The South-Eastern Question
Ülkemizin güneydoğusunda son yirmi beş yıldır, ülkenin en önemli
kaynaklarını yutan, halledilmez ise, ülkeyi büyük bir kaosa sürükleyecek olan bir
sorun yaşamaktayız. Bu sorun halledilmeden ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda
beklenen müspet gelişmeler hayalden ibaret kalmaya mahkumdur. Bu sorun halledilmediği
içindir ki, bugünlerde Hz. Adem'in yaratıldığı, Hz. Nuh'un gemisinin tufandan kurtulduğu,
Hz. Yunus'un balığın karnından sahil-i selamete kavuştuğu ve bunun gibi insanlığı,
hatta kainatı ilgilendiren pek çok müspet gelişmenin vuku bulduğu tarihe tekabül
eden, bize baharı müjdeleyen, dolayısı ile bayram olarak kutlanması gereken Nevruz'u,
günler öncesinden atlatılması gereken bir tufan gibi bekliyoruz. Biz daha önceden
içinde yetmiş iki milleti barındıran bir imparatorluğun mirasçısıyız. Bugün sorun
haline getirdiğimiz yapı, geçmişte bizim zenginliğimizdi. Biz bugün sorun olarak
gördüğümüz bu yapıyla, geçmişte bir sevgi ve saygı medeniyeti vücuda getirmiştik.
Bu sorun kültürel birikimimize aykırı, insan tabiatını yok sayan bir zihnin ürünüdür.
Bu sorunu halledecek kültürel birikim ve tecrübe toplumumuzda vardır.
Biz bu yazımızda "Güneydoğu sorunu ve kaynağı nedir?" sorularını sorup, bu soruna
insan hakları ve İslam açısından yaklaşacağız.
Sorun Nedir?
Güneydoğu'da yaklaşık son yirmi beş yıldır yaşanan sorunun adı, Kürt sorunudur.
Kürt sorununun içinde; özgün kimliğini sürdüren kalabalık bir halkın bu fizyolojik
ve antropolojik kimlik ve varlığının kabulü ve teyidi konusunda çıkan ihtilaflar
vardır.
Sorunun Kaynağı
Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu'nun bakiyesi üzerine kurulmuştur.
Osmanlı İmparatorluğu pek çok dini, pek çok etnik gurubu ve yine pek çok kültürel
topluluğu içinde barındırıyordu. Bu çoğulcu yapısı doğal olarak bakiyesine de intikal
etmiştir. Cumhuriyet'i kuran irade, modern bir ulus meydana getirmeyi amaçlamış,
bu amaç çerçevesi içerisinde toplumda hakim olan Türk kavmini esas almış, merkezi
kimliği buna göre tanımlamıştır. Ulus devlet, niteliği itibariyle etnik temelde
tekil ve totaliter olmak zorundadır. Merkezi kimlik dışında kalan tüm kimlikleri
dışlamak ve onları tanımamak, hakim etnik gurup içinde onları asimile etmek, ulus
devletin her zamanki yaklaşımıdır. Bu yaklaşım Osmanlı İmparatorluğu'nun bakiyesi
üzerine kurulan yeni Cumhuriyet idaresince de aynen sergilenmiştir.
Devletin bu merkezi kimlik etrafında modern ulus oluşturma gayretleri, yüzyıllarca
birlikte yaşamış etnik ve dini kimlikleri inkar etmesi, dışlanan etnik ve dini guruplarda,
bilhassa güneydoğudaki Kürt halkında, benlik mücadelesini tetiklemiştir
İnsan Hakları Açısından Meseleye Bakmak
İnsan hakları açısından meseleye bakarsak, önümüze üçüncü kuşak haklar dediğimiz
kolektif haklar çıkmaktadır.
Kolektif haklar, halkların kendi kaderlerini kendilerinin belirlemesi, toplulukların
dilsel kültürel serbestliği, cemaat olma gibi haklardır.
Yani bu toplulukların eline, kendi hikayelerini yazma ve kendi öykülerini anlatma
kudretini vermektir.
Hegel'e göre insan benliği ancak ötekini yaşayarak ve öteki tarafından yaşanarak,
onu tanıyıp onun tarafından tanınarak hayat bulur; bir karşılıklı tanıma süreciyledir
ki benlik inşa edilir. Hegel, insanın kendi bilincine ancak bir başkası tarafından
tanınmakla varacağını ileri sürmektedir. Tanınma arzusu engellendiğinde bir çatışma,
bir mücadele doğar. Karşısındakini tanımak ihtiyacı duymaksızın tanınan efendi,
muhatabı tarafından tanınmadan onu tanıyan da köle olur.
Hegel'in insan benliğinin inşası için ortaya koyduğu gerçekler, insan topluluğu
için de aynen geçerlidir. Kolektif benlik, ancak bir başka kolektif benliği tanıyarak
ve onun tarafından tanınarak, inşa edilebilir.
Kolektif benliğin tanınma arzusu engellendiğinde ortaya çatışma ve mücadele çıkar.
Bir topluluğun diğer topluluğu tanımaksızın kendini ona tanıtmaya kalkması efendilik
taslamaktır. Keza bir topluluğun kendini diğer topluluğa tanıtmadan onu tanıması
köleliktir.
İnsan olarak takınacağımız tavır, kolektif bilincimizi başkalarına tanıtmak,
diğer kolektif bilinçleri de tanımaktır; yani ne köle olmak, ne de efendilik taslamaktır.
İslam Açısından Meseleye Bakmak
İslamiyet kolektif hakları, insan haklarının taşıdığı ufuktan çok daha ötelere
taşımaktadır. İslam'ın temel kaynağı Kur'an-ı Kerim'i esas alarak meseleye bakalım.
Hucurat Suresi'nin 13. ayeti insanların birbirlerini tanımaları ve birbirlerine
yardım etmeleri maksadıyla kabile ve şuub halinde yaratıldıklarını ifade etmektedir.
Al-i İmran Suresi'nin 110. ayeti ise iyiliği emreden, kötülükten sakındıran bir
ümmetten bahsetmektedir. Bediüzzaman Said Nursi, Hucurat Suresi 13. ayetindeki şuub
sözcüğüne, millet ve taife manalarını verirken, kabile sözcüğünü olduğu gibi bırakmıştır.
Bir metni anlamak için o metni oluşturan kelimeleri açmak, kelimelerin içinde
barındırdıkları manalara nüfuz etmek gereklidir. Bu cümleden hareketle, biz de her
iki ayette geçen kabile, şuub ve ümmet kelimeleri ile Bediüzzaman'ın şuub kelimesine
karşılık verdiği millet ile taife sözcüklerini ele alalım.
Kabile: Ali Şeriati'ye göre bir topluluğu oluşturan fertlerin yaşamları için
buluştukları yer, bir amaç ve hedef için yönelinen, kıble edinilen mahaldir. Bu
kıble genelde bir otlak veya yayladır. Kabile Arap kavminin toplulukları için kullanılmıştır.
Şuub: Elmalı Hamdi Yazır'ın tefsirine baktığımızda pek çok mana görülmektedir.
Biz "Arap dışındaki kavimleri oluşturan kabileler" karşılığını almayı uygun bulduk."
Taife: Bir eksen etrafında, belirli bir bölgede dolaşan ve tavaf eden bir gurup
insandır. Çölde, her bir gurup belirli bir su kuyusu etrafında dolaşıp durur.
Millet: Bir vatan toprağı üzerinde, aynı dili konuşan, ortak bir ülkü etrafında
kümelenmiş topluluk, diye tarif edebiliriz.
Ümmet: "Üm" kökünden türetilmiştir. Ana, asıl, kök manasına gelmektedir. "İbn
Manzur'a göre ümmet, insan nesli demektir. Her nebinin ümmeti, kafir veya mümin
ayrımı yapılmaksızın, tebliğ için gönderildiği tüm insanlardır. Muhammed ümmeti
denince de Hz. Peygamber'e inanan ve inanmayan bütün insanlar kastedilir."
Dayanağımız olan Hucurat Suresi'nin 13. ayetindeki "…yarattık" tabiri, insanların
kabile, taife ve şuub halindeki varlıklarının fıtri olduğuna işaret etmektedir.
Kabile, taife, şuub fıtratları gereği kendi kıblelerine yönelmiş, onun etrafında
tavaf etmektedirler. Bunların yöneldikleri ve tavaf ettikleri kıble, kendilerini
terbiye eden esmadır. Yani bu guruplar yüzlerini kendi alemlerinin Rablerine dönmüşlerdir.
Ve kendilerini terbiye eden esmayı açmaktadırlar. Kabile, taife, şuub ve milleti
içinde barındıran ümmet ise, anaya, asla, esmanın kaynağına; yani zata doğru yürümektedir.
Yine dayanağımız olan Hucurat Suresi'nin 13. ayetindeki "…birbirlerini tanısınlar
ve sevsinler" tabirinden, her bir topluluğun, diğerinin etrafında tavaf ettikleri
değerlere (esmaya) saygı, bu değerlerin geliştirilmesine (esmanın açılmasına) imkan
tanıma, değerlerin açılmasında kendi üzerlerine düşen yardımı onlara sunma, mündemiçtir.
Kabile, şuub ve taifeye kodlanan esmanın açılmasına engel tavır ve davranış, ümmeti
zata doğru yolculuğundan alıkoymaktır. Dolayısı ile zulümdür. Bu davranışın modern
ceza hukukundaki vasıflandırması görevi kötüye kullanmadır. Bu hususta lakayt kalmak,
görevi ihmaldir. Üzerine düşen görevi yerine getirdiği halde, esma halen açılamamışsa,
bu durum mahcubiyeti gerektirir.
İslam'a göre ümmet tüm insanlıktır ve içinde her türlü çiçeğin bulunduğu Allah'a
sunulacak bir demettir. Bu demeti oluşturan her bir çiçek bir kabile, taife ve şuubtur.
İçlerinden biri açılmamış, güzelliğini ortaya koyamamışsa demetin tümü nakıs olur.
Dolayısı ile demetteki her bir unsur, diğerinin açılmasına yardım etmelidir. Ve
Kur'an bunu Müslümanlara görev olarak yüklemektedir.
Sonuç
Bediüzzaman Said Nursi "hayatı içtimaiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kainattaki
kanun-ı fıtrata muvafık hareket etmezse, hayırlı işlerde ve terakkide muvaffak olamaz.
Bütün hareketi şer ve tahrip hesabına geçer" demektedir. Modern ulus devletin toplumu
oluşturan unsurlara fıtrata aykırı yaklaşımı, bize Güneydoğu Sorunu'nu hediye etti.
Bu sorunun şer ve tahribi, son yirmi beş yılımıza mal oldu. Ulus devletin merkezi
kimlik dışındaki unsurları inkar etmesi, insan hakları açısından asla kabul edilemez.
İslamiyet açısından ise bu durum bir zulümdür. Bu sorunu kültürel birikimimizle
rahatlıkla halledebiliriz.
Farklılıklarımızı zenginlik haline getirmek, bu zenginlikle yine bir sevgi ve
gönül medeniyeti vücuda getirmek bizim için bir vecibe olmalıdır. Etnik ayrıma dayalı
olan bu sorunu, insan haklarına ve inancımıza dayalı olarak çözme kabiliyeti taşıdığımızı,
tüm insanlığa gösterme fırsatı önümüze çıkmıştır.
Kaynakça:
Ali Bulaç, Ortadoğu'dan İslam Dünyasına, İz Yayıncılık, İstanbul 1996.
Ahmet Arslan, İslam, Demokrasi ve Türkiye, Vadi Yayınları, Ankara 1999.
Kemal Sayar, Ruhun Labirentleri, Ufuk Yayınları, İstanbul 2003.
Ali Şeraiti, Ümmet ve İmamet, Fecr Yayınevi, İstanbul 1997.
Yaşar Nuri Öztürk, Kur'an'ın Temel Kavramları, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul
1999.
Öz
Ülkemizin güneydoğusunda son yirmi beş yıldır, ülkenin en önemli kaynaklarını
yutan, halledilmez ise, ülkeyi büyük bir kaosa sürükleyecek olan bir sorun yaşanmaktadır.
Bu sorun halledilmeden ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda beklenen müspet gelişmeler,
hayalden ibaret kalmaya mahkûmdur. Bu yazıda "Güneydoğu sorunu ve kaynağı nedir?"
sorularına cevaplar aranarak, soruna insan hakları ve İslam açısından yaklaşılmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Güneydoğu Sorunu, ulus devlet, kabile, şuub, ümmet, millet,
insan hakları
Abstract
A problem took place during the last 25 years in the South-eastern part of our
country, which annihilates the most important economic sources of the country. If
it could not be solved, then this question is going to lead the country into a big
chaos. The prospective positive developments in economic, social and cultural spheres
are doomed to remain as dreams unless this problem will be solved. This article
seeks for answers to the questions "what is the South-eastern question essentially
and what are the ultimate sources for this problem". This problem will be considered
from the point of view of human rights and Islam.
Key Words: Souht-eastern question, nation state, tribe, ummah, nation, human
rights