About a couple of matters that are related to the spirit of declamation

İkinci Makale

Belagatin ruhuna taallûk eden birkaç meselenin beyanındadır.

Birinci Mesele

Tarih lisan-ı teessüfle bize ders veriyor ki: Saltanat-ı Arabın
câzibesiyle A’cam, Araplara muhtelit olduklarından, kelâm-ı Mudarî’nin melekesi
denilen belâgat-ı Kur’âniyenin madenini müşevveş ettikleri gibi; öyle de,
Acemlerin ve acemîlerin belâgât-ı Arabiyenin san’atına girdiklerinden, fikrin
mecrâ-yı tabiîsi olan nazm-ı maânîden, zevk-i belâgati nazm-ı lâfza
çevirmişlerdir. Şöyle ki: Efkâr ve hissiyatın mecrâ-yı tabiîsi nazm-ı maânîdir.
Nazm-ı maânî ise mantıkla müşeyyeddir. Mantıkın üslûbu ise, müteselsil olan
hakaike müteveccihtir. Hakaike giren fikirler ise, karşısında olan dekaik-i
mâhiyatta nâfizdirler. Dekaik-i mahiyat ise, âlemin nizam-ı ekmeline mümidd ve
müstemiddirler. Nizam-ı ekmelde herbir hüsnün menba-ı olan hüsn-ü mücerred
mündemiçtir. Hüsn-ü mücerred ise, mezâyâ ve letâif denilen belâgat çiçeklerinin
bostanıdır. Çiçeklerin bostanı, cinan-ı hilkatte cilveger olan, ezhara perestiş
eden ve şair denilen bülbüllerin nağamâtıdır. Bülbüllerin nağamâtına âheng-i
rûhanî veren ise, nazm-ı maânîdir. Hal böyle iken, Araptan olmayan dahil ve
tufeylî ve acemîler belâgat-ı Arabiyede üdeba sırasına geçmeye çalıştıklarından,
iş çığırdan çıktı. Zira bir milletin mizacı o milletin hissiyatının menşei
olduğu gibi, lisan-ı millîsi de hissiyatının mâkesidir. Milletin emziceleri
muhtelif olduğu gibi, lisanlarındaki istidad-ı belâgat dahi
mütefavittir-lasiyyemâ Arabî lisanı gibi nahvî bir lisan olsa…

Bu sırra binaen, cereyan-ı efkâra mecrâ ve belâgat çiçeklerine
çimengâh olmaya çok derece nâkıs ve kısa ve kuru ve kır’av olan nazm-ı lâfız;
mecrâ-yı tabiîsi olan nazm-ı mânâya mukabele ederek belâgati müşevveş etmiştir.
Zira acemîler su-i ihtiyar veya sevk-i ihtiyaçla lâfzın tertip ve tahsinine ve
maâni-i lügaviyenin tahsiline daha ziyade muhtaç olduklarından ve elfaz, mecrâ
olmak cihetiyle daha âsân ve daha zahir ve nazar-ı sathîye daha mûnis ve hevam
gibi avamın nazarlarını daha cazibedar ve avamperestâne nümayişlere daha müstait
bir zemin olduğundan, elfaza daha ziyade sarf-ı himmet etmişlerdir. Yani, ne
kadar bir mesafe kat ederse, önlerine çok muşa’şa’ sahralar kendilerini
göstermek şanında olan tertib-i maânide olan tagalgulden zihinlerini çevirip,
elfaz arkasına koşup, dolaşıyorlar. Maânînin tasavvurlarından sonra elfazın
arkasına gitmekle fikirleri çatallaşmıştır. Gide gide elfaz mânâya galebe
etmekle istihdam ederek, “lafız, mânâya hizmet etmek” olan kaziye-i tabiiye
aksine çevrildiğinden, tabiat-ı belâgattan böyle lâfızperest mutasallıfların
san’atına kadar, yok, belki tasannularına, uzun bir mesafe girmiştir. Eğer
istersen, Harîrî gibi bir dahiye-i edebin Makamat’ına gir, gör. O dahiye-i edep
nasıl hubb-u lâfza mağlûp olarak, lâfızperestlik hevesi o kıymettar edebini
lekedar ettiği gibi, lâfızperestlere de bast-ı özür etmiştir ve nümune-i imtisal
olmuştur. Onun için, o koca Abdülkahir bu hastalığı tedavi etmek için Delâil-i
İ’câz ve Esrarü’l-Belâgat’ın bir sülüsünü onun ilâçlarından doldurmuştur. Evet,
lâfızperestlik bir hastalıktır; fakat bilinmez ki hastalıktır.

Tenbih

Lâfızperestlik nasıl bir hastalıktır; öyle de, suretperestlik,
üslûpperestlik ve teşbihperestlik ve hayalperestlik ve kafiyeperestlik, şimdi
filcümle, ileride ifratla, tam bir hastalık ve mânâyı kendine feda edecek
derecede bir maraz olacaktır. Hattâ bir nükte-i zarafet için veya kafiyenin
hatırı için, çok edip, edepte edepsizlik etmeye şimdiden başlamışlardır.

Evet, lâfza ziynet verilmeli, fakat tabiat-ı mânâ istemek
şartıyla. Ve suret-i mânâya haşmet vermeli, fakat meâlin iznini almak şartıyla.
Ve üslûba parlaklık vermeli, fakat maksudun istidadı müsait olmak şartıyla. Ve
teşbihe revnak vermeli, fakat matlubun münasebetini göze almak ve rızasını
tahsil etmek şartıyla. Ve hayale cevelân ve şâşaa vermeli, fakat hakikati
incitmemek ve ağır gelmemek ve hakikate misal olmak ve hakikatten istimdat etmek
şartıyla gerektir.

İkinci Mesele

Kelâmın hayatlanması ve neşvüneması, mânâların tecessümüyle ve
cemadata nefh-i ruh etmekle bir mükâleme ve mubahaseyi içlerine atmaktır. Şöyle:

“Deveran” ile tabir olunan, vücutta ve ademde iki şeyin
mukarenetiyle biri ötekisine illet ve me’haz ve menşe zannolunması olan itikad-ı
örfî üzerine müesses olan mağlâta-i vehmiye üstüne mebnî olan, kuvve-i hayalden
neş’et eden sihr-i beyanıyla, sehhar gibi cemadatı hayatlandırır, birbiriyle
söyletir. İçlerine ya adaveti veya muhabbeti atar. Hem de mânâları tecessüm
ettirir, hayat verir, içinde hararet-i gariziyeyi derc eder.

Eğer istersen, gürültülü menzil ıtlakına şâyeste olan bu beyte
gir:

Yani, “Mumâtalâ-i hak perdesi altında hulfü’l-va’d benimle
konuşuyor. Der: Aldanma! Onun için, sînemde ümitlerim yeis ile kavgaya
başladılar; o mütezelzil hane olan sadrımı harap ediyorlar.” Göreceksin, nasıl
şair-i sâhir emel ve ye’si tecsim etmekle hayatlandırarak, nemmam olan ihlâfın
fitnesiyle bir muharebe ve muhasamayı temsil eyledi. Güya sinematoğraf gibi bu
beyit senin aklına rüya görünüyor. Evet, bu sihr-i beyanî bir nevi tenvim eder.
Veyahut yerin yağmurla muâşaka ve şekvasını dinle. İşte: 

Yani, yağmurun geç gelmesini ona teşekkî eder. Mahbubun ağız
suyu gibi suyunu emer. Acaba yeri Mecnun, sehabı Leylâ hâletlerinde bu şiir sana
tahyil etmiyor mu?

Tenbih

Bu şiiri güzel gösteren, içindeki hayalin hakikate bir derece
müşabehetidir. Zira yağmur gecikse, sonra gelse, toprak vız vız gibi bir savtı
çıkartarak suyunu çeker. Bu hali gören, geçliğine ve şiddet-i ihtiyacına intikal
ettiğinden, meşhur deveranın sırrıyla ve tevehhümün tasarrufatıyla bir muâşaka
ve mükâleme suretine ifrağ eder.

İşaret

Herbir hayalde bu çiznök gibi bir dane-i hakikat bulunmak
şarttır…

Üçüncü Mesele

Kelâmın elbise-i fahiresi veyahut cemali ve sureti, üslûp
iledir. Yani, kalıb-ı kelâm iledir. Şöyle ki:

Ya dikkat-i nazar veya tevaggul veya mübaşeret veya san’atın
telâkkuhuyla hayalde tevellüd eden temayülâtın hususiyatından teşekkül eden
suretlerden terekküp eden istiare-i temsiliyenin parçaları telâhuk ettiklerinden
tenevvür ve teşerrüb ve teşekkül eden üslûp, kelâmın kalıbı olduğu gibi, cemalin
mâdeni ve hulel-i fâhirenin destgâhıdır. Güya aklın borazanı denilmeye şayan
olan irade ses etmekle, kalbin karanlık köşelerinde yatan mânâlar çıplak, yalın
ayak, baş açık olarak çıktıklarından, mahall-i suver olan hayale girerler. O
hazinetü’l-hayalde buldukları sureti giyerler. En ekall bir yazmayı sarar. Veya
bir pabucu giyer. Lâakal bir nişanla çıkar. Hiç olmazsa bir düğmeyle veya bir
kelimeyle, kendinin nerede terbiye olduğunu gösterir.

Eğer bir kelâmın-fakat tabiattan çıkmış bir kelâmın-üslûbunda
im’ân-ı nazar edersen, kendi san’atı içinde işleyen mütekellimi o ayna-misal
üslûbun içinde göreceksin. Hattâ nefsini nefesinden ve sesinden, mahiyetini
nefsinden (üfürmesinden) tevehhüm; ve mizaç ve san’atını kelâmıyla mümteziç
tahayyül etsen, Hayaliyyun mezhebinde muâteb olmuyorsun. Eğer tereddütle senin
hayalin, hastalığı var ise kaside-i Bürde’den olan
1
olan bîmarhaneye git, gör: Nasıl Hakîm-i Busayrî, istifrağla ve nedametin
perhiziyle sana reçete yazar! Eğer iştahın açılmasıyla üslûp denilen hakikatin
şişesindeki zülâl-i mânâ nasıl kendine muvafık ve nasıl imtizaç etmesini
seyretmek ve o zülâli içmeye iştahın varsa, meyhaneye git ve de: “Ey meyhaneci,
kelâm-ı belîğ nedir?” Elbette onun san’atı onu şöyle söylettirecek:

“Kelâm-ı beliğ, ilim denilen çömleklerde pişirilen ve hikmet
denilen büyük küplerde duran ve fehim denilen süzgeçle süzülen âb-ı hayat gibi
bir mânâyı, zürefa denilen sâkiler döndürüp efkâr içer; esrarda temeşşî etmekle
hissiyatı ihtizaza getiren kelâmdır.”

Eğer böyle sarhoşların sözlerinden hoşlanmıyorsan, suyun
mühendisi olan hüdhüd-ü Süleyman’ın Sebe’den getirdiği nebe’ ve haberi dinle:
Nasıl inzal-i Kur’ân ve ibdâ-ı semavat ve arz eden Zülcelâlin tavsifini
etmiştir! Hüdhüd diyor: “Bir kavme rastgeldim. Zemin ve âsumandan mahfiyatı
çıkaran Allah’a secde etmiyorlar…” Bak, evsaf-ı kemâliye içinde hüdhüdün
hendesesine telvih eden, yalnız vasf-ı mezburu ihtiyar eyledi.

İşaret

Üslûptan muradım, kelâmın kalıbıdır ve suretidir. Başkalar başka
diyorlar. Ve belâgatça faydası, kıssatın tefârıkını ve perişan olan parçalarını
iltiham ve bitiştirmektir. Tâ kaide-i “Birşey sabit olursa levazımıyla sabittir”
sırrıyla bir cüz’ü tahrik etmekle kıssatın küllünü ihtizaza getirmektir. Güya
mütekellim, üslûbun bir köşesini muhataba gösterse, muhatap kendi kendine velev
bir derece karanlık olsa da tamamını görebilir.

Bak, nerede olursa olsun, “mübareze” lâfzı, pencere gibi,
meydan-ı harbi, içinde harp olarak sana gösterir. Evet, çok böyle kelimeler
vardır. Hayalin sinematografisi denilse câizdir.

Tenbih

Üslûp merâtibi pek mütefâvittir. Bazan o kadar lâtif ve rakiktir
ki, nesîm-i seherden daha âheste eser. Bazan o kadar gizli oluyor ki, bu zamanın
harbinin diplomatlarının desâis-i harbiyelerinden daha mesturdur. Bir diplomatın
kuvve-i şâmmesi lâzımdır, tâ istişmam edebilsin.

Ezcümle: Yâsin sûresinde
2
şive-i ifadeden, Zemahşerî
3
üslûbunu istişmam etmiştir. Evet, insan isyanla Hâlıkın emrine karşı mânen
müdafaa ve mübâreze eder.

Dördüncü Mesele

Kelâmın kuvvet ve kudreti ise, kelâmın kuyûdâtı birbirine cevap
vermek ve keyfiyatı birbirine muavenet etmekle, umumen karınca kaderince, asıl
garaza işaret ve herbiri parmağını maksat üzerine bırakmakla,
4
düsturuna timsal olmaktır. Demek, kuyûdât zenav gibi veyahut dereler gibi,
maksat ise ortalarından istimdad edici bir havuz gibi olmak gerektir.

Elhasıl: Zihnin şebekesi üstünde tersim olunan ve nazar-ı akıl
ile alınan suret-i garaz, müşevveş olmamak için, tecavüb ve teavün ve istimdad
lâzımdır.

İşaret

Bu noktadan intizam neş’et etmekle tenasüp tevellüd edip hüsün
ve cemal parlar. Eğer istersen, Rabb-i İzzetin kelâmına teemmül et.

Ezcümle: Zerresi büyük bir taş kadar büyük olan azaptan tahvif
ve insanı, kalâk ve tahammülsüz olduklarını gösermek için sevk edilen
5
olan âyete bak. Nasıl ki, “şeyi zıddından in’ikâs ettirmek” olan kaide-i
beyaniyeye binaen, tehvil ve tahvif için azabın bir parçasının derece-i tesirini
göstermek istediğinden, kıllet olan esas-ı maksada, nasıl kelâmın her tarafı
elini oraya uzatıp kuvvet veriyor. Şöyle:

lâfzındaki
teşkik ile tahfif; ve
’deki yalnız
temas; ve
maddesinde ve sîgasında ve tenkirindeki taklil ve tahkir; ve
’deki teb’iz;
ve nikâle bedel
zikrindeki
tehvin; ve ’deki
îmâ-i rahmet, umumen taklili göstermekle, azabı nihayet derecede tâzîm ve tehvil
eder. Zira azı böyle olursa, çoğundan Allah esirgesin!

Tenbih

Bu sana sermeşktir; yazabilirsen meşk et. Zira bütün âyât-ı
Kur’âniye bu intizam ve tenasüp ve hüsne mazhardırlar. Fakat makasıd bazan
mütedâhilen müteselsildir. Herbirinin tevabii ötekiyle mukarin olur, fakat
muhtelit olmaz. Dikkat etmek gerektir. Zira nazar-ı sathî böyle yerlerde çok
halt eder.

Beşinci Mesele

Kelâmın servet ve vüs’ati ise nasıl suret-i terkip, nefs-i
maksadı gösterir. Öyle de müstetbeâtının telmihâtıyla ve esâlîbin işârâtıyla
garazın levazım ve tevâbiini göstermek ve ihtizaza getirmektir. Zira telmih ve
işaret ise, sakin olan hayâlâtı ihtizaza ve sâkit olan cevanibini
söylettirmekle, kalblerin en uzak köşelerindeki istihsanı ve alkışlamayı tehyiç
etmeye büyük bir esastır. Evet, telmih ve işaret ise, yolun etrafını temaşayla
tenezzüh etmek içindir. Kast ve talep ve tasarruf için değildir. Demek,
mütekellim onda mes’ul olmaz. Eğer istersen, bu beyitlerin içlerine gir. Bir
derece seyre şayan noktalar vardır:

İşte çal olan atına binmiş, nazenin karşısında gençlenmek
isteyen ihtiyar babanın sakalının içine bak, belagatin çok anahtarlarını
bulacaksın. Al, kapıları aç, işte

Yani, dedi: “İhtiyar oldun.” Dedim: “Değildir; belki mesaib-i
dehrin gürültüsünden ayakları altından çıkıp sakalıma konmuş bir beyaz
gubardır.”

Hem de,
Yani,
“Sakalımın beyazlanmakla parlaması seni korkutmasın. Zira nur-u mütecessim gibi
dimağdan erimiş sakaldan mecrâ bulup kendini gösteren fikir ve edebin
tebessümüdür.”

Hem de,
Yani, “Gece
gibi gençlikte gözün nevm-i gaflette dalmış, ancak subh-misal olan sakalın
beyazıyla uyanabildi.”

Hem de,
Yani,
“Ciriti istemek yolunda, sabah, atımın yüzüne yed-i beyzâsıyla bir tokat vurdu.
Atım dahi kısasını almak için tayyar olan subha erişti, yere vurdu, içinde dört
ayağıyla gezindi. Demek atım çal’dır.”

Hem de,
Yani,
“Kalbim mâşukumun kemeri gibi hareket ve hışhış etmekte; onun kalbi ise onun
bileziği gibi sükûn ve sükûttadır. Demek beli ince, bileği kalın olduğu gibi,
kalbim müştak, onun kalbi müstağnîdir. Demek, hüsün ve aşkı ve istiğnayı ve
iştiyakı bir taşla vurmuştur.”

Hem de,
Yani,
“Tâcir-i Yemenî gibi yağmurdan gelen sel, yüklerini, eskallerini gabît sahrâsına
attı. Nasıl ki bir tüccar akşamda bir köye gelse, gecede köylüler rengârenk
eşyalarını satın alsalar; sabahleyin herkes bir renkle süslenmiş olduğu halde
evinden çıkıyor. Hattâ köyün çobanı dahi kırmızı bir mendili bağlıyor. Öyle de,
sel sahrâya yükünü attığı gibi, ticaret-i hafiyeye benzer imtizâcâtı
kimyeviyeyle çiçeklerin nazeninlerine güya rengârenk elbise alınır, dikilir.
Hattâ çiçeklerin çobanı ıtlakına şayan olan kefne (kefne: dikenli, ihrak edilir
bir dağ mahsülüdür) başını kırmızılaştırıyor.”

 Hem de,
Yani, “Vefa,
gavr-ı in’idama çekildi. Tûfan-ı gadir feverana başladı. Kavl ve amel ortasında
uzun bir mesafe açıldı. ”Uzağa gitmek istemiyorsan, bu makalenin bir parça
mâkabline nazar et. Bu meseleye nümune olmak için çok parçaları bulacaksın.
Ezcümle: “Âyâtın delail-i î’câzının miftahı ve esrar-ı belâgatinın keşşâfı
yalnız belâgat-ı Arabiyedir. Felsefe-i Yunaniye değildir.”

Veyahut makale-i ûlâda olan mesele-i ûlânın hâtimesindeki
işarete bak. İşte:

“Hilkat denilen şeriat-ı fıtriyye, meczup ve misafir olan küre-i
arza farz etmiştir ki: Şemse iktida eden yıldızların safında durmak, şüzûz
etmemek… Zira, zemin zevciyle beraber
6
demişlerdir. Taat ise cemaatle daha ahsendir.” Şimdi teemmül et. Bu misaller,
karşı ve arkalarından öyle makamatı gösterir ki, arkalarından başka makamat
hayal-meyal gibi başını çıkarıyor.

Altıncı Mesele

Kelâmın semeratı ise, tabakat-ı muhtelifede, suver-i
muteaddidede teşekkül eden maânîdir. Şöyle:

Kimyaya âşinâ olanlara malûmdur. Bir maddeyi, meselâ altın gibi
bir unsuru istihsal edildiği vakit, makine veya fabrikayla müteaddit borularla,
muhtelif teressübâtıyla, mütenevvi teşekkülâtla, tabakât-ı mütefavitede geçer.
En nihayet, ondan bir kısım tahassul eder. Kelâm denilen maâni-i mütefavitenin
fotoğrafıyla alınmış muhtasar bir haritanın istiab ettiği gibi mefâhim-i
mütefavitenin suret-i teşekkülü budur ki: Tesirat-ı hariciyeden kalbin bir kısım
ihtisasatı ihtizaza gelmekle müyülât tevellüt eder. Ondan hevaî mânâlar bir
derece aklın nazarına ilişmekle aklı kendine müteveccih eder. Sonra o buhar
halindeki mânâ bir kısmı tekâsüf etmekle, temâyülât ve tasavvurâtın bir kısmı
müallâk kalıp, bir kısım dahi takattur ettiğinden, akıl ona rağbet gösterir.
Sonra mâyi halindeki kısımdan bir kısım tasallüp ve tahassul ettiğinden, akıl
onu kelâm içine alıyor. Sonra o mütesallipten bir resm-i mahsus ile temessül ve
tecellî ettiğinden, akıl onun kametine göre, bir kelâm-ı mahsus ile onu
gösterir.

Demek, müteşahhıs olanı, kelâmın suret-i mahsusası içine alıyor.
Ve tasallub etmeyeni fehvanın eline verir. Ve tahassul etmeyeni işaret ve
keyfiyet-i kelâma yükler. Ve takattur etmeyeni kelâmın müstetbeâtına havale
eder. Ve tebahhur etmeyeni üslûbun ihtizazatına ve kelâmla refakat eden
mütekellimin etvarıyla rapteder. İşte bu silsilenin borularından ismin müsemmâsı
ve fiilin mânâsı ve harfin medlûlü ve nazmın mazrufu ve heyetin mefhumu ve
keyfiyatın mermuzu ve müstetbeatın müşarünileyhleri, hitabı teşyi eden etvarın
muharrikleri, hem de “dâll bil-ibare”nin maksudu ve “dâll bi’l-işaret”in medlûlü
ve “dâll bi’l-fehvâ”nın mefhum-u kıyasîsi ve “dâll-bi’l-iktizâ”nın mânâ-yı
zarurîsi ve daha başka mefahim, umumen bu silsilenin birer tabakasından in’ikad
eder ve şu madenden çıkar. Eğer seyretmek istersen, kendi vicdanına bak, şu
meratibi göreceksin. Şöyle: Senin mahbubun, vaktâ gözünüzün penceresinden şua ve
berk-i hüsnünü vicdanınıza ilka ederse, o aşk denilen nâr-ı mûkade birden
yandırmaya başladığından, hissiyat iltihaba başlamakla, âmâl ve müyûlât dahi
heyecana gelip birden o âmâller, üst kattaki hayalin tabanını deler. İmdat
istediklerinden, o hazinetü’l-hayalde safbeste-i hareket ve mahbubun mehasinini
ellerinde tutmuş veyahut onun mehasinini hatıra getirmekle tasvir eden,
başkasının mehasiniyle işbâ olunmuş olan hayalât ise o âmâlin imdadına koşarlar;
beraber hücum edip hayalden lisana kadar inmekle beraber, zülâl-i visale olan
meyli arkalarında ve firaktan olan teellümü sağda ve tâzim ve tedip ve iştiyakı
sola, ve terahhum ve lûtfu iktiza eden mahbubun mehasinini önlerine, ve hediye
olarak medihanın gerdanını ve senanın dürlerini ellerine almakla beraber, o
7
ıtlakına şayan olan o ateşi söndürmek için zülâl-i visali celb eden tavsif-i
bi’l-fezâil ile arz-ı hacet ederler. İşte, bak, kaç tabakatta bildiğin mânâdan
başka ne kadar maânî başlarını çıkarıp görünüyor. Eğer korkmuyorsan, İbn-i
Farıd’ın veya Ebû Tayyib’in gözlerinden müthiş olan vicdanlarına bak. Ve
vicdanın tercümanı olan
8
hem de 9
hem de 10
hem de 11
gör ve dinle ki, çendan gözleri Cennette tenezzüh eder; fakat vicdanlarındaki
Cehennem tazip eder. Öyle de, mehâsinine işaret ve istiğnasına remiz ve
teellüm-ü firaka imâ ve şevke tasrih ve taleb-i visale telvih ve terahhumunu
celb eden hüsnüne tansis etmekle beraber, hissiyatını tahrik eden heyet-i
etvarıyla çok hayâlât-ı rakikayı göstermişlerdir.

İşaret

Nasıl bir hükûmetin intizamında, her memura istidadı nispetinde,
vazife derecesinde, hizmet miktarınca ücret vermek lâzımdır. Öyle de, böyle
meratib-i mütefaviteden ihtilât eden mânâlar ise, garaz-ı küllî olan mesûk-u
lehü’l-kelâmın merkezine kurbiyet nispetinde ve maksuda hizmet derecesinde,
herbirine inayet ve ihtimamda hisse ve nasiplerini taksim-i âdil ile tefrik
etmek gerektir. Tâ ki o muâdeletle intizam ve o intizamdan tenasüp ve tenasüpten
hüsn-ü vifak ve o hüsn-ü vifaktan hüsn-ü muâşeret ve o hüsn-ü muâşeretten
kelâmın kemaline bir mizanü’t-ta’dil çıkabilsin. Yoksa vazifesi hizmetkârlık ve
tabiatı çocukluk olanlar, büyük rütbeye girmekle tekebbür eder. Tekebbür etmekle
tenasübünü bozup muâşereti teşviş eder. Demek, kuyûdât-ı kelâmın istidatlarını
nazara almak gerektir. Evet, herşeyi istidadı nispetinde terfi etmek lâzımdır.
Zira görünüyor ki, göz, burun gibi bir âzâ ne kadar güzel olursa, hattâ altından
olursa, haddinden büyük olduğu halde sureti çirkin eder.

Tenbih

Nasıl bazan en küçük bir nefer bir hizmete, meselâ düşman
ordusuna keşf-i râze gider, müşir gidemez. Veyahut bir küçük talebe yaptığı işi
büyük bir âlim yapamaz. Çünkü büyük adam herşeyde büyük olmak lâzım gelmez.
Herkes kendi san’atında büyüktür. Kezalik, o maâni-i mütezahime içinde bazan bir
küçük mânâ riyaset eder; o kıymettar oluyor. Zira onun vazifesi şimdi gelecek
bir esbabla ehemmiyetlidir.

Buna işaret eden ve kıymetine menar olan sarih hüküm ve lâzım-ı
karîbinin adem-i salâhiyetidir ki, onun hatırası için irsal-i lâfız ve sevk-i
hitap edilsin ve kelâm dahi postacılık etsin. Zira ya bedihî ve malûmdur,
görünüyor; veyahut hafif ve zayıftır, asıl garazda ehemmiyeti yoktur. Veyahut
onu hüsn-ü telâkki ve kabul edecek ve ona kulak verecek muhatap yoktur. Veyahut
mütekellimin haline muvafakat ve tekellüme dâi olan arzuya hizmet edemez.
Veyahut muhatabın şe’n ve haysiyetine imtizaç, istimzaç edemez. Veyahut kelâmın
makamında ve müstetbeatın tevabiinde ecnebî görünüyor.

Veyahut garazın muhafazasına ve levazımın tedarikine müstaid
değildir. Demek, her bir makamda bu esbablardan yalnız birinin sözü dinlenir.
Fakat umumen ittihad etseler, kelâmı en yüksek tabakaya çıkartıyorlar.

Hâtime

Bazı maâni-i muallak vardır ki, bir şekl-i muayyenesi ve bir
vatan-ı hususiyesi yoktur. Müfettiş gibi herbir daireye girer. Bazı kendine
hususî bir lâfız takıyor. Bu muallâkatın bir kısmı ise harfiye ve hevâiye
gibidir. Başka kelime onu derûnuna çeker. Bazan bir cümleye, belki bir kıssate
nüfuz eder. Ne vakit o cümleyi ezdirirse, ruh gibi o mânâ takattur eder. Meselâ
hasret ve iştiyak ve temeddüh ve teessüf, ilâ âhir gibi mânâlardır.

Yedinci Mesele

Belâgatin ukde-i hayatiyesi, tâbir-i diğerle beyanın felsefesi
veyahut şiirin hikmeti ise, hariciyatın nevâmisi ve mekayisini temessül
etmektir. Şöyle:

Hakaik-i hariciyedeki kanunları kıyas-ı temsilî cihetiyle ve
deveran tarikiyle ve vehmin tasarrufuyla şairane olan mâneviyat ve ahvalde
yerleştirmektir. Demek ayna gibi hariçten in’ikâs eden hakikatin şualarını
temessül eder. Güya kendi san’at-ı hayaliyesiyle ve nakş-ı kelâmîsiyle hilkat ve
tabiatı taklit ve muhâkât eder.

Evet, kelâmda hakikat olmazsa da, en ekall şebih ve nizamından
istimdat etmek ve onun danesi üzerinde sümbüllenmek gerektir. Fakat her danenin
mahsus bir sümbülü vardır. Bir buğday bir ağaç kadar sümbüllenmez. Felsefe-i
beyan nazara alınmazsa, belâgat hurâfât gibi, hayal gul gibi, sâmie hayretten
başka bir fayda vermez.

İşaret

Felsefe-i beyaniyeye müşabih, nahvin dahi bir felsefesi vardır.
O felsefe ise, vâzıın hikmetini beyan eder. Kütüb-ü nahivde mezkûr olan
münâsebât-ı meşhûre üzerine müessestir. Meselâ bir mâmule iki âmil dahil olmaz.
Ve hel lâfzı fiili gördüğü gibi sabretmez, visal ister. Hem fail kuvvetlidir,
kavî olan zammeyi kendine gasp eder. Mesele, hariç ve kâinatta carî olan
kanunların birer aks-i misalîsidir.

Tenbih

Bu münasebât-ı nahviye ve sarfiye olan hikmet-i vâzıh ise,
felsefe-i beyan derecesinde olmazsa da, pek büyük bir kıymeti vardır. Ezcümle,
istikra ile sabit olan ulûm-u nakliyeyi ulûm-u akliyenin suretlerine çeviriyor.

Sekizinci Mesele

Maâni-i beyaniyenin aşılaması ve telkihi ve mânâların becayiş ve
inkılâpları, kelimenin mânâ-yı hakikîsi, ya garaz veyahut mânâ-yı muallâkadan
birisini teşerrüb ve içine cezb etmektir. Zira, içine girdiği vakit, sahibülbeyt
olan hakikate ve esasa dönüyor. Ve asıl lâfzın sahibi olan mânâ ise, bir suret-i
hayatiyeye dönüyor, ona medet verir. Ve müstetbeattan istimdat eder. Bu
sırdandır ki, kelime-i vahidenin maâni-i müteaddidesi oluyor. Ve becayiş ve
telkihat bundan çıkar. Bu noktadan gaflet eden, büyük bir belâgati kaybeder.

İşaret

Bir şey merkep ve binilmişse
lâfzına
müstahak olduğu gibi, zarf gibi içine aldığından,
lâfzını
ister. 12
gibi. Hem de birşey âlet olduğundan,

lâfzını ister.
Ve mekân ve merkep olduğundan,
ve

lâfızları dahi
ister.

13

Hem de gaye olduğundan,
ve

lâfızlarını
ister. İllet ve zarf olduğundan,
ve
lâfızları
dahi ister.
14
gibi. İşte sermeşk; sen de kıyas edebilirsen et.

 

Tenbih

Bu mütedahil mânâların hangisi daha ziyade senin garazına temas
eder; ve maksada sıla-i rahim vardır; ileriye sür ve izhar et. Bakileri ona
teşyi edici yaptır. Yoksa, senin tarz-ı ifaden haşmet ve ziynet-i beyaniyeden
çıplak olacaktır.

Dokuzuncu Mesele

İrade-i cüz’iyeyi ve tasavvur-u basiti âciz bırakan kelâmın
yüksek tabakası şudur ki:

Mütedahilen müteselsil olan makasıdın taaddüdü ve mütenasilen
murtabıt olan metalibin teselsülü ve netice-i vahideyi tevlid eden asılların
içtimâı ve herbiri ayrı ayrı semere veren fürû-u kesirenin istinbatına istidad
veya tazammunu iledir. Şöyle ki:

Maksadü’l-makasıt olan en uzak ve yüksek hedef-i garazdan
ayrılıp gelmekte olan maksatlar birbirine murtabıt ve birbirinin noksaniyetini
tekmil ve komşuluk hakkını eda etmekle kelâma vüs’at ve azamet verir. Güya
birini vaz etmekle öteki ve diğeri ve başkasını ve daha başkasını vaz eder. Ve
sağ ve solda ve her cihetin nispetini gözetmekle birden o makasıdı, kelâmın
kasr-ı müşeyyedesine kuruyor. Güya çok akılları kendi aklına muâvenet etmek için
istiâre etmiş, istihdam ediyor. Sanki o mecmu-u makasıtta herbir maksat
tesavir-i mütedahileden müşterekün fîh bir cüzdür. Nasıl mütedahil tasvirlerde
siyah bir noktayı bir ressam koysa, o nokta birinin gözü, ötekisinin yüzünün
hali, berikisinin burnunun deliği, başkasının ağzı olduğu gibi, kelâm-ı âlîde
dahi öyle noktalar vardır.

İkinci nokta: Kıyas-ı mürekkep ve müteşaab sırrıyla metalib
tenasül edip teselsül etmektir. Güya mütekellim o metalibin beka ve tenasülünün
bir tarih-i tabiîsine işaret eder. Meselâ, âlem güzeldir. Demek Sanii, Hakîmdir;
abes yaratmaz, israf etmez, istidâdâtı mühmel bırakmaz. Demek, intizamı daima
tekmil edecek. Ciğer-şikâf ve tahammülsûz ve emel öldürücü bütün kemâlâtı zîr-ü
zeber eden hicran-ı ebedî olan ademi, insana musallat etmez. Demek, saâdet-i
ebediye olacaktır. Üçüncü Makalenin İkinci Şehadetinin Mukaddemesinde nübüvvet-i
mutlakanın mebhasinde, insanın hayvandan üçüncü cihet-i farkı, buna iyi bir
misaldir.

Üçüncü nokta: Netice-i vahideyi tenatüç eden usul-ü müteaddideyi
cem ve zikretmektir. Zira herbir aslın yüksek neticeyle kasten ve bizzat
irtibatı olmazsa, lâakal bir derece ihtizaza ve inkişafa getirir. Güya usûl
denilen mezahir ve aynaların ihtilâfıyla ve netice ve mütecellînin vahdetiyle
maksadın tecerrüdüne ve ulviyetine ve hayat-ı âlem denilen deveran-ı umumî
tesmiye olunan hayat-ı külliye ile yad edilen hakikatiyle kelâmın kuvve-i
hayatiyesinin ittisaline işarettir. Üçüncü Makalenin âhirindeki Üçüncü Maksatta
olan Birinci Maksat buna bir derece misaldir. Hem de Üçüncü Makalede Dördüncü
Mesele ve meslekten olan işaret ve irşad ve tenbih ve muhakeme buna misaldir.


15

Evet, Rabb-i İzzetin kelâmına dikkat edilse bu hakikat her yerde
nur gibi parlar. Evet, nur gibi köşelerinde ve mekatı’larında içtimâ edip
zülâl-i belâgat fışkırıyor. Nefrin o zahirperestlere ki, bu hakikatten gaflet
edip tekrara hamlediyorlar!

Dördüncü nokta: Kelâmı öyle ifrağ etmek ve istidad vermektir ki,
pek çok fürûların tohumlarını mutazammın ve pek çok ahkâma me’haz ve pek çok
maânîye ve vücuh-u muhtelifeye delâlet etmektir. Güya bu istidadı tazammunla
kelâmın kuvve-i namiyesinin kuvvetine telvih eder. Ve hasılatının kesretini
gösterir. Sanki o fürû ve vücuhların mahşeri olan meselede cem eder, tâ ki
mezaya ve mehasinini muvazenet edip herbir fer’i bir garaza sevk ve herbir veçhi
bir vazifeye tayin eder.


16

Evet, kıssa-i Mûsâ meşhur darb-ı meseldeki tefariku’l-asâdan
daha nâfidir. Nasıl o asa ne kadar parçalansa yine bir işe yarar. Kıssa-i Mûsâ
dahi öyledir. Bu hâsiyetine binaendir ki, Kur’ân yed-i beyza-i
mu’cizü’l-beyanıyla o kıssayı aldı ve suver-i müteaddidede gösterdi. Herbir
ciheti hüsn-ü istimâl etti. Fenn-i beyanın seharası, belâgatine secde ber
zemin-i hayret ve muhabbet ettiler.

Ey birader! Bu meselede olan hayal-meyal belâgat, bu esalib ile
sana öyle bir şecereyi tersim eder ki, cesîm urûku müteşâbike, uzun boğumları
mütenasika ve müteşaib, dalları müteanika, meyve ve semeratı mütenevvia olan bir
şecere-i hakikat sana tasvir eder. Eğer istersen Altıncı Meseleye temaşa et.
Zira çendan müşevveş ise, bir derece bu meselenin bir parçasına misal olabilir.

Tenbih ve İtizar

Ey birader! Bilirim ki şu makale sana gayet muğlâk görünüyor.
Fakat ne çare mukaddemenin şe’ni icmal ve i’câzdır. Kütüb-ü Sâlise’de sana
tecellî edecektir.

Onuncu Mesele

Kelâmın selaseti ise: Bir derece hissiyattan tafralık ve iştibak
etmemek; ve tabiatı taklit; ve harice temessül; ve mesîl-i garazda sedad; ve
maksat ve müstekarrın temeyyüzüdür. Şöyle ki:

Kelâmda hissiyat da tamam olmadan çifte atmak, başkasıyla mezc
etmek, selâsetini tağyir eder. Ve nizamsız iştibaktan tevakki ve maâni-i
müteselsilede tederrüç lâzımdır.

Hem de san’at-ı hayaliyesiyle tabiata şakirtlik etmek gerektir.
Tâ tabiatın kavânini onun san’atında in’ikâs edebilsin.

Hem de tasavvuratını öyle hariciyata muhâkî ve müşakil etmek
lâzımdır. Farazâ tasavvuratı dimağdan kaçıp hariçte tecessüm etseler, hariç
onları istilhak; ve neseplerini inkâr etmesin ve desin: “Onlar ben’im” veyahut
“Keennehu” veyahut “Benim veledimdir.”

Hem de garazın mesîlinde ve kastın mecrasında teferruk etmemek
için sedad etmek, çeleçepe temayül etmemektir. Tâ canipler garazın kuvvetini
teşerrüb etmekle ehemmiyetsiz etmesin. Belki köşeler, tazammun ettikleri taravet
ve letafetiyle zenav gibi garaza imdat ve kuvvet vermek gerektir. Hem de kastın
müstekarrı temeyyüz ve ağrazın mültekası taayyün etmek selâsetin selâmetine
lâzımdır.

On Birinci Mesele

Beyanın selâmet ve sıhhati ise, hükmü, levazım ve mebâdisiyle ve
âlât-ı müdafaasıyla ispat etmektir. Şöyle ki:

Bir hükmün levazımını ihlâl etmemek, rahatlığını bozmamak ve
nazara almak ve mebadîsinden istimdad-ı hayat etmek için müracaat etmek ve hücum
eden evhamın itirazatına mukabele edecek sual-i mukaddere cevap olan kuyudatıyla
tekallüt etmek gerektir. Demek, kelâm meyvedar bir ağaçtır. Cinayet ve içtinadan
himayet etmek için dikenleri ve süngüleri dizilmişler. Güya o kelâm, birçok
münazaratın neticesi ve pek çok muhakematın zübdesi olduğundan, gayet ulvî
olarak evhamın şeyatîni, istirak-ı sem’ edemezler, eğri nazarla bakamazlar. Güya
mütekellim altı cihetini nazara alıp etrafına bir sur çekmiştir. Yani, mevzu
veyahut mahmulün takyidiyle, veyahut tavsifle, veyahut başka cihetle vehmin
hücumuna müsait noktalarda birer müdafi müheyya ederek, baştan aşağıya kadar
mukadder suallere cevap hükmünde olan kuyudatıyla mücehhez etmektir. Eğer buna
misal istersen, şu kitap bitamamihî buna uzunca bir misaldir. Lâsiyyema,
Makale-i Sâlise en parlak bir misaldir.

On İkinci Mesele

Kelâmın selâmet ve rendeçlenmesi ve itidal-i mizacı ise, her
kaydın istihkak ve istidadına göre inayeti taksim ve hil’at-ı üslûbu tevzi ve
giydirmektir. Hem de hikâyet de olursa, mütekellim kendini mahkî anh yerinde
farz etmek gerektir. Şöyle:

Eğer başkasının hissiyat ve efkârının tasvîrinde ise mahkî anh’a
hulûl etmek ve onun kalbinde misafir olmak ve lisanıyla tekellüm etmek gerektir.
Eğer kendi malında tasarruf etse, alâmet-i kıymet olan itibar ve ihtimamın
taksiminde her kaydın istihkak ve istidad ve rütbesini nazara almakla taksiminde
adalet ve üslûplarda istidadın kametine göre kesmektir. Tâ herbir maksat onun
münasibinde olan üslûptan cilveger olabilsin. Zira üslûbun esasları üçtür:

Birincisi: Üslûb-u mücerrettir. Seyyid Şerif’in ve Nasıruddîn-i
Tûsî’nin sade olan ma’raz-ı kelâmları gibi.

İkincisi: Üslûb-u müzeyyendir. Abdülkahir’in Delâilü’l-İ’câz ve
Esrarü’l-Belâga’sındaki müşa’şa ve parlak kelâmı gibi.

Üçüncüsü: Üslûb-u âlîdir. Sekkâkî ve Zemahşerî ve İbn-i Sina’nın
bazı muhteşem kelâmları gibi. Veyahut şu kitabın mealindeki Arabiyyü’l-ibare,
lâsiyyema Makale-i Sâlisedeki müşevveş, fakat muhkem parçaları gibi. Zira
mevzuun ulviyeti, şu kitabı üslûb-u âlîye ifrağ etmiştir. Yoksa benim san’atımın
tesiri cüz’îdir.

Elhasıl: Eğer ilâhiyat ve usul bahis ve tasvirinde isen, şiddet
ve kuvvet ve heybeti tazammun eden üslûb-u âlîden ayrılmamak gerektir. Eğer
hitabiyat ve iknaiyatta isen, ziynet ve parlaklık ve tergib ve terhibi tazammun
eden üslûb-u müzeyyeni, elinden gelirse elden bırakma. Fakat gösteriş ve tasannu
ve avamperestane nümayiş etmemek gerektir. Eğer muamelât ve muhaverat ve âlet
olan ilimlerde isen, vefa ve ihtisar ve selâmet ve selâset ve tabiîliği tekeffül
eden ve sadeliğiyle cemal-i zatiyeyi gösteren üslûb-u mücerrede iktisar et.

Bu meselenin hâtimesi: Kelâmın kanaat ve istiğnası ve asabiyeti
ise, makamın haricinde üslûbu aramamaktır. Şöyle ki:

Mânânın kametine göre bir üslûbu kestirmek istediğin vakit,
dahil-i makamda olan menbadan ve mevzuun fabrikasından, lâakal kelâmın tazammun
ettiği mevzuun veya kıssatın veya san’atın levazımının parça parçasından ve
tevabiinin kıt’a kıt’asından bir üslûbu dikmek, zaruret olmadan harice medd-i
nazar etmemek, tâbir hata olmasa, harice boykotaj etmekle, elbette kelâmın
kuvveti tezayüd ettiği gibi, servetin dağılmamasına en büyük esastır. Demek,
mânâ ve makam ve san’at ise, kelâmın delâlet-i vaz’iyesine yardım edebilir.
Nasıl kelâm, delâlet-i vaz’iye ile mânâyı gösterir, öyle de, böyle üslûp ise
tabiatıyla mânâya işaret eder. Eğer bir nümune istersen, Dokuzuncu Meseledeki
Arabî parçalarına bak. İşte:



17

 

Eğer istersen, ulûm-u âliyenin

kitaplarının
dibaçelerine bak. Eğer çendan o dibacelerde şu san’at-ı belâgat çok dakik ve
lâtif olmazsa da, fakat ondaki beraatü’l-istihlâl bu hakikate bir
beraatü’l-istihlâldir. Hem de şu kitabın dibacesinde mu’cizâta işaret yolunda
Peygamberimizin zatı, nübüvvetine mu’cize gösterilmiştir. Hem de Üçüncü
Makalenin dibacesinde kelime-i şahadetin iki cümlesi birbirine şahit
gösterilmiştir. Hem de Yedinci Mukaddemede, inşikak-ı kamere, yere inmeyi ilâve
edenlere denilmiş: Mu’cizenin kamerini münhasif ve şems gibi bürhan-ı nübüvveti
Süha gibi mahfî olmasına sebep oldunuz. Buna kıyasen, şu hakikate, şu kitapta
birçok nümune bulabilirsin. Zira bu kitabın mesleği, benim gibi harice
boykotajdır. Hattâ, zaruret olmazsa, efkâr ve mesailde ve misallerde ve esalipte
harice boykotaj etmektir. Fakat tevafuk-u hâtır olabilir. Zira hakikat birdir.
Hangi kapıyla girsen, aynını göreceksin.

Hâtime

“Söylenene bak, söyleyene bakma” söylenilmiştir. Fakat ben
derim: Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne içinde söylemiş? Niçin söylemiş?
Söylediği sözü gibi dikkat etmek, belâgat nokta-i nazarından lâzımdır, belki
elzemdir.

İşaret

Malûm olsun ki, fenn-i maânî ve beyanın mezayasının belâgatçe
mühim bir şartı, kasten ve amden garazın cihetine emaratla işaret ve alâmâtın
nasbıyla kast ve amdini göstermektir. Zira onda tesadüf bir para etmez. Fenn-i
bedîin ve tezyinat-ı lâfziyenin şartı ise, tesadüf ve adem-i kasttır. Veyahut
tesadüfî gibi tabiat-ı mânâya yakın olmaktır.

Telvih

Pûşîde olmasın ki, tabiata ve hakikat-i hariciyeye delâlet eden
ve hükm-ü zihnîyi kanun-u hariciyle rapteden, tâbir câizse perdeyi delen,
altındaki hakkı gösteren âletlerin en sekkabı

– i tahkîkiyedir.
Evet şu
’nin şu
hâsiyetine binaendir ki, Kur’ân’da kesretle istimal olunmuştur.

Tenbih

Ey birader! Bu makaledeki kavanin-i lâtife şu perişan esalipten
teberrî ve nefret etmesi seni tağlit etmesin. Meselâ, “Eğer bu kanunlar iyi
olsaydılar, onları vaz edene iyi bir ders-i belâgati vereceklerdi. Hem de güzel
bir üslûbu giyeceklerdi. Halbuki, onları vaz eden ise ümmîdir. Üslûpları dahi
perişandır” gibi bir vehme zâhip olma. Yahu, bu vehme ehemmiyet verme. Zira bir
fende herbir ilim sahibi onda san’atkâr olmak lâzım gelmez. Hem de
ile’l-merkeziye olan kuvve-i câzibe, ani’l-merkeziye olan kuvve-i dafiaya
galiptir. Çünkü kulağın dimağa karabeti ve akılla sıla-i rahmi vardır. Halbuki
mâden-i kelâm olan kalp ise, lisandan uzak ve ecnebîdir. Ve hem de çok defa
lisan kalbin dilini tamamen anlamıyor. Lasiyyema, kalb bazan meselenin derin
yerlerinden, kuyu dibinde gibi bir tıntın ederse, lisan işitemez; nasıl
tercümanlık edecektir?

Elhasıl: Fehim ifhamdan daha esheldir, vesselâm.

İtizar

Ey şu dar ve ince ve karanlık olan yolda benimle arkadaşlık eden
sabırlı ve metanetli zat! Zannediyorum, bu İkinci Makalede yalnız hayretle
seyirci oldun, müstemi olmadın. Çünkü anlamadın. Hakkınız var. Zira, mesail
gayet derin ve arkları uzun ve ibare ise gayet muhtasar ve muğlak ve Türkçem de
epeyce noksan ve müşevveş, ve vaktim dahi dar, ben de acele, sıhhatim muhtel,
başım nezlelidir. Şu karışık zeminde ancak şöyle bir varakpare çıkabilir.

18

Ey birader! Unsur-u Hakikati, kübrâ gibi ve Unsur-u Belâgatı
suğra gibi mezc et. Elektrik şuası gibi olan hads-i sadıkı geçir. Tâ gayet
hararetli ve parlak ziyalı olan Unsur-u Akideyi netice vermek için senin zihnine
istidadat verebilsin.19

Dipnotlar

1. Haramla dolmuş olan gözlerinden gözyaşı akıt ve pişmanlık
perhizine sarıl.

2. “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” Yâsin Sûresi, 36:78.

3. Mübareze için meydana kim çıkar?

4. İbarelerimiz ayrı ayrı ise de, senin hüsnün birdir. Hepsi
de o hüsne işaret ediyorlar.

5. “And olsun ki, Rabbinin azabından küçük bir esinti onlara
hafifçe dokunacak olsa…” Enbiyâ Sûresi, 21:46.

6. “İsteyerek emrine uyduk.” Fussilet Sûresi, 41:11

7. Kalpleri saracak derecede tutuşmuş ateş.

8. Göz ucuyla yanaklara bir gül diktim, diktiği gülü
koparmak gözümün hakkıdır.

9. Beni muayene eden hekim gözlerim ve kalbim için “Hel
Etâ”nın birinci ayeti ile “Tebbet”in üçüncü ayetini okudu.

10. Niçin dudağındaki koyu renk, benim seni şiddetle sevmeme
engel oldu. Halbuki aşkından kalbim param parça olmuştur.

11. İç organlarım dikenli ağaçtan tutuşmuş ateş koru
üzerindedir. Gözlerim ise güzellikten oluşan bir bahçede dolaşmaktadır.

12. Denizde akıp gider.” Bakara Sûresi, 2:164.

13. Dama merdivenle çıktım.

14. Güneş de onlar için bir delildir ki, kendisine tayin
edilmiş bir yere doğru akıp gider.” Yâsin Sûresi, 36:38.

15. Kur’ân’ı öğreten Rahmân’ın kelâmına bir bak: Rabbinin
âyetlerinden hangi biri var ki, bu hakikat onda tecellî etmesin? Yazıklar olsun
o zahirperestlere ki, anlamadıkları şeyi tekrara hamlederler.

16. Kıssa-i Mûsâ’ya bir bak. Bu kıssanın tamamında, onun
herbirinden daha büyük bir kuvvet vardır ki, Kur’ân onu yed-i beyzâsına aldığı
vakit, ilm-i beyanın sâhirleri, onun belâgati karşısında secdeye varmışlardır.

17. Kur’ân’ı öğreten Rahmân’ın kelâmına bir bak: Rabbinin
âyetlerinden hangi biri var ki, bu hakikat onda tecellî etmesin? Yazıklar olsun
o zahirperestlere ki, anlamadıkları şeyi tekrara hamlederler. Bu hakikati görmek
istersen, kıssa-i Mûsâ’ya bak. Bu kıssanın tamamında, onun herbirinden daha
büyük bir kuvvet vardır ki, Kur’ân onu yed-i beyzâsına aldığı vakit, ilm-i
beyanın sâhirleri, onun belâgatine hayran kalmış ve muhabbetle secdeye
varmışlardır.

18. Özrü kabul etmek büyüklüğün şanındandır.

19. Nursi Said, Muhakemat, Yeni Asya Neş., İst., 2002, s.
77-103