve Hürriyet'in ilanında İstanbul'dadır. 26 Temmuz 1908 tarihinde
Meşrutiyetin ilanının üçüncü gününde Sultanahmet meydanında yapılan mitinginde "Hürriyete
Hitap" adında bir nutuk irad eder.4 Daha sonra Selanik Hürriyet meydanında bu nutku
tekrar eder.5

İstanbul'da pek çok ulemanın aksine Meşrutiyetin ilanını hararetle alkışlar.
Ayasofya, Beyazıt, Fatih ve Süleymaniye camilerinde de umum ulema ve talebeye hitaben
müteaddit vaazlar ile şeriatın ve Meşrutiyetin münasebetini anlatır. Peygamberimizin
(sav) "Kavmin efendisi ona hizmet edendir"6 hadisini "Şeriat âleme gelmiş; ta istibdadı
ve zalimâne tahakkümü mahvetsin"7 şeklinde izah eder. Bediüzzaman dinin siyasi hayata
bakan yönünün "Hakikat-i Meşrutiyet-i Meşrua"8 olduğunu savunarak Meşrutiyet ve
hürriyete sahip çıkmıştır.

Bediüzzaman'ın bu konuda en güçlü delili Asr-ı Saadet ve Hulefâ-i Raşidin'in
"Hilafet Dönemi"dir. Nursi, Asr-ı Saadet'i örnek göstererek "adalet, meşveret ve
kanun hâkimiyeti" prensipleri çerçevesinde belirlediği bu modelin aslında "Meşrutiyet,
demokrasi ve Cumhuriyet"ten başka bir şey olmadığını ifade eder.9 Bediüzzaman yine
"Hürriyetin en geniş şekli Cumhuriyettir"10 diyerek Cumhuriyetin hürriyete en fazla
değer veren siyasi bir sistem olması gerektiğini anlatmaktadır. Aksi taktirde hürriyetten
yoksun bir Cumhuriyet içi boş bir istibdattan başka bir şey değildir.

Bediüzzaman Said Nursi, Meşrutiyetin ilanından sonra Sadaret; yani Başbakanlık
vasıtası ile doğu vilayetlerine ve aşiretlere elli-altmış telgraf çekmiş ve "Meşrutiyet
ve kanun-u esasî işittiğiniz mesele ise, hakikî adalet ve meşveret-i şer'iyeden
ibarettir; hüsn-ü telâkki ediniz. Muhafazasına çalışınız. Zira dünyevî saadetimiz
Meşrutiyettedir. Ve istibdattan herkesten ziyade biz zarardîdeyiz"11 diyerek hürriyetin
ve demokratikleşmenin en çok doğu vilayetlerinde yaşayanlara faydalı olacağını bundan
yüz sene önce haber vermiştir.

Yine İstanbul'da yirmi bine yakın hemşerilerine, aldanmamaları için Meşrutiyeti
ve hürriyeti anladıkları dille anlatır. "İstibdat, zulüm ve tahakkümdür. Meşrutiyet,
adâlet ve şeriattır. Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse
halîfedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa, Peygambere tâbi olmayıp zulüm edenler,
padişah da olsalar haydutturlar. Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır.
Bu üç düşmana karşı; san'at, marifet, ittifak silâhiyle cihad edeceğiz. Ve bizi
bir cihette teyakkuza ve terakkiye sevk eden hakikî kardeşlerimiz Türklerle ve komşularımızla
dost olup el ele vereceğiz. Zirâ husumette fenalık var, husumete vaktimiz yoktur.
Hükümetin işine karışmayacağız. Zirâ, hikmet-i hükümeti bilmiyoruz"12 diyerek onları
ikaz eder ve onların hürriyete sahip çıkmalarını ister.

Bediüzzaman'ın bundan bir asır önce söylediği "Dünyevî saadetimiz Meşrutiyettedir.
Ve istibdattan herkesten ziyade biz zarar görüyoruz"13 sözü bugün de geçerliğini
korumaktadır.

2. Eğitim

İnsanın yaratılış amacının "taallüm ile tekemmül" olduğunu izah eden Bediüzzaman'ın
en önemli meselesi hayatı boyunca eğitim olmuştur. Kendisini eğitime adayan Bediüzzaman
Doğu'da bir üniversite açılması amacı ile 1907 yılında İstanbul'a geldi. Amacı Ortadoğu'da
açılan bu üniversite sayesinde Türk, Arap, Kürt, Ermeni ve diğer unsurların birliğini
ve beraberliğini sağlayarak Osmanlı'nın parçalanmasını önlemek ve İslam birliğini
temin etmekti. Projesini uygulamak amacı ile Sultan Abdülhamit ile görüşmeyi planlayan
Bediüzzaman'ın bu isteği gerçekleşmedi. Daha sonra Sultan Reşat'ın Kosova seyahatine
katıldı. Padişahın Kosova'da yapmak istediği üniversite projesine katkıda bulundu.
Kendisine "Şark böyle bir darülfünuna daha ziyade muhtaç ve âlem-i İslam'ın merkezi
hükmündedir"14 dedi ve böyle bir üniversite için söz aldı. Ancak 1914 yılında başlayan
I. Dünya Savaşı ve dünyada gelişen olaylar ile Osmanlı'nın yıkılması sonucu proje
gerçekleşmedi. Daha sonra 1922 yılında geldiği BMM'de aynı konuyu gündeme taşıdı.
163 milletvekilinin imzasını taşıyan önergesi kabul edildi. Van'da bir üniversite
için 150 bin lira tahsisat ayrıldı. Ancak bu da o zamanki hükümetin "laiklik" ile
ilgili düşünceleri yüzünden gerçekleşmedi.15

İlk olarak 1954 yılında, DP'nin Erzurum'da bir üniversite kurma teşebbüsü üzerine
Bediüzzaman "İşte bu benim üniversitem" diyerek bu üniversiteye sevinçle sahip çıkar.16
Hatta bu konuda 1.4.1954 tarihli Ulus gazetesinin Erzurum Üniversitesi aleyhindeki
yazılarına cevap vermiştir.17 Yine hayatının 55 yıllık gayesi olan böyle bir üniversite
açma teşebbüsünden dolayı zamanın Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes'i
tebrik eder. Aynı zamanda, bu meseleye dair Amerika ve Avrupa'da istişare ettikleri
halde, hayatını böyle bir amaç için geçiren birisi olarak kendisinin fikrinin alınmamasına
gücendiğini ifade eden bir serzenişte bulunur.18

Değişen dünya şartları ve teknolojik gelişmelere paralel olarak eğitimde de yeniden
yapılanma ve gelişim sürecini başlatmak isteyen Bediüzzaman'ın bundan yüz sene önce
ortaya koyduğu proje gerçekten dikkate değerdir. Bediüzzaman kendisini anlayamayanlar
için "On üçüncü asrın minaresinden, sureten medeni ve fikren mazinin en derin derelerinde
bulunanlara"19 hitap ettiğini söyler. Ancak "Nesl-i Cedit" adını verdiği yeni bir
neslin bu projeyi gerçekleştireceğini belirtir. Erzurum'da açılan üniversite Bediüzzaman'ın
yarı amacını gerçekleştirmiştir. Asıl amacı olan "din ve fen ilimlerinin beraber
okutulduğu bir "Medresetü'z-zehra" henüz gerçekleşmemiştir.

Bediüzzaman'ın bu projesinin çok iyi tahlil edilmesi gerekir. Bu proje, Bediüzzaman'ın
önermiş olduğu ve çare olarak sunduğu bir eğitim projesi olan "Medresetü'z-zehra"
projesidir.

2.1. Neden Medresetü'z-zehra

Bediüzzaman bunu "din ve fen ilimlerini beraber okutarak akla, vicdana ve kalbe
beraber hitap etmek, çeşitli dillerde eğitim yaparak yöre halkını bir arada tutmak
ve Ortadoğu'daki milletleri fikir birliği etrafında birleştirmek, kabiliyet eğitimi
vererek istidatları nemalandırmak, ihtisas alanları açarak akademik eğitim vermek,
fen ilimlerini okuyan mektepliler ile din eğitimi alan medrese mensuplarını aynı
amaç etrafında birleştirmek"20 şeklinde özetlemiştir. Tabii ki bunun açılımında
çok geniş bir kültür ortamı oluşacaktır. Bu da Ortadoğu'da büyük bir uyanışa ve
sonuçta yüksek bir medeniyete zemin hazırlayacaktır.

Doğuda "din hissi"nin hâkim olduğuna vurgu yapan Bediüzzaman yapılacak olan bir
gelişim hamlesinin dini referanslarla ve dini atmosfer içinde gerçekleşmesi gerektiğini
her zaman belirtmiştir. Eğitimde de bunun önemi üzerinde durarak dini ilimlerle
beraber verilecek olan fenni bilgilerin hem gerçeği yansıtması, hem eğitimin birliğini
sağlaması, hem de İslam kardeşliği ile birbirine sıkı sıkıya bağlı olan Müslüman
milletlerin birliğini temin etmesi açısından önemi büyüktür.

2.2. Nasıl Bir Üniversite

Üniversite eğitiminde "araştırma" ve "ihtisaslaşma" çok önemlidir. Bu demokratik
eğitimin de temel unsurlarındandır. Kabiliyete göre, ihtisasa dayalı bir eğitimde
ilim dalları arasında birlik ve bütünlük, birbirinden faydalanma ancak "demokratik
bir eğitim" anlayışı ile sağlanabilir. Bu da araştırma, müzakere ve münazara usulünün
uygulanması iledir. Bu hususa da önem veren Bediüzzaman devlet işlerinin meclisler
tarafından yürütüldüğü bir çağda ferdi kabiliyetlerin yetersiz kalacağını düşünerek
"ilimde ihtisaslaşma" yanında "Meclis-i mebusan-ı ilmiye" adını verdiği "İlmi şuraların"
kurulmasını ve işletilmesini ister.21 Çünkü ilimlerin tekâmülü ile artık "bir şahıs
birçok fenlerde ihtisas sahibi olamaz"22 "Umuma el atmak da umumu terk etmektir."23
Öyle ise "taksimu'l âmâl ve teşrik-i mesâi"24 kaidesi ile amel etmek gerekir. Bu
da ilmi şuraların ve ortak tebliğlerin gerçekleşmesiyle olur. Bu daha etkin ve gerçekçi
olacak ve bu durum insanların itimadını da sağlayacaktır.

Bediüzzaman günümüzde yapılacak ilmi çalışmaların bireysellikten kurumsallığa
yönelmesinin ve ihtisas heyetlerince yapılmasının gerekliliği üzerinde de durur.25
Kur'an tefsirinin dahi bir heyet tarafından yapılmasını önerir.26 Tabii ki böyle
bir şuranın da yüksek ilmi heyetlerden oluşması gerekir.27

Bütün bu hususları bundan seksen sene önce gündeme getiren Bediüzzaman'ın fikir
ve önerilerine bu gün daha çok ihtiyacımız olduğu bir gerçektir.

3. Ekonomik Kalkınma

Düşmanlarını cehalet, zaruret ve ihtilaf olarak belirleyen Bediüzzaman cehalete
karşı eğitimi; zaruret denilen fakirliğe ve geri kalmışlığa da her zamanın geçerli
ve temel meslekleri olan "ziraat, ticaret ve sanatı" tavsiye eder. "Maişet için
tarik-i tabiî ve meşru ve zîhayat sanattır, ziraattır ve ticarettir; gayr-i tabii
ise, memuriyet ve her nevi ile imarettir"28 der. Memuriyeti ve idareciliği temel
meslek olarak görmeyen Bediüzzaman "Memuriyete ve imarete giren, yalnız hamiyet
ve hizmet için girmelidir"29 diyerek memuriyet ve idareciliğin geçim kaygısı ile
değil, millete hizmet etmek amacını taşıması gerektiğine dikkat çeker.

Bir ülkenin kalkınması müstahsillerin çoğalması ve müstehliklerin az olmasına
bağlıdır. Bir ülkede üreticiler azalır, tüketiciler çoğalırsa o ülke fakir düşer.
Memurlar ve idareciler tüketici sınıfını teşkil ederler. Toplum hayatının devamı
ve ihtiyaçlarının giderilmesi ancak sanat, ticaret ve ziraat alanındaki üretime
bağlıdır. Şayet ihtiyaçtan fazla üretim olursa o zaman ülke halkı fazlasını dış
ülkelere ihraç ederek ülke kalkınmasına ve zenginliğine hizmet etmiş olurlar. İsrafa
alışan idareci ve memurların çok olduğu, tüketimin arttığı, üretimin azaldığı, herkesin
gözünü devlet kapısına diktiği bir ülke fakir düşer.30

Ülkenin kalkınmışlığı ve geri kalmışlığı da yine ülke idaresinin hürriyetçi olup
olmaması, demokratik değerlere sahip çıkıp çıkmaması ile doğru orantılıdır. Bilhassa
ırkçılığı devlet politikası haline getirmiş ve devletçiliği ilke olarak benimsemiş
bir "ulus devletin" ülkede yaşayan farklı ırk ve kökenden gelmiş, farklı dil ve
kültüre sahip insanları şevk ve gayrete getirerek ülke kalkınmasına katması zordur.
Böyle bir devlet tabiatı icabı monopoldür; yani tekelcidir. Tekelcilik ise kendisinden
başkasına hayat hakkı tanımaz. Ekonomik monopolcülük de "serbest girişimi" önler.

Demokratik ve hürriyetçi değerlere değil de ulusal değerlere önem veren ve bunu
halkının zihniyetine yerleştiren bir devlet yapısında halk devlete bağımlı hale
gelir. Her şeyi devletten beklemeye başlar. Halka göre devlet her şeyi yapabilir.
Ekonomiyi büyütür, insanları eğitir, besler, iş sahibi yapar, ticaret yapar, korur.
Fakirliği ortadan kaldırır. Hatta devlet vatandaşlarının düşüncelerine ve inançlarına
müdahale eder ve nasıl yaşamaları gerektiğine karar verir.

Tarihte pek çok devletler kurulmuştur; ama hiçbiri 19. asırdaki "ulus devletler"
gibi merkezileşmiş bir siyasal gücün bütün problemleri çözeceği beklentisini doğurmamıştır.
"Devletçilik" prensibi güçlü devletleri kurmuş; ama adil ve halkının problemlerini
çözen bir devlet yapısını kuramamıştır. Güçlü ulus devletler güçlerini kendi halkları
üzerinde göstermişlerdir.

Devlet hakkında fikir yürüten filozoflar da genellikle güçlü merkezi devlet yapısına
destek vermişler ve bu konu üzerinde akıl yürütmüşler ve genellikle devletin güçlenmesi
üzerinde durmuşlardır. Bunun için demokrasi de, halkın katılımı da hep güçlü devleti
oluşturmak için kullanıldı. Bu da iktidarın hâkimiyetini ve insanların iktidar hırsını
kamçılamaktan başka bir işe yaramadı. Bilimin, üniversitenin, sanatın, ziraatın
ve ticaretin gücü daima sınırlandırılmak istendi. Bundan dolayıdır ki baskıcı rejimler
daima hürriyetçi idareler karşısına zayıf kalmış ve halkına mutluluk ve refah sağlayamamıştır.

Böyle bir devlet sıkıştığı zaman düşman üreterek ülkede birliği ve halkın desteğini
sağlamayı amaçlar. Bunda başarılı da olur. Savaş böyle bir devletin gıdasıdır. Savaş
bir ulus devlet için sağlıktır. Savaş demek mecburi askerlik, ağır vergiler, sıkı
ekonomik politikalar ve muhalefetin bastırılması demektir. Milli savunma senaryoları
devletin halkı savaş hedefleri doğrultusunda manipüle etmesini sağlar. Ulus devlet
bundan dolayı halkını mutlu edemez ve ülkesinin kalkınmasına hürriyetçi ve demokratik
devletler kadar hizmet edemez. Kalkınmanın ve gelişmenin ön şartı her şeyden önce
hürriyetlerin önünü açmak ve katılımcı demokrasiyi tam olarak işletmektir.

Bir devletin gerçek sahipleri o ülkede toprağı olan, iş yapan çiftçi, sanatkâr
ve tüccarlardır. Bunlar devletin kurulmasında ve güçlenmesinde maddi ve manevi katkıları
olan insanlardır. Üreten, vergi veren, askerin ve memurların maaşlarını ve ihtiyaçlarını
karşılayan bunlardır. Devlet ister ulus devlet olsun, ister demokratik hürriyetçi
ve liberal devlet olsun müteşebbis vatandaşları ile kalkınır ve zenginleşir. Vergi
veren ve devletini ayakta tutan daima çalışan ve üreten müteşebbis insanlardır.
Devlet çiftçileri, sanatkârları, tüccarları ve müteşebbisleri desteklediği, koruduğu
müddetçe daha fazla vergi geliri elde eder. Devletin görevi savunma, koruma ve adalettir.
Varlığının sebebi budur. Memurların görevi de halkına hizmet etmektir. Müteşebbisler
de ancak hürriyet ortamında gerekli yatırım ve üretimi yapar, hürriyet içinde ticari
hayatlarını daha kolay yürütebilirler. Hürriyet bu açıdan her şeyin güven kaynağıdır.
Devlet müteşebbisini, çiftçisini, sanatlarını korumalı ve ancak yanlış yapanı cezalandırmalıdır.

3.1 Geri Kalmamızın Sebepleri

Bediüzzaman kendisine sorulan "Eskiden Müslümanlar zengin, ecnebiler fakirdi;
şimdi ise durum tersine döndü. Sebebi nedir?" sualine verdiği cevabında özetle şunları
söyler:

Her şeyden önce "Kişiye çalıştığının karşılığı vardır. Çalışmasının karşılığını
mutlaka görecektir"31 ayetinden kaynaklanan çalışma meyli ve "Çalışan ve helal kazanan
Allah'ın sevgili kuludur"32 hadisinden kaynaklanan çalışma şevkinin bazı yanlış
telkinler ile kırıldığını söyler. Sonra "İ'lây-ı Kelimetullah" denilen Allah'ın
adını ve şanını yüceltmenin bu zamanda maddeten terakki ile olabileceğini ifade
eder. Peygamberimizin (sav) "Dünya ahiretin tarlasıdır"33 hadisinin de çalışmayı
gerekli kıldığını, bunun da ancak dünyaya çalışmakla mümkün olduğunu belirtir. Daha
sonra "İnsanların hayırlısı insanlara faydalı olandır"34 hadisiyle de insanlara
faydalı olmanın dinin emri olduğunu vurgular.

3.2. Kalkınma Politikası

Kalkınmanın maddi ve manevi iki temel sebebi olduğunu ifade eden Bediüzzaman
bunları şöyle özetler: Kalkınmanın maddi sebepleri yeraltı, yer üstü ve insan kaynaklarıdır.
Bu kaynakların yerinde ve bilgiye dayalı olarak kullanılması kalkınmanın ve gelişmenin
temelini teşkil eder. Manevi sebep ise "Nokta-i istinat" denilen "Kuvve-i Maneviye"dir.35
İnsan çok iyi bir nokta-i istinad bulursa en ağır ve büyük işlere karşı mübarezeye
kendinde kuvvet bulur.

İnsanlar gerek devletten ve gerekse milletten aldığı güçle büyük bir ümitle yola
çıkarsa yapamayacağı iş yoktur. "İnsanları canlandıran emeldir; öldüren yeistir."36
"Bir nokta-i istinad bulsam küre-i zemini yerinden oynatabilirim" diyen bir ilim
adamı gibi geleceğe ümitle bakan bir insanın da nokta-i istinat bulduğu takdirde
küre-i arz gibi büyük işleri çevirebileceğini ifade etmiştir.

Müslümanların bilhassa "din duygusu"nun daha fazla hâkim olduğu Doğu'da geri
kalmışlığa, cehalete ve her çeşit bölünmüşlüğe karşı kurtuluş çaresi, dindir. Çünkü
din "muhabbet ile ittihadı, marifet ile imtizac-ı efkârı, uhuvvet ile teavünü"37
emretmektedir. Kalkınma politikaları ancak bu gibi esaslara dayanırsa sonuç verir.
Aksi takdirde yapılan bütün yatırımlar ve kaynaklar yok olur gider.

Bediüzzaman'a göre bu konudaki çalışmalarda samimiyetin ölçüsü "muhabbet, hürmet
ve merhamettir." Zira "Hamiyet, muhabbet, hürmet ve merhametin netice-i zaruriyesidir.
Onsuz olmaz ve illa yalandır, sahtekârlıktır."38

Devletin bu konudaki görevi gerek yeraltı ve yerüstü, gerekse insan kaynaklarının
kullanımında planlama, güven oluşturma ve yardımlaşmayı kolaylaştırma gibi temel
stratejilerdir. Bu hususlar da yine dinin kutsal emirleri ile takva ve salâbet-i
diniye ile olur. İnancı sarsılmış ve ahlakı bozulmuş bir toplumu idare etmek çok
zordur. Böyle bir toplumda güveni sağlamak ve yardımlaşma unsurlarını harekete geçirmek
ancak din ile olur.39 Asayiş ve güven oluşturulduktan sonra kalkınma politikaları
uygulanabilir.

3.3 Hürriyet ile Girişimcilik (Teşebbüs-ü Şahsi)

Teşebbüs-ü Şahsi bir ülkenin kalkınması için en önemli unsurdur. Bediüzzaman
daha asrın başında Doğu Anadolu'da yaptığı seyahatlerinde girişimciliğe dikkat çekmiş
ve onları teşebbüs-i şahsiye dediği girişimciliğe teşvik etmiştir. Doğu halkının
Şafi olduğunu, Şafiilerin ise imama uymuş bile olsa namazdaki Fatiha'yı her bireyin
okumasının dinin emri olduğuna dikkat çeker. Bunu girişimciliğe delil ve örnek gösterir.
"İnsana ancak çalıştığının karşılığı vardır"40 ayetinin de "Teşebbüs-ü şahsiye"ye
davet ettiğini nazara verir.41 Onları Doğu insanının dindarlığına uygun olan meşrutiyet
ve hürriyete sahip çıkmaya ve girişimci olmaya çağırır.

Hür bir zeminde yola çıkan bir müteşebbis elbette başarılı olacaktır. Bunun için
emniyetin tesisi şarttır. Geleceğine güvenle bakamayan bir müteşebbisin harekete
geçmesi beklenemez. Bediüzzaman 1910 senesinde Doğu ilerine yaptığı seyahat Osmanlı
dönemine rastlamaktaydı. Devletin ırkçılığa ve farklılıkları inkâra dayanan politikaları
yoktu ve Kürtçülüğe dayanan bir terör de söz konusu değildi. Bediüzzaman o dönemin
şartlarında "hür teşebbüs"ü tavsiye ediyordu. "Ağam bilir" umursamazlığını tenkit
ederek herkesi hürriyet içinde kalkınmaya davet ediyordu.

4. Irkçılık ve Zararları

19. yüzyıldan itibaren teknolojinin gelişmesi ile ırkı esas alan devletler ırkçılık
hesabına dünyayı büyük savaşlara itmiş ve büyük buhranlara sürüklemişlerdir. II.
Dünya Savaşı'nın Avrupa'da yol açtığı felaketten sonra devletler, kendi uluslarını
korumak amacıyla uluslararası organizasyonlara ihtiyaç duydu. Irkçılığın ne derece
zararlı olduğu yaşanan acı tecrübelerle ortaya çıktı. Teknolojinin yıkıcı ve tahrip
edici gücünün müspete kanalize edilmesi çalışmaları başladı. Teknolojinin, yıkıcı
ve tahrip edici anarşist ve teröristlerin elinde, çok daha büyük felaketlere yol
açabileceği endişesi aklı başında olan devlet büyüklerini beraber hareket etmeye
yöneltti. Bunun sonucu olarak NATO gibi ortak savunma ittifakları kuruldu.

Dünya olaylarını Kur'an penceresinden takip eden Bediüzzaman Menderes'e yazdığı
bir mektubunda seksen senelik ömrünü milletin selameti için feda eden, hiçbir dünyevi
amaç taşımayan ve sadece milletin menfaati için çalışan, padişahlık, tek parti ve
demokrasi döneminde bütün siyasi olaylarının içinde bulunarak kazandığı tecrübelerini
de dikkate alarak birkaç nasihatini dinlemesini ister.

Bediüzzaman mezkûr mektubunda hükümetlerin devletlerarası ittifaklar kurmalarını
"Sulh-u Umumi" dediği dünya barışına, kalkınmaya ve her nevi anarşi ve teröre karşı
en büyük tedbir olarak gördüğünü ifade eder. DP'nin Pakistan ve Irak ile kurduğu
"Bağdat Paktı"nı tebrik ederek alkışlar. Bu paktın Arap ve Türklerin yakınlaşmasına
ve İslam dünyasının uyanmasına sebep olacağını söyler. Irkçılığın yıkıcı ve menfi
bir hareket olduğunu, başkalarının zararı ile beslendiğini, bunun da ırkçılığın
seciyesi ve tabiatının gereği olduğunu ifade eder. Müslümanları birleştiren en önemli
hususun İslamiyet olduğunu nazara verir. Türklerin asla ırkçı olmaması gerektiğini
ve ırkçılıkta hiçbir kazancının olmayacağının altını çizer. Bediüzzaman'a göre Türk
milleti dünyanın her tarafında Müslüman olarak tanınmış ve Türk ırkı İslamiyet'le
kaynaşmıştır. Türklüğü Müslümanlıktan ayırma imkânı kalmamıştır. Türk, Müslüman
demektir. Hatta Müslüman olmayan kısmı Türklükten de çıkmışlar ve başka milletlere
karışmışlardır. Bulgarlar ve Macarlar gibi. Aynı şekilde Araplar da Araplıkları
ile değil, Müslümanlıkları ile tanınmışlardır. Araplar da İslamiyetle mezc olmuşlardır.
Bunun için gerek Türklere, gerekse Araplara ırkçılık çok büyük tehlikedir. Her iki
milletin "Hakiki milliyetleri İslamiyet'tir. O kâfidir."42 Türkler ile Arapların
ortak özellikleri İslamiyet'e olan hizmetleridir.

"Irak ve Pakistan ile yapılan ittifak ve anlaşma bu açıdan çok mühimdir. En büyük
faydası da ırkçılığın önlenmesidir. 4-5 milyon ırkçı yerine 400 milyon Müslüman
ve 800 milyon bölge halkının dostluğu kazanılmış olacaktır. Bunun sonucunda ortaya
çıkacak olan barıştan dünya milletlerinin ve bu barışa çok ihtiyacı olan Hıristiyanlık
dünyasının ve diğer din mensuplarının dostluklarını bu millete ancak bu şekilde
kazandırma imkânı vardır."43

Ülke düşmanlarının ve menfaatlerini Türk ve Müslümanların zararında gören ve
bunun için ifsat komitelerini harekete geçiren Batılıların ifsatlarından yöre halkını
kurtarmanın çaresini de "İman birliğini tesis etmek, din ve fen ilimlerinin beraber
okutulacağı üniversiteleri açmak ve Müslümanların arasındaki kardeşliği yeniden
kurmak" olduğunu belirtir. Bunun sonucunda Avrupa medeniyeti ile İslam medeniyetini
birleştirmek de mümkün olacaktır."44

Irkçılığın zararlarını bir misalle izah eden Bediüzzaman, Van'da iken hamiyetli
bir Kürt talebesinin İslam terbiyesi ile "Bir Müslüman Türk'ü fâsık bir kardeşime
tercih ederim" dediği halde İstanbul'da girdiği mekteplerde Irkçı bir muallimden
etkilenmesi sonucu "Ben şimdi gayet fasık, hatta dinsiz bir Kürdü salih bir Türk'e
tercih ediyorum" dediğini nakleder. Bediüzzaman birkaç sohbet sonunda onu ikna eder
ve "Türklerin bu millet-i İslamiyenin kahraman bir ordusu" olduğunu kabul ettirir.
Bediüzzaman Ankara'da bulunduğu dönemde TBMM'de bulunan mebuslara bu misali verdikten
sonra sorar: "Doğu'da bulunan 5 milyon Kürt, 100 milyona yakın İranlı ve Hintli,
70 milyon Arap, 40 milyon Kafkas var. Birbirine komşu ve misafir olan bu milletlere
Kürt talebenin Van'da aldığı iman dersi mi, yoksa İstanbul'da mektepte aldığı ırkçılık
dersi mi daha çok lâzımdır?"45

4.1 Milletlerin Saadeti Dostluk ve Sevgidedir

Bediüzzaman'a göre Doğu Anadolu'nun ve Ortadoğu'nun saadeti ve selâmeti Ermeniler
dâhil Arap, Türk, Kürt, Süryani ve diğer milletlerle ittifak içinde ve dost olmaya
bağlıdır.46 Dostluğun sebeplerinden en önemlisi komşuluk ve ortak menfaatlerdir.
Komşuluğun devamı ve ortak menfaatlerin kazanımı akıl, ilim ve meyl-i terakkiye
bağlıdır. Bütün bunlar ise sevgi ve muhabbetle sağlanacaktır.

"Husumet ve adavetin vaktinin bittiğini" söyleyen Bediüzzaman "İki Harb-i Umumi,
adavetin ne kadar fena ve tahrip edici ve dehşetli zulüm olduğunu gösterdi. İçinde
hiçbir fayda olmadığı tezahür etti. Öyle ise, düşmanlarımızın seyyiatı – tecavüz
olmamak şartıyla – adavetinizi celp etmesin"47 demektedir.

Muhabbetin sebeplerini sayarken komşuluk yanında "iman, İslamiyet, cinsiyet ve
insaniyet"48 gibi nurani bağlar olduğunu ifade eden Bediüzzaman "İman ve İslamiyet"in
bu bağlamdaki önemine değinir. Devamında "cinsiyet ve insaniyet" gibi ortak değerlerin
de bütün insanları, ırkları ve dilleri ne olursa olsun, sevgi ile birleştirmesi
gerektiğini ifade eder.

Bediüzzaman bilhassa Müslümanların "komşularını, hemcinslerini insan olmak yönüyle
sevmelerinin" dinin emri ve gereği olduğuna dikkat çeker. "Muhabbet, uhuvvet ve
sevmek islâmiyetin mizacıdır, rabıtasıdır"49 der. Müslümanları tüm insanlarla ve
bilhassa komşuları ile dost olmaya davet eder.

Sevgi ve muhabbetin oluşması ise ırkçılığın terk edilmesine ve farklılıkların
birer zenginlik olarak kabul edilmesine bağlıdır. Doğu'nun önemli şair ve ediplerinden
olan Şeyh Sadi-i Şirazi'nin dediği gibi "İki cihanın rahat ve selâmetini iki harf
tefsir eder, kazandırır: Dostlarına karşı mürüvvetkârâne muaşeret ve düşmanlarına
sulhkârâne muamele etmektir."50 İdarecilerin ve devletin toplum üzerindeki en önemli
görevi asayişi ve barışı korumaktır.

4.2 Muhabbet ve Sevginin Kaynağı İman Kardeşliğidir

Doğuda din ve iman hâkimdir. Halkın birliğini ve beraberliğini sağlayacak, eğitime
ve maddi-manevi terakkiye sevk edecek olan dindir. Dini referanslarla yapılan bir
teşvik ve sakındırma halk üzerinde daha müessir olur. Birliği sağlayacak olan ancak
dindir.

Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de "Mü'minler kardeştir"51 buyurur. Mü'minlerin ortak
inancı olan iman kalplerin birleşmesi ile sonuçlanır. Bu da toplumda birliği ve
beraberliği temin eder. Bediüzzaman bu hususu "Tevhid-i imanî elbette tevhid-i kulûbü
ister; vahdet-i itikat dahi vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder"52 demektedir. İman
ve vatan birliği insanların birliğini sağlayan en önemli iki amildir. En kuvvetli
bağ iman bağıdır. Çünkü iman ile esma-i ilâhiye sayısınca birlik bağları oluşur.
Bediüzzaman bu gerçeği "her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir,
Râzıkınız bir, bir, bir, bine kadar bir, bir. Hem peygamberiniz bir, dininiz bir,
kıbleniz bir; yüze kadar bir, bir"53 diyerek imanın sağladığı birlik bağlarının
binleri geçtiğini ifade etmektedir. İman bağı güçlü bir şekilde inananları birbirine
bağlar.

Vatan ve komşuluk bağları ise iman bağı kadar güçlü değildir. Bir vatanda yaşamaktan
kaynaklanan birlik bağı "Köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir, ona kadar
bir, bir"54 şeklinde ifade edilebilir. Bir vatanda yaşayan insanların birliği inanç
birliği ile beraber olursa daha mükemmel ve güçlü bir şekilde vatandaşları birbirine
bağlar. Buna göre de sevgi ve muhabbet oluşturur. Bir ülkede beraber yaşamak güçlü
bir milleti oluşturmaz; ancak imandan kaynaklanan inanç birliği milleti oluşturur.
Bunun için denilmiştir ki "Din, dil bir ise millet birdir."55

Bütün bu gerçeklerden anlaşılmaktadır ki, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da ve Ortadoğu'da
birliği ve dirliği sağlamanın yolu dinden ve dine değer vermekten geçer. İnsanlar
arasında sevgi ve muhabbeti oluşturmanın yolu da dinden geçer.

Sonuç

Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da ve devamı olan Ortadoğu'da bir asra varan süre devam
eden cehalet, fakirlik ve ihtilaf ve bunlardan kaynaklanan istikrarsızlık ve terör
çözümsüz değildir. Her şeyin bir çaresi vardır ve iyi niyetle yaklaşım sergilendiği
zaman kısa zamanda çare bulmak da mümkündür. Yeter ki sağduyulu davranılsın ve akılcı
bir yol takip edilsin.

Doğu'da ve Ortadoğu'da henüz bu gibi problemler ortaya çıkmamışken geleceği görerek
zamanın idarecilerini ikaz eden ve ileri görüşlülüğü günümüz hadiseleri ile de tescil
edilen Bediüzzaman'ın fikirlerine ve önerilerine kulak vermek günümüz idarecilerine
kalmıştır. Günümüzde Bediüzzaman yok; ama yığılarak devam eden problemlere işaret
ettiği çözümler karşımızdadır.

Bediüzzaman'ın önerilerini "Demokratikleşme, ırkçı politikalardan vazgeçerek
iman kardeşliğini yeniden tesis etme, komşularımızla dost olma, din ve fen ilimlerinin
beraber okutulduğu eğitim müesseseleri, sürdürülebilir ekonomik kalkınma ile hür
teşebbüse önem verme" şeklinde özetlemek mümkündür. Bütün bunların gerçekleşmesi
hürriyetçi ve katılımcı demokrasi ile mümkün olabilecektir.

Kaynaklar:

Aclunî, Keşfu'l-Hafa, Beyrut-1352.

Aliyyu'l-Muttaki, Kenzu'l-Ummal, Halep-1974.

Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Yeni Asya Neşriyat.

————— Divan-ı Harb-i Örfî, 1993-İstanbul.

————— Emirdağ Lahikası, 2001-İstanbul.

————— Hutbe-i Şamiye, 1993-İstanbul.

————— İşaratü'l-İ'câz, 1998-İstanbul.

————— Lem'alar, 2001-İstanbul.

————— Mektubat, 1998-İstanbul.

————— Muhakemât, 1998-İstanbul.

————— Münazarat, 1993-İstanbul.

————— Sünuhat, 1996-İstanbul.

————— Tarihçe-i Hayat, 1998- İstanbul.

Münavi, Feyzu'l-Kadir, Tarihsiz-Beyrut.

Gazali, İhya-ı Ulum, İstanbul-1985.

İmam-ı Muhammed Serahsi, Şerh-u Siyeru'l-Kebir, Tarihsiz-1335.

Münzirî, Et-Tergib ve't-Terhib, Tarihsiz-Kahire.

Öz

Meşrutiyet, Cumhuriyet, Şeflik ve Demokrasi dönemlerini yaşamış olan Bediüzzaman,
meşrutiyet döneminde İstanbul'a gelerek Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da üniversite
açılması için çalışmış, Meşrutiyet'e destek vermiş ve Doğu'nun saadetinin demokraside
olduğunu haykırmıştır. Henüz demokrasinin, hürriyetin ve hürriyet için de hür teşebbüsün
bilinmediği bir dönemde bunların önemini halka anlatmayı görev bilmiştir. Dinin
sevgi ve muhabbet kaynağı olduğunu, ırkçılığı ve cehaleti ortadan kaldırdığını en
güzel şekilde ortaya koymuştur. Bu makalemizde, bu hususları delilleri ve kaynakları
ile inceleyerek okuyanların dikkatine sunmayı amaçladık.

Anahtar Kelimeler: Irkçılık, demokrasi, din kardeşliği, eğitim, hür teşebbüs,
kalkınma, dostluk ve inanç birliği

Abstract

Bediüzzaman, who has lived through the Constitutional, Republican, Chiefdom and
Democratic periods, came to Istanbul during the Constitut period and attempted to
open a university in the Eastern and South-eastern Anatolia. He supported constitutionalism
and exclaimed that democracy will provide for happiness in the East. He esteemed
himself in a duty to explain the significance of these facts to people in a period
when democracy, freedom and the free initiative for freedom were not known. He stated
expressly that religion has been the source for love and affection, and that it
removed racism and ignorance. We try to analyze these issues with its evidences
and sources and to bring them to readers' attention.

Key Words: Racism, democracy, religious brotherhood, education, free enterprise,
development, comradeship, and faith community

Dipnotlar:

1. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lâhikası, (2001-İstanbul) s.
93.

2. Divan-ı Harb-i Örfi, (1993-İstanbul) s. 23.

3. Divan-ı Harb-i Örfi, s. 57-61.

4. Divan-ı Harb-i Örfî, s. 89.

5. Devrin gazetelerinde yayınlanan bu hitabe 1910 yılında "Nutuk" isminde kitaplaşarak
yayınlanmıştır. (Divan-ı Harb-i Örfî, s. 89).

6. Aclunî, Keşfu'l-Hafa, 1:462 (Hadis No: 1515).

7. Divan-ı Harb-i Örfî, s. 22.

8. Divan-ı Harb-i Örfî, s. 22.

9. Divan-ı Harb-i Örfî, 69; Hutbe-i Şamiye, (1993-İstanbul) s. 85.

10. Tarihçe-i Hayat, (1998-İstanbul) s. 204.

11. Divan-ı Harb-i Örfi, s. 21.

12. Divan-ı Harb-i Örfî, s. 23.

13. Divan-ı Harb-i Örfi, s. 21.

14. Tarihçe-i Hayat, s. 93.

15. Tarihçe-i Hayat, 128-129; Emirdağ Lâhikası, s. 404, 437-440.

16. Emirdağ Lahikası, s. 404, 437-440.

17. Emirdağ Lahikası, s. 404.

18. Emirdağ Lahikası, s. 440.

19. Tarihçe-i Hayat, s. 75.

20. Münazarat, (1993-İstanbul) s. 127-129.

21. Sünuhat, (1996-İstanbul) s. 33.

22. İşaratu'l-İ'câz, (1998-İstanbul) s. 117; Muhakemat, (1998-İstanbul) s. 137.

23. Muhakemat, s. 24.

24. Lem'alar, s. 168-169.

25. Sünuhat, s. 33.

26. İşaratü'l-İ'câz, s. 13-14.

27. Sünuhat, s. 33.

28. Münazarat, s. 78.

29. Münazarat, s. 78-79.

30. Lem'alar, s. 206.

31. Necm, 53:39-40.

32. Münzirî, Et-Tergib ve't-Terhib, 2:546, 585; Aliyyu'l-Muttaki, Kenzu'l-Ummal,
4:123, 127; Gazali, İhya, 2:61.

33. Aclunî, Keşfu'l-Hafa, 1:412 (Hadis No:1320).

34. İmam-ı Muhammed, Şerh-u Siyeru'l-Kebir, 1:7; Feyzu'l-Kadir, 3:481.

35. Sünuhat, s. 77-79.

36. Hutbe-i Şamiye, s. 49, 126; Sünuhat, s. 79.

37. Sünuhat, s. 79.

38. Sünuhat, s. 81.

39. Lem'alar, s. 174.

40. Necm, 53:39.

41. Divan-ı Harb-i Örfî, s. 57-61.

42. Emirdağ Lâhikası, s. 438.

43. Emirdağ Lâhikası, s. 438.

44. Emirdağ Lâhikası, s. 437-440.

45. Emirdağ Lâhikası, s. 438.

46. Münazarat, s. 67.

47. Hutbe-i Şamiye, s. 57.

48. Hutbe-i Şamiye, s. 58.

49. Hutbe-i Şamiye, s. 58.

50. Mektubat, s. 258.

51. Hucurat, 49:10.

52. Mektubat, s. 254.

53. Mektubat, s. 255.

54. Mektubat, s. 255.

55. Mektubat, s. 314.